Etiket arşivi: Woody Allen

Oscar, dışı seni, içi beni yakar!

 

 

ALPER TURGUT

 

Meşhur Akademi Ödülleri, 89 yıl hayat buldu, bunun da 20 senesi Meryl Streep ablamızın adaylığıyla geçti. Yani o, mevzuya en hâkim kişi ve özetle şöyle diyor pek sevgili yetenek abidesi; “Oscar ödüllerinin giderek siyasi kampanyalara dönüşmesini korkutucu buluyorum. Bu gerçekten tatsız… Televizyon reklamlarına da en iyi görüntü, en iyi aktör ve bunun gibi ödüller vermeye başlamaları uzun sürmez.” Lanet televizyonu da, melanet reklamı da bir kenara koyarsak, hani sadede gelirsek, 7. sanatın, kültürel bir etkinlikten ziyade, hoyrat bir propaganda aracına dönüşmesi, bizim büyük sevdamız beyazperdenin, kapkara talihi olsa gerek. Ve bu dönüşüm, öyle ağırdan da almıyor, hızlı mı hızlı, topaç gibi hay maşallah ve sanırım çok eğleniyor zengin keratalar… Ha! Yepyeni, gıcır gıcır, pırıl pırıl bir oyuncak da değil ha, epey uzun bir süredir oynuyor yerkürenin belası egemenler, harbiden hunharca…

Ve gerçekten karikatür gibi bir tipleme olan Donald Trump’a, bunu biz televizyon şovlarıyla büyüttük demeyip, acıklı acıklı feveran ve veryansın edenler, onu iğnelemeyi, ona laf çakmayı, politik bilinç gibi şey ettirenler, şimdilerde kitap yazsınlar diye on milyonlarca doları cebe atan Obamagilleri ise, resmen kutsuyor, her şey tıkırındaymış gibi mutluluk saçıyor, direkt şovlarına katıyorlardı. Ünlü belgeselci Michael Moore’u hatırlayın hele, cumhuriyetçiler iktidardaysa, eleman anında muhalif kesiliyor, aslan gibi kükrüyor, demokratlar gelince koltuğa, sertlik gidiyor, yumuşacık oluyor, dertler bitiyor, kuzular gibi mutlu mesut meliyor. Dünyanın mazlum halkları açısından da, hakeza ABD’nin yoksulları için de, demokrat ile cumhuriyetçi arasında pek bir fark yoktur oysa…

Ah! Tatlı su muhalifleri, sistemle derdi olmayıp, siyasi partilere göre şekil alanlar, refleksini ona göre belirleyenler, siz yok musunuz siz, her yerdesiniz ulan! Bizim memlekette de, benzer kumaştan tiplere rastlarsınız, az da değillerdir, bildiğin kalabalıktırlar, üstelik sinsidir bunlar, ayakkabıya girmiş küçük taş, tekere denk gelen çivi gibidirler, devinime engel olur, hayat enerjisini alır, mücadeleyi söndürür, kısaca usandırırlar ve bıktırırlar her şeyden, inanın. Daha önce de söylemiştim, muhaliflik, bir elbise değildir, mevsime göre değiştiresin, bedel isteyen, gönüllük isteyen, ağır ve kıymetli bir yüktür bu kimlik, ömür boyu taşıyacağın… Ta ki, ezenin ve ezilenin olmadığı, bir dünya kuruluncaya dek…

Oscar töreninin sonundaki skandal, en nihayetinde bir insan hatası, yani olur böyle vakalar. Yaşayanlar üzülür azıcık, izleyenler de, işi dalgaya vurur birazcık, sonraki törene dek unutulur. Asıl skandallar, bilinçli ve kasıtlı seçimlerdir, militarizmi kutsayan filmlere verilen nice ödüller, smokinli, tuvaletli ünlü aktör ve aktrisler tarafından, alkış manyağı edilmediler mi? O meşhur kırmızı halı, belki de rengini, fakir halkların, sivil kurbanların, üstüne bombalar yağan çocukların kanından alıyordur, kim bilir.

