Etiket arşivi: Yılmaz ErdoÄŸan

Kelebeğin Rüyası; Bir Şiir Sineması…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kelebeğin Rüyası, bir şiir sineması… Tam tekmil hüzün, kalabalık içerisindeki yalnızlık, yarım kalan her şey ve dizelerden peliküle düşen gerçek bir ölümsüzlük. Evet, 1940’larda ince hastalık denilen vereme yakalanan ve peşi sıra ölüme yürüyen gencecik, alınyazıları ortak, dostlukları mutlak iki şairin, Rüştü Onur (1920-1942) ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-1946) beyazperdeyle buluşan ve bizlere ulaşan hikâyesi bu. Onların iç acıtan, yürek burkan kısacık yaşamöyküleri, büyük şairler yetiştiren bu memlekette, inadına şiirden uzak yaşayan insanlarımızı yakalar ve tokat etkisi yaratır, umarım. Ve slm nbr cnm? misali sesli harf düşmanı, dsakjhaskjhdsakhsdakjs gibi boğulma efektiyle gülen yeni nesil, dizelerin nezaketini, cümlelerin zarafetini, dilerim yetmiş yıl önce yaşayan akranları gibi kavrarlar, şiirin ve güzelim dilimizin ruhunu anlamakta daha da gecikmemiş olurlar.   

 

Filmin adı, Filozof Chuang Tzu’nun 2500 yıllık düşünden geliyor. O rüyasında kelebek miydi, kelebeÄŸin rüyasındaki kendisi miydi? Bilmiyor. KelebeÄŸin ömrü kadar kısa sürüyor onların hayatı, ancak yaÅŸamak sanatı, saate deÄŸil, marifete tabi, çok şükür. Evet, sanat gibi onlar için hayat, ÅŸiir kadar kısa ve net. Orhan Veli: “Son yıllarda Zonguldak üç büyük yetenek yetiÅŸtirdi: Biri Rüştü Onur…”, Behçet Necatigil: “Gamlı gecelerin öncüsü Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti.”, Oktay Rifat: “Rüştü Onur Türkiye’de geç baÅŸlayan bir hareketin bayrağı altında ÅŸiir yazıyordu.”. Cemal Süreya: “Rüştü Onur ÅŸiirleriyle hayatını, daha doÄŸrusu ölümünü, bir arada götürmüş.”

Salah Birsel: “Rüştü Onur’un kısa bir ÅŸiir yaÅŸantısı oldu. Her gün sıtma geçirirdi. Åžiir sıtması.” der ve ekler;

“İnanın sözüme ÅŸairler

Üçer beşer söneceğiz

Yirmi ikiye varmadan

Rüştü gibi öleceÄŸiz”

 

Ama en ağır yazı aynı kaderi paylaÅŸan, can dostu Muzaffer Tayyip Uslu’dan gelir; “Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baÅŸ baÅŸa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık bu ÅŸehrin caddelerinde dolaÅŸtığımız ve yeni yazdığımız ÅŸiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, aÄŸacı aÄŸaç, denizi deniz olarak seyrettiÄŸimiz saatler, sırf ÅŸiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş… Ve ben daha ÅŸimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük ÅŸehirde yalnızlığımı hissetmeye baÅŸladım.”

Verem illeti, Garip’lerin belasıdır, Rüştü’den sonra Muzaffer’in de peşini bırakmamaya kararlıdır.  

“Kan

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindiüstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü,

Maviydi alabildiÄŸine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…”

Muzaffer Tayyip Uslu

 

