Etiket arşivi: yıldız savaÅŸları

Artık ölsen de kurtuluş yok!

 

 

 

 

ALPER TURGUT @AlperTurgut01

 

Efsanevi ‘Yıldız Savaşları’ serisine, buçuklu olarak katkı sağlayan, öyle böyle değil, harbiden sağlam bir destek atan Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi, her şeyden öte, geleceğe dair bir gerçeği, şimdiden gözümüze sokmayı başardı. Peki, nedir bu gerçeklik? Lan arkadaş, yeni düzenin, pardon galaktik imparatorluğun en yüksek rütbeli subayı, içinde barındırdığı salt kötülük ve keskin-üstün zekâsı yüzünden, canımız ciğerimiz, biricik lordumuz Darth Vader’in bile çekindiği, bu herife bulaşılmaz dediği meşhur Grand Moff Tarkin, filmde arz-ı endam ediyor. Eee diyeceksiniz. Demeyin canım kardeşim, demeyin, hele önce bir dinleyin. Elemanlar, fantastiğin ve bilimkurgunun hakkını vermişler, ölü bir adamı, resmen hayata döndürmüşler. Evet, Tarkin’e can veren ünlü İngiliz aktör Peter Cushing, bundan tam 22 sene evvel, terk-i diyar etti. Korku-gerilim türünün ağır abisi Peter, yaşasaydı şayet, 103 yaşında olacaktı. Hollywood, artık öteki dünyaya da gözünü dikti, ölmek de kurtuluş değil, bir rahat, bir huzur vermeyecekler, harbi besbelli.

Aslında Prenses Leia Organa (Carrie Fisher) da gencecik haliyle beyazperdeye yansıyor, hadi o 60 yaşında ve hala hayatta. Geçenlerde biten senenin en güzel hediyelerinden Westworld dizisini seyrederken, yaşı seksene dayanan Anthony Hopkins emmimizi, bıçkın delikanlı haliyle görünce ekranda, haydaaa diye tepki vermiştim. Haliyle şaşkınlığın da bir son bulması gerekiyor, bilgisayarın, efektin, sanalın, özetle teknolojinin devrinde, atılım yapmaya hazır CGI çağında… Lakin Ortadoğu’da yaşamak, başlı başına büyük bir bela, arkamıza bakmaktan, önümüzü görebilmek ne mümkün! Elbette, gençleştirme ve yeniden hayata döndürme, daha emekleme döneminde, yenilik afallatsa da sanallığın farkına varıyor insan, hiç kuşkusuz. Amma bir beş veya on sene sonra, teknoloji ilerleyip, deneyim artınca, artık farkına da varamayız, cin gibi bunlar, ayaküstü uyuturlar, ölenleri hop diye yaşayanların arasına katarlar. Ünlü yönetmen James Cameron, gişe rekoru kıran (iki milyar 788 milyon dolar hasılat, peh peh) ve gelmiş geçmiş en çok izlenen film olan Avatar’ı (2009) çekmek için, yıllarca teknolojinin gelişmesini beklemişti. Unutmayalım.

Hah! Şimdi düşünsenize, bu garip ve tuhaf teknolojinin, gündelik hayata yansımasını… Misal Putin hiç ölmüyor, sürekli ekranda, ayılarla geziyor, kaplanlarla takılıyor. Örneğin, Donald Trump da sene olmuş 2116, hala ve inadına televizyonda, yine ve yeniden pot üstüne pot kırmakta… Kâbus gibi resmen be… Gerçek hayatta, hani uzaktan çekimler için dublör kullan, sonra gelsin ekran, ver coşkuyu, ver coşkuyu… Hayal etsenize, yüz sene sonra da saraylar, muhtarlar, troll canlar, dinmeyen, bitmeyen alkışlar. Abbooooo.

 

Sinemanın meşhur yıldızları, cicili bicili, albenili, aktrisler, aktörler, seneler sonra, oturdukları yerden para kazanacaklar, aman bunları istekleri, talepleri, arzuları bitmez, evde yatsınlar, işte parayı cukkalasınlar diyebilirler. Ta ki kopyalamaktan, çoğaltmaktan vazgeçip, kendi sanal yıldızlarını yaratana kadar, yemeyen, içmeyen, gezmeyen, tatil istemeyen, itiraz etmeyen, kaprissiz, tereddütsüz oyuncular, oh mis!
Yıldız Savaşları serisi, aslında dünya ve insan gibidir, bırakın uzayı, uzaylıları, politik göndermeler, sosyal mesajlar, sıkı entrikalar, kıvrak manevralar, iyi ve kötünün savaşı, karanlık ve aydınlık. Ve güç! Boş yere Jedi Şövalyeleri, Sith Lordları denmiyor, al sana kâinata sirayet etmiş, tekno Orta Çağ! Işın kılıcının bile mevzusu bu, soğuk çelikten hallice işte. Hah! İmparatorluk için yaşayan kötüler ve cumhuriyet aşkına yanan iyiler. Çok siyah-beyaz oldu değil mi? Rogue One, belki de ilk defa gri de var ulan diyor. Seriye katkısı ve artısı bu işte, asilerin, isyancıların, hepsinin iyilik timsali minnoşlar olmadığını, araçlara takılanların amacı unuttuğu dünyamızda, kötüleri alt etmek için, ellerin kirlenebileceğini, zalimleri yok etmek isteyenlerin de gaddarlara dönüşebileceğini, isyan etmenin kanlı ve canlı bir şey olduğunu anlatıyor, kendince, dili döndüğünce ve resmetme yetisince…

Evet, çok yakında 40 yaşına girecek Yıldız Savaşları serisi, bırakın sona ermeyi, hala süren seti, yeni filmler gelecek, galaktik evren, lastik gibi maşallah, çektikçe uzayacak, içini doldurdukça genişleyecek. Bir metin değil, bir cümleyle bile, parlak bir fikir doğabilir, misal zorlu Ölüm Yıldızı görevindekiler, hepsi büyük birer kahramandı diyelim, buna bodoslama dalarak, cumburlop üstüne atlayarak, tumturaklı ve çetrefilli bir öykü çıkartılabilirsin, yani saha açık, al pası, at topu önüne, sür sürebildiğin kadar. Üstelik fanlarıyla, hayranlarıyla, bu büyük bir pazar, marketler, dükkânlar, taptaze karakterlerin oyuncaklarıyla, eşyalarıyla, tişörtleriyle donandı bile.

Rogue One, Jedi olmadan da Star Wars çekilebileceğini göstermiştir, kör karateci abinin, sopayla kasklı ve zırhlı çevik kuvvet gibi Stormtrooperleri pataklaması, haliyle komik kaçsa da zaten uzay gemilerinin savaşı gibi, ergenliğimizi özleten cuv cuvvvv eğlencesi, hepimizin hoşumuza gitmiyor mu? Hem yeni bir hayat, umut değil midir? Ümit dediğin de, bekleyerek gelir mi? Mücadele ederek, bedel ödeyerek ona ulaşılır, baskılar ve zorluklar arasında, ölümün kıyısında ve her koşulda yaşama tutunarak, illa kanırtarak.