 

Geçen sene yine bir Oscar yazısı yazmıştım; “Oscar Emmi, insanın yakasını asla bırakmaz, hakkında konuşulmasını önemser, Sam Amca ile de kankadır zaten bunlar, ABD için, Amerikan Rüyası için çalışır dururlar. Yani savaş rüzgârları eserse, bilin ki, barış filmi çöpe gidecek, siyasi iklim ılımansa, laylaylom bir film kazanacak. Aksini düşünen varsa, bana da anlatsın, belki inanırım. Yoksa dediğim dedik, bildiğim bildik. 1929’da ilk Oscar’ı, bir süre sonra Naziler için propaganda filmleri yapacak olan Alman aktör Emil Jannings kazanmıştı. Hımmm nereye sürükleneceği, ta başından belliymiş değil mi?” Tüm zamanların gişe rekortmeni Avatar gibi çevrecilik iyidir, hoştur, çok tatlıştır filmi yerine, militarizm güzellemesi Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) adlı şeye, altı heykelcik vermek, devasa savaş aygıtına destek değilse nedir? Yıldız oyuncuların, işgalci askerlere, moral aşılamak için görevden kaçmaması, onları eylemek için cephelere koşması, canım sinemanın, gaddarlar için yararlı bir aparata çevrildiğini göstermez mi?
Bana sorarsanız, ödül almaktan ziyade, ödün vermemektir asıl mesele, beyazperdenin tarihine geçen, birçok iyi, ünlü ve yetkin sinemacı var, önemli bölümü de sizlere ömür, Akademi’nin suyuna gitmek, ilgisini çekmek gibi bir dert edinmediler asla! Onlar, filmler çektiler, rol aldılar, ürettiler, sinema aşkına yaşadılar ve ölümsüz eserler bırakarak öldüler. Hep anlatırım, yine söyleyeyim; Woody Allen abimize, gel yine Oscar kazandın (dört Oscar’ı var) demişler; “Beni böyle boş işlerle meşgul etmeyin, film çekiyorum kardeşim…” diye söylenmiş.

Hele hele Beyaz Baretliler adlı, herkesin malumu grubun, Oscar kazanıp, ayakta alkışlanmış olması ise tam bir trajikomedi. Algı mühendisliği çok güzel gelsenize, heyyyyyy manipülasyon var, yeni çıktı, taptaze… Absürtlüğün salt bizim memlekete dair bir şey olmamasına sevinsek mi, üzülsek mi, işte bunu bilemedim. Neyse, her neyse…

Misal bana, eee birader, bunca laf söyledin, ne yapalım, 90. ödül töreni gelmeden, Oscar’ı mı kaldıralım diye sorarlarsa şayet, elbette hayırrrrr derim. Akademi Ödülleri, tüm olumsuz yanlarına rağmen, önemli ve değerli… Çünkü gişe filmlerini, araya sanat yapıtlarını katarak onurlandıran böylesi bir ödülün, muadili yok, ne yazık ki… Oscar olmasa, belki de gişe filmleri, iyice çöp işlere dönüşecek, herkes salacak, serecek, alın bunu çektik, takılın işte denecek. Haliyle Akademi Ödülleri, kötü için bir frendir, iyiye de gazdır, gaz. Avrupa’nın çoğu geleneksel ve büyük festivali, sanat odaklı yapıtları ve bağımsız eserleri ödüllendiriyor. Oscar’ı eşsiz ve özgün kılan şey, yeni dünyanın, eski kıtanın tarzını benimsememiş olmasında yatıyor. Bakın geçmişin, sinema devi ülkeleri Fransa ve İtalya’ya, şimdi ne haldeler? Sinemasever insanlığa, Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik gibi iki önemli akım hediye eden büyük ve önemli yönetmenlerin mirası ve ruhu, harbiden neredeler? Ülke sinemasında, ekol ve okul haline dönüşmek kadar, bunu korumak, devam ettirmek ve çıtayı yükseltmek de gerekiyor, kıssadan hisse. Son olarak, İran yine ve yeniden kaptı heykelciği, eyyyy memleket sineması, seni sarsmak için daha ne lazım, artık uyanma vaktidir.

Ödül mü, ödün mü?

