Etiket arşivi: zeki demirkubuz

Bulantı filan değil, belki bulamaç

Memleket sineması, yüzüncü yaşını doldurunca, bir ivme kazanır sandım, haliyle aldandım. Cinli minli, ecinnili tekrar hissi veren projeler, ucuz, sabun köpüğü, izle ve hızla tüket tipi romantik şeyler, bir bütünlük oluşturmaktan muaf, gülünç olma çabasındaki kolajlar, skeçler, sanat adına yola çıkan ve çuvallaması artık şaşırtmayan işler, güzelim beyazperdeyi, malum TV ekranına çevirdi, neredeyse…

Zeki Demirkubuz’u, gişe tipi şişirme filmlerin yönetmenleriyle kıyaslasaydım şayet, Bulantı’ya, kötünün iyisi der geçerdim. Lakin kazın ayağı öyle değil, Bulantı’yı, yönetmenin kendi geçmişiyle, yani Masumiyet, Kader ve Yeraltı ile karşılaştırmaktan başka çarem yok. Evet, Bulantı, Demirkubuz için, kesinlikle anarya (Adana’da geri vites işte), ancak iyi bir sıçrama, geri çekilip, hedefi görüp, bedeni yay gibi gerip, ok gibi ileri atılmakla olur. Tam da bu yüzden, kişisel film Bulantı’yı bir kenara koyduk, yeni projesi Kor’a odaklandık, bekleme odasında…

Öncelikle Zeki Demirkubuz’un, dokuz yıldır dargın olduÄŸu Nuri Bilge Ceylan’a yine gönderme yaptığını varsaysam da, polemik etkili bu çözümsüz meseleyi, kaşımayacağım, kocaman adamlar, kendi sorunlarıyla baÅŸ etmesini de bilirler haliyle… ”Küçük insanlar kiÅŸileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışır” gibi bildik bir vecizeyi ortaya atarım, hadi barışın artık der ve direkt uzarım.

Neyse ortalığı daha da fazla sulandırmadan, meseleye dalayım artık. İlk olarak filmin başrolündeki Zeki Demirkubuz’a değinelim. Yönetmen Demirkubuz’u tartışırım, ama oyuncu Demirkubuz’u tartışmam. Mümkünse oyunculuk yapmasın, yönetmenliğe yoğunlaşsın, her şeyden öte bir sinemasever olarak dileğim budur. Kötü oyunculuk bu, hatta oyunculuk bile değil bu, mimiksiz, jestsiz eyvallah, peki, öylesine durmak, neyin nesidir? Sevişecek aktör yoktu gibi bir açıklamanın da mantığı yok, çünkü sevişken bir film değil, eğer dalga geçiyorsa, mavra yapıyorsa, pek gülemedim, belirteyim. Zeki Demirkubuz filmlerinde, oyunculuklar konuşur, Bulantı’da, oyunculuklar harbiden susmuş. Pardon susamış, hep su içer misin diyorlar. Çünkü bu kez, oyuncu yönetimi de ıskalanmış. Oyunculuk performansları çok kötü değil elbette, ancak inandırıcılık ekseni kayınca, ateşleme gücü de olmayınca, bir filmi alıp götürebilecek aktörler Çağlar Çorumlu ve Ercan Kesal, kusura bakmasınlar, geçiyordum uğradım pozisyonunda kalmışlar. Şebnem Hassanisoughi, gayet iyi, ancak diyaloğu çok olmayınca, kaynamış gitmiş haliyle, Öykü Karayel ve Cemre Ebuzziya da çabalıyorlar, Zeki Demirkubuz’un anti-aktör tezine rağmen.

Karanlıklar, kapılar, kapılar, kapılar, yine kapılar, tanıdık planlar, asansör, ayna, gene roman alıntıları, hep kitap eki, sürekli kahvaltı, portakal suyu ve BeÅŸiktaÅŸ forması. 10. Filmini çeken bir yönetmenin, bunlar dışında, baÅŸka ÅŸeyleri daha olmalı envanterinde… Üstelik çok fazla tekrar, baygınlık hissi kadar, sıradanlaÅŸmayı ve sığlaÅŸmayı da tetikler. Zeki Demirkubuz’u, diÄŸer yönetmenlerden ayrı tuttuÄŸum nokta, karakter tahlili, katmanı, derinliÄŸi ve insan ruhundaki karanlığa ışık tutmasıdır. Bu filmde kendisiyle çeliÅŸir gibi, yüzeysel kalmış, dibe dalamamış, çünkü en önemli ÅŸey, yani öykü ıskalanmış, ne yazık ki… Hikâyesizlik, büyük dert olmuÅŸ, bizim Bulantı’yı, bunaltıya, hatta bulamaca çevirmiÅŸ. Diyaloglar da fena, hanım kızımız, yine çapkınlık yaparken yakalanmış sevgilisine, anladığımız bu, kadın döven bir kütük iÅŸte, neyse öfkeli ve saldırgan manita, celalleniyor, haliyle genç kadın ürküyor, onun ÅŸiddet patlamasından… Genç herif, aÅŸağı yukarı şöyle bir ÅŸey diyor; korkunu, o…luÄŸuna bahane yapma… Benzer bir durumda, kimse filozofluk kasmaz sanki, iÅŸte olmuyor, cümleler zorlanıyor.