Beklemek derken, seyretmeyi denediğim tek yerli dizi olan (o da işgal vakti doğan ve tez zamanda Anadolu’yu saran kurtuluş ruhu ve bilincini de belki gösterirler umuduyla elbet) Vatanım Sensin’de, Yunan subayı delikanlı, bizim vatansever genç kıza, Konstantinos Kavafis’in meşhur Barbarları Beklerken şiirinden birkaç dize okudu. Ardından “Düşmansız bir arada duramayan bir millet olmuşsunuz, aslında birbirinizi sevmiyorsunuz, hayaliniz, ülkünüz kalmamış, hiçbir şey üretmiyorsunuz. Yalnızca bir düşmanın varlığı hatırlatıyor size kim olduğunuzu” gibi bir şeyler söyledi ve ekledi: “İnsanı sevmeyi bilmeyen, memleket sevmeyi nereden bilecek!” Günümüze ne denli uygun değil mi? Tek bize dair de değil, tüm dünya ülkeleri ve ahalisi, artık salt düşmanlarıyla var olabiliyor, ne yazık ki. Şiirde boşluğa düşer bekleyen insanlar, çünkü barbarlar gelmez, oysa gerçek hayatta, barbarlar aramızda, kapımızda, yanı başımızda. Barbarlar var veya yok, pek fark etmiyor, hissedilen yine ve yeniden boşluk hissi, bir büyük bekleme odasında, umut, direniş, mücadele olmayınca…

Cehennem sineması…

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Çoğu insanın pek sevemediği 2015’in son günlerinde, sinema siteleri, benden yılın en iyi filmleri listesi yapmamı istediler. Aslında bu gelenekselleşen bir şeydi, her sene, yılın enleri yayınlanırdı. Ancak ilk kez bu yıl zorlandığımı hissettim, son çeyrek yüzyılın rekoru olan ve tam 134 yerli işi filmin çekildiği 2015’te, beşlik filmlik bir listeyi, resmen güçbela oluşturabildim. Filmleri listelemek, hiç okumayacağın kitapları, dergileri, izlemeyeceğin DVD’leri istiflemek gibi bir şeye benzese dahi, belki hiçbirini seyretmeyenler, izlemek için gaza gelirler tipi, hayli ezik bir düşünceyi de aklıma getirmiyor değil. Sarmaşık, Abluka, eee… Sonrası yok, listeye girenlerin bile eksiği, gediği var, düşünün gerisini, ötesini berisini…

 

Peki, yıl boyunca sinema salonlarını dolduran 60 milyon insan, gişelere kaç lira bıraktı, yaklaşık 670 milyon lira. İşte buna, 170 milyon liralık büfeleri, reklamları da ekle… Üstüne de 134 film için harcanan 280 milyonu kat, hop 1,1 milyar liralık bir piyasa… Çok büyük bir rakam gibi göründü değil mi gözünüze, o vakit, sadece Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor’un, daha şimdiden, bizim tüm sinema işlerinden,  dört buçuk kat daha fazla gelir getirdiğini, hiç hesap etmeyin. Tek Star Wars değil, 2015’te dört büyük bütçeli film (Minyonlar, Yenilmezler: Ultron Çağı, Hızlı ve Öfkeli 7, Jurassic World) daha, bir milyar dolar barajını geçti. Sinema, özellikle Hollywood’a kazanç sağlamayı sürdürüyor, tam gaz. Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış, biz, gişeci ecnebi dünyasını bırakıp, kendimize dönelim yine, aslında bu bir hasılat ve büyüme rekoru, sinemalarımız, AVM eğlence paketine dâhil olduğundan beri, yani son 10 yılda izleyici sayısı iki kart arttı.  Çeşitlilik de bol, eskisi gibi yelpaze kapalı değil, 400 küsur film, beyazperdeyle buluştu. Çin ve Rusya’nın ardından en fazla büyüme gösteren pazar, bizimki. Yaklaşık 100 bin insan, sinemanın ya tam içinde, ya dolaylı bir şekilde de olsa bağlantı içerisinde… Şimdi nüfusumuz 80 milyona dayandı ve biz, tüm bir yıl boyunca, 60 milyon kişi sinemaya gittiği için sevinecek miyiz? Fransa’nın nüfusu bizden az, ancak sinemayı dolduranların sayısı, bizim yaklaşık dört katımız, meramım anlaşılmıştır umarım. Senenin en çok izlenen filmi Düğün Dernek 2, aynı tarihlerde vizyona giren, 2015’in en iyi yerlisi Sarmaşık ise, salon bulmakta zorlandı demekten de artık yoruldum. Anlamsızlık çoğalırken, anlatımın da pek faydası yok, haliyle…

 

Yerli filmler dip yapıyor da, yabancı yapımlar, zirveye mi tırmanıyor, ne gezer, on filmlik memleket dışı seyirlik seçerken de kara kara düşündüm. Eskiden, çok uzak bir geçmişte değil hani, sinema salonundan, mutlu ayrılırdım, sinemanın büyüsüne teşekkür ederdim, heyecanlanmak güzel ve iyi bir şeydi. Şimdilerde çoğu filmden robot gibi çıkıyorum, işte tek tük mutluluk, sonra uzak ara hissizlik. Ezber bozan yapıtların sayısı azaldı, benzer projelerin sayısı ise arttı. İşte budur diyemedikten sonra, ömürden giden 90, 110 ve 120 dakikalara da yanıyor insan, hiç şüphesiz.

 

Efendim, biz yine yurdumuza dönelim, harbiden olay, hikâye ve yaşanmışlık manyağı olan, tarihinden, coğrafyasına, doğal platoya eş düşen güzelim yerlerinden, canım doğasına dek, sinema için resmen biçilmiş bir kaftan diyebileceğimiz memleketimizde, ağzınızı büzü büze, ama öykü bitti ya derseniz, sizi sopayla kovalamak icap eder, kanımca. Ağır mevzular gerekçesiyle, suya sabuna dokunmaktan cayıp, hafif  meselelerin peşine düştükçe sinemamız, sansür ağıtına sarılmak da ikiyüzlülükten öteye gitmez. Dert ettiğiniz şey, hiçbir şeye derman olmayacaksa, amacınız nedir, halklarımızın yaraları var, sarılmayı bekleyen, ezilenlerimizin öyküleri var, anlatılmak istenen, bedel ödemiş insanlarımızın, isyanı var, çoğalması gereken, oysa sizler, ne yapıyorsunuz, cin filmi, absürt komedi, romantik şeysi dışında… Hem ne korkutuyor, ne güldürüyor, ne de sevi hasletine, seviye atlatıyorsunuz, debelendikçe, dibe batıyorsunuz, o kadar. Başkalarının başarısızlığıyla mutlu olanların çokluğu, imecenin de, kolektif bilincin de içine ediyor, affedersiniz. Sinemanın pek meşhur ekip ruhunu, kişisel egolara kurban ediyoruz, yana yakıla.