Åžiirden sinemaya geçmeden önce, Rüştü ve Muzaffer için sözü büyük usta Turgut Uyar’a bırakalım; “Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde birbirlerine benzeyen bu iki ÅŸairi bir arada anmak gerekliliÄŸini duydum. Åžiirlerinin birbirlerine benzerliÄŸi açıklanabilir bir bakıma: içinde bulundukları toplumsal sınıfı, eÄŸitimlerinin benzerliÄŸi, uzun süre bir arada bulunmanın verdiÄŸi karşılıklı etkilenme – etkilenme bile deÄŸil bu, bir takım ÅŸeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme – ÅŸiirlerinde benzerliÄŸi açıklamaya yeter. Ama yazgıları… İkisi de ÅŸair kiÅŸiliklerini saÄŸlamca kuramadan ölüp gitmiÅŸler. Birinin ÅŸiiri rahatça öbürüne mal edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayip, Rüştü Onur’dan biraz daha yetenekli, Rüştü onur, görünüşte daha alçak gönüllü, daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, ÅŸair olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer de, Rüştü de daha çok dünyayı tanımanın, dünyayı tatmanın ÅŸaÅŸkınlığı ve sevinci içindedirler. Çok ÅŸiir okumuÅŸlardır, okumaktadırlar; saÄŸlam sezgileri vardır, yaÅŸamayı severler. Delikanlılıklarının, ÅŸiiri delikanlıca sevmenin bütün tatları ve acemilikleri vardır ÅŸiirlerinde. İddiaları yoktur. Åžiir okumanın ve dünyayı ÅŸiirden sevmenin verdiÄŸi rahatlıkla, kendilerini etkileyen her konuyu ÅŸiir haline getirirler. Tutsun tutmasın. Åžiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle ÅŸiir deÄŸil, bir çeÅŸit hatıra defteri niteliÄŸindedir; aslında bütün tatları da buradan gelir. En büyük bahtsızlıkları, erken ölümleridir. YaÅŸasalardı… Ne olurlardı bir ÅŸey söylenemez. Yalnız ölümlerinin peÅŸinden hemen birer “deha” durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi… Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı: birincisi, ÅŸiir geleneÄŸimizde eksikliÄŸi duyulan “genç ölmüş deha”, ikincisi (daha önemlisi) bu dehayı keÅŸfeden baÅŸka dehalar. İkisi de tutmadı sonunda. Onlar sevgileriyle baÅŸ baÅŸa kaldılar. Biri en iyisini yapmış biri daha iyisine özenmiÅŸtir. Bütün toylukları ve sevimlikleri parıldayıp durur ÅŸiirlerinde. Bence, ikisinin de en önemli özelliÄŸi gelecek “güçlü bir ÅŸiiri” sezmiÅŸ ve bunu gerçekleÅŸtirme çabasına girmiÅŸ olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan…”

 

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, ön hazırlıkları iki yıl süren, çekimleri tam dört ay boyunca Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen Kelebeğin Rüyası’nın oyuncu kadrosunda; Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur var. Görüntü yönetimi Gökhan Tiryaki’ye, müzikler Rahman Altın’a, kurgu da Bora Gökşingöl’e ait.

 

Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız, müthiş bir açılış sekansıyla başlıyor film, dönem filmi çekmek hayli zordur. Çok para, ince işçilik ve yoğun emek ister. Zeki Demirkubuz’un 1930’lar Zonguldak’ını anlattığı Kıskanmak, harbiden kötü bir projeydi. Lakin aynı kentin on yıl sonrasını anlatan Kelebeğin Rüyası, üstün bir başarı yakalıyor ve bizi geçmişe, kara elmas diyarına götürmeyi beceriyor. Bu büyüyü gerçek kılan sanat yönetimine ve kostümcülere tebrikler.

Gökhan Tiryaki, memleketin en iyi görüntü yönetmenlerinden, ustalığını konuşturmuş resmen, müzikler enfes, geçişler sağlam ve güzel. 138 dakikalık uzunluk ile gelen tempo sorunu, senaryodaki yer yer sallanmalar, mevzu şiir olunca çok da göze batmıyor, bariz hataların olmaması ise sevindirici… En büyük problem kastta… 30 yaşındaki Belçim Bilgin’den liseli kız yaratmaya çabalamak, filmin ağırlığı ve edebi diliyle örtüşmüyor, ne yazık ki… Kıvanç Tatlıtuğ, yok 20 kilo vermiş, öyle filme hazırlanmış. Bunlar hikâye… Veremli bir delikanlıyı canlandırmak için veriyor kiloyu, keyfine diyet yapmıyor. Ve kilo vermek ile oyuncu olunmuyor. Mankenlikten gelme Kıvanç, resmen döktürüyor. Bir büyük aktör kazanıyor ülke, dilerim dizileri azaltır, sinemaya yoğunlaşır. Beyazperdenin bu tür performanslara ihtiyacı var, sinemaseverler lay lay lom tiplemeler yüzünden sinemadan soğudu, bize karakterlere can verecek Kıvanç gibi oyuncular gerek. Mert Fırat da kariyerinin en iyi işini çıkartmış, lakin Kıvanç çok iyi olunca, o biraz geride kalıyor, varsın olsun, her film, performanslar gösterisine dönüşsün. Keşke…  Son olarak Zeynep Farah Abdullah’a gelelim, tifo hastası genç kadın rolünde büyüyor, büyülüyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde beğenmiştim, şimdi sevdim, henüz 21 yaşında, iyi projeleri seçerse mükemmel bir aktris kazanır ülke.