Çokça zikredilen yalnızlığa dair ne söylenebilir, üniversitede hoca olan bir adam, çapkın bir adam, modern hayatın, gayet zeki bireyi, nasıl yalnız olabilir? Yalnız sevişilmez, başka bir şeydir onun adı. Ötesinde beylik laflar, bir filmde illa olmak zorunda mıdır, sonra hayatın zorluğu, ‘aydın tabakası’ yozluğu, çürüme, insana dair zafiyetler, kahramanın kendi aydınlanmasıyla serpilse peliküle, eyvallah, ancak bir kazanın götürüsü hep bunlar. Filmi de sakatlayan bu, hedef kadar, yolda da sorun var. Eğri büğrü, dolambaçlı, karma kırışık. Her şey, ailesini önemsemeyen bir adamın, aile özlemi kadar, komik aslında… Film, bir komedi olsaydı, absürt bir komedi özellikle, sinema salonunda, en az bu kadar gülerdik. Bir trajediye tebessüm ediyorsak şayet, güldürüde de ağlamak gerekecek, o vakit.

Arkadaş, sen, bizim hayatın tokadını yiyen insanlarımızı, anlatsan ya, alt görülen sınıfı, ezilenleri, kaybetmeyi iyi bilenleri, harbi harbi ne yapalım, orta-üst sınıfın saçma hallerini, benmerkezci tipi, onun aşina kibrini, bir telefonu açmaya erinen, adeta dünyayı ben yarattım şeylerini… Entelektüel sayıklamaları yerine, bir emekçinin gerçekçi haykırmaları, duygusuz ve mantıklı tipler yerine, bu akıl bana fazla, bu akıl başa bela diyerek, salt hisleriyle ve tutkularıyla hareket edenler, daha insani değil midir? Filmin bir yerinde doktor, teşhisi koyuyor, sen hasta değil, anormalsin sadece diye, Bulantı’yı tarif ediyor işte, anormal. Evet, anormal.

Tepenin Ardı’nda ‘düşman’ var!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Memleket sineması bizi hüsrana uÄŸratarak baÅŸlamıştı 2012’ye, hatta geçen yıl Altın Koza ve Altın Portakal’da arka arkaya birbirinden kötü yerli iÅŸi filmler izleyince, projeler çoÄŸalıyor, kalite ise giderek azalıyor diyerek kendi aramızda konuÅŸmaya bile baÅŸlamıştık. Tam umudumu yitirirken, İstanbul Film Festivali hızır gibi yetiÅŸti resmen…
Åžu ana dek seyrettiÄŸim ulusal yarışma filmlerinden “Lal Gece” ve “Yeraltı”, vasat çıtasını aÅŸan, sinema salonundan keyifle ayrılmamı saÄŸlayan filmler oldular, üstelik daha izlemediklerim var. Reis Çelik’in çektiÄŸi Lal Gece ve Zeki Demirkubuz’un yönettiÄŸi Yeraltı filmlerini bir kenara bırakalım, “Tepenin Ardı”na bakalım. Çünkü Tepenin Ardı bir ilk film.

 

 

Evet, “Rıfat” ve “Mektup” adlı kısa filmler çeken Emin Alper’in bu ilk uzun metraj kurmaca filmi, Berlin’de ödülleri toplamış ve nihayet İstanbul’a gelmiÅŸti. (İstanbul’dan da New York’a Tribeca Film Festivali’ne gidecek) Tepenin Ardı’nın senaryosunu da yazan Emin Alper’in birkaç ufak tefek eksikliÄŸe karşın baÅŸarılı bir atmosfer yarattığını, gerilimi hep yedeÄŸinde tuttuÄŸunu, neredeyse kusursuz bir metni, beyezperdeye ustaca yansıttığını söyleyebiliriz, rahatlıkla…

 

Kısaca anlatmak gerekirse; Orman İşletmesi’nden emekli olan Faik, yaylada baba yadigarı bir evde, kendisine yardımcı olan bir aileyle yaÅŸamaya baÅŸlamıştır. Ekili arazisinde keçi sürüsü de besleyen bu aksi ihtiyar, Tepenin Ardı’nda konaklayan yörüklerle çoktan kavgaya tutuÅŸmuÅŸtur. Sonra topluluk büyür, yaz sıcağında Faik’in oÄŸlu Nusret ve torunları Zafer ve Caner, kısa bir tatil için yaylaya gelmiÅŸtir.

 

Karaman ilinin Ermenek ilçesinde tam 18 günde çekilen filmin, özellikle müzikle ivmesini arttıran final sahnesi tek kelimeyle müthiÅŸ. ÖtekileÅŸtirme belasını, birçok yapımda olduÄŸu üzere kör kör parmağım gözüne deÄŸil, üstelemeden, kanırtmadan ve dolayısıyla saçmalamadan resmeden Tepenin Ardı’nın, ‘İnsan, insanın kurdudur’ söylemini yeniden ve bir kez daha haklı çıkaracak argümanlarla donatılmış olduÄŸunu düşünüyorum. Birey ve grup psikolojiyle harmanlanan ve kısmen politik bir altmetinle meramını anlatmaya çabalayan film, düşman yaratmanın ne kadar kolay bir ÅŸey olduÄŸu gerçeÄŸini bir kez daha yüzümüze vuruyor, özetle…

 