 

Çöl ikliminde ne yetişir, çölde ne boy verir, elbette kaktüs, işte onun dikenleri batsa dahi, acıtsa dahi, aynı kararlılıkla, yanlışın ve haksızlığın peşine düşmek, hem zihinsel, hem de işlevsel problemlerimiz var demektir. Sinema yolculuğumuz diye girizgâh yapıyor bazı sinemacılar, ne yolculuğu kardeşim, kendi fikrini törpülemişsin, düşlerini hapsetmişsin, gelecek yerine, günü kurtarma peşine düşmüşsün, sonra yolculuk, bırak zaten hedefi bir kenara, yok öyle bir yol, çıkmaz sokak orası, sonra tıpış tıpış geri adım. Susmayı, marifet sayan, sessiz toplum istemiyoruz der ya, işte o hesap.

 

Geçen gün televizyonda seyrettim, MuÅŸ Alparslan Üniversitesi Rektörü Nihat İnanç, “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar!’ dedi. Neeee film mi gösteriyorlar, öğrenciler, üniversitede film izliyor yani, rezalete gel, skandala bak! GeldiÄŸimiz nokta, bir filmi suç saymak aslında. Adını tam koyun iÅŸte, kontrolsüz sinema, sinema deÄŸildir deyin. GerçeÄŸi söylemek gerekirse, tek misal bu deÄŸil, kadınsız festival yapalım, böylelikle karşı cinsler arasında yakınlaÅŸma da olmaz diyeni de duydum, sinema tehlikelidir, bir bıçak gibidir, ekmek de kesersin, insan da diyeni de… Cesaret, ne istediÄŸini, kim ne derse desin, tam söylemek ve sözlerinin peÅŸine düşmek deÄŸil midir? Öyleyse söyleyin, bizler, salt kendi yaÅŸadığımız hayata benzer filmler istiyoruz, herkesin yaÅŸadığı hayatları kabul etmiyoruz ki, filmlerini onaylayalım. Tek tip sinema olsun, hiç kimsenin kötü alışkanlıkları olmasın, seviÅŸmesinler, öpüşmesinler, küfür etmesinler, sarhoÅŸ olmasınlar, kumar oynamasınlar, hepsi rolünü sırtlasın, yapacağı ÅŸeyi de, böyle uluorta beyazperdede deÄŸil, gizli gizli karanlık arka odalarda yapsın, kötü örnek olmayalım, ciciÅŸ, tatlış ve minnoÅŸ olalım. Vahayı, palmiyeyi, deveyi es geçmiÅŸ, çölde sadece kaktüs yetiÅŸir demiÅŸtik de, kaktüse, büyük ayıp etmiÅŸiz, insan denen canlıdan, çok daha dik duruyor çünkü.

Gökte yıldız, yerde hendek savaşları

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Memleketin bir ucu, hendek savaşlarında, diğer ucu Yıldız Savaşları’nda… Bir yanımız, sokağa çıkma yasağıyla ya evlerine hapsolmuş, ya da göç yollarına koyulmuş, diğer yanımız, sıcacık koltuklarda, dev perdeyi seyreyliyor, gözünde 3D gözlük, elinde patlamış mısırla… Bir tarafta, gerçek silahlar, ölümler ve tarifsiz acılar, öte tarafta, oyuncak ışın kılıçları, büyümemiş çocuklar ve kahkahalar. İstikbal göklerde midir bilemem, öyle olsa bile, meşhur Yıldız Savaşları’na daha çok vakit var, yerde ise hendekler, barikatlar, sıra sıra tabutlar var, şimdi var, bugün var, görmesek de var, sırtımızı dönsek de var, kabullenmesek de var.

 

‘İlk ‘Yıldız Savaşları’ (Star Wars) filmini, seyretmiştik maaile, çekirdek çitleyerek, bir yazlık sinemada, yıldızların altında… Zaman, boyutlar, yerçekimi, uzay, pek de umurumuzda değildi hani, ışın kılıcına, lazere, garip yaratıklara, yaratılan müthiş atmosfere kilitlenmiştik. Sinema büyüsü işte buydu, Bilge Yoda, sanki hepimize dokunmuştu’ daha önce anlatmıştım bunu, bizim kuşak işin önemi büyüktü serinin, arsalarda, bostanlarda, sokaklarda boy veren neslimiz, bilimkurguyla haşır neşir olmuştu. Haliyle etkisi, kaçınılmazdı, ne güzel işte, tıka basa melodram yerine… Hem basit şeytan uçurtmasından ve afili kasnaklıdan, ünlü ve dost uzay gemisi Milenyum Şahini’ne ve düşman güçlerin, avcı filosunu oluşturan X Kanatlılar’a geçmek için, zaten bize gereken, ışık hızıydı. Elbette, hayranlık meselesini abartanlar da oldu, Jedi dini ve çocuklarına Ceday adını koyanlar gibi.

 

Basın gösterimi iptal edilince, Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor’u (Star Wars: The Force Awakens), Perşembe sabahı seyredebildim. Neden basın gösteriminden bahsettim, çünkü filmleri, reklamsız ve aralıksız izlemeye alışmış bünye, başta yarım saat reklam, antrakta da on dakika reklam, ağır geldi haliyle… Seyirciye, harbiden yazık değil mi, hem filme para veriyorlar, hem de reklam bombardımanına tutuluyorlar. Evet, güzelim sinema keyfinin, ticaret kaygısıyla bozulması, pek hoş olmasa gerek. Ötesinde serinin yaratıcısı George Lucas, yapıtlarının tüm haklarını, Disney’e satmıştı, üç milyar dolara, biliyorsunuz. Yılların Disney’i, bilir işini, hemen kolları sıvadı, ortalığı resmen galaksinin arka bahçesine çevirdi. Süper marketler, oyuncakçılar, kafeler, aklınıza ne gelirse, genişletilmiş evrenin askerleriyiz diye bas bas bağıracaklar neredeyse… Star Wars çılgınlığı, gündelik hayata daha fazla sirayet etmez, canım seriden soğutmazlar umarım. Gençler, karanlık taraf kadar koyu kahveleriniz geldi veya aaa aşkitom, ne güzel bak, ışıl ışıl ortam, güç (force), aydınlatıyor mekânı derlerse, yandığımızın resmidir. Hazzo Pulo Pasajı denen eski han, bitik Beyoğlu’nun, ender sosyalleşme alanlarından ve çay tiryakileri için vaha gibi. Bu durum, serseri pilot Han Solo’nun çayları gibi bir girişime yol açmasın da, Çaykovski çaycısı gibi dumur olmayalım.

