Etiket arşivi: YeÅŸilçam

Devletin mangırıyla, bağımsız sinema olamaz!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şerde bir hayır vardır derler ya, valla kısmen doğrudur, işte bir festival, kendince safraları (aman sahnede protesto şeysi filan olmasın kafası) atmaya çabalarken, resmen ikinci festivale yol açtı, bildiğiniz sınırları aştı, tek kente sığmaz, sığamaz oldu.

Uluslararası yarışma, Antalya’ya, ulusal yarışma da İstanbul’a kaldı, yani bizim meşhur kazan yine doğurdu, buna inanın! Bence gayet iyi oldu, iyi, üstelik alternatif yaratmanın hazzı, seçeneksiz değiliz canım be demenin tadı, haliyle bambaşkadır.

Hah! Gelelim meselenin bam teline… Yerli ve milli olacağım iddiasında olanların, ulusal film yarışmasından vazgeçmesi, yerli ve milli olmamakla suçlananların da ulusal yarışmaya sahip çıkması, bir büyük ironi değilse, harbiden nedir? Memleketimin tuhaf halleri, zaten malumunuz, haaa komiklik olsun diye yapılmıyorsa şayet, durumumuz vahimdir, vahim!

Evet, iki hafta önce Antalya’ya gideceğim ve döndükten sonra izlenimlerimi yazacağım demiştim, o halde, vakit kaybetmeden başlayalım. Öncelikle, Antalya’yı Cannes’a benzeteceğiz, ona dönüştüreceğiz iddiası, kuşkusuz bebelere balon kıvamında bir masaldır, koca koca yetişkinlerin buna inanması ise ayakları yere basmayan hayal ile absürt bir gerçeklik arasında bocalamaktır. Ziyadesiyle pimpirikli, hep başkalarına hevesli, bir türlü tutturulmayan etiketli, elbette bol bol gülme efektli…

Reçeteye gel!

Arkadaş, ABD’nin, Avrupa’daki sinema vitrinidir Cannes, yeni kıta, eski kıtaya, ünlü yünlü isimlerini ve cicili bicili filmlerini taşımak için ilk durak olarak orayı seçmiştir. Sen ise memleketimizin en eski film festivali, Yeşilçam’ın eski kalesi, yerli yapımların hamisisin, varlık ve yaşama sebebin bambaşka, güzelliğin, özelliğin, önemin ve değerin, kırmızı halıdan, yarı-meşhur kaprisinden ve ben yaptım oldu zihniyetinden çok daha büyük, asla unutma, yabancıyı tanıtmak değil, yerliyi geliştirmek, iteklemek, yürütmek senin biricik görevin… Cannes dediğin, el kadar kasaba yahu, sen güneyin incisi, kadim dağlara yaslanmış kocaman bir kentsin, bırak da, o sana benzesin, değil mi ama?

Antalya’dan Altın Portakal adını aldınız, kısa filmi aldınız, belgeseli aldınız, uzun metraj kurmacayı aldınız, geriye salt uluslararası yarışmayı bıraktınız; peki, yerli işi yapımlara para veriyoruz, onlar da bizi ödül töreninde kınıyor diye, birkaç cılız ses çıktı diye, tüm bunlara değdi mi? Onca emek, onca çalışan insan, onca para, onca reklam… Ve bunca bedel karşısında, ortaya çıkan bu sıkıntılı, tartışmalı ve halktan kopuk sonuç, sizce de yazık değil mi? Gerçek kesin ve net, hiç kuşkusuz, film forum ve etkinlikler, harbi harbi film festivalinin önüne geçmiş, film sayısı da azalmış, film seçkisiyse, bırakın katmanı, derinliği, cezbetmekten dahi muaf olmuş. Gelen çaptan düşmüş yabancı ünlüler de, memleket sinemasından bihaber ha, biri deri tasarımında uzmanlaşmak istiyormuş, diğeri iki uçak kaçırıp, üçüncüde yetişebilmiş, herkes bir âlem yani, ben burada ne arıyorum yahu demiyorlarsa şayet, söyleyecekleri şey besbelli; geçiyorduk, uğradık! Hımmm bundan sonra çağıracaklarınıza, bari Türkiye’ye ve sinemamıza dair okuma yaptırın, yine ve yeniden ahaliye eğlence çıkar, aksi takdirde.

Gelecek sene, ulusal film yarışması, tekrar Antalya ile bütünleşebilir, niye mi? Sadece film direktörlerine, koordinatörlerine kalmıyor ki ihale, belediye başkanları da, hoppppppp değişiveriyor, hatta sabit koltuk sahibinin iması bile yeterli oluyor, canım memlekette. Özetle; önümüzdeki yıl, kim öle, kim kala?