Çatışmalardan psikolojisini yitirerek çıkan gencecik bir eski asker, kırsalda bir araya gelmiÅŸ, kan bağı, arkadaÅŸlık bağı artık adı her neyse birbirine baÄŸlanmış bir avuç ‘normal’ insan arasında, en dürüst olanı, hiç kuÅŸkusuz. Dürüstlük ölümcül bir erdemdir bazen… Neyse… Yabani hayata yaslanmış bir yayla evinde, insan da doÄŸal olarak yabanileÅŸiyor dersek kolaya kaçmış oluruz. Yalanlar, yalanları doÄŸuruyor, suskunluk büyürken suçlu aramak ve günah keçisini bulmak zor olmuyor, nihayetinde…

 

Filmin görüntü yönetmeni Romanyalı George Chiper-Lillemark, iÅŸini layıkıyla yapıyor, güzelim bir yaylayı sinema salonuna getiriyor. Filmin oyuncu kadrosu ise Tamer Levent (Faik), Reha Özcan (Nusret), Mehmet Özgür (Mehmet), Berk Hakman (Zafer), Furkan Berk Kıran (Caner), Banu Fotocan (Meryem), Sercan Gümüş (Süleyman) ve Åževval KuÅŸ’tan (Aliye) oluÅŸuyor. Oyunculuk performanslarına laf yok, özellikle Berk Hakman, gayet iyi oynamış, Tamer Levent, Reha Özcan ve diÄŸerleri de rollerinin hakkını vermiÅŸler. Hah! PaÅŸa adlı (gerçek ismi Sarı imiÅŸ) çoban köpeÄŸini de unutmayalım.

Sabah yaklaştıkça, ‘Gece’ kararır…

 

 

 

Alper TURGUT

 

Efendim, bir atasözü vardır; Akşamın hayrından, sabahın şerri yeğdir der. Gece, güzeldir, cazibelidir, tehlikelidir, karanlık bile onu örtemez, ah alır, akıl alır, nice hayatları alır, doymaz, hiç doymaz. Lakin her karanlığın, bir de aydınlığı vardır; bir abimizin dediği gibi; “Şimdi dünyada bir yerde, muhakkak sabah olmaktadır” Evet, gece, resmen bir bilmece ve gün doğmadan, haliyle çözümsüzlüğe gebe… İşte “Gece” filmi, ‘kötü yol’a düşenleri anlatıyor, sebebini boş ver diyor, çözümden de söz etmiyor, sadece gösteriyor, başka da bir şey söylemiyor.

 
Gece’yi, “Kanal”, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Mavi Sürgün”, “Yolda”, “Vicdan”, “Kuş-Yük” gibi birçok filme imza atan, yılların sinemacısı Erden Kıral çekti. Memleket sinemasının ışığı, efsanevi Yılmaz Güney’in bir dönem asistanlığını da yapan Kıral, plan sekans ve ağır tempo ile başladığı sinema yolculuğunda, zamanla tarzını değiştirdi, genel izleyiciye daha uygun, arabesk soslu, acı yüklü filmler çekmeye başladı. Gece, kuşkusuz gerçekçi bir film, elbet sözümüz buna değil, gece hayatı ve yeraltı hayatını kaynaştırmasına da değil, pavyon ve siyaset, aynı peliküle sığmaz da demeyeceğiz. Pavyon bölümünü güzelce becerip, siyasetten sınıfta kalınca, ortaya çıkan şey, tuhaflık oluyor, saçmalık oluyor, anlamsızlık oluyor, kusuruma bakılmasın, lakin filmden öfkeyle çıktım, oysa beklentim ve umudum vardı, kontrpiyede kaldım, ne yazık ki…

 
Toplumsal sorunlara, bildiğimizden farklı bir pencere açılmıyor. Film, zorunlu göç gibi bir belayı eşelemiyor, İzmir’in fakir semtlerine taşınan çaresiz yoksulluğu, her şeye rağmen yeni bir hayat arzusunu ve bunun kurgusunu bizlere yansıtamıyor. İnandıramıyor, ne açlık grevine, ne eylemciye, ne de cezaevine… İnanç olmayınca, her şey basit kalıyor, havada kalıyor, ‘ucuz’ kalıyor. Devletin tanımsız gadrini, zulme uğrayanın dağa çıkma azmini, hissedemiyoruz, acıyı bal eyleyemiyoruz, somut bir umut vardır diyemiyoruz. Üstüne üstlük yoksulun kaderi budur gibi, çokça bildik fıtrat söylemine yakın bir yere savruluyoruz. Salt Zübük tipi, hırslı, açgözlü ve kötücül politik figüranların, tekelinde değildir siyaset, yeni bir dünya kurma özleminin, sınırsız ve sınıfsız bir toplum idealinin, özgürlüğün, eşitliğin ve elbette adaletin de dilidir. Siz bakmayın, AKP, CHP, MHP falan filan diye politikaya atılan, lakin amacı kendini kurtarmak olan memleket profiline… Bunları da aşacak bir yola baş koyan, yalnızca kendi için değil, herkes için yaşayan ve bu uğurda bedel ödemeye de razı olan insanlara, haksızlık etmeyin. Evet, siyaset, gece değil, gündüzdür, umutsuz değildir, karamsar değildir, aman salla gitsin diyen hiç değildir.