 

Filmin çıkışında, yönetmen JJ Abrams, ağır Yahudi, doldurmuş Nazi’leri, uzayda da hesap sormak için diyen mi ararsın, ya çok reklam var derken, üstü gerçek bir reklam panosu gibi olan ergenlere mi şaşarsın, bu eser, klişe deposu gibi, serinin eski filmine benziyor derken, tarif ettiği filmin, aslında bambaşka bir seriye, Uzay Yolu’na (Star Trek) ait olduğuna mı yanarsın, harbi harbi bilemedim. Film, çok hızlı aktı diyor eleman, neye göre hızlı aktı, beylik laflar var, ezberlenmiş, bolca saçılıyor etrafa, filmin felsefesi yok diyor bir diğeri, neredeyse serinin yarı yaşında, arkadaşı soruyor, her filmi seyrettin mi, yok diyor, bu henüz ilk deneyimim, kâbus gibi, şaka gibi, yeminle… Bizim en fiyakalı derdimiz, kafa patlatmadan bir mevzuya, direkt bilmişlik hastalığına yakalanmamız, kesinlikle. Dur bir dinle, dur bir anla, dur bir oku, dur bir düşün kardeşim be, acelen ne, kimse seni bilmediğin şey için yargılamaz, yanlış bildiğin şeyde ısrar ettiğin için eleştirir, olsa olsa.

 

Jedi ustası bilge Yoda artık yoktu, kötülüğün karizmatik lordu Darth Vader de, benim çok sevdiÄŸim karanlık tip Darth Maul da… Lakin sevgili Han Solo (Harrison Ford), gıcık olduÄŸum Luke Skywalker (Mark Hamill), garip saçlı Prenses Leia – General Organa (Carrie Fisher), iÅŸte beyazperdedeydiler, zaman su gibi akıp geçmiÅŸ, yaÅŸlanmışlardı, eski dostlar. Sonra Chewbacca, C-3PO, R2-D2, Stormtrooper ahalisi ve diÄŸerleriyle karşılaÅŸtık, geçmiÅŸimizle kucaklaÅŸtık, kavuÅŸmuÅŸ olduk. Yeniler de vardı elbette, Rey, Finn, Poe Dameron, Kylo Ren derken, en akılda kalan, hayli ÅŸirin yeni kahraman minik robotumuz BB-8 oldu, kanımca. Teknolojinin geliÅŸiminin, tüm efektleri, daha da gerçekçi kıldığı, şüphe götürmez. Åžimdi yedinci, gelecekte, yetmiÅŸ yedinci film çekilse, belki öyküye de ihtiyaç kalmayacak, daya görseli, gitsin. O kadar malzeme var mı diye sorarsanız, geniÅŸletilmiÅŸ evren bu, istediÄŸin kadar kahraman, robot, uzay gemisi, silah, aparat ekleyebilirsin, üstelik tiplemelerin sayısı arttıkça, maÄŸazalarda satılacak ürünlerin sayısı da artar, sonra hop paralar cukkaya.

 

Evet, beğenenlerin, beğenmeyenlerin, çok sevenlerin, hiç sevmeyenlerin, burun kıvıranların, gaza geldik filme gittik, keşke bileti Düğün Dernek 2 için alsaydım, daha çok eğlenirdim, bol bol gülerdim diyenlerin olduğu bir film, Güç Uyanıyor. Doğruya doğru, bilimkurgu, herkesin harcı değil, haliyle bu bilimkurgu da değil, aslında tastamam fantastik kurgu, insanın uzaya ve uzaylılara dair fantezilerinin yansıması, o kadar.

 

Yani çok abartılacak, çok büyütülecek bir mesele değil, elbette çocuktuk, etkilendik, dünyamız genişledi, George Lucas abimize saygımız sonsuz, ancak bu, onun düşleri… Ve bizim düşlerimiz bambaşka olabilir artık, ergenlikten çıktık sayılır, çok şükür. Şimdi biraz gerçeğe dönme vaktidir, can yangınları sürerken, tek derdimiz Yıldız Savaşları olmasın, mümkünse. Öğretmenlerinden ve okullarından olan çocuklar var coğrafyamızda, onların düş kurmaya mecali yok, önce onlar düze çıkacak, sonra hep birlikte göğe bakarız, yine…

Küfür, seks, alkol, sigara, yasakları asla sevmez sinema…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Efendim, kaç zamandır üstüne yazıyorum, tane tane anlatıyorum, bizim memleketin biricik meselesi, sinema, şu, bu, o değil, samimiyettir diye… Elbette, pes etmedim, baştan söyleyeyim, çözüm getirmek gibi derdim yok, buna gerek de yok. Lakin mevzu önemli, yasak fitilini ateşlemek, zaten kısıtlı olan özgürlüklerin, tamamen tutuşması demektir. Cayır cayır yanan sinemanın ruhu olacak, geriye is, geriye küller, geriye kocaman bir enkaz kalacak. Hah! Samimiyetle, yasakların ve sinemanın alakasını kuramadım diyeceksiniz, o vakit gündelik hayatta, insanların oynadıklarından, rol yaptıklarından bihabersiniz, bırakalım oyuncular oynasın, sahnede, sette. Ama nerede? Tabu bellenen hemen her şeyde, insanlar, toplumun baskısından sakınarak, hiç olmadıkları insanlara can veriyorlar, oysa toplum, bireylerden oluşuyor, bireyler rol yapıyorsa, toplum yapmıyor mu, haliyle yapıyor, çok güzel oynuyor, oynanıyor. Açıklık başka şey, gizlilik bambaşka şey oluyor, misal bir filmde küfürler havada uçuşuyor, yönetmene sorulan ilk soru, niye bu kadar çok sövgü var. Elinin körü var.

 

Buna dair komik bir anım var, işte bir festivalde, bir film seyrettik, sonra soru-cevap faslına geçildi. Küfrün çocuklara kötü örnek olduğunu söyleyen ve filminizi salt bu yüzden beğenmedim diyen bir adamla, çıkışta karşılaştık. Eleman, açtı telefonu, telefonun diğer ucundakine saydırdı, işte 40 kez aramışsın, sinemadaydım diye başladı ve küfürleri ardı ardına sıraladı. Yanımızda da çocuklu aileler vardı, arkadaşım, az önce şov mu yapıyordun, kibarlık budalası gibiydin, külhanbeyi mertebesine ne çabuk geçtin, yani hikâye bunlar, hep hikâye…

 

