Etiket arşivi: yılmaz güney

Biricik derdimiz kayıtsızlık

 

 

 

Alper Turgut

 

Nihayet “Çirkin Kral Efsanesi” adlı belgeseli seyredebildim, yapım, iki saat iki dakika boyunca, memleket sinemasının ezber bozan en bildik insanı Yılmaz Güney’i anlatmaya çabalıyordu. Belgeseli yöneten Hüseyin Tabak, Aşık Veysel’in pek güzel, pek meşhur halk türküsünün dizesi “Güzelliğin On Par’ Etmez” adını verdiği kurmaca uzun metraj filmiyle, 2012’de Antalya’dan altı, Ankara Film Festivali’nden de iki ödülle dönmüştü.

Hüseyin Tabak, kendine film yapma aşkını aşılayan, unutulmaz yapıtlarıyla sinema yolculuğuna hazırlayan, büyük bir hayranı olduğu adamın peşine düşmüş. Bizim yurt dâhilindeki yönetmenlerimiz, her ne kadar Yılmaz ekolünden geldiklerini savunsalar da, sorgulama, anlama, ortaya koyma mevzusundan bihaber olsalar gerek, bu hayli gerekli iş, gurbetçi bir rejisöre kalmış.

Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’i, hem kendi hocası Michael Haneke’ye, hem de Costa-Gavras’a sormuÅŸ, onların yanıtları, nasıl bir büyük bir sinemacıya sahipmiÅŸ bu kadim coÄŸrafya, anlamamıza yetiyor aslında… Åžimdi 47 senelik ömrünün, 12 yılını cezaevinde, üç yılını da sürgünde geçiren bir insanın, 104 filmde baÅŸrol oynayıp, 24 film yönetmesinin, dahası 50 filmin senaryosunu yazıp, altı filmin de senaryosuna yardım etmesinin, aslında normal koÅŸullarda, mantıklı bir izahı yok. Bu büyük bir gayret, büyük bir güç, büyük bir emek, büyük bir adanmışlık iÅŸte, bir dava adamına dair, tastamam…

Şekilden öteye geçemeyen, önce vitrin deyip, içerikle pek ilgilenmeyen sinemamız adına, ne önemli bir kayıptır. Yakışıklı jönler döneminde, çirkin bir adamın başrolü üstlenmesi, insanlara yapay değil, sahici gelmesi, kendilerinden biri gibi gören halk tarafından sahiplenilmesi de değil tüm mesele… Adı gibi Yılmaz kişiliğinin, onu var eden devrimci bilincinin, kimselerin dokunmak istemediği alanlara, kamerasını çevirmesinin, gayet farkındayız. Ve onun arayışındayız hala, halkının dertlerini dert edecek, acı gerçeklerimizin peşine düşecek sinemanın ve sinemacıların…

Hah! Haneke demiÅŸken; onun sevdiÄŸim bir sözü var; “SoÄŸukluk… Bize en çok sorun yaratan ÅŸey iÅŸte bu! Kendimize ve baÅŸkalarına karşı esnekliÄŸimizi yitirmemize neden olan bu kayıtsızlık! Bütün filmlerim bu temayı ele alıyor.” Evet, bu kayıtsızlık ikliminde, paylaÅŸmaktan muaf, imeceden azade, birlik ve beraberlikten fersah fersah uzak olan bu gündelik hayatta, aradığımız çözüm, sıcaklıkta, belki de… Uzun lafın kısası; Bedel ödemekten çekinmeyenler azaldıkça, soÄŸukluk artıyor, ne acıdır.

Memlekette, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle, birlikte, ne çok dedektif yaşıyormuş, öğrenmiş olduk. Herkes, her şeyin uzmanıysa, biz neden bu haldeyiz, bu vasatlık çemberinde, resmen debelenip duruyoruz, belli değil! Eskiden futbol ve gündelik siyaset ahkâm kesme alanıydı, şimdi hepimiz istisnasız bilirkişiyiz. Sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre sarmasıyla, çalışmadan uzmanlaşan, çabalamadan ustalaşan, yanılsa da inatlaşan insanlar, bu işlere harbiden emek ve gönül vermiş, dişiyle, tırnağıyla kazımış olanların, arada kalmasına, seslerini duyuramamasına, nihayetinde bıkmalarına sebep oluyorlar, üstelik.

Kitap okumayan, incelemeyen, araştırmayan ve soruşturmayanların sayesinde, hayli zamandır, duyar kasmak denen illetle de haşır neşir olduk, cımbızla seçiyor ve direkt üstüne yürüyorlar. Nefret kusuyor, kavga çıkartıyor, sürekli saçmalıyor, yargılıyor ve hüküm veriyorlar. Misal, Yılmaz Güney’in sert mizacı, Müslüm Gürses’in eşiyle ilişkileri, hop masaya yatırılıyor. Bu insanlar neler yaşadılar, bugünün algısıyla dün yargılanır mı, tüm üretimlerini, sırf birileri uygun bulmuyor diye, çöpe atmak neyin nesidir? Tonla soru sorulabilir, lakin yanıtlar, onları mutlu etmeyecektir, çünkü yaşayanlar kadar, ölenlerle de hesaplaşmaları bitmeyecek, asla tükenmeyecektir. Kendileri ise adeta melektirler, hayatları boyunca hiç hata yapmamış, hiç savrulmamış, hep çiçek gibi kalmışlardır. Ben bu tiplerden harbiden bıktım, umarım herkes bir gün bıkar ve bulaşmaya meyilli elemanlar, salt kendileriyle uğraşır dururlar.

Ha! Buradan, eleştirilmesin mi hiçbir şey gibi, bir çıkarımda bulunanlar olabilir, bakın her şey eleştirilebilir, uygun yolla, düzgün bir üslupla, hakaret ve küfür etmeden, yapıcılığı esas alan, yıkıcılıktan uzan duran bir anlayışla, elbette.

Göklere çıkarmanın da, yerin dibine sokmanın da, aynı kapıya çıkacağını bilenler için değil benim sözlerim, sevgisini abartan, nefretini kabartanlar, üstlerine alabilirler, çünkü onların artık, bir adım ilerisinin, trolleşmek olduğunu kavramaları gerek! Kendi adıma, iktidarın gölgesinde serpilenlerle, her koşulda bedel ödeyenleri nasıl bir kefeye koyamazsam, hak arayanlarla, hak gasp edenleri nasıl bir tutamazsam, bildiğini anlatanla, bilmediğini savunanı da denkleştiremem, haliyle.

Yine sürüklendik, bambaşka mecralara… Dağıtmayacak, tane tane Yılmaz Güney. Müslüm Gürses anlatacaktım oysa. Durun! Aklıma gelmişken söyleyeyim; Yahu, Ahmet Kaya filmi de çekse ya birileri, bakın, önümüzdeki ay, Bohemian Rhapsody girecek gösterime, efsane müzisyen Freddie Mercury tekrar canlanacak. İnsanlar, değer verdiklerini, unutamadıklarını, vazgeçmediklerini, beyazperdede görmek istiyor. Özlüyoruz gözüm, duygularımızı ayaklandıran sözleri, sesleri, gerçekten özlüyoruz.

Güzel şeyler yazmak, güzel şeyler konuşmak istiyorum, Ara Güler’in yakın tarihimizi belleğimize kazıyan, siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp, dalıp gitmek, eski güzel İstanbul’da nasıl yaşanırdı gibi saf hayaller kurmak istiyorum, sonra muktedire dair sözleri geliyor aklıma, ardından bedel ödeyen liselileri, işinden ekmeğinden edilenleri, cezaevlerine doldurulan nicelerini düşünüyorum. Of çekiyorum, kocaman ve derinden gelen bir of! Hani 90 yılın, upuzun bir ömrün finali keşke böyle olmasaydı diyorum; “Olmasaydı sonumuz böyle…”

“Yaşamak ayrı bir dert, gülmek tesadüf…”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Bu hafta, iki film girdi vizyona, Urfa-Adana hattında, Biri Çirkin Kral Efsanesi belgeseli, diğeri de kurmaca Müslüm Baba… Yılmaz Güney, Urfa’dan gelen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş Adana’da, Müslüm Gürses de, çocuk yaşta Urfa’dan gelmiş Adana’ya… Durun! Daha bitmedi. O Ses Çocuklar yarışması şampiyonu, şimdilerde 17 yaşında olan ve Müslüm Baba’nın gençliğini büyük bir başarıyla canlandıran Şahin Kendirci de, Urfa orijinli Adana doğumlu bir delikanlı. Ne de güzel söylemiş filmde, Müslüm Gürses’in hocası Limoncu Ali’nin türküsünü; “Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi, kebabından yiyek mi? Heye gardaş gel gidek!”

 

Adanalıyık gardaÅŸ, harbiden sıcaktan, kaostan, dostluktan var olmuÅŸuz, vay Teksas gibi yer ha diyor ya bazıları, ana haber bültenlerine düşen her vukuatın ardından, onca göçü, hayata tutunma halini, yeni bir yaÅŸam umudunu, küllenmemiÅŸ davayı, kozmopolit yapıyı, zengin-fakir ayırımını, mantığından ziyade duygularıyla harekete geçen insanlarını es geçerek… Bakale bizi biz deÄŸil de Ahmed Arif anlatsın hele;   “Çukurovam, /Kundağımız, kefen bezimiz /  Kanı esmer, yüzü ak / Sıcağında sabır taÅŸları çatlar / Çatlamaz ırgadın yüreÄŸi  / Dilerse buluttan ak / Köpükten yumuÅŸak verir pamuÄŸu / Külhan, kavgacıdır delikanlısı / Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun / En çok Çukurovalılar mahpustur /  Dostuna yarasını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / Öyle içten / Öyle derin  / Türkü söylemek, küfretmek  / Çukurova yiÄŸidine mahsustur…”

 

Memleketimi yeterince övdüysem, mevzuya dalayım artık, Müslüm Baba, gözyaşına, duygusuna, oyuncusuna, emeğine, sanat yönetimine hiç lafım yok, lakin gayrımüslümcü bir film olmuş ağa. Hakkını teslim edeyim. Hayli etkilendim, çokça üzüldüm, karanlığı kalkan edip, gözyaşı da döktüm.  İnsanım diyen, zaten kayıtsız kalamaz, o nasıl bir yaşam öyküsüdür, keskin jilet gibi gerçekliktir. O nasıl bir babadır, resmen saf kötülüktür. Tarumar eder, duman eder ailesini… Hani Cengiz Kurtoğlu söylerdi ya; “Hayatımı yazsam roman olurdu.” Müslüm Gürses’e dair özyaşam; bırak romanı, en hakiki dram koleksiyonu diye, resmen külliyat olurdu. Çile nedir, acı nedir, ağrı-sızı nedir, hayatın tüm illeti, eziyeti nedir, taşınmaz yük nedir, hicran nedir, hüsran nedir, damar nedir, damar ulan! Boşuna, “Herkesin acısı, sevgisi kadar” dememiş Baba, yani anlayana…