Lak lak bittiyse eğer, ben asıl mevzuma odaklanayım, Antalya’nın bana güzelim hediyesi, “Dürüst Bir Adam” (Lerd) filmi oldu. İranlı yönetmen Muhammed Resulof, bedel ödemeyi, yeniden göze alarak, çarpık sistemi, tokatlamış resmen. Zaten kesinlikle ödün vermeyen, zalimlere kamerasıyla hücum eden, baskılara boyun eğmeyen bir sinemacı, bizim en büyük hasretimiz değil mi? Niye hala ve ısrarla bir, iki, üç, daha fazla Yılmaz Güney diyoruz, tam da bu yüzden işte. Düşünün hele, ağır baskıcı bir ülkede yaşıyorsunuz, sansür, ceza, sürgün, alıkoyma, hapislik o biçim, ama susmak bir yana, kadrajınızı konuşturuyor, isyanınızı peliküle döküyorsunuz, çünkü siz, sinema tutkusuyla ve özgürlük aşkıyla yanıyorsunuz ve hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir ceza, size engel olamıyor, doğru bildiğiniz yoldan, asla ama asla vazgeçiremiyor. İşte siz, dürüst bir insansınız, sahici, düzgün ve samimi…

Bize, memleketimize ve biricik yerküremize, düzgün adamlar ve kadınlar lazım, yapmacıksız ve tereddütsüz. Aman devlet bana para versin, ben de muhalif yönetmen olayım, devletten kredi alayım, bağımsız film yaptım diye hava atayım ezik zihniyeti nerede, filmi yüzünden yargılanan, hapis cezası alan, pasaportuna el konulan, uslanmak bir yana, ilk fırsatta yine bildiğini okuyan ve zulümle mücadelesine kaldığı yerden devam eden berrak, aydınlık ve özgün bilinç nerede? Neden İran sineması, yerelden evrensele ulaştı, neden biz bir ekol, bir okul olamadık, şifresi burada canlar, devletin artığıyla beslenen ve devlet aygıtına kafa tutan ayırımında… Öyle ya da böyle, ezber bozmak, herkesin haddi ve harcı değil!

Muhammed Resulof, Dürüst Bir Adam ile 54. Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı, pardon alamadı, çünkü pasaportuna el konulduğu için, çıkışına izin verilmedi, tıpkı Cafer Penahi ve diğerleri gibi, o da bedel ödüyor ve onların varlığı, benzer koşullar altında olan bizlere de umut veriyor. Filmi seyrederken, kendi memleketimden çok şey buldum, yok artık dedirtecek kadar, yalan, dolan, talan, işte ne ararsan, sonra Antalya’da kendine muhalif diyen sinemacılar gördüm, acı acı güldüm, o esnada İstanbul’da olan ve bir küçücük protestoyla bağımsız kaldıklarını sananlara da elbette… Dost acı söyler; İranlı meslektaşlarınızın seviyesine ulaşmak için, sizin daha 40 fırın ekmek yemeniz gerek!

Gençliğimizin başı sağ olsun!

 

 

 

 

 

 

Alper Turgut

 

 

Kadıköy’de amaçsızca dolaşmak, senelerdir en sevdiğim meşgalemdir, yine yürüyordum dalgın dalgın, bir grup beyazperde sevdalısı genç çıktı karşıma, abi dediler, daha çok sinema yazsana… Sizi mi kırayım arkadaşlar dedim ve bu hafta meşhur Christopher Nolan’ın uzun süredir beklediğimiz Dunkirk filmine dair, bir şeyler geveleyim istedim. Yanı başımızda bitmek bilmeyen bir çatışma yaşanırken, gerçek ve büyük bir dram, hayat bulmuşken, savaş filmi yazmak, hayli tuhaf gelse de, elbette… Sonra kabine değişikliği, sonra deprem, sonra Almanya krizi derken, film aklımdan çıktı gitti ve birden hatırladım, yarın (24 Temmuz pazartesi), aylardır tutuklu bulunan Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının, ilk duruşması vardı. Tam 267 gün sonra, dava başlamış olacak, yaklaşık dokuz ay, mahkemeyi görmek için beklemek, yazması bile zorken, bunu yaşayanların hali nicedir, dışarıda kalan ailelerinin, dostlarının, arkadaşlarının hali nicedir, haydi varın siz hesap edin.