 
Gece’nin yakaladığı iyi sahneler ve bölümler yok mu? Var, elbette, var. Nurgül Yeşilçay’ın, Ayça Damgacı’nın oyunculuk performansları gayet güzel, Mert Fırat, bir bıçkını, bir pislik herifi, müthiş sırtlamış. Filmin finali hayli akılda kalıcı ve çarpıcı, İlyas Salman-Nurgül Yeşilçay-Mert Fırat üçlüsünün canlandırdığı üç karakterin öyküsü, hiç fena değil! Sorun filmin siyasi bölümünde; Hadi Süsen, aşık olduğu adamla evlenince ve eleman değişince, dünyası tepe taklak oluyor ve pavyona düşüyor. Burası dramatik ve arabesk olabilir. Ancak açlık grevi direnişçisi ve onun eylemci abisi, dram değildir, fantezi değildir, arabesk hiç değildir. Acınmak için can vermiyorlar, bizler, sizler üzülesiniz diye ölüyoruz demiyorlar. Onlar, mücadele ediyorlar, kavga veriyorlar, direniyorlar. Ağabeyi, aynen devam etsin deyince mutlu olan eylemci de nedir, kardeşler birbirlerine gaz versinler, sırtlarını sıvazlasınlar diye mi siyasi talepler var, yok böyle bir şey! Hele ağabey, belli yetkin bir militan, polis takibi olabilir dediği için mi, kendi arkadaşlarınca katlediliyor, olmaz, olamaz. Vuran sorumlu yoldaşı mı, örgütün içine sızmış devletin ajanı mı belli değil, resmen kafa kırışıklığı, net ve cesur olamama hali bu… Başkalarına pazarlanan bedenler, gayet anlaşılır ve net, siyasi talepler için ölüme yatan bedenler ise anlaşılmaz ve muğlak. Bir filmde aynı anda netlik ve muğlaklık olmaz. Bir taraf ötelenirken, diğer tarafa özen gösterilmez. Meseleyi bilmiyorsanız şayet, yardım alırsınız, bilenlere danışırsınız. İşte o vakit, göçe zorlanmış Kürt ailesinin erkekleri, siyasette ölecek, kadınları da pavyonda sürünecek gibi şaşkın ve sakıncalı bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet verirsiniz, tepki çekersiniz. Kader mevzuları, acı edebiyatı bir sınırda kalmalıdır, içine bolca cümbüş, içine çokça kasvet katılmaz, aksi takdirde duygu istismarına, acı pornosuna dönüşebilir. Bıçak sırtı bir iş, savsaklamaya ve abartmaya gelmez.

 
Gece, Hasan Özkılıç’ın Orhan Kemal Roman ödülü kazanmış kitabı Zahit’ten uyarlanmış. Kitabı okuyamadım, bir kenara koydum, yılgınlık ve arabesk, yetti artık bu ezber diyerek… Gece’de, Zeki Demirkubuz’un filmleri Kader ve Masumiyet ile Kıral’ın önceki ‘pavyon işi filmi’ Vicdan’dan esintiler var. Tüm olumsuzluklara karşın, yine de deniyor, pes etmiyor, film çekiyor 72 yaşındaki Erden Kıral ve ondan biricik isteğim var; genç yönetmenlere örnek olması, umutsuzluğa değil, umuda dair filmler çekmesi…

 

 

Kelebeğin Rüyası; Bir Şiir Sineması…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kelebeğin Rüyası, bir şiir sineması… Tam tekmil hüzün, kalabalık içerisindeki yalnızlık, yarım kalan her şey ve dizelerden peliküle düşen gerçek bir ölümsüzlük. Evet, 1940’larda ince hastalık denilen vereme yakalanan ve peşi sıra ölüme yürüyen gencecik, alınyazıları ortak, dostlukları mutlak iki şairin, Rüştü Onur (1920-1942) ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-1946) beyazperdeyle buluşan ve bizlere ulaşan hikâyesi bu. Onların iç acıtan, yürek burkan kısacık yaşamöyküleri, büyük şairler yetiştiren bu memlekette, inadına şiirden uzak yaşayan insanlarımızı yakalar ve tokat etkisi yaratır, umarım. Ve slm nbr cnm? misali sesli harf düşmanı, dsakjhaskjhdsakhsdakjs gibi boğulma efektiyle gülen yeni nesil, dizelerin nezaketini, cümlelerin zarafetini, dilerim yetmiş yıl önce yaşayan akranları gibi kavrarlar, şiirin ve güzelim dilimizin ruhunu anlamakta daha da gecikmemiş olurlar.   

 

Filmin adı, Filozof Chuang Tzu’nun 2500 yıllık düşünden geliyor. O rüyasında kelebek miydi, kelebeÄŸin rüyasındaki kendisi miydi? Bilmiyor. KelebeÄŸin ömrü kadar kısa sürüyor onların hayatı, ancak yaÅŸamak sanatı, saate deÄŸil, marifete tabi, çok şükür. Evet, sanat gibi onlar için hayat, ÅŸiir kadar kısa ve net. Orhan Veli: “Son yıllarda Zonguldak üç büyük yetenek yetiÅŸtirdi: Biri Rüştü Onur…”, Behçet Necatigil: “Gamlı gecelerin öncüsü Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti.”, Oktay Rifat: “Rüştü Onur Türkiye’de geç baÅŸlayan bir hareketin bayrağı altında ÅŸiir yazıyordu.”. Cemal Süreya: “Rüştü Onur ÅŸiirleriyle hayatını, daha doÄŸrusu ölümünü, bir arada götürmüş.”