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Hah! Yine geldi Oscar zımbırtısı, sanatı, modaya kurban eden, sinemayı, propagandaya çeviren tüm çılgınlığıyla. Film eleştirmeninin telefonu pek çalmaz, mevzu Oscar ise hiç susmaz. Kim kazanacak, klasik soru budur, nereden bilelim kim heykeli kucaklayacak, direkt sallamak denir buna, işin özü; tahmin en nihayetinde… İtiraz ve ısrar geliyor devamında, haliyle. Ama sizi takip ediyoruz, genelde tutturuyorsunuz diyorlar, reklamını en iyi yapana baktığımı, ödülleri toplama potansiyelini fark ettiğimi, bahislerde yüksek oranı tutturanı gördüğümü söylüyorum. Ve ekliyorum; meselenin sinemayla alakası yok, çevre ile var, algı ile var, PR ile var. Sen bana en iyisi, aslında kimin kazanması gerekir diye sor, hiç değilse filmler hakkında konuşmuş oluruz.

 

Dünyanın bir bölümü canlı, kalanları da banttan izleyecek, gazetelerde okuyacak, radyolarda dinleyecek. Kaçış yok! Oscar Emmi, insanın yakasını asla bırakmaz, şovu çok sever, hakkında konuşulmasını önemser, Sam Amca ile de kankadır zaten bunlar, ABD için, Amerikan Rüyası için çalışır dururlar. Yani savaş rüzgarları eserse, bilin ki, barış filmi çöpe gidecek, siyasi iklim ılımansa, laylaylom bir film kazanacak. Aksini düşünen varsa, bana da anlatsın, belki inanırım. Yoksa dediğim dedik, bildiğim bildik. 1929’da ilk Oscar’ı, bir süre sonra Naziler için propaganda filmleri yapacak olan Alman aktör Emil Jannings kazanmıştı. Hımmm nereye sürükleneceği, ta başından belliymiş değil mi?

 

Bu sene, en iyi film hangisi olacak, en iyi yönetmen ödülü kime gidecek falan filan, hep fasa fiso. Varsa yoksa altıncı kez aday olan ve tanımsız hırsı yüzünden sanal ayıyla bile kavgı göze alan Leonardo DiCaprio, bu kez büyük arzusuna kavuşacak mı? Alsın artık bir zahmet, hem heykel avcısı Daniel Day-Lewis, dört yıldır filmde oynamamışken, hem de mesele iyice dalgaya ve alaya çevrilmişken, havada kapsın, hatta ödül konuşması bile yapmasın, neme lazım, bir yanlış oldu derler, sıkı sıkı sarılsın ve olay yerinden hızla uzaklaşsın. Benim gönlüm, Trumbo filminde resmen döktüren Bryan Cranston’dan yana ama, ne yapalım, Leonardo, mundar mı olsun, alsın, hayrını görsün. Sanırım beş sene önce Orson Welles’in kızı Beatrice Welles, babasının Yurttaş Kane filmi için kazandığı Oscar’ı açık artırmada 861 bin dolara satmıştı. Paha biçilemez diyorlardı altın heykele, ancak bir karşılığı varmış işte, hani fena para da değil, yoksulu varsıl bile eder. Aman efendim, aklınıza kötü şeyler getirmeyin, DiCaprio’nun bir filmden kazandığı, bunun kaç katı, o yüzden satmaz bence, ikonunu gözü gibi korur. Bana kalsa, ödül almaktan ziyade, ödün vermemektir asıl mesele, birçok iyi, ünlü ve yetkin sinemacı var, bir kısmı sizlere ömür, Akademi’nin ilgisine mazhar olmak gibi niyetleri hiç olmadı. Filmler çektiler, rol aldılar, sinema aşkına yaşadılar, öldüler. Woody Allen abimize, gel yine Oscar kazandın (dört Oscar’ı var) demişler, beni böyle boş işlerle meşgul etmeyin, film çekiyorum kardeşim diye söylenmiş. Sahi aklıma geldi, Walt Disney, kazandığı 22 Oscar’ı ne yapmıştır? Turşusunu kurmamıştır umarım.