Sonra dışarıda kalan ve meslektaşlarının özgürlüğüne kavuşması için, farkındalık yaratmaya didinen, davaya dikkat çekmeye çalışan bir avuç gazeteci için hop başladı mı bir iktidar medyasından, saçma sapan, akıllara ziyan asparagas dalgası… Ve bunu yapanlar da kendilerine ‘gazeteci’ diyor, daha çok gazeteci tutuklansın diye, kendilerinden geçiyor, keyiften uçuyor bu ibişler, poliste de değişen bir şey yok, yine yalan yanlış besleme faaliyetleri, yeni hakikati büken sızdırma işleri, sonra adalet, he yavrum he… Bunca mantık dışı şeyle boğuşmak, aklı yerinde olan her insanı yorar, bu anlamsızlığı üretmek ise onları yormadığı gibi, daha da gaza getiriyor, harbi harbi coşturuyor, biz yalakalık yapmak için, daha ne kadar saçmalayabiliriz, tuhaflık sınırımızı aşabiliriz diyerek… Kaç gazeteci tutuklu şimdi, 160’ı aştı mı, iyice hesap şaştı, hele gözaltına alınıp, sonra bırakılanları da eklersek, yakında karakol, hapishane, adliye görmemiş gerçek gazeteci kalmayacak memlekette, burası kesin.

 

Ve tüm bu gündem karmaşasının üzerine, Harun Kolçak’ın vakitsiz gidişi eklendi, resmen dert bin idi, bin bir oldu. Hepimizi üzdü, düşündürdü, o güzelim geçmişe sürdü. Harbiden “Girdi Kanımıza”, en naif, en zarif yanımıza vurdu da gitti. Yeşilçam’ın yaşayan efsanesi, Ediz Hun’un en büyüğümüz dediği 90 yaşındaki Eşref Kolçak, ilaçlarını almıyordu dedi, sonra her an yakınında olan bir arkadaşım yazdı, gitmek istedi ve gitti diye… Her şey yerli yerine oturdu o an kafamda, bu karmaşada, bu kaosta, bu saçmalığın tam ortasında, daha fazla kalmak istemedi, direnmekten, mücadele etmekten vazgeçti, acıları, ağrıları, sızıları, sancıları usulca bıraktı. Ne diyelim, canım gençliğimizin başı sağolsun. Evet, vatkalı ekose ceketim, alacalı bulacağı gömleğim, şalvar gibi absürt kotum, rugan kovboy çizmelerimle, kendimi şu an görsem tanıyamazdım, bir ihtimal! Her şey garipti, fantastiğin dibiydi, lakin şunu gayet iyi biliyorduk, 80’ler ve 90’larda, hakkını teslim etmeli, müzik çok iyiydi, ruhumuzu besliyordu, hiç kuşkum yok. Darbe yıllarından, yaprak kımıldamayan o meşum zamandan, yeniden yaşam, yeniden örgütlenme, yeniden farkındalık doğuyordu. Yeşeriyordu her şey, itaat etmeye hevesli olmayan sivil bir hayat, beden buluyordu.

Şimdi diyeceksiniz, bununla pop ne alaka diye, eee gardaşlar, arabesk ile uyuşmak yerine, acıları zincir edip, kendini jiletlemek yerine, harekete geçmek, enerjiyi yedeklemek, hoplayıp zıplamak yeğdir be! Hele hele ilk sevmelerin, sevda baharının ilk yellerinin, damarlı kasvet moduna geçmesi yerine, Harun Kolçak’ın sesiyle, sözüyle, ezgileriyle, tatlı bir rehavet turuna yönelmesi ne güzeldi. Hep kahır, hep azap, hep kader, hep keder, nereye kadar? Bir de şu var, ölenin arkasından konuşulmaz derler ya, niye konuşulmasın, gaddar ise, zalim ise, can yakan ise, hakkımıza el koymuş ise, hepsi bitmiş gitmiş mi olacak, hâlâ hayatta kalan diğerleri ne güne duruyor, onlar da bilsin işte, biri bir mazlumu uluorta döver, o da haliyle arkandan söver. İşte o kadar. Hah! Bir de Harun Kolçak gibi hatırlanmak, anılmak, anımsanmak var, iyi bir insandı yahu, güzel adamdı, hayvanları severdi, bunca kabalık arasında, inceydi, kırılgandı, duygusaldı diye… İnsan başka ne ister, geriye ne ün, ne şan, ne para, ne pul, ne araba, ne banka hesabı, ne ev, ne de yazlık kalacak, hayat sonlanınca, hiçbir şeyin bir ederi, değeri olmayacak. Sadece iyi insan, güzel insan hatırlanacak, bir de elbette şarkılar. Kiminin gençliği, kiminin çocukluğu, tereddütsüz eksiliyor, azalıyor, her kıymet verdiğimiz, bizden gittikçe…