Salah Birsel: “Rüştü Onur’un kısa bir ÅŸiir yaÅŸantısı oldu. Her gün sıtma geçirirdi. Åžiir sıtması.” der ve ekler;

“İnanın sözüme ÅŸairler

Üçer beşer söneceğiz

Yirmi ikiye varmadan

Rüştü gibi öleceÄŸiz”

 

Ama en ağır yazı aynı kaderi paylaÅŸan, can dostu Muzaffer Tayyip Uslu’dan gelir; “Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baÅŸ baÅŸa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık bu ÅŸehrin caddelerinde dolaÅŸtığımız ve yeni yazdığımız ÅŸiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, aÄŸacı aÄŸaç, denizi deniz olarak seyrettiÄŸimiz saatler, sırf ÅŸiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş… Ve ben daha ÅŸimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük ÅŸehirde yalnızlığımı hissetmeye baÅŸladım.”

Verem illeti, Garip’lerin belasıdır, Rüştü’den sonra Muzaffer’in de peşini bırakmamaya kararlıdır.  

“Kan

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindiüstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü,

Maviydi alabildiÄŸine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…”

Muzaffer Tayyip Uslu

 

Åžiirden sinemaya geçmeden önce, Rüştü ve Muzaffer için sözü büyük usta Turgut Uyar’a bırakalım; “Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde birbirlerine benzeyen bu iki ÅŸairi bir arada anmak gerekliliÄŸini duydum. Åžiirlerinin birbirlerine benzerliÄŸi açıklanabilir bir bakıma: içinde bulundukları toplumsal sınıfı, eÄŸitimlerinin benzerliÄŸi, uzun süre bir arada bulunmanın verdiÄŸi karşılıklı etkilenme – etkilenme bile deÄŸil bu, bir takım ÅŸeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme – ÅŸiirlerinde benzerliÄŸi açıklamaya yeter. Ama yazgıları… İkisi de ÅŸair kiÅŸiliklerini saÄŸlamca kuramadan ölüp gitmiÅŸler. Birinin ÅŸiiri rahatça öbürüne mal edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayip, Rüştü Onur’dan biraz daha yetenekli, Rüştü onur, görünüşte daha alçak gönüllü, daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, ÅŸair olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer de, Rüştü de daha çok dünyayı tanımanın, dünyayı tatmanın ÅŸaÅŸkınlığı ve sevinci içindedirler. Çok ÅŸiir okumuÅŸlardır, okumaktadırlar; saÄŸlam sezgileri vardır, yaÅŸamayı severler. Delikanlılıklarının, ÅŸiiri delikanlıca sevmenin bütün tatları ve acemilikleri vardır ÅŸiirlerinde. İddiaları yoktur. Åžiir okumanın ve dünyayı ÅŸiirden sevmenin verdiÄŸi rahatlıkla, kendilerini etkileyen her konuyu ÅŸiir haline getirirler. Tutsun tutmasın. Åžiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle ÅŸiir deÄŸil, bir çeÅŸit hatıra defteri niteliÄŸindedir; aslında bütün tatları da buradan gelir. En büyük bahtsızlıkları, erken ölümleridir. YaÅŸasalardı… Ne olurlardı bir ÅŸey söylenemez. Yalnız ölümlerinin peÅŸinden hemen birer “deha” durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi… Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı: birincisi, ÅŸiir geleneÄŸimizde eksikliÄŸi duyulan “genç ölmüş deha”, ikincisi (daha önemlisi) bu dehayı keÅŸfeden baÅŸka dehalar. İkisi de tutmadı sonunda. Onlar sevgileriyle baÅŸ baÅŸa kaldılar. Biri en iyisini yapmış biri daha iyisine özenmiÅŸtir. Bütün toylukları ve sevimlikleri parıldayıp durur ÅŸiirlerinde. Bence, ikisinin de en önemli özelliÄŸi gelecek “güçlü bir ÅŸiiri” sezmiÅŸ ve bunu gerçekleÅŸtirme çabasına girmiÅŸ olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan…”

 

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, ön hazırlıkları iki yıl süren, çekimleri tam dört ay boyunca Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen Kelebeğin Rüyası’nın oyuncu kadrosunda; Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur var. Görüntü yönetimi Gökhan Tiryaki’ye, müzikler Rahman Altın’a, kurgu da Bora Gökşingöl’e ait.

 

Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız, müthiş bir açılış sekansıyla başlıyor film, dönem filmi çekmek hayli zordur. Çok para, ince işçilik ve yoğun emek ister. Zeki Demirkubuz’un 1930’lar Zonguldak’ını anlattığı Kıskanmak, harbiden kötü bir projeydi. Lakin aynı kentin on yıl sonrasını anlatan Kelebeğin Rüyası, üstün bir başarı yakalıyor ve bizi geçmişe, kara elmas diyarına götürmeyi beceriyor. Bu büyüyü gerçek kılan sanat yönetimine ve kostümcülere tebrikler.