Peki, bunu yazma sebebim ne, anlatayım efendim, geçen gün sinemanın haylaz yönetmenlerinden Gaspar Noe’nin Aşk (Love) adlı filmini seyrettim. Film, seks ile başladı, seks ile bitti, arada iki sohbet, üç tartışma, bir kavga, hop yine seks. Öyle erotik kafasında, estetik tafrasında da değil, bildiğin sanatsal porno, hatta hard porno. Bu film, Türkiye’de gösterilse (yalan o, yok öyle bir lüksümüz), yönetmene kalkıp, neden seks diye mi soracaksınız. Ee adam kendini öyle ifade ediyor, hayatta ne varsa, sinemada da olsun, seks, tabu olmasın, aşın bunları diyor. İzlemek sana kalmış, izlememek de, lakin sen başkaları da seyretmesin dersen, işte o özgürlüklerin ihlali, yasakların başlangıç noktası oluyor. Demek istediğim şey şu, küfre bile karşı olanlar, seks mevzusunda ne diyecekler, özetle; biz neredeyiz, onlar nerede, işte öyle. Samimiyetsizlik bunun neresinde diyeceksiniz, o vakit şöyle açıklayayım, porno sitelerini geçtim, sosyal medya ve iletişim aparatlarında, Periscope, WhatsApp, Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, vesaire vesaire, cinselliğin yükselişi, gaz kesmeden sürüyor, yani seks her yerde… Kimi kendine nick, lakap buluyor, kimi kendi adıyla sanıyla gizli gizli takılıyor, Rus kızların fotoğraflarının altına, düşmanın güzelse, teslim bile olunur diye yazan delikanlının sayfasına bakıyorsun, ayet paylaşıyor, hayırlı Cumalar diyor, işte samimiyet burada yatıyor. Şimdi insanlar ne yaparsa yapsın, sana ne de diyebilirsiniz, karşı değilim ki, elbette istedikleri gibi yaşasınlar, ancak başkalarının ne seyredeceğine, nasıl giyineceğine falan filan karışmasınlar, meramım budur.

 

Klişenin dibi olan sanat, sanat için midir, yoksa sanat, halk için midir tartışmasına bile hasret kaldığımız bugünlerde, sanat da neymiş diyenlerin sayısı giderek çoğalıyor. Ve estetik kaygıyı geçtim, üretime saygı bile kalmadı, mübarek gişe, paralı festival veya destekçi bakanlık sevdalısı bunca vasat filmin, benzer ve kopya işin bolluğunda… Çünkü yaratmaktan muaf olanlar, kötü bir şaka gibi egolarını ön plana çıkarmaya çalışıyor, bir filmi, film eden ekip ruhunun da çanına ot tıkanıyor. Eleştirilemez olduğunu düşünüyor eleman, ben yaptım oldu, çok güzel oldu kafasını yaşıyor, aynen devam edin, haklısınız, daha dibi yok bu işin.

 

Cayır cayır yanan sinemayı, hangi yasak söndürebilir

 

Artık pornoya, pardon sanat pornosuna, yine yanlış oldu, yoğun seks içerikli sanat sinemasına geçebiliriz. Seul contre tous (1998) ile Arjantin doğumlu Gaspar Noe, hey seyirci, ben geldim, seni rahatsız etmeye, ezberinden silkelemeye dedi resmen… Gaspar’ın meşhur Dönüş Yok (Irréversible – 2002) filmini, sinemada seyretmiştim, yeraltı geçidindeki, rahatsız edici ve irkiltici tecavüz sahnesinde, salonun neredeyse yarısı boşalmıştı. Ne kadar kaçarsak kaçalım, dünyanın böylesi kötü, karanlık ve acımasız gerçeği vardı, sırtımızı da dönsek, umursamasak da vardı, yönetmen, bunu gözümüze sokmak istemişti. Tam yedi yıl sonra Enter the Void ile yine seyircinin aklını almayı denedi Gaspar Noe, kimi seyirci şaşırdı, kimi izleyici, bu ne şimdi dedi. Ben, sert, çarpıcı, akılda kalıcı, karışık ve marjinal filmler çekeceğim gibi bir açıklama yapmadı belki, ancak şu, su götürmez bir gerçekti; hazmı çok kolay işlere girmeyi, her nabza göre şerbet vermeyi reddediyordu. Ardından yine videolar, klipler, kısalar, ortak projeler yönetti ve altı sene daha geçti, yeni uzun metrajı Love’a kadar…

 

Love, Michael Winterbottom’un, 9 Şarkı (9 Songs-2004) filmi gibi, 9 Şarkı’da, seksin arasına konserler sıkıştırılmıştı, Aşk ise, seks, öykü, seks, öykü şeklinde ilerliyor. Gaspar’ın en rahat seyredilecek filmi diyebiliriz, niye çekmiş, ne gereği vardı derseniz, haklısınız, konulu porno seyretmek için sinemaya gitmeye gerek yoktu, internet bununla kaynıyor. Ünlü abimiz Tinto Brass bile çok masum, çok erotik kalır, Love’un yanında… Love, Cannes Film Festivali’nde ilk kez gösterildi, sonra festival festival gezdi, birçok ülkede gösterime girdi ve girecek. Peki, ya Türkiye’de? !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Lars von Trier tarafından kısaltılmış versiyonuyla gösterilen Nemfomanyak – İtiraf’ın (Nymphomaniac), iki bölüm halinde vizyona girmesi yasaklanmıştı. Yaş sınırını da dinlememiş idi üst kurul, yani 90 yaşında da olsan seyredemezsin kardeşim demişti. Hal böyleyken, Nemfomanyak’ın yanında hayli mazbut kaldığı Aşk, nasıl gösterim şansı yakalasın? Direkt, malum ortama dadanacak sinemaseverler, internet, sağ olsun, var olsun. Lars Von Trier demişken, onun İdiot (Idioterne – 1998) filmini es geçmeyelim, hatta pornonun estetik arayışı diye not düşelim.

 

Dünyanın en meÅŸhur porno aktörü Rocco Siffredi bile sanat için soyundu, biz hala neyin peÅŸindeyiz, ÅŸakası bir yana, Rocco, Fransız kadın yönetmen Catherine Breillat’ın, Romance (1999) ve Anatomie de l’enfer (2004) adlı filmlerinde, boy gösterdi, iÅŸte bu espri deÄŸil! Peki, sanatı, pornoyu geçtim, kült mertebesi muamelesi gören, sapkın yapıt, Srpski Film’i (2005) nereye koyacaksınız, istismar sineması diye bir ÅŸeyin varlığından haberdar deÄŸilseniz ÅŸayet, evet, snuff, yamyam filmleri ve dahası, sinemanın bir de karanlık yüzü vardır, üstelik alıcısı da, pardon izleyicisi de çoktur.

 

Hah! Bu dediklerin, ödül mödül kazanamaz derseniz, yanılırsınız, festivallerden 44 ödül kapmış ünlü Meksikalı Yönetmen Carlos Reygadas’ı da mı hiç duymadınız, 2005’te çektiği Batalla en el cielo’yu seyredin o vakit, bir güzel genç kızla, yaşlı, şişman ve çirkin adamın, yani uyumsuzların seks sahnelerini görün (Bu suça teşvik gibi oldu).