Bir süre önce, 17 yaşında bir delikanlıyla karşılaştım, meraklı, ilgili, hep soran, kafasını geliştirmeye yoran, Ahmet Kaya’nın da resmen tutkunu… Eee birader dedim, o en uzak sürgüne gittiğinde doğmuşsun sen, ne fark eder be abi dedi, her şarkısını, türküsünü ezbere biliyorum, jestlerini, mimiklerini, bakışını, gülümsemesini de… Yani, Ahmet Kaya’yı dinlemeyi, salt bizlere değil, gelecek kuşaklara da emanet ettiniz, o hor görmeleriniz, ötekileştirmeleriniz, yargılama halleriniz, hüküm verme manyaklığınız, uzaklaştırma çabanız, daha çok sevenle karşılık buldu, bulacak. Bu da size dert olsun. İşte Harun Kolçak’ı da sevsin isterim, yeni yeni kuşaklar, çünkü o bunu ziyadesiyle hak ediyordu.

Harbiden merak ediyorum, tehdit ve tehlike altındaki birkaç mecra dışında, bu memlekette, gazetecilik yapıldığına inanıyor musunuz? Haberlerin size ulaştığını, sorunlara parmak basıldığını, bilgilenme hakkınızın giderildiğini düşünüyor musunuz?

Kötü niyetli değilseniz şayet, bu kadar saf olabilir misiniz? Sadece reklam, sadece PR, sadece goy goy, sadece yıkama yağlama faaliyeti, sadece övgü, sadece her şey çok güzel nakaratı… Yok! Orada durun, bu kadarla kalsaydı, yine de iyi, bambaşka şeyler çevriliyor, yalan ve yanlış hevesle köpürtülüyor. Pusu gibi, kumpas da bir geleneğe dönüşüyor, ne yazık ki. Birileri kandırıldık deyip işin içinden rahatça ve kolayca çıkarken, diğerlerinin canı yanıyor, ömrü çürüyor. Gocunma yok, utanma yok, hatadan ders almak yok. Durdurun memleketi, inecek var.

Hiç gülmedin, hep güldürdün…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Dünyada insan nüfusu giderek artıyor, hem öyle böyle de değil, milyar milyar üstüne… Lakin insan hızla çoğalırken, insanlık ise bariz azalıyor, tam tersine… Hele güzelim insanlar, onlar erkenden göçüyorlar, laf olsun torba dolsun diye değil ha, kuşkusuz iyiler erken ölür, kötüler kazık çakar şu yalan dünyaya. İnsana dair hasletlerin tükenmesi, hasreti büyütür, o kadar. Erdal Tosun’u tanımam etmem, çokça ekranda ve beyazperdede gördüm, birkaç kez ayaküstü laflamak dışında, bir o kadar da selamlaşmak haricinde, elbette. Ancak ona dair izlenimim, olumluydu. Çünkü tereddütsüz samimiydi, samimiyetsiz samimilerin ortasında, anlardınız, bilirdiniz insan olanı, insan kalanı… Hatta arkadaşlara, tam rakı masasında hasbıhal edilecek adam demiştim, onlar da, kafalarını sallayarak onaylamışlardı. Ah be olmadı ve olmayacak.

Samimiyet de kâfi gelmez bazen, sempatikti, dürüsttü, oyuncu milletinin önemli bölümünde baş gösteren havalanma, ünü taşıyamama, affedersiniz kıç kalkması, onda yoktu. Tepeden tırnağa hüzündü o, bir bedene sığmayacak denli, işte bu yüzden taşıyordu, direkt hissediliyordu. Komik bir adamda, burukluk ne arar birader diye sormazsınız değil mi? Mizah, şüphesiz en vurucu izahtır, yüzeyselliğe mahkûm, katmanı olmayan, derinliğe ulaşamayan insanın, harcı da değildir! Yaşanmışlıklar, çok şey katar insana, çoğu şeyi de alıp götürür, deneyim deyip geçmeyin ha, dik duran boş başakların, el üstünde tutulduğu, önemi ve değeri hak etmeden kucakladığı bu asri çağda, olgun başaklara hakarettir. Evet, Erdal Tosun’un dediği gibi; “Ben, hiçbir şeyin azı olamam”, oysa günümüzde, beyin bile ne kadar az kullanılırsa, o kadar iyi, biat, itaat, aman efendim, sepet efendim, ne olursa razı, en aza tav çoğu insan, ne yazık ki.