 

  1. Akademi Ödülleri, bugün sahiplerini bulacak. Benim gönlüm, gazetecilik filmi, Spotlight’tan yana, ne yalan söyleyeyim. Duvarımda imzalı fotoğrafı asılı olan, çok sevdiğim yönetmen Alejandro González Iñárritu’ya rağmen ve onun her filmini çok beğenmeme (Biutiful bir numaramdır) karşın, Diriliş ipi göğüslesin istemiyorum. Bu film başyapıt diyeceğimiz bir yapım, bu yıl yok, kült eserler, son yıllarda pek çıkmıyor. Sinema, daha AVM işi, daha eğlencelik ve daha tüketim malzemesi olduğundan beri, yaşanmış öyküleri, biyografileri, yeniden çevrimleri dayayıp duruyorlar, sinemasevere… Sinema sanatının, o büyüleyici atmosferi, efektlerin sayesinde, bilgisayar oyunlarına dönüşüyor. Etkisi, cazibesi, düşündürme hali, çarpma durumu, sersemletme girişimi, ah nerede, vah nerede? Her neyse…

 

Bu sene Akademi, ırkçılık ile suçlandı. Siyahi isimler, adaylar arasında kendilerini göremeyince, ateş püskürdüler, haklı olarak. Tutuşan akademi, üyelik meselesini gözden geçirmeye ve sorunu daha da büyütmemeye karar verdi. Protesto edilmek, kınanmak, kırmızı halı dünyasının en son kabul edebileceği şey, hiç kuşkusuz… Düşünsenize, bu yılın çantaları, elbiseleri, pahalı takıları, Oscar paketinde tanıtılıyor, televizyonlara çıkartılan modacılar, aman çok yakışmış, ne güzel olmuş, valla bayıldım diye lak lak ediyor, soluk bile almadan bik bikliyor. Pazar büyük, müşterilerin de küsmemesi gerek. Herkesin memnun olduğu, sistemin devamının sağlandığı Oscar şeysi, sekteye uğramamalı, değil mi ama?

 

Bakın, 2012’de gerçekleştirilen bir araştırma neticesinde, Akademi üyelerinin yüzde 94’ünün beyaz, yüzde 77’sinin erkek, yaş ortalamasının da 62 olduğu ortaya çıkmıştı. Şimdi 66 olmuştur yaş ortalaması ve bembeyaz üyeleriyle, bembeyaz adayları seçerek, biz ırkçı değiliz ya diyecekler, hadi la oradan. Harbiden kimi kandırıyorsunuz, zengin beyazların gösteri dünyası bu, ne bir eksik, ne bir fazla.

 

Şimdi ABD’de bir mini dizi başladı, adı American Crime Story… Meşhur O.J.Simpson’un reyting canavarı davasını anlatıyor. Biliyorsunuz, Simpson, sporcu idi, ancak aktörlüğe geçiş yapmıştı. Eski karısı ve onun sevgilisini acımasızca öldürmüştü, tüm dünya bunu biliyordu, ancak ünlü olduğu için, salıverildi. Dizide, jüri seçimi de anlatılıyor, halk akın akın jüri olmak için mahkemeye başvuruyor. Koca ülkede hayat duruyor, NBA finalini bile izlemiyor kimse, dava, resmen manyaklık haline dönüşüyor. Sonra biri diyor ki; o bir siyah, diğeri diyor ki; hayır, o çok ünlü ve zengin, artık o bir beyaz. Nereye mi bağlayacağım? Elbette algıya, popüler kültürün, gündelik hayata yansımasına, her türlü tüketimin, kapitalizmin işine geldiğine, vesaire vesaire… Söyleyin hele, savaşçı filmi Ölümcül Tuzak, nasıl altı Oscar kazanabildi, Operasyon Argo, en iyi film Oscar’ı dâhil, nasıl 88 ödül alabildi, sinema sanatı, propagandaya işte böyle kurban ediliyor, göstere göstere, gözümüzün önünde, sinemaseverlerin yüzüne kahkahalarla gülerek, yani alay ederek…

“Çocukluk, hayatın cennetidir”

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Ünlü Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer; “Çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet” demiş. Ne kadar doğru söylemiş, biz yetişkinler, siz çocuklara çok özeniyoruz, ancak çaktırmıyoruz. Nereden mi belli? Elbette, bizim zamanımızda, şu oyuncak yoktu, bu park yoktu, sonra efendim, bilgisayar da yoktu gibi söylemlerimizden… İşte tam da bu yüzden, büyümeyen çocuklar, aslında ne şanslılar… Evet, çizgi roman kahramanları ve animasyon karakterleri asla büyümüzler. Her yeni nesil, onların arkadaşıdır, tüm çocukları, maceralarına katarlar.