Gökhan Tiryaki, memleketin en iyi görüntü yönetmenlerinden, ustalığını konuşturmuş resmen, müzikler enfes, geçişler sağlam ve güzel. 138 dakikalık uzunluk ile gelen tempo sorunu, senaryodaki yer yer sallanmalar, mevzu şiir olunca çok da göze batmıyor, bariz hataların olmaması ise sevindirici… En büyük problem kastta… 30 yaşındaki Belçim Bilgin’den liseli kız yaratmaya çabalamak, filmin ağırlığı ve edebi diliyle örtüşmüyor, ne yazık ki… Kıvanç Tatlıtuğ, yok 20 kilo vermiş, öyle filme hazırlanmış. Bunlar hikâye… Veremli bir delikanlıyı canlandırmak için veriyor kiloyu, keyfine diyet yapmıyor. Ve kilo vermek ile oyuncu olunmuyor. Mankenlikten gelme Kıvanç, resmen döktürüyor. Bir büyük aktör kazanıyor ülke, dilerim dizileri azaltır, sinemaya yoğunlaşır. Beyazperdenin bu tür performanslara ihtiyacı var, sinemaseverler lay lay lom tiplemeler yüzünden sinemadan soğudu, bize karakterlere can verecek Kıvanç gibi oyuncular gerek. Mert Fırat da kariyerinin en iyi işini çıkartmış, lakin Kıvanç çok iyi olunca, o biraz geride kalıyor, varsın olsun, her film, performanslar gösterisine dönüşsün. Keşke…  Son olarak Zeynep Farah Abdullah’a gelelim, tifo hastası genç kadın rolünde büyüyor, büyülüyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde beğenmiştim, şimdi sevdim, henüz 21 yaşında, iyi projeleri seçerse mükemmel bir aktris kazanır ülke.

Maden ocağına kurt köpekleriyle götürülen, zincirli mahkûmlar bana biraz ABD’nin raylarla örüldüğü yılları anımsattı, onca yoksulluk varken, zenginlik içinde yaşayan, balolar yapan Zonguldak… Bir kentin iki yüzü, yoksul ve varsıl, ikinci dünya savaşına girmeyen ve yine de sürünen bir halk, mükellefler ve tek parti hükümetine göndermeler, sonra verem, sonra Tanrı Uludur, sonra şiir, bir büyük dostluk ve gencecik iki şair. Hükümet Kadın filmi, BKM’nin Adnan Menderes dönemi güzellemesi idi, burada da kah alt metinle, kah inceden inceye CHP’ye, Nazi hayranlığı ve din karşıtı göndermeleri var. Elbette haklılık payı da bulunuyor.

 

Tek parti dönemi çok mu iyiydi? Elbette hayır, aynen bugün her şeyin güllük gülistanlık olmadığı gibi… Benim tercihim, her dönemi eleştirmek olurdu, BKM’nin seçimi bu yönde değil. Onların seçimi, onların tercihi, en nihayetinde… “Aşk, en güzel bahanesidir şiirin…”, haliyle erke yakın durmak da, en güzel bahanesidir, siyasetin…    

 

45 yaşındaki Yılmaz ErdoÄŸan, Rüştü ve Muzaffer’in öğretmeni, ÅŸair ve çevirmen Behçet Necatigil’i canlandırıyor. İyi de oynamış. Lakin Behçet Necatigil, 1941 yılında henüz 25 yaşında, o baÅŸka… Kıvanç ve Mert de, onar yaÅŸ büyükler, canlandırdıkları ÅŸairlerden… Bu liseli Belçim kadar, göze batmıyor, doÄŸrusunu söylemek gerekirse… NiÅŸanlı Rüştü’nün, filmde evlendirilmesi de sorun deÄŸil. Ancak, ben gerçeÄŸin birebir yansıtılması gerektiÄŸini düşünüyorum, bu da benim fikrim. Yalnızlığı, hastalığı, fukaralığı ve aÅŸkı anlatan film, öpüşmekten ve seviÅŸmekten bihaber… Muhafazakâr deÄŸildir oysa ÅŸiir, tutkulu, sıcak ve arsızdır, çoÄŸu zaman… “Kız ÅŸiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun” diyen güzel adamlar hatırına, daha da fazla eksik gedik aramayacağım. Çünkü bu film, Yılmaz ErdoÄŸan’ı, benim gözümde, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un önüne geçirmiÅŸ, memleket sinemasının en iyi yönetmeni olarak gördüğüm Reha Erdem’in seviyesine getirmiÅŸtir. Vizontele dönemi bitti, ustalık devri baÅŸladı. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, KelebeÄŸin Rüyası’nı baÅŸyapıt ilan etmeyeceÄŸim, sadece bir sinemasever olarak daha iyi kotarılmış filmlerini bekleyeceÄŸim.

Behçet Necatigil; “Bir ÅŸair yaÅŸamıştı Zonguldak’ta, adı Rüştü Onur’du. Bilseydi hatırlanacağını, ölümünden sonra, memnun olurdu.” diyor. Åžimdi sinemaya gitmek için, bundan daha güzel bir davet olur mu?