 

Müslüm Gürses’in Evlatları belgeselinde (Vuslat SaraçoÄŸlu – 2013), baba ve yavrularına dair konser izlenimlerimi anlatmıştım. Sonra eklemiÅŸtim; “Müslüm Gürses, beyaz Türk olsaydı, ÅŸehrin yoksul varoÅŸlarının gençleri, ona asla baba demezdi, onlar, kendileri gibi olanı, kendilerinden olanı seçtiler” Sevginin terazisi, sanıldığının aksine, hiç de eÅŸit deÄŸildir ha, evet, o gün de söyledim, yine söylüyorum; “Bizler, iyi bir müzisyeni, bir güzel adamı kaybettik, onlarsa babalarını…” İşte Müslüm Baba filminde, meÅŸhur Gülhane Parkı konseri dışında, onlar yoklar, efsaneye gönülden baÄŸlı olanlar, hala o ölmemiÅŸ gibi onu yaÅŸatanlar, yoklar. Bu film, Müslüm Gürses filmi olabilir, Müslüm Baba ise olamaz, zannımca. Bir Müslümcü ile Anti-Müslümcünün tartışmasına tanık olmuÅŸtum seneler evvel, Müslümcü, sen hayattan sadece bir fiske yedin, bana ise tekme-tokat daldı, duvardan duvara vurdu demiÅŸti ötekine… KuÅŸkusuz, haklıydı.

 

Müzik, önemlidir, ses, söz önemlidir, değerlidir. Ben Ahmet Kaya, Grup Yorum dinlerken, biraderlerim Müslüm Gürses dinlerlerdi, atışırdık hatta. Ben, arabeskin, cuntanın kaderciliği köpürtmek, yalnızlığı yüceltmek, kitleleri bireyselleştirmek, ortak bilinci törpülemek adına önünü açtığını söylerdim, onlar, hiç tınmazdı, oturup, bir kez bile tam dinlemedin, ama anında hüküm verdin derlerdi. İşte aidiyetler, önyargılar, yaftalamalar, bakışımızı bozuyor, anlamamızı zorlaştırıyor. Neyse… Sonra oturup dinledim ve kararımı verdim; Arabesk hala beladır, hala ‘Magirus edebiyatıdır’, hala kendini bile isteye zincirlemektir, Müslüm Gürses hariç!  Evet, çok uzun zamandır, Müslüm Babayı, ahir zaman dervişini, kendinize zarar vermeyin, kendinizi kesmeyin diyen adamı, yakarsa dünyayı, Garipler yakar diyen adamı anlıyor ve önemsiyorum. Çünkü sözlerinde ve sesinde, itirazı ve isyanı buldum, bu da bana yeter!

 

Filme dönecek olursak, 132 dakika, babayı anlatmaya kafi gelmemiş, çokça sezonluk, bilmem kaç bölümlük dizi olsaymış keşke. Yönetmen, yapım, senarist, oyuncular, onlara da lafım yok, hayli didinmişler, besbelli! Son yıllarını hızla bağlamaları, kurgu hataları, bazı abartılı hareketler, yanlış zamanlama, hata ararsam, tonla bulurum. Dilersen, sekiz Oscar’lı Amedeus (1984) da bile hata bulursun, maksat amacın, yermek olsun. Buradan, hop diye Kimsesizler mezarlığına gömülen Mozart’ın tarihsel dramına geçmeyeceğim, rahat olun. (Kasım ayında Bohemian Rhapsody geliyor, Freddie Mercury de, Müslüm Baba gibi candır, bitip tükenmez heyecandır.)

 

 

Müslüm Gürses, harbi evliya gibi adam, suç makinesi babasına dahi evini açan, konserinde kendisini bıçaklayan hayranına kucağını açan, valla tepeden tırnağa vicdan. Diyeceksiniz şimdi, lan arkadaş, insan, taptığı adamı bıçaklar mı? Psikopatlığa bak! Efsanevi John Lennon’un, fanatik hayranı tarafından öldürüldüğünü de hesaba katlayalım o vakit. Boş yere denmiyor, sevda ve nefret, tutkunun ikiz çocukları diye…

 

Yerli sinema adına bunca çöp işin olduğu yerde, bu filmin duygusu geçti bana, tıklım tıklım sinema salonunda (Kadıköy Rexx), Müslüm Gürses’i sonradan keşfedenlerle seyrettim, çıkışta herkesin ağlamaklı olduğuna, tesirin hala sürdüğüne şahitlik ettim. Müslümcülerle seyretmek isterdim aslında, onların tepkilerini görmeyi, sonunda onlarla iki kelam etmeyi isterdim. Yalan yok!

 

Önce Demokrat Parti’nin ilk ipini çektiği, ardından da 12 Eylül Cuntasının, tarihe gömdüğü Halkevi gerçeğinin, bize Müslüm Gürses’i hediye ettiğini görenler, belki sorgularlar, muhafazakâr büyüklerimiz, neden böylesi gerekli ve hayati bir oluşumu yok etmek istediler diyerek… Hiç sanmam ya. Portekiz’de Salazar diktatörlüğüne karşı yapılan Nisan Devrimi’nde (25 Nisan 1974 / Karanfil Devrimi), yılgın, bezgin ve sabrı sınanmış halk, radyodan çalınan Grândola, Vila Morena şarkısını duyunca, sokağa ve özgürlüğe koşarlar. Çünkü şarkının sözleri, çoktandır beklenen şifre gibidir, iktidarın halka ait olduğunu söylemektedir. Müzik bambaşka bir şey; bireyler kadar, kitleleri de harekete geçirebilir.

 

Kanser ilaçlarının temini için baÅŸvurduÄŸu bakandan dilenci muamelesi gören ve bu sene yalan dünyayı terk eden Dilek Özçelik’in sesi ve sözleri uÄŸulduyor kulaklarımda; “Görüyorum ki, çaresizliÄŸi tatmamışsınız hayatınızda…” Talihsizler, çaresizler, yitikler, kırgınlar ve gönülden yaralıların babası Müslüm Gürses; “Bir Ömür Yetmez” derken haklıydı, “Aynalar yaÅŸlanmış gösterse bile, yaÅŸanmadan geçen yıllar utansın…” derken de… İşte öyle…

Güzele düşman olmak!

 

 

 

Alper Turgut

 

Malum, bugün memleketin yarınlarının şekilleneceği çok önemli bir seçim var, doğal olarak, yasaklar da… T A M A M, sorun yok! Zaten kafamızı kurcalayan, vicdanımızı ayaklandıran, tepkimizi çoğaltan, bambaşka bir sorun yaratmayı yine ve yeniden becerdi, yetkili zevat, özel ve güzel olan her şeyi bozmak gibi, tuhaf ve bıktırıcı hünerleri var, haklarını yemeyelim. Şimdi efendim, 32 yıldır Dolmabahçe Sarayı müştemilatındaki Baltacılar Dairesi’nde konuşlanmış durumda, tam 136 senelik Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı… Hopppp bir anda tahliye edin diye karar alıyorlar ve ardından tehdit etmeyi unutmuyorlar. Çünkü güzel, sanat, konservatuar, canlarını sıkıyor, tekini bile sevmezken, bakın üçü bir arada, öyle ya da böyle, kesin nefret sebebi…

Pazartesi gününe kadar binayı boşaltın, haydaaaaaa, yoksa aniden içeri dalıp, Ankara’dan abim geldi şarkısını mı söyleyeceksiniz, tek bir ağızdan? Ha! Emre rağmen bina boşaltılmadı, salı günü binanın elektrik ve suyunu kesin, sonra güç kullanın, polis eşliğinde tahliye edin. Peki, nereye gitsin öğrenciler, öğretmenler? Orası muğlak bile değil! Çünkü gösterilen, ayarlanan ve üzerinde anlaşılan bir yer yok! Gelin empati yapın, senelerce yuva bellediğin bir yerden, seni kollundan tuttukları gibi sokağa atıyorlar, itiraz edene de devletin bildik sopasını gösteriyorlar, vicdanınızda hala tık yok mu? O vakit, sen güzel olan her şeye düşmansın, canım kardeşim.

Hababam Sınıfı, gerçek hayata taşınıyor sanki, İnek Şaban, Güdük Necmi, Damat Ferit, Hayta İsmail, Domdom Ali ve diğerlerini, kulaklarına yapışıp, sokağa atmak gibi bir şey bu… Harbiden filmi izlerken, sadece gülüp geçiyor musunuz, kuzum sizin hiç gözleriniz nemlenmiyor mu? Badi Ekrem şaşkın, Hafize Ana üzgün! Neyse ki Kel Mahmut var! Mahmut Hoca, harekete geçer, çok sevdiği haylazlarını kurtarır elbet! Yanlış işler yapıyorsunuz, çok yanlış!

Tarihi binayı, müze yapacaklarmış, ba ba ba… Başbakanlık Çalışma Ofisi yüzenden, güvenlik dediniz, sakıncalı dediniz, sokağı halka kapattınız, üniversite öğrencilerinin sosyalleştiği, kafayı dinlediği, çok sevdiği çay, kahve içilen alanı kapattınız, eee bugün de Başbakanlık kurumunu, tarihe gömüyor, yani kapatıyorsunuz, oldu olacak Beşiktaş’ı da kapatın, tam olsun. Ama durun! Cumhurbaşkanlığı Seçim Ofisi’ne dönüşüp, büyüyebilir her an, üstelik yer ferah, yel de esiyor, tarih filan, oh mis! Peki, bu acele neden? Seçimi kazanmış, tüm yetkiyi kapmış gibi davranmak, riskli değil mi? Hem sabır, ne güzel bir haslettir, tamam! Yan tarafta lüks bir otel var, ne sakıncalı bulunuyor, ne de başka şey! İşte orayı satın alın, ofise katın, ne oldu, yoksa güzelim yeri ve binayı, onlara siz mi tahsis ettiniz? Desenize, olaylar tamamen duygusal! Durduk yerde, yapılan böylesi bir girişimin tek bir mantıklı açıklaması var, o da ortamı germek, öfkeyi tetiklemek, insanları sokağa dökmek, ikinci tur çalışması için ve ahalinin kesinkes kamplaşması için, elbette.