 

Kids (1995), Çarpışma (Crash -1996), Pola X (1999), Mahremiyet (Intimacy – 2001), Pornografi (Le pornographe – 2001), Ken Park (2002), Shortbus (2006) derken, say say bitmeyecek, ki bunlar, yakın tarih sayılır, sinemanın aykırı çocuÄŸu Pasolini’nin, Salo ya da Sodom’un 120 Günü’ne veya daha da öncesine de gidebiliriz. Maksadımız, seks içerikli filmler listesi yapmak deÄŸil, böyle bir gerçeÄŸin varlığından rahatsız olanların, küfre, alkole, sigaraya, iÅŸte aklınıza ne gelirse, onları yasaklama tavrına, tepki koymak, o kadar. Neden mi? Aptal kutusu televizyona dönüşmesin diye güzelim beyazperde… Sansürlenen, yasaklanan, buzlanan veya artık senaristlerin ve yönetmenlerin kullanmaktan çekindiÄŸi ve daha da kötüsü akıllarına bile gelmediÄŸi TV iÅŸi ÅŸeylerin, zamanla salonlara sıçramasına, sinemanın ruhundan olmasına, adeta kupkuru kalmasına, tektipleÅŸmesine ve dar alanda kısa paslaÅŸmalar yapmasına sebebiyet vermesine itiraz etmek gerek, yanlış mı düşünüyorum?

 

Yeşilçam’ın sanattan muaf, hatta komik olmaya çalışırken güldürmeyi bile beceremeyen, tuhaf erotik sineması dışında, bizde pek örneği yoktur, beyazperdedeki seks sanatının… Cinsel içerik taşıyan filmlerimiz vardır elbette, az da olsalar, işte Mum Kokulu Kadınlar, Berlin in Berlin, Atıf Yılmaz’ın bazı filmleri, Müjde Ar ve Nur Sürer’in cesur oyunculukları ve benzerleri… Evet, sinema, Yıldız Savaşları serisindeki gibi, iki yönlüdür, gücün aydınlık tarafı olduğu kadar, karanlık tarafı da vardır, bu bir dengedir, bozmak olmaz.

Bu yazı, http://www.cinedergi.com/ için yazıldı

12348118_10153723888188080_8543834906968066626_n

Dünyayı güzellik kurtaracak!

 

 

 

 

Alper TURGUT

 

“Yıldız Savaşları” (Star Wars) filmi seyretmiştik maaile, çekirdek çitleyerek, bir yazlık sinemada, yıldızların altında… Zaman, boyutlar, yerçekimi, uzay, pek de umurumuzda değildi hani, ışın kılıcına, lazere, garip yaratıklara, yaratılan müthiş atmosfere kilitlenmiştik. Sinema büyüsü işte buydu, Bilge Yoda, sanki hepimize dokunmuştu. Şimdilerde serinin, 7. filmi bekleniyor, çoğu insan burun kıvırıyor, uzadı bu mevzu diyerek, lakin ben, ergen düşlerime ihanet edemem, onca yıl sonra bile bekliyorum, hasretle… Bilimkurguyu çok severim, saygı duyarım, hem zorlu bir iştir, yani tam bir ekip ruhu ister, hem de bilginin sınırlarını zorlama çabası vardır, kafa açmaya gayret eder. İşte heyecanlı bir bekleyişin ardından, beklentimi de ister istemez yüksek tutarak, “Yıldızlararası”nı (Interstellar) izledim. Film, yakın geleceği anlatıyordu, ancak beni geçmişe, o güzelim günlere yollamayı bildi. Hani komşuluğun henüz bitmediği, kapı zilinin sürekli çaldığı, herkesin birbirinden eksiklerini tamamladığı, paylaşmayı bildiği, yetişkinlerin, salt kendi çocuklarını değil, tüm çocukları kolladığı, mahallelinin, meşgale edinip, sinemaya gittiği, o günlere… Yıldızlararası, “Bu dünyanın hali ne olacak lan” dediği için, 6 küsur milyar insan, “Resmen mahvettik doğayı be” söylemi için, “Kötülük varsa, iyilik de var, dünyayı, nefret değil, sevmek kurtaracak” diye bas bas bağırdığı için, değerli, önemli ve güzel, öyle işte.

 
“Yerçekimi”nin (Gravity) ardından, uzaya dair daha etkileyici bir şey uzun bir süre çekilmez diye düşünüyordum, yanılmışım. Son 15 yılın, en parlak, en yetenekli, en beklenen, en geleceği merak edilen yönetmeni Christopher Nolan, yine müthiş bir iş çıkarmış. Ve filmini iyi ki üç boyutlu çekmemiş, iki boyutlu, Imax perdedeki görsellik, muazzam ve tastamam idi, etkiledi, sersemletti. Kara Şövalye’den, Başlangıç’a, Akıl Defteri’nden Prestij’e güzelim filmler çekeceksin, sana ödül yok birader diyecekler. Açlık ve Utanç gibi iki alkışlık film yöneten Steve McQueen ne yaptı?, “Ben Oscar istiyorum kanka” dedi ve Hollywood kurgusuyla 12 Yıllık Esaret’i çekti, hop yılın en iyi filmi oldu. Nolancığım da, “Yeter artık, Martin Scorsese abimiz kadar bekleyemem ben” dedi, düşündü, etti ve Yıldızlararası’nı, Uzay: Bir Sevgi Filmi’ne çevirdi. Zaten ABD’nin kurucusu George Washington’un “Her ABD çiftçisi, dünyayı kurtarmak ve uzay macerası yaşamakla mükelleftir” sözünü unutmayalım.

 

ORTA BÖLÜM VAR YA ORTA BÖLÜM

 
Şakası bir yana, giriş çok bildik ve klişe ötesi, bizim kahraman köylü, uzaya karşı tadında olabilir, filmin finali ise Çağan Irmak kafası yaşayabilir. Karamsarlık, gerçekçilik, insanın vahşi tabiatı, bize dair eksiklikler, gedikler, zayıflıklar, sonra şiirsel atmosfer, çarpıcı görsellik, mükemmel müzikler, uzaya dair mitralyöz gibi yağdırılan bilgiler, bir anda bıçak gibi kesilir ve finalde Roland Emmerich tarzı lay lay lom olursa, tat kaçar, ıskalanmış işe hayret de edilir. Ancak orta bölüm var ya, orta bölüm, resmen başyapıt!

 
Solaryumlu, adaleli, karnı baklavalı, sörfçü delikanlıyken, son yıllarda bildiğin çılgın atan Matthew McConaughey, yine döktürüyor, filmi peşinden sürüklüyor. Ötesinde Anne Hathaway, Jessica Chastain, Matt Damon, Casey Affleck, Bill Irwin, Ellen Burstyn, John Lithgow, Michael Caine, Wes Bentley David Gyasi, Mackenzie Foy, Topher Grace… Kadroya bak, hizaya gel!