Sanırım 22 sene önceydi, bir habere gitmiştim Anadolu yakasında, bir ailenin içine doluştuğu arabasının üstüne, kocaman TIR düşmüştü. Yamyassı, dümdüz olmuştu otomobil, olay yerine ilk ulaşan kaç yıllık trafik polisi bile, bu ne biçim bir kazadır, resmen katliam demişti. Harbiden vahşi bir cangıl gibi memleketimiz, anlamsız ve sıra dışı ölümler, sanki inadına gelip buluyor insanlarımızı, çekiyor aramızdan teker teker, beşer, onar.

 

Bakın, bu ne acı bir vakadır, Yeşilçam’ın karakter oyuncularının haslarından, evlerimizin güldüren aşçısı Necdet Tosun gibi oğlu Erdal da, ne hikmetse trafik canavarı dediğimiz insan zaaf ve hatalarına kurban gitti. Bu elim kazaya, aslında bir büyük drama yol açan Nihat Şaki de, ben de babamı trafik kazasında yitirdim diyor. Ama “ölen ünlü olunca tutuklandım” demeyi de söylemeden edemiyor, hiç akıllanmamışsın ki, hatanın farkına varamamışsın ki. Ah ulan! Harbi harbi ne çok insanı vermişiz toprağa, trafik denen illet aşkına… Vah ki vah! Babaları Necdet Tosun’un yolunda karar kılan ve oyuncu olan Gürdal ve Erdal Tosun, karamsarlık, üzüntü ve tarifsiz acılar memleketinde, somurtuk çehremizi aydınlattılar, gülmeyen yüzümüzü, bir nebze de olsa tebessüme uğrattılar. Sorarım, az şey mi? Hah! Unutmadan, yeri dolmayacak aktör, boş bir lakırdı değil, yetenek öyle de bol bulunmaz, gidenin yerine yenisi konmaz, konamaz.

 

Hasta halinde, sabahın köründe, üstüne üstlük kimseye de yük olmadan, acılardan beslenen ve tırnağının ucuna taÅŸ gelse feveran ederek, ‘dram kraliçelerine’ rahmet okuturcasına reklamını yapanların dünyasında, hayata tutunmaya çabalarken, yaÅŸamaktan alıkonulması, kederimize keder ekliyor, deÄŸil mi? Necdet Tosun, ilk oÄŸlu Erdal doÄŸunca; “Avuçlarımın arasında kayboluyor sanki…” demiÅŸ ve eklemiÅŸti; “Onu incitmekten her baba gibi çok ama pek çok korkuyorum.” Biricik kardeÅŸi Gürdal, hastane yatağındayken, Van’a sete gitmesi gerekmiÅŸti Erdal’ın, gitmeden önce sıkı sıkı tembihledi biraderini; “Ben geleceÄŸim, sakın ben olmadan ölme” dedim. “Tamam” dedi. Yorgundu ama alışıktık buna. Sözüne güvenip Van’a gittim. Tutmadı sözünü, öldü i.bne… Bir fotoÄŸraf gördüm geçen gün, Necdet Tosun, iki yanında iki oÄŸlu, poz vermiÅŸler, gözleri sımsıkı kapalı, süslü bir yatakta. Åžimdi yine koyun koyunalar, aynı mezarda.

Tamam, replikleri senarist yazar da, söyleyenin diline, tipine, karakterine yakışacak be usta; “Biz burada oturmuÅŸ sevgilimizi bekliyoruz, sen bize sallama çay getiriyorsun…” Seyretmediyseniz dahi, kafanızda canlandı mı? Hah! İşte tastamam olay bu… Sırasıyla oynadığı dizileri ve filmleri mi yazayım ÅŸimdi buraya, o mevzu kolay, açın bakın internetten, ben, oynayamayacağı projelerin derdine düştüm. Birçok kötü seyirlikte, sen parıl parıl parlasan da, ne arıyordun orada demeyeceÄŸim asla, nice ödüllü ve kabiliyetli aktör ve aktris var, ya iÅŸ bulamıyorlar, ya da bari kurtarmayı deneyeyim diye vasat yapımı, resmen heder oluyorlar. Manken arıyor adamlar, ÅŸekilde takılıyorlar, oysa bir oyunu, bir diziyi, bir filmi kurtaran, çirkin bellenenler, anlamıyorlar, basmıyor kalın kafaları. Organize İşler’de diyordu ya; “Bir ara çok konuÅŸtum, hiç faydasını görmedim, bıraktım”, al buyur, meramını anlatmak da fayda etmiyor, halden anlamayanlar sarmışsa dört bir yanı. Ve benim en sevdiÄŸim replik; “Ne olmuÅŸ yani, büyük adam olamadıksa, hayallerimizi satmadık ya…”