Çay, kek, çorba, Tatar böreği yetmedi, küvet, fırın, buzdolabı kafi gelmedi, günlerdir gülüyoruz, ya sinirlerimiz gerçekten bozuldu, ya da moralimiz yerine gelmeye başladı, işte onu zaman gösterecek. Evdeki eşyalara, sen eskiden yoktun, ne iyi ettin, çıkıp geldin, ah canım benim diye sarılasım var, çok eski, harbi külüstür fotoğraf makinelerim var, çok kahrımı çektiler, onlara yüz vermiyorum misal, siz eskiden de vardınız, kimi kandırıyorsunuz diyerek… Acaba ayıp mı ediyorum?

Bilmiyorum! Çocukluğumuz yontma taş, gençliğimiz cilalı taş devrinde geçti, büyüklerimiz, hep eskiyi yad eder, çok şanslı nesil olduğumuzdan dem vururlardı. Onların zamanında taş bile yokmuş, koşullarının zorluğunu düşünün yani…

Pes bize, peh bize, vefasız çıktık, haddimizi aştık, halden anlamadık.

Size, Şahsiyet adlı yerli işi internet dizisini çok beğenip, çok sevdiğimi anlatmış mıydım? Suya, sabuna dokunmuş, acı gerçeklerimizi ıskalamamış, elbette hataları, sorunları, kopuklukları vardır, ama denemiş, üstüne gitmiş ve bence meseleyi çözmüş. Umarım bu milat olur, dizi veya film çekecek olanlar, çıtayı görür ve umarım üstünden atlamaya çabalarlar, yoksa altından geçmek, çok rahat, çok güvenli, çok sıradan, şüphesiz! Sanata düşman iklim değişirse, halkımız bilinçlenirse, değme keyfimize be!

Ahlat Ağacı’nı filmini de seyrettim, şu ana dek üstüne bik bik etmedim, benim sıralamamda; Bir Zamanlar Anadolu önce gelir, ardından da Kış Uykusu… Ahlat Ağacı’nı, Nuri Bilge Ceylan’ın diğer işlerinin arasına katarım, düşüş var diye uyarmayı da kendime borç sayarım. Diyaloglar gereksiz ağdalı, çekimlerde özen azalmış, süre her zaman aynı zaten, kıyamıyor sevdiğine, oysa atarım yarım saat, gözümü bile kırpmam. Ha filmin duygusunu sevdim, finalini de. Boş lakırdıya tahammülüm yok, edebi diye iteklenenlere de.

Sanırım Nuri Bilge Ceylan ile ilgili iki video çektik, Kış Uykusu üzerine, ilki seyretmeden, diğeri de izledikten sonra, sinema yazarı arkadaşımla… NBC’nin YouTube hesabı (tık işareti var, onaylı görünüyor, kendisinin değilse bilemem), bu videoları, bize sormadan almış ve paylaşmış. Mevzu kibirse, aşmak diye bir şey yok ha, anlayana… Zevk mi alınıyor, yorumlar okunmuyor mu, bilmiyorum. Lakin şunu biliyorum; Ohoooo videoların altında küfür, hakaret gırla… Yorum diye kusmuş resmen NBC fanatikleri, eleştirdikleri de içerik değil ha, işte gömlek giydin, puro içtin, çay bahçesinde eleştirdin, bla bla… Ne bileyim, Yılmaz Güney, ezilenin hakkını aradı, bedel ödedi, Cannes’da yumruğu o yüzden havada, sen hayırdır poz filan diye sorduk diye, memleketinde dut yemiş bülbül olanların, Fransa’da kanarya gibi şakımasını ilginç bulduk diye, Türkiye’de gazetecilere konuşmayıp, dışarda söyleyeceğini söyledi diye, liseli bile bedel öderken, meslektaşı yönetmenlerinin filmleri, sürekli ret yerken, kamunun kaynaklarını çok rahat alıyor diye, fikrimizi söyledik.

Hala aynı görüşteyim, insanları, kutsal bellemeye, kahramanlar üretmeye karşıyım, Recep İvedik filmlerinin hayranı tayfa da, aynı sövgüleri düzebilirdi, seviye diye bir şey vardı, seviye diye bir şey yokmuş. İşte hal böyleyken böyle…

Devletin mangırıyla, bağımsız sinema olamaz!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şerde bir hayır vardır derler ya, valla kısmen doğrudur, işte bir festival, kendince safraları (aman sahnede protesto şeysi filan olmasın kafası) atmaya çabalarken, resmen ikinci festivale yol açtı, bildiğiniz sınırları aştı, tek kente sığmaz, sığamaz oldu.

Uluslararası yarışma, Antalya’ya, ulusal yarışma da İstanbul’a kaldı, yani bizim meşhur kazan yine doğurdu, buna inanın! Bence gayet iyi oldu, iyi, üstelik alternatif yaratmanın hazzı, seçeneksiz değiliz canım be demenin tadı, haliyle bambaşkadır.

Hah! Gelelim meselenin bam teline… Yerli ve milli olacağım iddiasında olanların, ulusal film yarışmasından vazgeçmesi, yerli ve milli olmamakla suçlananların da ulusal yarışmaya sahip çıkması, bir büyük ironi değilse, harbiden nedir? Memleketimin tuhaf halleri, zaten malumunuz, haaa komiklik olsun diye yapılmıyorsa şayet, durumumuz vahimdir, vahim!

Evet, iki hafta önce Antalya’ya gideceğim ve döndükten sonra izlenimlerimi yazacağım demiştim, o halde, vakit kaybetmeden başlayalım. Öncelikle, Antalya’yı Cannes’a benzeteceğiz, ona dönüştüreceğiz iddiası, kuşkusuz bebelere balon kıvamında bir masaldır, koca koca yetişkinlerin buna inanması ise ayakları yere basmayan hayal ile absürt bir gerçeklik arasında bocalamaktır. Ziyadesiyle pimpirikli, hep başkalarına hevesli, bir türlü tutturulmayan etiketli, elbette bol bol gülme efektli…

Reçeteye gel!

Arkadaş, ABD’nin, Avrupa’daki sinema vitrinidir Cannes, yeni kıta, eski kıtaya, ünlü yünlü isimlerini ve cicili bicili filmlerini taşımak için ilk durak olarak orayı seçmiştir. Sen ise memleketimizin en eski film festivali, Yeşilçam’ın eski kalesi, yerli yapımların hamisisin, varlık ve yaşama sebebin bambaşka, güzelliğin, özelliğin, önemin ve değerin, kırmızı halıdan, yarı-meşhur kaprisinden ve ben yaptım oldu zihniyetinden çok daha büyük, asla unutma, yabancıyı tanıtmak değil, yerliyi geliştirmek, iteklemek, yürütmek senin biricik görevin… Cannes dediğin, el kadar kasaba yahu, sen güneyin incisi, kadim dağlara yaslanmış kocaman bir kentsin, bırak da, o sana benzesin, değil mi ama?

Antalya’dan Altın Portakal adını aldınız, kısa filmi aldınız, belgeseli aldınız, uzun metraj kurmacayı aldınız, geriye salt uluslararası yarışmayı bıraktınız; peki, yerli işi yapımlara para veriyoruz, onlar da bizi ödül töreninde kınıyor diye, birkaç cılız ses çıktı diye, tüm bunlara değdi mi? Onca emek, onca çalışan insan, onca para, onca reklam… Ve bunca bedel karşısında, ortaya çıkan bu sıkıntılı, tartışmalı ve halktan kopuk sonuç, sizce de yazık değil mi? Gerçek kesin ve net, hiç kuşkusuz, film forum ve etkinlikler, harbi harbi film festivalinin önüne geçmiş, film sayısı da azalmış, film seçkisiyse, bırakın katmanı, derinliği, cezbetmekten dahi muaf olmuş. Gelen çaptan düşmüş yabancı ünlüler de, memleket sinemasından bihaber ha, biri deri tasarımında uzmanlaşmak istiyormuş, diğeri iki uçak kaçırıp, üçüncüde yetişebilmiş, herkes bir âlem yani, ben burada ne arıyorum yahu demiyorlarsa şayet, söyleyecekleri şey besbelli; geçiyorduk, uğradık! Hımmm bundan sonra çağıracaklarınıza, bari Türkiye’ye ve sinemamıza dair okuma yaptırın, yine ve yeniden ahaliye eğlence çıkar, aksi takdirde.

Gelecek sene, ulusal film yarışması, tekrar Antalya ile bütünleşebilir, niye mi? Sadece film direktörlerine, koordinatörlerine kalmıyor ki ihale, belediye başkanları da, hoppppppp değişiveriyor, hatta sabit koltuk sahibinin iması bile yeterli oluyor, canım memlekette. Özetle; önümüzdeki yıl, kim öle, kim kala?

Lak lak bittiyse eğer, ben asıl mevzuma odaklanayım, Antalya’nın bana güzelim hediyesi, “Dürüst Bir Adam” (Lerd) filmi oldu. İranlı yönetmen Muhammed Resulof, bedel ödemeyi, yeniden göze alarak, çarpık sistemi, tokatlamış resmen. Zaten kesinlikle ödün vermeyen, zalimlere kamerasıyla hücum eden, baskılara boyun eğmeyen bir sinemacı, bizim en büyük hasretimiz değil mi? Niye hala ve ısrarla bir, iki, üç, daha fazla Yılmaz Güney diyoruz, tam da bu yüzden işte. Düşünün hele, ağır baskıcı bir ülkede yaşıyorsunuz, sansür, ceza, sürgün, alıkoyma, hapislik o biçim, ama susmak bir yana, kadrajınızı konuşturuyor, isyanınızı peliküle döküyorsunuz, çünkü siz, sinema tutkusuyla ve özgürlük aşkıyla yanıyorsunuz ve hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir ceza, size engel olamıyor, doğru bildiğiniz yoldan, asla ama asla vazgeçiremiyor. İşte siz, dürüst bir insansınız, sahici, düzgün ve samimi…

Bize, memleketimize ve biricik yerküremize, düzgün adamlar ve kadınlar lazım, yapmacıksız ve tereddütsüz. Aman devlet bana para versin, ben de muhalif yönetmen olayım, devletten kredi alayım, bağımsız film yaptım diye hava atayım ezik zihniyeti nerede, filmi yüzünden yargılanan, hapis cezası alan, pasaportuna el konulan, uslanmak bir yana, ilk fırsatta yine bildiğini okuyan ve zulümle mücadelesine kaldığı yerden devam eden berrak, aydınlık ve özgün bilinç nerede? Neden İran sineması, yerelden evrensele ulaştı, neden biz bir ekol, bir okul olamadık, şifresi burada canlar, devletin artığıyla beslenen ve devlet aygıtına kafa tutan ayırımında… Öyle ya da böyle, ezber bozmak, herkesin haddi ve harcı değil!