Altın Koza’nın ardından…

ALPER TURGUT

İzmirliler kadar fanatik deÄŸilim belki ama serde var iÅŸte, Adanalıyık… İstanbul’dan, doÄŸduÄŸum bereketli topraklara her gidiÅŸimde, herbiri sinema karesi kadar güzel ve unutulmaz olan çocukluk anılarım canlanır. Sinema ve Altın Koza, herkes için deÄŸerli, benim için çok daha deÄŸerli, ötesi yok. HemÅŸerilerim iyi de ağırlıyorlar bizleri, sıcak kanlıdır insanlarımız, ben biraz soÄŸuk nevaleyim o baÅŸka… Bak ya, yine günlüğe dönüşüyor yazı… Tamam, toparlıyorum. Altın Koza, maddi ve manevi destek atıyor memleket sinemasına, sorun festivalde deÄŸil zaten, jürilik müessesesinde… Geçen yıl, sinemamız sıçtı demiÅŸtim, bazı arkadaÅŸlar, festivallere yamamaya çalışmışlardı sözlerimi, aÄŸzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor, yazarken haydi haydi görürüz. Sinema da yetmiyor, polemik sanatı aşıklarına, neyse…

Sonuçta; bir Adana Altın Koza Film Festivali daha bitti ve ben yine ödül mödül almadım, alamadım. Hımmm… Ödün de vermedim ama… Ne anlatıyor ÅŸimdi bu eleman diyorsunuzdur, haklısınız, kendimi ifade edemiyorum. Hah! Festivallerde yarışanlar ve onları seçenler gibi aynı, çünkü onlar da dertlerini dökemiyor, meramlarını anlatamıyorlar, kanımca… Sanat adına yarışmak biraz tuhaf geliyor bana, ortada para olmasa, yarışmaya katılır mı bunca film, iÅŸte buna pek emin deÄŸilim. Kültür Bakanlığı’ndan para almazsanız, festivallerden para ödülü kazanmazsanız, giÅŸede de tutunamadığınız malum, film çekmek için, yani en pahalı sanat dalı için para bulmak, haliyle zor. Büyük stüdyolarımız yok, batacaksak batalım, ama sanat yapalım diyen yapımcılarlarımız hiç yok. Bu durumda, 350 bin lira, iyi para… Para kazanmak için yarışmak ise bela iÅŸ, keÅŸke sinemaya gönül verenler, zorunda olmasalar, zorunda kalmasalar, yarışmaya… Festivallerde sadece filmler gösterilse, bunun ötesinde, yarışmayı çok mu arzuluyorsunuz? Yine yarışın, ama salt maneviyat için…

Ama ortada bir yarışma varsa, jüri hakkaniyet ile hareket etmeli, mantıklı ve doyurucu açıklamalar yapılmalı… Kazanan maÄŸrur, kaybeden maÄŸdur olmamalı… Lakin bizim festivallerimizde hemen her jüri kararı tartışılır, herkes filminin en iyi olduÄŸunu düşünür, kaybetmeyi gururuna yedirimez. Jürilerin de tuhaf seçimleri vardır, yok yahu, daha neler dedirtir hatta… Altın Koza ulusal film yarışmasında, 14 film yarıştı, sekizi ödüllendirildi, altısı hiç ödül alamadı. Üç ödül, ikiÅŸer kiÅŸiye gitti. Bunu anlamak zaten zor, en iyi ödülünü iki kiÅŸi veya iki film nasıl paylaşır, adı üstünde en iyi, ya da deÄŸiÅŸtirin ÅŸunu, en iyiler yapın, toplu ödüllerle herkes sevinsin.

14 filmi de izledim, festivalin son günü, kaçırdığı üç filmi, video odasında seyrettim. Hatta yarışmanın bence en zayıf halkası olan “Rüzgarlar” filmini hızlı hızlı ileri sardım, ancak bu da pek iÅŸe yaramadı, ben hızlandırdıkça sanki o, inadına yavaÅŸlıyordu. Esnemekten çenem çıktı, harbiden beni aşıyordu bu film, donmuÅŸ kalmış gibiydi resmen sahneler… Ne kurmaca ne belgesel, salt deneysel bir iÅŸ olan, fantastik bir video klip diyebileceÄŸimiz performans iÅŸi “Aziz AyÅŸe”, festivalde niye yarışıyordu, bugün hala çözebilmiÅŸ deÄŸilim. Festivalde özel gösterim yapılacak bir projeydi bu, özgün ve farklı, eyvallah ama kurmaca filmlerle yarışması, bir hayli saçma olmuÅŸtu. “Siirt’in Sırrı”, kadının yok sayıldığı bir coÄŸrafyada, gencecik bir güreşçi kızın, güzünü uluslararası ÅŸampiyonluklara dikmesini anlatıyordu. Bu bir baÅŸarı öyküsüydü, daha çok TV iÅŸi bir belgesel gibi dursa dahi, kazanma hikayeleri hep sevilir, bu sebeple ödüller kazanmasına ÅŸaşırdım diyemem.

DerviÅŸ Zaim’in kurmaca katkılı belgeseli “Devir”i sevdim, üstüne düşünülecek, derinlikli ve felsefi yönü kuvvetli bir yapım idi ancak kurmacalar karşısında ÅŸansı pek yok diye düşünüyordum. Ancak Siirt’in Sırrı’na ödül gidiyorsa, daha usta bir iÅŸ olan Devir’i es geçmemek lazımdı, jüri bunu dikkate almadı. Erden Kıral’ın “Vicdan” filmini beÄŸenmemiÅŸtim, son filmi “Yük”ü ise görece baÅŸarılı buldum, mekan, oyunculuk vasatı aşıyor, ancak senaryo tıkanıyordu, biricik sorunu buydu. Tülin Özen ve Nadir Sarıbacak ise döktürmüşlerdi resmen… Yeraltı filmini, İstanbul Film Festivali’nde izlemiÅŸtim, beÅŸ ay geçmiÅŸ üzerinden, en iyi erkek oyuncu Engin Günaydın ve yönetmen Zeki Demirkubuz yine favori, lakin jüri bu, sağı solu belli olmaz, gidip farklı bir filmi seçebilir, demiÅŸtim festivalden önce dediÄŸim gibi oldu.