Maden ocağına kurt köpekleriyle götürülen, zincirli mahkûmlar bana biraz ABD’nin raylarla örüldüğü yılları anımsattı, onca yoksulluk varken, zenginlik içinde yaşayan, balolar yapan Zonguldak… Bir kentin iki yüzü, yoksul ve varsıl, ikinci dünya savaşına girmeyen ve yine de sürünen bir halk, mükellefler ve tek parti hükümetine göndermeler, sonra verem, sonra Tanrı Uludur, sonra şiir, bir büyük dostluk ve gencecik iki şair. Hükümet Kadın filmi, BKM’nin Adnan Menderes dönemi güzellemesi idi, burada da kah alt metinle, kah inceden inceye CHP’ye, Nazi hayranlığı ve din karşıtı göndermeleri var. Elbette haklılık payı da bulunuyor.

 

Tek parti dönemi çok mu iyiydi? Elbette hayır, aynen bugün her şeyin güllük gülistanlık olmadığı gibi… Benim tercihim, her dönemi eleştirmek olurdu, BKM’nin seçimi bu yönde değil. Onların seçimi, onların tercihi, en nihayetinde… “Aşk, en güzel bahanesidir şiirin…”, haliyle erke yakın durmak da, en güzel bahanesidir, siyasetin…    

 

45 yaşındaki Yılmaz ErdoÄŸan, Rüştü ve Muzaffer’in öğretmeni, ÅŸair ve çevirmen Behçet Necatigil’i canlandırıyor. İyi de oynamış. Lakin Behçet Necatigil, 1941 yılında henüz 25 yaşında, o baÅŸka… Kıvanç ve Mert de, onar yaÅŸ büyükler, canlandırdıkları ÅŸairlerden… Bu liseli Belçim kadar, göze batmıyor, doÄŸrusunu söylemek gerekirse… NiÅŸanlı Rüştü’nün, filmde evlendirilmesi de sorun deÄŸil. Ancak, ben gerçeÄŸin birebir yansıtılması gerektiÄŸini düşünüyorum, bu da benim fikrim. Yalnızlığı, hastalığı, fukaralığı ve aÅŸkı anlatan film, öpüşmekten ve seviÅŸmekten bihaber… Muhafazakâr deÄŸildir oysa ÅŸiir, tutkulu, sıcak ve arsızdır, çoÄŸu zaman… “Kız ÅŸiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun” diyen güzel adamlar hatırına, daha da fazla eksik gedik aramayacağım. Çünkü bu film, Yılmaz ErdoÄŸan’ı, benim gözümde, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un önüne geçirmiÅŸ, memleket sinemasının en iyi yönetmeni olarak gördüğüm Reha Erdem’in seviyesine getirmiÅŸtir. Vizontele dönemi bitti, ustalık devri baÅŸladı. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, KelebeÄŸin Rüyası’nı baÅŸyapıt ilan etmeyeceÄŸim, sadece bir sinemasever olarak daha iyi kotarılmış filmlerini bekleyeceÄŸim.

Behçet Necatigil; “Bir ÅŸair yaÅŸamıştı Zonguldak’ta, adı Rüştü Onur’du. Bilseydi hatırlanacağını, ölümünden sonra, memnun olurdu.” diyor. Åžimdi sinemaya gitmek için, bundan daha güzel bir davet olur mu?