Muhammed Resulof, Dürüst Bir Adam ile 54. Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı, pardon alamadı, çünkü pasaportuna el konulduğu için, çıkışına izin verilmedi, tıpkı Cafer Penahi ve diğerleri gibi, o da bedel ödüyor ve onların varlığı, benzer koşullar altında olan bizlere de umut veriyor. Filmi seyrederken, kendi memleketimden çok şey buldum, yok artık dedirtecek kadar, yalan, dolan, talan, işte ne ararsan, sonra Antalya’da kendine muhalif diyen sinemacılar gördüm, acı acı güldüm, o esnada İstanbul’da olan ve bir küçücük protestoyla bağımsız kaldıklarını sananlara da elbette… Dost acı söyler; İranlı meslektaşlarınızın seviyesine ulaşmak için, sizin daha 40 fırın ekmek yemeniz gerek!

Elini veren, kolunu kaptırır

 

 

 

Alper Turgut 

 

Marmaris Hisarönü’nün hayli dışında kalan, bir güzel orman kulübesinde, gerinerek uyanınca, biz zavallı kentlilerin, neden kafayı sıyırdığını da çözmüş oldum. Sessizliğin tam ortasında, şehrin kendine has kuru gürültüsünün, ömür adına, büyük bir harcanmışlık ve ne denli boşa giden bir zahmet olduğu apaçık! Evet, buradan köye dönelim, sağlıklı bir hayat yaşayalım, hatta komün kuralım, ortamlara akalım diyerek, klişenin dibine vurmayacağım, korkmayın. Kentlerimizi değiştirmek, dönüştürmek, iyiye çevirmek varken, tersine göç hali, her şeyi yine bozacak, belli değil mi? Çünkü birçok arkadaşım, ya yurtdışına, ya da kent dışına doğru kaçıyor, pardon hızla uzaklaşıyor. Herkesin dayanma gücü farklıdır, haksız da değiller hani…

Haydi, birlikte sesli düşünelim, koca Adana Film Festivali geldi geçti, seçki de gayet iyiydi, güzel filmler izledik, yalan yok! Peki, konuşulan ne oldu, Altın Koza ödülleri mi? Hayır! Semih Kaplanoğlu ve Meltem Cumbul’un, el sıkışmama hadisesi, her şeyin üstüne çıktı, ortam, sabırlı ve tutkun sinemaseverlere değil, linç kültürünü harlayan, başımızın belası trollere kaldı. Kabalıktan girildi, nefret suçundan çıkıldı, sana bir daha iş verilmeyecek tehdidi başlangıç noktasıydı, sonrasında edilmedik küfür ve hakaret kalmadı. Hatta ve hatta Adana Uluslararası Film Festivali’ne örgütlü bir şekilde yüklendiler, biricik amaçları, sinema adına bir etkinlik kalmamasıydı, tüm memlekette. Ödül törenleri, en büyük çekincesiydi egemen gücün, cılız dahi olsa, muhalif bir sese, tahammülleri yoktu çünkü. Eee Kültür Bakanlığı bizim, belediyeler bizim, her şey bizim, bizim cici paramızla, bizi mi kınayacaksınız? Hem bol bol AVM yaptık, içerisine de son teknoloji ve konforlu sinema salonları doldurduk, neyiniz eksik, bre nankörler? Yurdumuzda, içerik, derinlik hep savsaklanmıştı, lakin artık ambalaj dışında bir şey kalmadı, yapay çiçek gibi, sadece şekil, ne koku, ne büyüme, ne de yaşam belirtisi…

İktidara ve onun yandaşlarına, elini veren, resmen kolunu kaptırır. Şüpheniz mi var? Sorarım, sinemasını, erk hizmetine veren, büyük yönetmen olabilir mi? Tarih, nice yetenekli yönetmenin, iktidar hırsıyla, silindiğine, yitip gittiğine şahittir. Yahu muhalif olmayan, özgün, farklı ve zorlu olanın peşine nasıl düşebilir? El sıkma, sıkmama meselesinde, asla değilim ha, çoğunuza ergence gelebilir, yersiz gelebilir, anlamsız gelebilir, tuhaf gelebilir. Ancak sonrasında gelen saçma sapan karalama kampanyasına, hayata sokulmaya çabalanan bir insanı, diri diri gömme uygulamasına karşı çıkmayacaksak, hepimizde sorun var demektir. Bize yaşam alanı bırakmayan, en ufak bir tepkimizde, üstümüze çullanan bu zalim arsızlık, bardağımızı çoktan taşırdı, bırakın dolmasını…

Hah! Ödül törenlerindeki, minik protestolar, kısa sürede unutulur gider, kalıcı olan sinemadır, gelecek kuşaklara da taşınacak olan odur, sistemi sorgulayan, ölümsüz filmler çekmek gerekiyor, bize kesinlikle yine ve yeniden Yılmaz Güneyler şart! Bağımsız sinema deyip, devletten alacağın kredinin, belediyelerden alacağın ödül paralarının peşine düşmek, ezik bir komiklik değilse, harbiden nedir? Al sana İran sineması, onlar, baskının, zorun, sansürün çemberini kıra kıra, bin bir zahmet ve emekle evrensel sinemaya ulaştılar, yerele takılı filan kalmadılar. Biz, birbirinin benzeri, kusura bakmayın ama uyduruk projelerle, yok kasabalının sıkılmışlığı, yok kentlinin yalnızlığı, yok taşranın depresif hali, yok şehrin karmaşıklığı, çarpıklığı diye diye, yüz yaşını aşan sinemamızı, krize soktuk bile… Hani emek, hani sınıflar, hani isyan, hani kolektif bilinç, varsa yoksa yenilgiler, yılgınlıklar, dibe vurmuşluklar. Emeklemeye korkan, sürünmeyi matah bir şey sanır, bu zihniyet mi, ayağa kalkacak, ardından zıplaya hoplaya koşacak, yahu insanı güldürmeyin!

Öyle filmler çekeceksiniz ki, ödül töreninde konuşma yapmaya bile ihtiyacınız olmayacak, sizin adınıza, eseriniz konuşacak, yapıtınız bas bas bağıracak, sisteme dair güçlü ve çarpıcı eleştiri budur diyerek… İktidarın gölgesinde serinleyen, semiren, kendini onun hizmetine veren sinemacı, sadece ve sadece bir propaganda aracıdır, işe yaradığı süre boyunca, madde ve manevi, tüm desteği alacaktır, sonra da son kullanma tarihi geçecek ve hop unutulmuşlara dair çöp sepetine… Yallah!

Son olarak, muhalif olanlara seslenmek istiyorum, arkadaşlar, biz, zulme uğrayanların, hakkı yenenlerin, kıymeti bilinmeyenlerin yanında dururuz, destek ve dayanma gücü oluruz. Vicdanımız, bilincimiz, ezenden yana değil, ezilenden taraftır. Emrah Serbes örneğinde, çoğunuz sınıfta kaldı, bilesiniz! Geçmişte şunu yaptı, yok şuradaydı, yok buradaydı, eeee, ne yapalım? Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Kendine ilerici diyen, geçmişini asla unutmaz, onu reddetmez, ancak hep ileriye doğru adımını atar, gericiden en önemli farkı da budur. Kendi adıma, savunacaklarım, söyledikleri ve yaşadıkları aynı olan, sözüyle, özüyle, düşüncesiyle savrulmayan insanlardır. Senaryosu yazılmış pişmanlıklara karnım tok, bu da böyle bilinsin. Bizler, bu uzun yürüyüşte, nice insan kaybettik, nicesini kazandık, herkes, muhalifliğin, görev değil, yaşama gerekçemiz olduğunu anlamalı, bunda ısrarlı ve ısrarcı olmalı. Meseleye dair, düşüncem ve görüşüm budur.

Evet, ormandaki kulübeyi terk edip, İstanbul’a dönme vakti de geldi, zaten bedenim burada, kafam hep orada, çünkü ikisini aynı anda taşıyabileceğimiz o güzelim günler gelmedi henüz. Öyle ya da böyle, bozuk düzen varken, dostlarımız acı çekerken, işlerinden olurken, çok sevdikleri memleketlerini terk etmeye başlamışken, cezaevlerinde hapsedilmişken, iyi olmak için nedenimiz de yok, hani Şah İsmail’in dediği gibi; “Bir derdim var, bin dermana değişmem!”

“Umudunuzu asla yitirmeyin!”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Daha önce de yazmıştım, Şilili yönetmen Pablo Larraín’in 2012’de çektiği No’nun, en sevdiğim seçim ve kampanya filmi olduğunu… Yapıt, memleketimizin, başkanlık ve anayasa serüveninin başlamasıyla birlikte, Evet ve Hayır iklimine girdiği şu dönemde, haliyle güncel ve seyretmeyen kalmasın demek de bize düşer. Filmdeki şu repliğin, kulaklara küpe değil de, vicdanlarda karşılığını bulan bir ses olmasını isterim; “Daha sonra tarihin bizi suçlayacağı bir şeyin içinde bulunmak istemiyorum.” Evet, gündelik siyasetin kirinde debelenmek yerine, toplumsal ve siyasal çürümeye eşlik etmek yerine, yaşadığımızı anı kurtarmanın derdine ve peşine düşmek yerine, geleceğimize dair ne karar alacağız ve bunda ısrarcı olup, nasıl uygulayacağız sorusunu sormak ve uygun yanıtlarını bulmak, hepimizin sorumluluğundadır. Yarınlar adına ve aşkına, yılgınlığın ne yeridir, ne de zamanıdır.

Uçurtmayı Vurmasınlar, Duvar, Sen Türkülerini Söyle, Darbe, Çözülmeler, Eylül Fırtınası, Bekle Dedim Gölgeye, Suyun Öte Yanı, 80. Adım, Su da Yanar, Dikenli Yol, Prenses, Av Zamanı, Sis, Ses, Bütün Kapılar Kapalıydı, Babam ve Oğlum, Babam Askerde, Beynelmilel, O. Çocukları, Yağmurdan Sonra, Eve Dönüş, Zincirbozan, Bu Son Olsun, Ayhan Hanım… Şilililer, Arjantinliler ve Yunanlılar, hesaplaşmayı istedikleri ve denedikleri kendi cuntalarına dair film yapar da, biz geri mi kalırız? Kalırız gardaşım, kalırız ne yazık ki… Çoğu birbirine benzer, lanet darbeye dair 40 film çeksek de, bu yakıcı ve yıkıcı gerçeklik değişmez.

Çünkü bu yapımların çoğunun ekseni ve devamında hedefi, mücadeleye, direnmeye, hesap sormaya, kaybolan yılların akıbetini kurcalamaya, bir neslin silindir gibi ezilmesinin sorumlularını aramaya ve bulmaya dayanmaz. Ezcümle kaçışlara dairdir, psikolojik çöküşlerin yansımadır, cellatlarla uzlaşmanın, başka bir dünya mümkün düşünden uzaklaşmanın itirafıdır, firari bir ruh halinin, beden bulmasıdır.