“Yabancı” adlı filmi karşı çok doluyum, tam da bu yüzden konuÅŸmak istemiyorum, ÅŸirazeden çıkabilir, ağır konuÅŸabilirim, bunu istemem. “Åžimdiki Zaman”, üç ödül aldı, İstanbul Film Festivali’nde dört dörtlük oynayan ve en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Sanem Öge, bu kez eli boÅŸ döndü. “Lal ve Gece”, Reis Çelik’in en iyi filmi, ancak ödül gelir mi? Emin deÄŸilim demiÅŸtim, Adana’da seyirci ödülünü kazandı, güzel de oldu. AteÅŸin Düştüğü Yer iyi giderken, savrulan bir yol filmiydi, namus belasına dair. Montreal’de ödül geldi, Adana’da ise zor demiÅŸtim, bu da tuttu. Åžimdi Oscar yolculuÄŸuna çıktı AteÅŸin Düştüğü Yer, umarım o eski kırmızı araba, bu kez hedefine varır.

Ana Dilim Nerede ve Babamın Sesi ile kent kent, festival festival gezdim. İkisini de sevdim ama ÅŸansları pek yok. Araf ve Gözetleme Kulesi, bu son iki film, gerçek finalistler, asıl yarışma aralarında olacak, iyi olan kazansın. Evet, yeni oldukları için Araf ve Gözetleme Kulesi yarışır diye düşünüyordum. Kısmen yanılmışım. Çünkü Gözetleme Kulesi yarıştı, Araf’ın yerini Babamın Sesi aldı. Yeraltı’nın kadınlara yaklaşımı pek hoÅŸuma gitmedi, ancak iyi bir film, Babamın Sesi’nin duygusunu sevdim ama senaryosu film halinden daha güzel, kesinlikle… Kafanızı çok karıştırdım biliyorum, dağılan bilyeleri bir araya getirmeyi deneyeceÄŸim. İlyas Salman ve Engin Günaydın ödülü hak ediyorlardı kesinlikle, Laçin Ceylan ve Nihal Yalçın da keza öyle… Nilay Erdönmez’de iyi bir performans sergilemiÅŸti, rakipleri Tülin Özen ve Sanem Öge kadar en az… Ancak bu en iyi kadın oyuncu ödülünde favorim Neslihan Atagül idi, ikinci kez umut veren kadın oyuncu ödülü aldı. Üçüncüyü de alınca ülke puanı mı yapacak, o zaman mı ödülü vereceksiniz? Yardımcı erkek performansında Menderes Samancılar’a itirazım yok, çünkü rakibi de yoktu neredeyse…

En iyi müzik ödülüne deÄŸer bulunacak yapım bulamamak pek şık olmadı, jüri burada sınıfta kaldı. Güzelim İki Dil Bir Bavul’u da çeken PeriÅŸan Film ekibini seviyorum ve kendimi onlara Zeki Demirkubuz’dan daha yakın buluyorum, çünkü anlatmak istedikleri yaÅŸanmışlıklar ve öyküler, önemli. Meseleleri var, barış istemek çok deÄŸerli bir mevzudur, aynen devam etsinler. Ancak salt senaryo ile en iyi film olmaz. Bir baÅŸka jüri de böyle bir ödülü vermez. Kurgu, sanat yönetimi, oyunculuklar, görüntü yönetimi, artık her ne varsa asılsınlar isterim. Zeki Demirkubuz, jüriye yönelik isyanında hem haklıydı hem de haksız, çünkü yarışmaya girdiysen, kaybetmeyi de göze alacaksın. Ya da hiç girmeyeceksin o topa… Gerzekler ise pek yakışıklı durmuyor, kelime olarak… Gözetleme Kulesi ile büyük bir adım atan Pelin Esmer’e çok ödül gitti, bari en iyi filmi de verseydiniz, daha şık dururdu. Jüri, eski yönetmenleri deÄŸil, gençleri tercih etti. Erden Kıral, YeÅŸim UstaoÄŸlu, Zeki Demirkubuz, DerviÅŸ Zaim, İsmail GüneÅŸ neredeyse elleri boÅŸ döndüler, yeni nesil sinemacılar kazandı. Ustalar, jürilere kızsınlar ancak festivallere sırt çevirmesinler, çünkü jürinin olduÄŸu yerde mutlak adalet olmaz, bunu en iyi onlar bilirler.

Son sözüm Altın Koza Film Festivali’ne, yarışma filmlerini bu yıl aynı salonda göstererek, eÅŸitlik adına güzel bir iÅŸ baÅŸarmışsınız, gelecek yıllarda, sinema salonlarını alışveriÅŸ merkezlerinden kurtarsanız ve festivali kent merkezine taşısanız, hatta yazlık sinemada gösterseniz, tadından yenmez.