Eyvah Necdet, Spartaküs Vedat ve diğerleri, hayatımıza renk kattı, bir yakınımız ölmüşcesine üzüntümüz bundan. Alçakgönüllülük, karşısındakini dinlemek, kibirden nasip almamış olmak. Ve elbette savrulmamak, aynı kalmak… Son nefesini verenin arkasından atılıp tutulmaması, bugünlerde az rastlanan bir şey, herkes tanımadığı insanlara dahi kinini, zehrini döküyor. Kendini hayatını, asla riske atmamış, bir adam veya kadın, baskın yapmış, hapis yatmış, devrim yapmış, ABD emperyalizminin 634 suikast girişimi atlatmış Fidel Castro’ya, aklı sıra atar yapıyor, daha yaşamadan hayata isyan eden ergenler gibi. Her neyse…

Biz bu ülkede yorulduk, ölümlerden, ölüm haberlerinden yorulduk. Her seferinde azaldık, tükendik, bıktık, usandık. Erdal Tosun, belki hiç gülmedin ama hep güldürdün. “Hüzünlü değilim, mizacım böyle…” dedin. Dilerim vardır öteki tarafta da bir hayat, acılardan, hastalıklardan ve ayrılıklardan uzak. Seni bekleyenlere kavuşur, Necdet Baba ve Gürdal ile gülersin gürül gürül.

Çat, pat, küt, bom, şırrak, çtonk, zbam, smack ve dahası…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Cem Yılmaz’ın yeni projesi “Pek Yakında”, Gora, Arog, Yahşi Batı, absürt güldürü hattını takip eden bir film değil, iyi ki de değil, kendi adıma, sinema duygusu daha yoğun hissedilen, komedinin yanı sıra dramatik altyapısı da bulunan Her Şey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz’ı daha çok sevmiş ve bu istikametteki yapıtlara, memleket sinemasının ihtiyacı olduğunu söylemiştim. Peki, ülke sinemasının, buna neden ihtiyacı var? Çünkü sinemamızın 100 yaşına girmesini kutlarken, bu büyük sevdaya, geçmişin hatırlanmasına, aptal kutusu televizyon karşısında, beyazperde de var ulan katkısına, gerek var arkadaş, harbiden gerek var. Festivaller, türlü türlü etkinlikler, bir asırlık listeler, çeşitli paneller… Yani bir şeyler, elbette yapılıyor, lakin bir asrın bırakın yoğun coşkusunu, herhangi bir duygu zerresini dahi, hissedemiyorsak, bu filmi önemli, değerli ve ötesinde zorunlu bulurum, umarım anlatabildim meramımı… Hah! Filmin eksikleri, kusurları, aksayan yanları yok mu, ohhooo tonla, Cennet Sineması (Cinema Paradiso) ayarında filmler çekene dek, ben talep edeceğim, üstüne yazıp, çizeceğim. Mesaj alınmıştır sanırım.

 

Az sonraaaaaa, nasıl haberler için dikkatimizi çekiyorsa, Pek Yakında da sinemaseverlerin heyecanını yükselten bir hitabet ve üstelik bekleyişin, artık sona ereceğinin müjdecisi… Hele dublaja yatkın davudi bir ses ve yanına da temposu yüksek güzel bir müzik varsa, oh mis… Bu film, sinemayı gerçekten seven bir adamın çekeceği bir film, Yeşilçam’a, erotik zamanlara, efektsiz vakitlere, unutulmaz aktörlere göndermeleri var, her şeyden önce… Sonra kült yabancı filmlerin unutulmaz sahnelerini de ıskalamamış, öyküsüne onları da katmış. Şimdi filmin korsanı olmaz, filmi yeniden çektik mi ki, korsan diyoruz, elbette hayır! İllegal yollardan çoğaltılmış, indirilmiş, basılmış, dağıtılmış yapıtlar bunlar, özetle kaçak film, bunun adı. Dağıtıcılara korsan diyebiliriz, o ayrı. İşte bu korsanlar, bize Kore sinemasını sevdirmişler. Yalan mı? Değil! Uzakdoğu sinemasına bayılıyorum, sinemaya gelmiyor, TV’de gösterilmiyor, orijinal DVD’si de yok, çünkü ucuz yapıtlar, aksiyonlar, korku, gerilim vesaireyle dolmuş dükkanlar, ne yapalım, bu güzelliklerden geri mi kalalım, dadanıyoruz haliyle… Konu anlaşılmıştır; bir film korsanının, sinema yolculuğu… Öte yandan Cem, arada eleştirmenliğe de soyunmuş, bizim kendi aramızda geyiğini yaptığımız şeyleri, beyazperdeye taşımış, Cihangir’den, meşhurlara, sanat filmlerinden, entelektüel tayfaya, hepsiyle, üstelik kendisiyle de dalgasını geçmesini bilmiş. Daha ne olsun?