 

Yaprak bile kımıldamazken meydana çıkacak, yürekli ve bilinçli bir cüreti kendilerinde bulan tutuklu yakınlarının, kalan ömürlerini ve nefeslerini, evlatlarının hesabını sormaya adamış, kayıp ana-babalarının azmi, gayreti ve gücü, sinemacılarımızda var mıdır, işte bu tartışılır. Elbette yakılan filmler, bitirilen festivaller, sansürler, yasaklar, baskılar, soruşturmalar, kovuşturmalar, beyazperdenin de payına düşmüştür, düşecektir. Ancak geçmişte, duvarlara savaşa hayır yazdıkları için, parasız eğitim istedikleri için damlara tıkıştırılan liseliler, bugün sadece, sosyal medyada, erkin hoşuna gitmeyen mesaj yazdıkları gerekçesiyle toplanıyorsa evlerinden, gencecik fidanları görüp te, elini taşın altına koymak yerine, cici bir hayat algısına hizmet etmenin, hiçbir koşulda mantıken ve vicdanen karşılığı yoktur.

“Bizim politik sinemamız, Yılmaz Güney’i ve yeni nesil bir avuç genç sinemacıyı ayrı tutarsak, yenilginin tarihidir, ezikliğin tarifidir. Umutsuzluk hâkimdir, teslimiyet barizdir, yılgınlık her karesine işlemiştir. Metris’te zalim cuntaya, aç açına, atletle ve donla, kararlıkla ve inatla direnen devrimcilere ayıptır bu her şeyden önce” demiştim eskiden, bu düşüncem milim değişmedi. Müziği arabeske teslim edip, sinemayı kişisel buhranlara yamayıp, okuma tutkusuyla dalga geçip, onu en dibe itip, köşe dönmeciliği ve lümpenliği özendirip, sonra yahu niye biz bu haldeyiz demek, harbiden komiklik değilse nedir?

Darbelerle hesaplaşamayan toplumlar, sorunların kaynağını bulamayanlar, bu belanın, bizden kopartıp aldığı hasletlerin farkına varamayanlar, haliyle yeni darbeler beklerler. Sonra gelsin, kıyıya amansızca vuran dalgalar gibi peşi sıra bozulmalar, bölünmeler, kırılmalar, gerilemeler… Hem ne diyordu, toplumsal muhalefetin, sokakları arşınladığında haykırılan o güzelim sloganlar; “Susma sustukça sıra sana gelecek!”, “Yılgınlık yok, direniş var, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”

Geçen gün son çektiği yapıt olan Jackie’yi seyrettiğim Pablo Larraín’in, yeni filmlerinden Neruda’yı da beklemekteyim. Biz yine No’ya dönelim. Cunta’dan üç sene sonra doğan Pablo, tarifsiz askeri zulümden, hasretle beklenen sivil hayata geçişin önemine ve değerine çevirmiş kamerasını… İmkânsız olanı başaran bir kampanyadır bu, bir referandum, bir ülkenin, bir halkın kaderini belirler. Şilili darbecilerle, Türkiye’de seçilmiş bir partinin ne ilgisi var derseniz, konumuz bu değil derim, çünkü mesele, iyi, becerikli ve başarılı kampanyayla alakadar. Hem orada cuntacılar resmen, kampanya reklamlarında oynayacak ‘sanatçı’ bulamıyordu, bizde maşallah çoğu kadrolu oldular.

Gelelim benzerliklere; “İnsanları korkutmak istiyorsanız onları geçmişleriyle korkutun, yoksulluk içindeki geçmişleriyle, sonu görünmeyen ekmek kuyruklarıyla… Muhalefet sosyalist feryatlarına devam edecektir ama insanların ilgilendiği tek şey onlara dağıtılacak yardımlardır.” Yani neymiş, seçmeni geçmişle döndürmek çözüm değilmiş, derdinizi gelecekle anlatmanın önemiyse çok büyükmüş. Bağları koparmayarak, kendini onlardan ayırmayarak, çoğalmaya çabalayarak, anlamaya çalışarak, hep anlatmaya uğraşarak, üstten bakmayarak, aşağılamayarak, kandırmayarak, inandırarak, elbette.

Hayır’ın hayırlı bir ÅŸey olduÄŸunu aktarmak, olumlu ve anlamlı bulunmasını saÄŸlamak… Meselenin özü bu denli basit… Algı oyunu bu, en nihayetinde… DeÄŸiÅŸeme ve dönüşüme hayır diyor bunlar, iÅŸte hepsi statükocu, alayı malum zihniyetin temsilcileri, falan filan. Evetçi cenahın, reklamına asılacağı, aksettirmeye çabalayacağı biricik ÅŸey, karşı tarafın, salt reddedici olmasıdır. Hayır’ı salt bir kelime olarak almak yerine, onun içini doldurmak, iyiye ve güzele karşı çıkılmadığını, çirkine ve kötüye dur denildiÄŸini, yükseliÅŸe deÄŸil, çöküşe geçit verilmeyeceÄŸini yayması gereklidir, her ÅŸeyden öte ve önce… Öyle ya da böyle; her iÅŸte, bir ‘hayır’ vardır, hiç kuÅŸkusuz.

Sadede gelirsek; 11 Eylül 1973 günü, kanlı ve acımasız cuntanın lideri ve ABD destekli Augusto Pinochet’in emriyle etrafı sarılan ve son nefesine dek direnen seçilmiş başkan Salvador Allende, bir büyük yangının ortasında kalan halkına şöyle sesleniyordu; “Umudunuzu asla yitirmeyin!”

Derdinizi sevsinler.

 

 

ALPER TURGUT

 

Sinema sanatı, salt gündelik hayatın ağırlığından kaçmak ve güzellikleri, mutluluğu ve mükemmeli beyazperdede aramak olmasa gerek. Yaşamak, bir yangın yeri, bari sinema salonu koltuğunda oturarak, kendime güvenli alan oluşturayım diyorsa bir insan, sorunlardan kaçarak uzaklaşacağı düşünecek kadar iyi niyetlidir, bakınız saftır demedim. Hah! Zaten savaş tam gaz sürüyor, hendekler, yıkılan ilçeler, mayınlar, sivili de bilançoya katmaya hevesli canlı ve cansız bombalar, ölüler, genç ölüler, cenazeler, cenazeler, cenazeler. Hayatın senaryosunu yazma hevesinde olanlar, cehennemi dünyada kurgulamaya çabalayanlar, memleketin acı eşiğini öyle bir yükselttiler ki, artık sıradan geliyor, cinayetler, intiharlar, kaza diye belletilen acı vakalar.

 

Türkiye’de kaybolduktan, tam 34 gün sonra cesedi bulunan Alman kadın ile ilgili haberle değil, insanlar, korkunç detay ile alakadar; “Abi duydun mu bedenini testereyle kesmişler”, havadan sudan sohbetine bunu da katık ediyor. Memleketin en meşhur sapığı, bir suç makinesi tarafından, devletin koruması altındaki, yüksek güvenlikli cezaevinde tabancayla öldürülünce, burası nasıl bir ülke demiyor, deliriyor muyuz diye sormuyor, kötü bir şaka gibi, katili övüyor, kutsuyor, çılgınlar gibi alkışlıyor. Tecilli sapığın cesedi ise ortada kalıyor, yaşayan ve elini kolunu sallaya sallaya dolaşan onca sapık varken, bir ölü bedeni, kafasındaki adalet terazisine oturtmaya yelteniyor, yurdum insanı. Peki, eski eşi ne durumda? Estetik ameliyat yaptırmış, tanınmamak için, şimdi de adı ve soyadını değiştirmek için mahkemeye başvurma aşamasındaymış. Başkasının suçunu, utanç diye taşımak, eski kimliğini ve yüzünü, topluma kurban etmek, mahalle baskısından dolayı travmayı atlatamamak, hatta katlamak… Kardeşim, hani suçun şahsiliği prensibi, hani hoşgörü, iyi niyet, merhamet? Düşene bir tekme de ben atayım, cadı avına canı gönülden katılayım, insanlık dersinde vize, final ve bütünleme yok, ya geçersin, ya kalırsın, o kadar.

 

Saçmalıklar hız kesmiyor, aidiyetler, bu memleketin yükünü daha da ağırlaştırıyor, modern hayat, hala ve ısrarla dinle açıklanmaya çabalanıyor. Çözümsüzlük illeti, ülkenin kaderi oluyor. Ana muhalefetin lideri dahi, hükümete ve aldığı kararların hiçbirine güvenmiyorum, anayasaya aykırı ama iktidarın ‘dokunulmazlık’ teklifine ‘evet’ edeceğiz diyor. Yani kimse kimseye güvenmiyor, haydi söyleyin, itimat yoksa emanet nasıl olsun? Güvensizlikle doldurduğumuz, kötü örnekler olduğumuz yeni nesillere, geleceği nasıl emanet edeceğiz? Adalet yoksa şayet, esaret de kaçınılmazdır bazıları için, özetle; buyurun, buradan yakın!

 

Yıllar önce “Ademin Elması” filmini seyrediyoruz İstanbul Film Festivali’nde, ben bir kitlenin, kahkaha krizine girdiğine ilk kez orada şahit oldum. Salon şenlik yeri gibiydi, önce rahatlama hissi ve ardından pürneşe… Eleman, ağaçtaki kediyi vurmaya çabalıyordu oysa… Ama hal komikti be, hiç kuşkusuz. Sonra haberlere bakıyorum, Adana’da ağaçtaki kadını vurmuşlar, kuş sanıp, neyse ölüm yok hiç değilse, sadece hastanelik olmuş. Daha böyle garip, tuhaf ve absürt kaç haber var, ekranlardan taşan ve artık pek şaşırtmayan, sayan varsa, tebrikler!