İran, Gergedan ve Sıradan…

 

 

ALPER TURGUT

 

Hayvanlar alemi serisi tam gaz sürüyor. Evet, “SarhoÅŸ Atlar Zamanı”, “KaplumbaÄŸalar da Uçar”, “İran Kedileri Hakkında Kimse Bir Åžey Bilmiyor” derken sırada “Gergedan Mevsimi” (Fasle Kargadan – Rhino Season) var. SarhoÅŸ Atlar Zamanı’na resmen bayılmıştım, Gergedan Mevsimi’ni ise hiç sevmedim. Görünen o ki; İranlı yönetmen Bahman Ghobadi deneyim kazandıkça, ivmeyi düşürmeye meyletmiÅŸ, ne yazık… Åžiirler ve sembollerle süslenerek seyir zevkini düşüren filmin, bizim yerli iÅŸi yapımlara özgü yavaÅŸ temposu ve baÅŸkarakterin gerçekten ruhsuz hali, yapıta dair en can alıcı eksiklikler… Sürgün, Ghobadi’nin ilk kez sansürsüz film çektim demesine karşın, kaynaktan uzaklaÅŸmaya yol açmış, belki de bu yüzden İran sinemasının o güzelim aurasından eser yok. Tatsız tuzsuz, kopuk kopuk bir trajedi bu, İran devrimi ve acılardan yola çıkıyor, ancak dümeni üçlü ve hastalıklı bir aÅŸk örgüsüne kırıyor. Zemin kayıyor, metin sarsılıyor. Gerçekçi öykülerin yönetmeni Ghobadi, inandırmayan ve seyirciyi içine almayan bir film çekmiÅŸ, özetle…

 

Tahran’dan İstanbul’a taşınan öykünün baÅŸrollerini, 35 yıl sonra sinemaya dönen İranlı ünlü aktör Behrouz Vossoughi (74), çok beÄŸendiÄŸimiz ve yaÅŸlanmaya baÅŸladığını gözlemlediÄŸimiz İtalyan aktris Monica Belluci ve bizden de Yılmaz ErdoÄŸan sırtlıyor, yan karakterlerde ise Caner Cindoruk, Beren Saat, Arash Labaf, Belçim Bilgin ve Ahmet Mümtaz Taylan var. Yılmaz ErdoÄŸan, Behrouz Vossoughi’den daha iyi performans sergilemiÅŸ, Monica Belluci’yi izlemek ise elbette büyük bir zevk. Belçim Bilgin ve Beren Saat, kısa rollerine raÄŸmen aksamıyorlar, özellikle Belçim Bilgin, vasatı aşıyor.  

 

Lübnan’da yaÅŸanan acıları, ustalıkla resmeden “İçimdeki Yangın” adlı film varken, ben niye Gergedan Mevsimi’ni seyredeyim? Sonra finale yürürken arabesk ve fantezi karışımı bir sosa ne gerek vardı? Renklerle oynandıkça karikatürize olan, kaplumbaÄŸalar, gergedanlar ve atlar derken algıyı karıştıran bir yapıt bu… Misal cezaevindeki cinsel aksiyon hiç gerçekçi deÄŸildi, etkileyici birkaç sahne dışında, kesinlikle bir albenisi yok Gergedan Mevsimi’nin… Üstelik senaryosu gerçek olaylara dayanıyormuÅŸ filmin, İran Devrimi’yle ve ardından gelen sistemle hesaplaÅŸma yoluna gitmiyor ki, tutkulu ve kötü yürekli bir adamın yarattığı belalar anlatılıyor. Hani 30 yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan İranlı ÅŸair Sahel Farzan’ın hayatının bu dönemi aktarılacak denilince, ben rejim karşıtı bir film beklemiÅŸtim, aldandım. 