 

Oyunculuklara gelirsek, kimisi iyi, kimisi kötü, kimisi de resmen döktürüyordu, eskimiş kadroyu geçelim, onlar birbirlerine iyi uyum sağlamış ve resmen tek beden olmuşlar. Çağlar Çorumlu, Cengiz Bozkurt ve Zerrin Tekindor, üçünü direkt ayırıyorum, sabaha kadar gelsinler evde takılsınlar, gözümü kırpmadan izlemezsem namerdim. Arada beliren ünlüler, sanat filmlerinin gediklisi Tansu Biçer, ince düşünülmüş işlerdi, gülümsetti.

 

Filmin en temel sorunu süresi, filmine biraz kıysa, aile meselesi sahnelerini biraz kıssa, gereksiz bir, iki yeri atsa, tadından yenmezdi. Hem duygusal olacak, hem de kahkaha atılacak, ikisinin geçişlerini bırak, birlikte peliküle sığışmaları bile zor mevzudur, hiç değilse denemiş, cesaret, iyi bir şeydir. Reklam ve ürün yerleştirme mevzusunun abartılması hususuna takılmadım, affedersiniz, benim kadar çok yabancı film seyretseniz, kafanız AVM gibi olur, misal beni, Danimarka’daki bir markete ışınlasanız, yeminle yabancılık çekmem, o denli… Pek Yakında’nın sonunda gösterilen, hani filmde çekildiğini gördüğümüz Şahikalar: Kötülüğün Sonu adlı yapıtın fragmanı ise, harbi harbi ne güzeldi. Bence Cem, oradan yürüsün, gayet keyifli ve zevkli bir iş çıkabilir, nihayetinde…

 

Not: Soran çok oldu; Cem Yılmaz, “Benim için filmi, Alper’in beğenmesi önemli…” niye dedi, inanın bilmiyorum, yıllar önce Arog’un setine gitmiştim, o kadar… Yani tanışmıyoruz. Belki de benimle arkadaş olmak ve çay ısmarlamak istiyordur, ama çekiniyordur. Kim bilir? (burada gülen surat var)

 

http://www.cinedergi.com/

 

 

Düşüş, Hugo, Artıst ve Yeşilçam

 

 

ALPER TURGUT

 

Günümüzün giÅŸe odaklı istismar ve üç boyutlu ısrar sinemasına inat, eski yapımları süsleyip önümüze süren, tükenip yeniden çevrimlere yönelen 84 yıllık renkli söktere karşı, siyah beyaz sessiz film dönemine, yani ‘Altın ÇaÄŸ’a güzel bir selam çakıştır, “Artist “ (The Artist).

 

Tarsem Singh’in beyazperdenin isimsiz kahramanları dublöre ithaf ettiÄŸi rengarenk ve sımsıcak, güzelim “Düşüş” (The Fall), yaÅŸayan en büyük yönetmenlerden Martin Scorsese’nin, sinemayı resmen 7. sanata dönüştüren, ilk eserini 1896 yılında yaratmış ve tam 552 filme imza atmış Georges Méliés adlı dahiye adadığı 11 dalda Oscar adaylığıyla onurlandırılan “Hugo” ve elbette sessiz sinemaya ve onun ustalarına saygılar sunan Artist. Her sinemasever bu üç filmi arka arkaya izlemeli ve uzun uzun düşünmeli ve ardından elini vicdanına götürüp sormalı; biz YeÅŸilçam için ne yaptık? Sinemamızın dev adamı, yüzden fazla filmde rol almış Yadigar Ejder bundan 20 yıl önce Taksim Gezi Parkı’nda donarak öldü yahu. Hangisini anlatılım, daha birkaç gün önce Ünsal Emre, BeyoÄŸlu’ndaki evinde tek başına yaşımını yitirdi. Vefayı, saygıyı tümden unutan, balık hafızalı bir tuhaf topluma dönüşüyoruz, giderek… Åžimdi yaÅŸayan yönetmenine, oyuncusuna, figüranına, set emekçisine sırtını dönenlerin, filminde, tiyatrosunda, TV dizisinde yer bulamayanların, gidip YeÅŸilçam filmi çekecek hali yok ya… Zaten memlekette adını andığım filmler kıvraklığında, kıvamında senaryo yazacak kimse de yok, ne yazık ki… Hani festivallerde acıklı bir müziÄŸin eÅŸliÄŸinde yıl içinde sinemaya gönül vermiÅŸ ve hayatını kaybetmiÅŸ insanların görüntüleri ve fotoÄŸrafları verilir, ünlü ve tanınmış ise salon alkıştan yıkılır (aksi durumda cılız bir ÅŸak ÅŸak kafi), iÅŸte bizim hakkını vermekten, onurlandırmaktan, unutmamaktan, anmaktan anladığımız yegane ÅŸey bu… Neyse…