 

Sinema veya televizyon fark etmez, bu güzelim süper kahramanlar, çocuk ruhlu insanlar tarafından üretildiler. Misal lazanyaya bayılan, çok iri ve vurdumduymaz kedi Garfield, artık 37 yaşında… Sahibi, kucağına aldığı Garfield’e; “Avustralya kıtası kadar ağırsın” der, o anında cevabı yapıştırır; “Hımmm, ufak kıtalardan biri yani…”Sevimli Hayalet Casper, Garfield’den 30 yaş daha büyük. Bu cana yakın hayalet, insanların ondan korkmasına çok üzülür, arkadaş edinmek ister. Kuşkusuz, Casper’dan korksa korksa yetişkinler korkar, çocuklar ise onunla dostluk kurar. Çocukların önyargısı yoktur, yoksa doymak nedir bilmeyen, hep yemek yiyen Tazmanya Canavarı, bu denli sevilmezdi, değil mi? Haylazlık, yaramazlık, hem çocuk kahramanların, hem de siz çocukların hakkıdır. Hem ne demiş büyük deha Goethe; “Yaramazlık kimde mi hoşuma gider? Çocuklarda; çünkü dünya onlarındır”

 

İlk çizgi film, 109 yaşında…

 

Çizgi karakterlere sonra yine döneceğiz, şimdi ilk çizgi filmi anlatalım. ABD ve İngiltere’de, neredeyse aynı tarihlerde, yani 1906 senesinde, ilk çizgi film, perdeyle buluştu. Amerikalı James Stuart Blackton tarafından yaratılan eserin adı; “Humerous Phases of Funny Faces” idi. Tam sekiz bin çizimden oluşan bu film, bir ressamın çizdiği resmin canlanmasını anlatıyordu.  Günümüz teknolojisini bir an için unutun, çünkü ilk çizgi film, bir çemberden atlayan köpek gibi basit hareketlere can veriyordu. İngiltere’de ise Walter Booth, “Sanatçının Eli” adlı filmi yarattı. Anlaşılacağı üzere, görünen kendi eliydi. El, bir kadın ve bir erkek çizdi, sonra bu çift dans etmeye başladı.

 

Fransalı karikatür sanatçısı Émile Cohl, animasyonun bir başka ilk ustasıdır. 20. Yüzyılın başında yaptığı Fantasmagorie ise tarihin ikinci animasyon filmidir. Büyük resimler çizen ve bu resimleri tek tek fotoğraflayan Cohl, örneğin Fantasmagorie’yi 700 resimle oluşturdu. 15 yılda 250 film yapan sanatçı, tarihin ilk çizgi film karakteri “Sncokums”a da hayat verdi. 250 film yaptı demiştik, ancak sadece 37 tanesi günümüze ulaşabildi, ne yazık ki…

 

Peki, ilk çizgi hayvan kahraman kimdi? 102 yıl önce yaratılan “Old Doc Yak” adlı kısa pantolon giyen bir keçiydi. Haliyle çok tuttu ve bir seriye dönüştü. Çocuklar çizgi filmi, çizgi filmler çocukları sevmişti. Çizgi filmlere giderek artan ilgi, 1919 yılında meyvelerini verdi. Ve Pat Sullivan’ın “Felix the Cat” adlı yapıtı, pek çok çocuğun sevgilisi haline geldi.

 

Aşağıdaki linkte; ilk çizgi filmlerin nasıl yapıldığına dair kısa bir videolar var.

http://www.izlesene.com/video/ilk-cizgi-filmler-nasil-yapildi/7140193

http://www.izlesene.com/video/sinemanin-ilkleri-ilk-cizgi-film/8137692#

https://www.youtube.com/watch?v=DfOmxAtI00Q

https://www.youtube.com/watch?v=7D6nOddKc0Y

https://www.youtube.com/watch?v=zr58Gka6KTI

 

Önce renk, sonra da ses geldi…

 