 
Üç boyutlu hayatımızda, dördüncü boyut için uzay zaman denir. Beşinci boyut ise STV dizisidir, hayır, Nolan Arkadaş, bu absürt diziyi seyrediyor olamaz, olmamalı… Belki sonsuz zekadır beşinci boyut, belki Araf’tır, öteki dünyadır, insanın hayal dünyasının zirvesidir, muğlaklığın gerçek olma dileğidir. Kim bilir? Kara delikler, solucan deliği, başka bir galaksi, ışık hızı, hayatın devam edeceği yeni gezegenler bulma umudu… Hah! Yerküreyi bitirdik, yeni bir gezegen keşfedip, onu da yok edelim. “Başka bir dünya mümkün!” derken, “Farklı bir gezegene gidelim” demedik, “Bu dünyanın, vahşi kapitalizmden, sömürüden, emperyalizmden kurtulması, kurtarılması gerek” dedik.
Evet, bir numaralı kural, ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kısıtlıdır. Savaşa, betona, uyuşturucuya ayırdığın bütçeyi, yaşama, açlığa, paylaşmaya ayırsan, doğaya ve dünyaya saygı duysan, yeryüzü, aşkın yüzü olur elbet! Yıldızlararası, bir alkışı da çevre duyarlılığı için hak ediyor, tıpkı Avatar gibi…

 

Uzaylı bulalım, direkt ateş edelim, yıldız gemileriyle hücuma geçelim, dünyayı, kötü yürekli, fesat, açgözlü, haris uzaylı milletinden kurtaralım mantığı gütmediği için de tebrik etmek gerekiyor. Dünyayı şamar oğlanına çeviren, hırs küpü insanlık, elin garip uzaylısına, bizim yuvamız çok cici, çok temiz, sen onu kirli emellerine alet edemezsin diyor ya, ya sabır, ya sabır…

 

Filmden çıkınca; Yıldızlararası’nı beğendim, beğenmeyenlerin neyi beğendiğini merak ettim, varsa Nolan, gerisi yalan, memleketin tüm yönetmenleri birleşse, bu filmi çekemez. Ha finale dair, hayal kırıklığım elbette var. Lakin arkadaş, filmi seyrederken, “İşte sinema duygusu budur” demek, çıkınca bir sigara yakıp, “Ne anlattı lan bu köftehor şimdi?” diye sersemlemek, sonrasında gün boyu üstüne düşünmek, güzel be! demiştim. Üstünden iki gün geçti, hala aynı şekilde düşünüyorsam, vardır bir hikmeti… Bazı filmler, ya çok sevilir, ya da yerin dibine batırılır, ortası yoktur, gri yoktur. Yıldızlararası böyle bir film işte, kıymeti yıllar sonra anlaşılacak olanlardan…

 

9 Kasım 2014 / Evrensel

Yerli ve yabancı, yaÅŸasın 90’lar sineması!

ALPER TURGUT

90’lar sineması, kesinlikle senaryonun gücünün ulaÅŸtığı son zirvedir. Ve ardından ne yazık ki; önlenemeyen büyük bir düşüş baÅŸlamıştır. Evet, 2000’lerde, metin öldü, görsel öne çıktı. Tekrar çekilen filmler, seriye dönüşen ucuz yapımlar, üç boyutlu efekt katkılı şölenler, 90’ların hemen ardından yaÅŸam alanı buldu. İşte gerek memleketimizde olsun, gerek ise tüm dünyada, beyazperdenin ve devamında elbette bizlerin en mutlu olduÄŸu yıllar, 90’lardır, hiç kuÅŸkusuz. Sinemalara koÅŸup, salonları doldurup öyle güzel, etkileyici ve akılda kalıcı filmler izledik ki, onların hatırına ÅŸimdi kötü filmlere bile daha rahat katlanabiliyoruz.

Türkiye’de, 1990 yılı başından 1999 senesi sonuna dek tam 503 uzun metraj kurgusal film (Bu sayının gerçeÄŸi yansıttığı söylenemez, aralarında gösterime giremeyen pek çok yapım var) çekildi. ÖrneÄŸin 1993’te 82 film çekilmiÅŸtir ancak gösterime giren sayısı sadece 11’dir. EÅŸkıya, Tabutta RövaÅŸata, Masumiyet, Ağır Roman, İstanbul Kanatlarımın Altında, Hamam, Her Åžey Çok Güzel Olacak, C-Blok, Piyano Piyano Bacaksız, Kaç Para Kaç, GüneÅŸe Yolculuk, Kasaba… 1980’lerin o bunaltan, psikoloji ve kadın sorunları üzerine yoÄŸunlaÅŸan darbe tesirli filmleri yerini, ÅŸimdi eski yeni kuÅŸak diyebileceÄŸimiz yönetmelerin (DerviÅŸ Zaim, YeÅŸim UstaoÄŸlu, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz) daha özgün ancak esinlenmekten hala vazgeçememiÅŸ yapıtlarına bıraktı. Ömer Kavur, Yavuz Turgul, Orhan OÄŸuz gibi yönetmenler ise ustalık dönemine girmiÅŸlerdi artık. Tek tük örnekler dışında 1990’larda giÅŸe baÅŸarısından söz etmek mümkün deÄŸildir. Hollywood, ABD’de vizyona soktuÄŸu filmi aynı zamanda Türkiye’de de göstermeye baÅŸladı. 90’lar öncesinde yabancı bir film, ülkemizde bir, iki yıl sonra gösterime girebiliyordu. Hollywood belasına karşı Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, İrfan Tözüm, Barış Pirhasan, Memduh Ün, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yusuf Kurçenli, Zeki Ökten ve Orhan OÄŸuz, 1995 yılında Sinema Vakfı’nı kurarak, sinemanın canlandırılması için harekete geçtiler.

Yeni bir sürece, kendini geliÅŸtirme, dönüştürme ve çeÅŸitlendirme sürecine giren Türkiye sinemasınnda, 1990’ların ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında da fark vardır, aslında iki ayrı bölüm olarak düşünmek gerek. İlk yarı bariz bunalımlı, yönetmenlerin hayli kiÅŸisel ve iç dünyalarını resmetmeyi denedikleri 80’lerden tam olarak kurtulamamıştı, ikinci yarı ise giÅŸe hedefi ve sanat ürünlerinin çeÅŸitliliÄŸi ile daha bereketli geçti. Varoluşçuluk, Tarkovski, Kafka, klasik edebiyat, Yer altı edebiyatı, marjinallik, deneysel çalışma, simgesel anlatım, artık aklınıza gelebilecek her yoldan her ÅŸekilde eserler üretildi. Lakin memleket sineması diyebileceÄŸimiz bir akım yaratılamadı. Yerelden evrensele giden yol açılamadı, kurallar esnetildi ama ezber bozulamadı. Düşünün, bugün sinema hala bir sektör deÄŸil bu ülkede, dizilerin uzantısı olan, belki sektör aday adayı… Kitle iletiÅŸim araçları çoÄŸaldı, PR çalışmaları arttı ancak kaliteli yapıtların oranı çok ama çok düşük kaldı. İşte yüzde 80’i yazın çekilen filmlerle festival festival geziyoruz, ödüllere seviniyor, günü ve giÅŸeyi kurtarmaya çalışıyoruz.