 

Şimdi soracaksınız, nereye bağlayacaksın bizim rutine bindirdiğimiz, kafayı sıyırtmakta yarışan delice hallerimizi diye, elbette sinemaya arkadaşlar, hem Tarkovski Abimiz, dünya mükemmel olmadığı için sanatın var olduğunu söyler. O vakit, dünya mükemmel değilse, sanat mükemmel mi? Ne gezer. Konuyu tavsatmadan, tüm sanat sepet evreninde, mükemmellik arayışının sürdüğünün altını çizelim. Tastamam evrensel bir arayış bu, peki, yerelde durum nedir? Resmen dram, ağır dram, sinemamız adına bunun karşılığı vahamet. Bırak mükemmellik arayışını, vasatı bulsak kâfi, ne yazık ki. Yarışma, yarışma dışı, yeni Türkiye sineması derken, yaklaşık iki haftadır İstanbul Film Festivali’ndeki tüm yerli filmleri seyrettim ve birkaç örnek dışında, resmen kahrettim, sabrıma da şükrettim. Melekleri Taşıyan Adam diye bir film çekmişler, arkadaş bizimle zorunuz mu var, ömrümüzden gitti yine seksen dakika, he valla! Kimi çocuklar üzerinden politik söyleme giriyor, siyasete, el kadar veletleri siper ediyor, kimi meramını dahi aktaramıyor, meselesi nasıl anlaşılsın, bir kısmı fındık kabuğunu doldurmayan şeyler, bazısı oyunculuk döküntüsü, ötekisi diyalog çöküntüsü… Senaryo, harbi harbi can çekişiyor, öyküler ülkesinde, hikâye sıkıntısı çekildiği için, yaşanmışlıklar dahi metinle buluşamıyor, haliyle tamamlanmaya hasret peliküller, birbirine kavuşamıyor. İyi bir şey yok mu? Tekniğimiz ilerlemiş bak, üstüne görüntüye renk gelmiş, can gelmiş, kalite gelmiş. Bazı kareleri dondur, tablo diye duvarına as, o denli güzel ve iyi. Ana Yurdu ve Kalandar Soğuğu gibi filmlerin de finallerini sevdim, ancak bitiş çizgisine gelene dek, çok kere yolumu kaybettim. Kurmaca böyleyken, belgesellerde de durum pek parlak değil, bazısı affedersiniz gereksiz, bazısı vasatı aşmış.

 

Evet, gelelim sadede… Haberler birader, haberler, filmlerden önde, hem daha çarpıcı (sersemletici de uyar), hem de daha akılda kalıcı… Balık hafızalı bir toplumun hala aklı başında bireyleri bile, unutmak istiyoruz tüm yaşananları, kâbusumuz oldular, hatırlamak acıtıyor diyorsa, bu memlekette yaşananların korkunç boyutunu gözler önüne sermez mi? Yani gündelik hayatta dert var, tasa var, konu var, sorun var, ne ararsan var. Sinemamızda ise işte cinler, periler, zorlama komiklikler, anlamsız romantiklikler, ziyadesiyle mevcut. Bari sanat sinemamız, ezberimizi bozsa, Kıyıdakiler ortak projesi dışında, can yakıcı mülteci meselesine eğilen yok, Toz Bezi dışında emek ve yoksulluk sorununa bakan yok, sınıf çatışması, üretimin gücü, tüketimin yok ediciliği nerede? Bu sabun köpüğü işlerin coğrafyasında, Yılmaz Güney’in çıkmış olması dahi mucize aslında, işsizlik damarı, yozluğun baskın hali, büyük çürüme, kapanmayan yara katliamlar, türlü türlü politik manevralar, ezme, ötekileştirme… Say say bitmez. Özetle; siyasi sinema için her koşul mevcut, cesaret dışında…

Alper Turgut: “Evet, ısrar ediyorum, türkü çok şeydir.”

 

 

 

 

Neşet Ertaş bir dönem için “tek adam” gibi görünüyor. Oysa öncesi var, hem de büyük bir gelenek olarak öncesi. Çok uzak değil, babası Muharrem Ertaş var. Bu geleneğin Neşet Ertaş’la bir şekilde kesilmesi ihtimali de var aslında. Ne düşünüyorsunuz Orta Anadolu müziği hakkında?

Yanlış anımsamıyorsam şayet; Bozlak ustası Muharrem Ertaş’ı dayıları Yusuf ve Bulduk ustalar etkiliyor, o da oğlu Neşet Ertaş ile Hacı Taşan ve Çekiç Ali’yi, onlar da bugün yaşayan tüm bozkır ozanlarını… Saz elden ele, söz dilden dile yayılıyor.  “Türkü Yozgat’ta doğar, Kırşehir’de oyun havası olur, Keskin’de elenir” diye bir söz var, Yozgat Sürmelisi’ni ve haliyle Nida Tüfekçi’yi de unutmamak gerek. Ben geleneğin kesileceğine inanmıyorum, kentli, büyük kentli için türkü, belki bir seçenek olabilir, oysa taşrada soluk almak kadar, zorunluluktur. Gezen bile hisseder, kalan nasıl hissetmesin, bozkır zamanın durduğu yerdir, uzun hava, gökteki yıldızlar gibi havada asılı kalır, ondan kaçamazsın, türkülerle yaşarsın, tekdüze bir hayat vardır ve tek yaşam enerjin odur, onunla yaşamak zorundasın.

Bu müziğin, daha doğrusu bu türkülerde ısrar etmenin bile politik bir tutum olduğunu düşünüyorum ben. Politik olmak gayreti olmadan politik. Bu böyle midir? Nasıl okumak gerekir bazı ısrarları?

Tüm türküleri severim, etnik müzikten asla vazgeçmem, çünkü şarkı ile türkü arasındaki farkı bilirim, bazı şarkıları beğenir ve dinlerim, lakin türkülere taparım. Türkü, sesli, müzikli öykü demektir, ben yaşanmış hikâyelere, acı tatlı öykülere inanır, hatta masallara kanarım. Adanalıyık ya, hemşerim Yılmaz Güney’in, en sevdiği türkü Yenice Yolları, hani “Yenice yolları bükülür gider, zülüf ak gerdana dökülür gider, yiğidin sevdiği güzel olunca, ömrü ardı sıra sökülür gider” der, hah! İşte bu türküler salt öykü de değildir, felsefedir, yaşam rehberidir, kılavuzudur insanımızın, aşkı dillendirebilmek, aşk acısını da katlanabilir kılmak için dayanağıdır. Ne demiş Neşet Baba; “Hakikatte gönül ya dost, bir imiş meğer…” Biz öyküsünü, felsefesini, her şeyini sevdik türkülerin, rehberimiz demişiz, bunda ısrar etmişiz, siyaset ne ki…  “Hayata Dönüş” adlı kanlı kıyımın, 83 saatlik Ümraniye Cezaevi baskınında, yangının ve sinir gazının tam ortasında kalan siyasi mahkumlar, çöktüler oldukları yere, birbirlerine kenetlendiler, ölmeden önce türküler söyleyelim dediler;

“Mahsus mahal dedikleri zindanda

Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır

İki elim kızıl kandadır kanda

Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir”

İs ve yanık içindeki yüzleri aydınlanmıştı. Devam ettiler türkülere;

“Mahpusun içinde üç ağaç incir

Elimde kelepçe boynumda zincir

Zincir sallandıkça her yanım sancır

Düştüm bir ormana yol belli değil

Oy zulüm zulüm, başımda zulüm

Uzak git ölüm.

Mahpusun içinde mermerden direk

Kimimiz onbeşlik kimimiz kürek

Oy zulüm zulüm, başımda zulüm

Nedir bu halim

İnsanın zulmüne dayanmaz yürek

Yatarım yatarım gün belli değil

Oy zulüm zulüm, başımda zulüm

Uzak git ölüm.

Mahpusun içinde bir ulu çınar

Kırılsın zincirler yıkılsın duvar

Oy zulüm zulüm, başımda zulüm

Uzak git ölüm”

Evet, ısrar ediyorum, türkü çok şeydir.

Neşet Ertaş’ı filmlerde, dizilerde artık daha çok duyuyoruz. Ne oldu da insanlar Neşet Ertaş’a döndü?

Çünkü herkes kamplaşma manyağı olurken, o kamplar üstü kaldı. Ondaki samimiyet, ondaki dinginlik, ondaki şefkat, ondaki anlayış, kavrayış ve duruş, farklı idi, bunu herkes hissetti. İnsanlar birbirlerine sırtlarını dönerken, o herkese kucağını açtı, affedersiniz kıçı kalkanların çağında, mütevazı olmanın ne büyük erdem olduğunu tekrar anımsattı. Neşet Baba, ahir zaman bilgesiydi, sadece göynünün peşine düştü. Jose Marti’nin çok sevdiğim bir sözü vardır, “Onurumla yaşadım, yüzüm güneşe dönük öleceğim” İnsanlar, belki de önce bozkırı sonra tüm memleketi güneş gibi aydınlatan gönül adamına yüzlerini dönmüşlerdir, kim bilir.

En çok dinlediğiniz, ihtiyaç duyduğunuz türküsü hangisidir diye sorsam?

Kesinlikle; Ah Yalan Dünya… Ömrümüzü çalan, gerçek diye bellediğimiz, ancak kocaman bir yalan olan dünyayı anımsatıyor bana… Harbiden hırsa, egoya, her türlü saçmalığa ne gerek var, biz gideceğiz, dünya başkalarına kalacak, sonra onlar da gidecek. Saman alevi tipi mutluluklar, bireysel kurtuluş için çabalayanlar, oysa Edip Cansever, “Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir” demiş, tek gerçek bu, ötesi zaten hep yalan dünya… Özetle; tek olursak muhtaç kalırız, çok olursak sadece ihtiyaç duyarız.

 

 

 

Tarkovski, aşılamamış en yüksek çıta…

Bizim memleket sinemasının, özellikle festival-sanat filmlerinin, pek meşhur Rus yönetmen Andrey Arsenyeviç Tarkovski’yle takıntılı, saplantılı bir ilişkisi var, malumunuz. İşte uzun plan sekanslar, az diyaloglar, bol ölçek minimalizm, görsele abandıkça abanma, kurguyu budama falan filan.

Lakin Tarkovski’nin mühim bir derdi var, hani anlatmak istediÄŸi, kendisinde saklayamadığı bir meramı var. Hah! Bu bambaÅŸka bir gaye, çünkü anlaşılır olmak veya olmamak gibi bir sıkıntısı yok; “Sanatçı anlaşılır olma peÅŸinde koÅŸmayı düşünemez. Bu, en az ‘anlaşılmaz’ olmayı istemek kadar saçmadır.” Özetle; herkes anladığını anlayacak, anlamadığına anlam yükleyecek, tabiri caizse kafa patlatacak. Algının kapıları açılacak, saksı çalışacak, insana dair güzellikler ortaya saçılacak. Evet, Sovyet sineması ekolünden gelen Tarkovski’nin farklı bakış açısı ve ÅŸiirsel bir sinema dili, bizim yönetmenlerimizi etkiledi, etkileyecek. “Neden Tarkovski Olamıyorum” filmi, onun adını bir çıta olarak gören ve aÅŸmayı düşünen rejisörlerimizin hikayesi aslında, tam tekmil trajikomik.