İlk renkli çizgi film, tersten boyanan bir eserdi, adı “The Debut of Thomas Kat” idi ve 8 Şubat 1920′de gösterime girdi. İlk sesli çizgi film ise Paul Terry tarafından hayata geçirildi. 1928’de çekilen bu film, Meşhur Ezop’un fabllarından yola çıkılarak yaratılmıştı. Çizgi Film Kralı Walt Disney, filmi beğenmedi ve “bu bir yığın patırtı” dedi. Kıskanmış olsa gerek. Çünkü aynı yıl, yani 18 Kasım 1928’de, kendi sesli çizgi filmi “Steamboat Willie”yi New York’ta gösterime soktu. Bu tatlı rekabet, aslında tüm çocuklara yaramıştı. Çünkü tüm zamanların en bildik kahramanı Miki Fare, artık aramızdaydı. Uzun metrajlı ve sesli ilk çizgi film ise 1937’de çekilen ve yine Walt Disney yapımı olan, herkesin çok iyi bildiği “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” idi.

 

Türkiye’de çizgi film…

 

Türkiye’nin en ünlü karikatüristlerinden Cemal Nadir, 1932 yılında “Amcabey Plajda” adlı bir çizgi film denemesinde bulundu. Tek başınaydı, stüdyosu ve ekibi yoktu. Teknik yetersizlik yüzünden bu ilk proje, gerçekleÅŸemedi. Ülkemizin karikatürist ve animatörleri Vedat Ar, Yalçın Çetin, Mıstık, OÄŸuz Aral, Tekin Aral, Nihat Bali, Tonguç YaÅŸar, Orhan BüyükdoÄŸan, Erim Gözen, Tunç İzberk, AteÅŸ Benice, Ali Murat Erkorkmaz, Cemal Erez, Meral Erez, Emre Senan ve DerviÅŸ Pasin, bizim de çizgi film sektörümüz oluÅŸsun diye mücadele ettiler. TRT için Karınca Ailesi, Tek Bıyık, Tekir Noktalama İşaretlerini Öğretiyor, Bay Burun, Polis Amca, Evliya Çelebi, Dede Korkut gibi çizgi filmler üretildi. Son yıllarda TV kanallarında yayınlanan Pepee, büyük ilgi uyandırdı, hatta oyuncakları da raflarda yerini aldı. Sinemada gösterilen ilk çizgi filmimiz Ayas ise 2013 tarihliydi. Animasyon alanında dünyanın çok gerisindeyiz, umarım gelecekte birbirinden güzel animasyonlar, beyazperde ile buluÅŸur.

 

En sevilen kahramanlar…

 

Çizgi filmlerin tarihçesine bir son verelim, biz yine kahramanlarımıza dönelim. İşçi karınca Z, en sevilen kahramanlardan biridir. Gösterimi 1998’de yapılan filmin karakterlerini, Hollywood ünlüleri Woody Allen, Sharon Stone, Sylvester Stallone, Jennifer Lopez, Gene Hackman ve Christopher Walken seslendirdiler. Böylelikle animasyon seslendirmesi ünlülerin katıldığı bir geleneğe dönüştü. Ve bu sadece ABD ile sınırlı kalmadı. Her ülkenin meşhurları, çizgi film seslendirmesi için kollarını sıvadılar.

 

Sevilen karakterler biter mi? Asla bitmez! Karaca Bambi, Fare Remy, Tavşan Roger Rabit, Homer Simpson, Ceset Gelin Emily, Kung Fu Panda, Kaptan Hook, Totoro, Caroline, Çizmeli Kedi, Gromit, Optimus Prime, Bumblebee akılda kalan tiplemelerdir, kesinlikle… Sonra Afacan Çocuk Denis, He-Man, Jetgiller, Taş Devri, Cedric, Scooby Doo, Sünger Bob, resmen saymakla bitmeyecek.

 

Benim en sevdiğim karakter ise Buz Devri serisinin fenomeni, firavun faresi Scrat’tır. Onun, meşe palamudu ile ilişkisine ve büyük mücadelesine, hayran olmamak elde değildir!