Ülke sinemasının üstünde bir film

 

ALPER TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali’nde memleket dâhilinde ilk gösterimi yapılan ve bugün tüm Türkiye’de vizyona girecek olan “Bir Zamanlar Anadolu’da”, Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi “Üç Maymun” ile başlayan kendi sinemasındaki acemi dönüşümü, resmen bir mucizeye imza atarak ustalık mertebesinde tamamlayan müthiş bir yapıt. Zamanın durmaya yemin ettiği bozkırın vahşi güzelliğinde, gizemli bir suç öyküsünü kara mizah destekli taşra eleştirisiyle süsleyen, geri plandaki güçlü kadınların ve öne çıkan aciz erkeklerin ilişkilerini de didikleyen Nuri Bilge Ceylan’ın bu en geveze filmi, aylardır yerli işi yapımlara hasret kalan sinemaseverler için bulanmaz bir nimet. Mutlaka izleyin.

 

Cannes’da verilen ödüllere adeta ipotek koyan Nuri Bilge Ceylan, uzun bir süre neredeyse salt fotoğrafa abanan, genel izleyiciden uzak, suskun, durağan ve hazmı zor filmler çekti, kendi adıma, Tarkovski esinlenmesi bu temposuz ve haliyle ruhsuz sinema seçeneğini sevmedim, sevemedim. Ancak şimdi gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, yeni bir dönemece giren Nuri Bilge Ceylan sineması, görseline söylemi de kattı, ivme, tempo ve ruh kazandı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çok sevdim, çünkü şimdi sanat, gerçek hayat ile buluştu.

 

Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde çekilen filmin senaryosu, Ercan Kesal, Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan’a ait. İki saat 37 dakikalık filmi dikkatli izlemek gerek, çünkü suça dair muğlak bir çember var, biraz da akıl yürütmeyle bu daire tamamlanıyor, döngüden çıkılabiliyor. Böyle bir senaryoya ancak şapka çıkartılır. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, kuşkusuz Türkiye’nin en iyisi, onun kamerasından bozkırı seyretmek, büyük bir keyif. Filmin oyuncu kadrosunda Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Erol Eraslan, Nihan Okutucu, Cansu Demirci ve Kubilay Tunçer var. Oyuncuları yönetmek ayrı bir mecra ve maceradır, Ceylan, bu konuda yetkin ve oyuncularından neredeyse kusursuz performanslar almayı başarabilmiş. Karakterler dışında, meslek tahlilleri de amansız, şık ve isabetli olmuş. Uzuner iyi, Erdoğan iyi, Birsel iyi, Tanış iyi ama en iyileri Ercan Kesal ve Kubilay Tunçer.

 

İzleyiciyi geceden alan ve gündüze bırakan, karamsar ama inandıran, sırlar için kafa yorduran ve tempoyu düşürmeyerek bizi öyküye katan, üç kağıtçı karakterler ile neşelendiren, hem katili hem de polisi ve savcıyı kadınların oyuncağı yapan (Erk peşindeki erkek, perde arkasında da olsa muktedirin kadın olduğunu asla unutmasın, özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da bu böyleydi) yapıt, Neşet Ertaş’ın, Hacı Taşan’ın türküleri gibi içten ve katıksız bir bozkır güzellemesi, hiç kuşkusuz. Çoğu karanlıkta çekilen, asker, polis ve adliye aracıyla, yanlarına bir cinayetin faillerini de katarak, suç mahalli çeşmeyi bulmak için bizleri, çeşme çeşme gezdiren Bir Zamanlar Anadolu filminde, asıl yolculuk ise taşrada doğan ve görev icabı orada olmak zorunda olan insanları keşfetmeye ve anlamaya dair. Hemen her erkeğin kadınlarla ilgili bir yarası var, kimi açıkta kimi çok derinlerde bu yaralanmalar, asla kapanmıyor. Gölgedeki kadınlar, bozkırdaki tüm erkeklerden daha baskın. Erkek filmi gibi görünse de, ana merkezde kadınlar var. Erkeklerin kadın tutkusu, başa bela getiriyor, arzu ve ısrar, sadece aptallıkları ve pişmanlıkları büyütüyor. Ve devamında kaçışlar, boş vermişlik, uğruna suç işlemek, Hipokrat yeminini bozmak, suç ortağı olmak, suskun kalmak, yeni yaralar açmak, ceza olarak sonsuz bir kederi kabullenmek… Sonuçta ne yaparsan yap faydasız, Bir Zamanlar Anadolu’da hayat inadına duruyor ve hiçbir şey unutulmuyor.