YeÅŸilçam’ın etkisinden çıkmak, batı tekniklerini yurdun gerçeÄŸine yedirmek, Yeni Türkiye Sineması için harekete geçmek. İşte 90’lar sinemasını önemli kılan ÅŸey buydu. Sanat filmleri ve popüler filmler olarak yol ikiye ayrılacaktı ancak, zaten toplamda yakalanan baÅŸarı, ülke sinemasının hanesine yazılacağı için bunda sorun yoktu. Teori, pratikle pek örtüşmez, 2000’lerde problemler çoÄŸaldı, kaliteli filmlerin sayısı azalırken üretim ise giderek arttı. Dizi estetiÄŸiyle çekilen filmler, öğrenci ödevi nden hallice yapımlar, seyirciyi TV karşısından alıp, beyazperdenin önüne konuÅŸlandıramadı.

Neyse… 90’lar filmlerine geri dönelim ve seçtiÄŸimiz filmleri sıralayalım; Yengeç Sepeti, Kahpe Bizans, Amerikalı, Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, Berlin in Berlin, Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri, Düş Gezginleri, Dönersen Islık Çal, Suyun Öte Yanı, Gizli Yüz, Karartma Geceleri, Usta Beni Öldürseni, Tatar Ramazan. İskilipli Atıf Hoca, Mum Kokulu Kadınlar, Işıklar Sönmesin, Hoşçakal Yarın, Laleli’de Bir Azize, Üçüncü Sayfa, Salkım Hanım’ın Taneleri, Kız Kulesi Aşıkları, Lola Bilidikid, Karışık Pizza, Manisa Tarzanı, Åžahmaran, AÅŸk Ölümden SoÄŸuktur, Babam Askerde, Bir Kadının Anatomisi, Bir ErkeÄŸin Anatomisi, Leoparın KuyruÄŸu, Sen De Gitme, Minyeli Abdullah, Propaganda, Güle Güle…

Gelelim, dünyaya… 1990’lar da Hollywood’un krallığıyla geçer ancak bu kez yeni bir rakip vardır karşısında… Bağımsız Amerikan Sineması, büyüyen, serpilen ve etkileyen bir güce dönüşmüştür. Avrupa ise Amerikan iÅŸi aksiyonun büyüsünden kurtulamamıştır, özgün filmler vardır ama sayısı azdır. UzakdoÄŸu’da ise güzel bir doÄŸum gerçekleÅŸmiÅŸtir, 2000’lerde imza atabilmek için…

Åžimdi hangi filmden baÅŸlayalım o denli çoklar ki… Sıkı Dostlar, Makas Eller, VahÅŸi Duygular, Kurtlarla Dans, Kuzuların SessizliÄŸi, Terminatör 2, Güzel ve Çirkin, Delicatessen, Balıkçı Kral, Barton Fink, JFK. Bitti mi? Bitmez! Rezervuar Köpekleri, Affedilmeyen, Glengarry Glen Ross, AÄŸlatan Oyun, Chaplin, Malcolm X, Acı Ay, El Mariacci, Schindler’in Listesi, Gerçek Romantik, Bugün Aslında Dündü, Piyano, Carlito’nun Yolu, Arizona Rüyası, Stalingrad, Naked, Babam İçin.

Liste uzun… Daha Esaretin Bedeli, Pulp Fiction, Leon, Forrest Gump, Aslan Kral, Clerks, Karga, Ed Wood, Gün DoÄŸmadan, Cesur Yürek, OlaÄŸan Şüpheliler, Büyük HesaplaÅŸma, Casino, 12 Maymun, Toy Story, Nefret, Trainspotting, Fargo var.

Soluk aldıysanız devam edelim; Can Dostum, Los Angeles Sırları, Hayat Güzeldir, Boogie Nights, Prenses Mononoke, Büyük Lebowski, Er Ryan’ı Kurtarmak, İnce Kırmızı Hat, American History X, Karanlık Åžehir, Truman Åžov, AteÅŸten Kalbe Akıldan Dumana, Rushmore, Pi, Dövüş Kulübü, Amerikan Güzeli, YeÅŸil Yol, Magnolia, 6. His…

Avrupa’dan Üç Renk, yani Mavi, Beyaz ve Kırmızı nasıl unutulur? Sonra Yıldız SavaÅŸları serisi yıllar sonra 90’larda tekrar baÅŸladı. Seri demiÅŸken; GeleceÄŸe Dönüş, Zor Ölüm, Baba, Yaratık, Robocop, James Bond, Rocky ise geçmiÅŸten 90’la taşındı. Ve Blair Cadısı, 90’ları kapatan bu fenomen, üç kuruÅŸu milyonlarca dolara katlayan bir tanıtım mucizesi gibiydi. Sayesinde korku-gerilim türünde bir devrim yaÅŸandı ve sallanan el kameraları ile çekilir oldu pek çok film…

Ses getiren filmler bitecek gibi deÄŸil. Hayalet, Evde Tek Başına, Özel Bir Kadın, Korku Burnu, Temel İçgüdü, Jurassic Park, Gerçek Yalanlar, Katil DoÄŸanlar, Salak ile Avanak, Titanik, Siyah Giyen Adamlar, Oyun, BeÅŸinci Element, Åžeytanın Avukatı, Kadın Kokusu… Bu filmlerin bazıları müthiÅŸ yapıtlar deÄŸil elbette, ancak bugün hala üstüne konuÅŸuyorsak, belleÄŸimizde yer etmiÅŸler demektir. Misal Titanik tüm zamanların en büyük giÅŸe rekorunu kırdı ve tüm dünyada 1 milyar dolar barajını aÅŸan ilk film oldu. Ta ki yönetmeni James Cameron, Avatar’ı çekene dek. Temel İçgüdü ve Özel Bir Kadın, 7. sanat adına belki bir ederleri yoktu ama kült filmlere dönüşmeyi baÅŸardılar.

Artık listemize aÅŸağıda saydığım yapıtlarla bir son verelim, çünkü aklımıza ve gönlümüze yer etmiÅŸ 90’lara dair filmler o kadar fazla ki, yerimiz ise dar, nokta koymazsak sığdıramayacağız. Evet, son olarak; Çalınmış Güzellik, Kaya, Görevimiz Tehlike, İngiliz Hasta, Çığlık, Donnie Brasco, Jackie Brown, Aç Gözünü, Funny Games, Benden Bu Kadar, Küp, Lolita, Kayıp Otoban, Yalancı Yalancı, Yüz Yüze, Sefiller, Mesajınız Var, Ronin, Gözleri Tamamen Kapalı, John Malkovich Olmak, AÅŸk Engel Tanımaz, Erkekler AÄŸlamaz, Amerikan Pastası, Åžehrin Azizleri.