Gişe ile sanat filmi arasındaki uçurum hayli derindir. Tarkovski, seçimini sanattan yana yapmıştır, tereddütsüz. Onun ‘zaman’ sevdası vardır, tam da bu yüzden, sanattan muaf, geniş kitleleri hedefleyen, gişe beklentisiyle çekilmiş kahramanlı, maceralı yapıtların, insana bir katkısının olmadığını bilir ve onları reddeder. Sabun köpüğü işlerdir bunlar, kolay tüketilir, an’a dairdir, yarınlara değil! Başyapıtlar çekmek, klasik ve kült mertebesine erişmek, zor, harbiden zor, çok zor. Sinema elbette, ekip işi, takım ruhu… Lakin bir maestroya ihtiyaç var, tüm parçaları birleştirecek, aksaklığa izin vermeyecek bir yaratıcı olmalı, yeteneği, hüneri ve büyüsüyle… Tarkovsi, işte böylesi bir yaratıcı, onu taklit etmek, ne yönetmene, ne de sinemaya bir şey katmaz, esinlenmek, eyvallah, ancak kopyalamaya çalışmak, dev bir saçmalık, ötesi berisi yok! Burada sözü Tarkovski’ye bırakalım; “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanoğlunun gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır” Tarkovski’nin derdi, anlaşılmıştır umarım.

Neden Tarkovski Olamıyorum’u seyrettikten sonra, film eleştirmeni arkadaşlarımla, üstüne konuşmuştuk, hatırlıyorum. Hatta Woody Allen çekseydi bu filmi, nasıl olurdu gibi bir soru da sormuştuk. Gaza gelip, neden Stanley Kubrick olamıyorum, Alejandro González Iñárritu olsaydık keşke gibi garip ve zorlama espriler dahi yapmıştık. Murat Düzgünoğlu’nun bu filmini önemseme sebebim, bize üstüne düşünme, fikir üretme şansı vermesineydi. İlk filmi Hayatın Tuzu’nda, minimalizme göz kırpan Düzgünoğlu, Neden Tarkovski Olamıyorum ile bir yönetmenin özelinde, genel ruh halimizi ve ülke sinemasının mevcut durumunu ortaya koyuyor. Elbette eksikler, sıkıştığı yerler var, ancak projenin, vasat barajını aşan, özgün bir işçilik olduğunu düşünüyorum. Urfa’da Oxford mu vardı, gitmedik gibi klişe bir söze sığınmayacak bu memleketin genç sinemacıları, Tarkovsi olamıyorlarsa, Ahmet, Mehmet olacaklar, kendileri olacaklar, ama tesis yok gibi mazeretlerin arkasına sığınmayacaklar, beyazperdeye kendi adlarını da yazacaklar.

21. Altın Koza Film Festivali’nde sinemamızın kalıcı yüzü Yılmaz Güney ile Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü kazanan yapıt, Adanalı sinemaseverlerin de takdirini kazanmayı bildi, hiç kuÅŸkusuz. Film, baÅŸkarakter Bahadır’ın, kendi arzuları ile memleket gerçeÄŸi arasında sıkışmasını resmediyor. Yönetmen Bahadır’ın düşlerini Tarkovski filmleri süsler, gündelik hayat ise bambaÅŸkadır, rüyalara yer yoktur. Ne yapacaksın der yapımcılar sanatla sepetle, çek bir komedi, gülsün iÅŸte ahali… Bu ikircikli durumdan, yani yapmak istediÄŸi ile yapılmasını istedikleri arasındaki çatışmadan, özel iliÅŸkilerine, aile baÄŸlarına ve yakın çevresine de pay düşecektir, şüphesiz. Bunalım, mutsuzluk, ötelemek, beceriksiz olduÄŸunu düşünmek ve dahası, al sana memleket entelektüellerinin tipik haleti ruhiyesi… Üstüne üstlük Tarkovsi Abimiz, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf iliÅŸkisini yitirir” buyurmuÅŸ. Mevzu çetin, yol sarp, hayat koÅŸulları kirlenmeye oldukça müsait. Saf kalma mücadelesi, yaÅŸama tutunma gayreti, tam bir travma, buyurun buradan yakın! Andrey Rublev, Kurban, Stalker, Ayna, Nostalji, Solaris, İvan’ın ÇocukluÄŸu, Katiller, Bugün Kimse İşten Çıkartılmayacak, Konsantre, Silindir ve Keman, harbiden hangisini anlatalım, TV iÅŸi ucuz seyirliklere, dizi estetiÄŸiyle çekilmiÅŸ filmciklere benzemiyor bunlar, “Halkı memnun etmek için, sanatla ilgisi olmayan genel izleyici filmi çekmek gibi bir ıstıraba katlanamam” diyen insana saygı duymak lazım, ustaların ustası olmak, öyle herkese nasip olmaz.

Yalnızlığı öven, acı çekerek saf kalmayı hedefleyen, mutluluk isteyenlere şaşırarak bakan bir deha yönetmeni, niye bu kadar anlatıyorum, çünkü onun varlığı da, yokluğu da bizim büyük çaresizliğimiz. Elbette, sinema demek, Tarkovski demek değil, birçok iyi yönetmenden birisi o, niceleri var, adını peliküle kazıyan, misal bana Kubrick daha ilginç gelir. Amma ve lakin Tarkovski, sinemacılarımızın sınavıdır, Türkiye’nin festival gerçeğidir. Neyse biz, Tarkovsi gibi bir yönetmen olmayı kafasına koyan ama bu yolda bocalayan kahramanımız Bahadır’a (yetenekli aktör Tansu Biçer canlandırıyor) bağlayalım artık mevzuyu… Evet, bitmeyen projelerinin filmi bu, rafa kaldırdıklarımız, hayat bulmamış tasarılarımız, ah ne çoklar. Bizim Bahadır Kardeş, TV’ye basit işler yaparak hayatını idame ettirme gayretindedir. Ev arkadaşı alarak, kiraya ortak bulmak, kesilen elektrik, doğalgaz vs. ile faturalarla boğuşmak, Yerli Tarkovsi adayımızın serüvenlerindendir. Beklenti büyüktür, hedef barizdir, ancak yol yanlıştır, yordam yanlıştır, istikamet yanlıştır. Çevresindeki elemanlar, zaten dünyanın sonu gelecek, gırgırımıza bakalım modundadır, sevgilisi, onun öncelikle çevresinden kurtulması gerektiğini haykırır. Filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu da, Fikirtepe’de benzer bir arkadaş çemberi içinde yaşıyor, türkü filmleri çekiyormuş. Yine aynı dalga yani, ticari film çek diyormuş ona yakınları, uzak dur sanattan, sorgulamaktan, falandan filandan… Yapımcı da akıl vermiş, kendi projeni unut, iki erkek arasında kalmış bir kadının öyküsünü çek, kendi filmini de babanın parası varsa hallet demiş. Bu memleketin biricik gerçeğidir bu, akıl veren çoktur hani, herkes her şeyin uzmanıdır. Murat Düzgünoğlu, güzel kelam ediyor ve aslolan insanın kendini duymasıdır diyor, öyle ya, gerisi kakafoni, ötesi rabarba…

Evet, ideallerinden vazgeçmiş, düzene ayak uydurmuş insanların özgeçmiş yıkıntılarıyla dolu bu ülke, maddiyata esir düşmek, sevmediğin bir işin ucunu tutmak, kişinin kendi yaşam hevesini kırmaktan başka bir şey değil, ne yazık ki… Bu bir tutunamayanlar filmi ve bence seyredilmeli, özellikle rüyası ve hayatı arasındaki büyük boşluğu fark edenler, elbette…

Politik sinema umut ve yıkımın harmanıdır

ALPER TURGUT
Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün deÄŸildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inÅŸa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’ ne durumda ve yeni kuÅŸak sinemacılar simge isim Yılmaz Güney’i aÅŸabildi mi?” sorularını yöneltmiÅŸtik. Kimi Güney’in çıtasının daha da yükseklere taşındığını, kimi gerilediÄŸimizi, kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri de Türkiye’de siyasi sinema diye bir ÅŸeyin olmadığını söyledi.

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılması beklendi. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuÅŸaklar yetiÅŸmesine neden oldu. Sanırım çoÄŸumuz bu konuda aynı görüşü paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür… Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleÅŸtirmek, önermek, savunmak mümkün deÄŸilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koÅŸullarda politik sinema büyük bir düş idi ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister istemez… Yaprak bile kımıldamayan yılların ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevÅŸemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniÅŸ, ayaÄŸa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peÅŸi sıra geldi.

GeleceÄŸe umutla bakan, tartışma çeÅŸitliliÄŸinin arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli apolitikleÅŸme ilacının etkisinden kurtulduÄŸumuzu öne sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el deÄŸmemiÅŸ nice olay ve kiÅŸinin bulunduÄŸu bu ülkede konu sıkıntısı çekilmeyeceÄŸi yönünde… Demek ki, siyasi sinema adına adımlar atacak cesaret yavaÅŸ yerine geliyor. Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık… Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak denli özgürleÅŸir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir. (ÖrneÄŸin İspanya’da siyasi filmler festivali yapılıyor)

Politik sinema demiÅŸken yelpazenin en geniÅŸ halini görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiÅŸ filmleri baz alırsak; “BeÅŸir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50 Ölü Adam”, “Il Divo”, “AteÅŸ ve Citroen”, “Aleksandra”, “Firaaq”, “Bakış Açısı”… Liste uzayıp gidiyor. MübalaÄŸa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi politika sosuna bulayan bu filmleri görünce gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor, haliyle sinemacılar da derman arıyor.

Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan “Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri, Emile Zola’nın romanından devÅŸirme pek meÅŸhur “Tohum YeÅŸerince”, Fellini-Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma, Açık Åžehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi “ÇocukluÄŸum”, “Benim Üniversitelerim” ve “EkmeÄŸimi Kazanırken”… Sonra Elia Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi kiÅŸiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF, Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang), bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi dillendiren “Nanking Katliamı” konulu yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden “Gel ve Gör”… Sovyet sinemasından “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”, “St. Petersburg’un Sonu”… Siyasetin sol yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın Åžarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”… İspanya İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”, “Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda çok güzel anlattı, SİYAD üyeliÄŸi gerçekleÅŸen meslektaşımı kutluyorum)

Bilcümle savaÅŸ filmlerini atlamayalım. Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız. Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise belki de bunların en tazesi… Ya diÄŸerleri; Milcho Manchevski’nin çemberin asla yuvarlak olmadığını ‘kelimeler’, ‘yüzler’ ve ‘resimler’ ile haykırdığı muhteÅŸem baÅŸyapıtı YaÄŸmurdan Önce (Before the Rain), Balkan sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica’nın acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground) ve sonrasında Bir Mucizedir YaÅŸamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel Coixet’in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın ÅŸahsında savaşı resmettiÄŸi filmi Sözcüklerin Gizli YaÅŸamı (La Vida Secreta de las Palabras) ile Ahmed Imamovic’ten tabiri caizse ‘ortaya karışık’ ve kısmen absürd bir deneme Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler…

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda… Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki… Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri deÄŸil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iÅŸtir… Özetle emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, iÅŸgalin, CIA’nın, iÅŸkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin baÅŸrolü kaptığı bu yapımlara parantezler açmayı sürdüreceÄŸiz. Politik sinemaya –bu kulvar oldukça geniÅŸtir- ileriki aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden vereceÄŸimiz örneklerle dosyamızı ÅŸimdilik kapatalım. Not; Çıkış noktası politika olup, bir süre sonra raydan çıkanlar baÅŸka baÅŸka mecralara savrulan filmler de vardır. Siyasete uzak görünüp alt metinlerle en aÅŸağılık ve ırkçı söylemlere sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın filmler kuÅŸkusuz önceliÄŸimizdir.