 

Åžimdi Hugo’ya gidip, yarısında çıktıklarını anlatan ve hala sinemadan anladıklarını sananlara Artist’i önermek bile laf-ı güzaf. Filmin özel gösteriminden çıkarken süresini uzun bulanlar kulağıma çalındı lakin senaryosunun kötü olduÄŸunu söyleyenlere inanamadım! Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiÅŸi anlatan ve bunu büyük bir hünerle kurgulayan siyah beyaz bu yapımın, neredeyse tamamı sessiz, harbiden nasıl bir senaryo bekliyorsunuz beÅŸ rüya katmanlı “BaÅŸlangıç” (Inception) gibi mi? Farklı, ayrıksı ve haliyle ÅŸaşırtan, kliÅŸede bile kasmayan, sevabıyla günahıyla bir baÅŸyapıt var karşında, el insaf… Sadece müzikle renklenen, aÅŸk ile ruhunu bulan, komedi ile dram arasında mekik dokuyan, bu eÄŸlendiren, keyiflendiren, mutlu eden, sevecen, tarifsiz ve naif filmi, sakın kaçırmayın.

 

Öncesinde kısa filmler, TV dizileri ve TV filmleri çeken, üç tane de vasat film yöneten adı sanı duyulmamış Fransız yönetmen Michel Hazanavicius, sessiz sinemaya dair bu müthiÅŸ projeyle, resmen turnayı gözünden vurdu. Onun senaryosunu da kaleme aldığı Artist, tam 10 dalda Oscar’a aday, ÅŸu ana dek Altın Küre dahil 47 ödül kazandı, onlarcası da sırada bekliyor. Her ne kadar kızsak ve eleÅŸtirsek de, 7. sanattan ziyade giÅŸeye meyletse de, Hollywood geçmiÅŸte olduÄŸu gibi bugün de dünya sinemasının baÅŸkenti, hiç kuÅŸkusuz. Mel Brooks’un “Silent Movie” adlı yapıtından yaklaşık 26 yıl sonra bir Fransız, yeniden bizleri geçmiÅŸe götürmüş ve filmini, Hollywood’a güzelleme olarak çekmiÅŸ sanki, bu elbette akademi üyelerinin de beÄŸenisini kazanacak. Özetle Artist, Oscar için en ÅŸanslı aday, şüphesiz. Ancak Artist’i salt yalakalık olarak görmediÄŸimi büyük bir rahatlık ve gerçekten huzurla söyleyebilirim, en iyi film için politik, militarist, milliyetçi filmlerin yarışması yerine bu siyah beyaz teknik, bu sessiz estetik, Artist gelsin, ödülleri toplayıp gitsin, kalanları da Hugo alsın isterim.

 

Filmin belli başlı rollerini Jean Dujardin, Bérénice Bejo (Yönetmenin Arjantin asıllı eşi), John Goodman, James Cromwell, Penelope Ann Miller, Missi Pyle, Beth Grant, Joel Murray, Malcolm McDowell ve Ed Lauter sırtlıyor. Oyuncular sadece mimik ve jestlerle üstelik karükatürize de etmeden müthiş bir iş çıkartmışlar. Köpek Uggie için ne denir, bilemedim. Döktürmüş işte!

 

Filmin konusu ise özetle şöyle; Sinema büyüsünün bütün dünyayı kasıp kavurduğu 20’li yılların sonunda George Valentin Hollywood’daki en büyük starlardan biridir. Oynadığı her film büyük başarı kazanan Valentin’in güzel bir eşi, görkemli bir evi ve kendine hayran milyonlarca seveni vardır. Ancak Valentin’in hayatı sinemaya sesin gelmesi ile birlikte alt üst olur. Sesli filmlerle birlikte kariyeri düşüşe geçen Valentin’in aksine Peppy Miller adlı güzel ve genç bir kadının oyuncu olarak yıldızı yeni parlamaya başlamıştır. Valentin ve Peppy’nin arasında alevlenen aşk, kariyerlerinin arasına giren derin uçurumla gölgelenir.