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin) politik sinemanın, propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin, ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere hediyesi olan dahi yönetmen Sergei M. Eisenstein, adı geçen başyapıtı tam 84 yıl önce çekti. İşte Stalin’in direktifiyle kotarılan Potemkin Zırhlısı, 1905’te içten içe çürümekte olan çarlık rejimine karşı ayaklanan kahraman denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın 20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur) esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve “Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır. Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim niteliÄŸi -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı, dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen “YurttaÅŸ Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles) önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırırlar. Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı ne yazık ki; Hitler’in saÄŸ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkilemiÅŸtir; “EÅŸi benzeri olmayan ÅŸaheser. Bu filmi izleyen insan bir BolÅŸevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan beÅŸ parça ÅŸunlardır; “İnsanlar ve solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün çekiÅŸi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla randevu”… Özellikle Odessa merdivenlerinde yaÅŸanan katliam bölümü, sinema tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan ÅŸanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek çok ülkede yasaklandı, sansüre uÄŸradı. Ve bundan beÅŸ yıl önce film, hummalı bir çalışmayla yeniden yapılandırıldı.

Eisenstein’in bir diÄŸer politik filmi de, Amerikalı gazeteci John Reed’in, “Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü romanından uyarlanan “Ekim” idi. “YaÅŸasın Meksika” ise Eisenstein’ın “bitmemiÅŸ baÅŸyapıt”ıdır

Evlatların için ağla ey Arjantin

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial), siyasi sinemanın doruklarından… Naif, akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu… .

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici ve bildik gerçek, hiç kuÅŸkusuz ki; ötelenemeyen tüm acıların, tarifsiz yaraların ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur. Åžili cehenneminde yitirilen insanlığın ortak deÄŸerleri Salvador Allende ve Victor Jara’ya birer selam çakalım ve asıl konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976… Köşe baÅŸlarını tutan postallar, bütün renkleri boÄŸan üniformalar ve caddelere kan aÄŸlatan tank paletleri… Hain General Jorge Videla komutasındaki CIA güdümlü ordu, BaÅŸbakan İsabel Peron’u devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo Peron’un üçüncü eÅŸidir. İki kez baÅŸkanlık yapan eski asker Peron, bir dönem sekreterliÄŸini de üstlenen İsabel ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata erken vedasının ardından evlenmiÅŸtir. Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor ve Olivia Newton-John’un seslendirdiÄŸi Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina” (Benim İçin AÄŸlama Arjantin) unutulabilir mi?

Darbenin ardından Arjantin genelinde 650 tutuklama merkezi oluÅŸturulur ve 30 bin kiÅŸi yaratılan bu hayâsız kan gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif bellediklerini, sonsuz iÅŸkencelerin ardından kargo uçakları ve helikoptere bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık baÄŸlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin gözyaÅŸlarıyla izlediÄŸi Arjantin orijinli politik film “Olimpo Garajı” (Garage Olimpo / 1999) son soluÄŸunu azgın dalgalara bırakanları anlatır. Benzer bir canavarlığın yaÅŸandığı Åžili’de suya atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve idealist bir kadın öğretmen için de bir türkü yakılır; “O, denizden geldi”… Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi deÄŸildir; hamile kadınları iÅŸkencede öldürüp, 500’ü aÅŸkın bebeÄŸi evlatlık olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek aileleri tarafından bulunabildiler. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine de metanetini bir kenara bırakma ancak hiç deÄŸilse bir kez olsun, en asil evlatların için aÄŸla ey Arjantin.

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni Alicia, ABD’li ÅŸirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve beÅŸ yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile huzur, güven ve zenginlik içerisinde yaÅŸamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden gün be sıyrılmaktadır ve Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir. Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi. Siyasi filmler kategorisinden kısa bir sürede kült filmler listesine girebilen bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve yetkinliÄŸe sahip bu yapıt, en iyi yabancı film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı. Filmin baÅŸrollerini Norma Aleandro, Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital Kültür tarafından satılıyor)…

Tutkulu bir kadın aşksız da yaşayamazdı

 

“Rosa Luxemburg” (Die Geduld der Rosa Luxemburg) ise devrim hareketinin kuramcısı ve önderi bir büyük kadının öyküsünü resmeden ÅŸiir gibi bir seyirlik. Rosa Luxemburg, eski Çekoslovakya ve Batı Almanya ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu ve takdire ÅŸayan bir eser. Filmin yönetmeni ve senaristi Margarethe von Trotta… BaÅŸrolleri sırtlayanlar ise Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve Otto Sander… 2007’de gerçekleÅŸtirilen 2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini almanızı hararetle öneririm.

Büyük ÅŸair Ahmed Arif’in “Suskun” adlı ÅŸiirinde selamladığı “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküsӟn” iki bin yıl sonraki takipçisidir Rosa Luxemburg… Spartaküs BirliÄŸi’ni birlikte kurduÄŸu ve aynı kaderi paylaÅŸtığı yoldaşı ise Karl Liebknecht’dir.

Polonya’da doÄŸan, genç yaşında teorisyenliÄŸe soyunan ve ardından evlenip Almanya’ya yerleÅŸen “Kızıl Rosa”, her zaman bıçak sırtında yürüdü, cezaevlerine düşmek ve yakasını bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan alıkoyamadı. Clara Zetkin, August Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle ya dostluk kurdu ya da karşılarına dikildi. Lenin de, zaman zaman ters düştüğü Rosa için – her ÅŸeye raÄŸmen – “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır” demiÅŸtir. Leo Jogies, Kostja Zetkin, Paul Levi, Hans Diefenbach… O, aÅŸksız da yaÅŸayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin büyük lideri Rosa Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla anıyoruz.

Provoke edici bir seyirlik

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduÄŸu oranda sarsıcı, etkileyici, provoke edici ve akılda kalıcı bir seyirlik… İngiliz iÅŸgaline karşı Kuzey İrlanda’nın mazlum halkının onurlu ayaklanması ve devamında bu isyanı simgeleyen gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle sonlanan destansı öyküsü…

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50 yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle alakası yok, sadece isim benzerliği) çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde, babası Alman, annesi ise Kuzey İrlandalı olan yetenekli aktör Michael Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı Bobby Sands ile mükemmel bir iş çıkaran Fassbender’i sinemaseverler, “300” ve “Angel” adlı yapımlardan hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan Fassbender’i yakında Quentin Tarantino’nun son filmi “Inglourious Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer önemli rollerini ise Liam Cunningham, Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden 28 ödülle döndü.

“Açlık grevi eyleminde yaÅŸamını yitiren İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi ve İngiliz parlamentosu milletvekili Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan yapım, gıdasını politikadan alsa da kendisine bildik siyasi filmlerden ayrı duran bir kulvar seçmiÅŸ. İşkenceci sadist gardiyanlara ve zulme uÄŸrayan siyasi mahkûmlara eÅŸit oranda yaklaÅŸtığı için suçlanılabileceÄŸi ince bir çizgide yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz bir plan, iÅŸkence sahneleri, duvarları bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü, eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin “Demir Leydi” lakaplı BaÅŸbakanı Margaret Thatcher’ın metalik sesi… Açlık’ın hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici… Tek kelimeyle; kışkırtıcı… Sands ve yoldaÅŸları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız Helen Mirren ve İrlandalı muhteÅŸem aktris Fionnula Flanagan’ın büyüleyici oyunculukları unutulmazdı), iÅŸgal altında sokakları tutuÅŸan ve yüreÄŸi içerdekilerle bir atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise neredeyse diyalogsuz bir ÅŸekilde korkuyu, yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı resmetmeyi deniyor.

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof”

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der Baader Meinhof Komplex), sol gösterip saÄŸ vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Almanya’nın yakın tarihini (1967–1977′) sarsan ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir. Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca, “kaldırım taÅŸlarının altında kumsal var” diyen Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar… Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik sosyalizm düşü kurmakta, sokakların ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın 2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini protesto eden gençler, polis şiddetine (İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin, Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe, Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar. Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi ve becerikli Horst Herold ise peşlerine düşmekte gecikmez.

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen Uli Edel’in devlet ideolojisinden yana taraf tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’ demiÅŸti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan oluÅŸan vahÅŸiler çetesini daha uygun görmüş sanırım) gösterime girdiÄŸi her ülkede tartışma yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir kadın düşmanı yani bildiÄŸiniz yarım akıllı bir maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde… Siyasi bir önderden ziyade mahallenin delisine dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir ev kadını kılığında… Edel’e göre o, resmen saftorik ve sıradan bir maceracı… Örgütün kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun Ensslin ise –sıkı durun- teÅŸhirci bir top modele çevrilmiÅŸ. İkinci kuÅŸak RAF’çılardan Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.

EleÅŸtirilerimiz bitti mi? Ne gezer… Yoldaşına, “cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi seviÅŸelim” diyen devrimci bir kadın militan. İçini boÅŸalt, karikatürize et, kullanabildiÄŸin kadar kullan ve at… İşte al sana yeniçağın ikon kültürü… UzlaÅŸmacılar, hinoÄŸlu hinler, hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar… Çıplaklar kampı sevdalısı, rock yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin, bir tek “ille de birey, birey, birey” diye bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek, filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş. Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini eÄŸiten Filistinli direnişçiler de “hödük” mertebesindeler… İnançlarından kati suretle ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu ÅŸekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!

BaÅŸrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaÅŸtığı Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne dek çekilmiÅŸ en pahalı Alman filmiymiÅŸ. Protesto gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu… Tamam, görsellik 10 numara ancak film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı RAF’tır gibi bir ucubelik çıkıyor.

27 AÄŸustos 2009