 

Korku sinemasında çocuk etkisi…

 

Çizgi filmler ve animasyonlardan artık çıkalım. İlgi çekici bir konuya göz atalım. Önce ebeveynlerinizden izin alalım. Çünkü yeni konumuz, korku sinemasındaki çocuk karakterler. Efendim, belki aileleriniz gerilim filmlerini seyretmenizi istemiyordur, haliyle haklı olarak. Sizler ÅŸanslı nesilsiniz, bizim zamanımızda anne ve babalarımız, çocuk psikolojisi üzerine pek kafa yormazdı, üstelik her çocuk gibi meraklıydık. Yazlık sinemada, bir korku filmi seyrederek, ilk travmamı yaÅŸamıştım. Neyse bu bambaÅŸka bir hikaye… YaÅŸ sınırları konuyor filmlere, iÅŸte ÅŸu yaÅŸta seyredebilir, bu yaÅŸtaysa ailesiyle izleyebilir gibi… Ancak aynı özeni, çocuk oyunculara göstermiyorlar. Yani çocuklar korku filmi seyretmesin ama korku filminde oynasın. Evet, kesinlikle tuhaf… Bu büyüklerin iÅŸlerine de akıl sır erdirilemiyor. Bir festivalde, yabancı bir yönetmene sormuÅŸtum. Çocuklar neden korku filmlerinde oynatılıyor diye, yanıtı; Çünkü onlar masum, çoÄŸu yetiÅŸkin için masumiyet korkutucudur demiÅŸti. Biz yetiÅŸkinlerin, masumiyetten korkması, harbiden çok ilginç… Sinema tarihinin en korkunç filmi, Åžeytan’dır (The Exorcist / 1973), filmdeki Regan karakterini canlandıran Linda Blair ise, henüz 14 yaşındadır. Artık nasıl bir kaderse, onun sinema hayatı korku filmlerinde oynamakla geçer.

 

Hayvan Mezarlığı filmindeki Gage tiplemesi, Omen’deki JDamiens karakteri, sonra Yetimhane’deki Victor, Orphan’daki Esther, şiddet sever Oyuncak Bebek Chucky’e rahmet okuturlar. Hah! Bizde de Öksüzler filminde Nuri adlı korkunç bir karakter vardır, “Binicem üstüne, vurucam kırbacı” repliğiyle bilinir.

 

Çocuk eli değen filmler…

 

Çocukların sürüklediği, yetişkinleri dönüştürdüğü filmlerini de anlatmadan olmaz. Misal Alice in the Cities (Alice in den Städten, Wim Wenders, 1974). Bu yol hikayesinde, Philip Winter adında yazamayan bir yazar vardır. O tıkanıp kalmıştır. Ve bir gün küçük kız Alice’le tanışır. Onların yolculuğu, yeniden hayata dönmek ve yine üretmek demektir.

 

Çocukluk halleri üzerine…

 

Portekizli yönetmen Monoel de Oliviera, yakında 107 yaşına girecek. Evet, yanlış okumadınız, yüz yedi ve o hala film çekiyor. Aniki Bóbó ise onun 73 sene evvel çektiği bir film. Aynı okulda arkadaş olan çocukların, rekabetlerini, gruplaşmalarını anlatan, onların üzüntülerini ve sevinçlerini yansıtan, etkileyici bir yapıt bu…

 

En sevdiğim film…

 

Sovyet Sineması’nın doruk yapıtlarından biridir Gel ve Gör (Come and See (Idi i Smotri, Elem Klimov, 1985), benim de en sevdiğim ve etkilendiğim filmdir. Savaş karşıtıdır, barış yanlısıdır. Savaş dehşetini, bir çocuğun gözünden yansıtır. Gel ve Gör der, küçük kahramanımız Florya, büyüklerin yarattığı vahşeti ve şiddeti gel ve gör.

 

Büyümek zorunda kalmak!

 

Cría Cuervos, Carlos Saura’nın 1976’da kotardığı bir film. Anne ve babalarını yitiren üç küçük kız çocuğunun, hayata tutunma çabasını kurgular. Ölüm, yaşam ve büyüme sancısı… Yaşamak, yetişkinler için bazen adil değildir, çocuklara ise hiç değildir.

 

Babalar ve kızları…

 

El Sur (Victor Erice, 1983), babasına hayran olan küçük kız çocuğu Estrella’yı anlatıyor. Kahramanımız ağır ağır serpiliyor, için dünyasının kapılarını, hepimize açıyor. Büyüdükçe hayatı sorgulamaya, sorular sormaya, olup biteni anlamaya çabalıyor. Olgunlaşmak gerçeklerle yüzleşince geliyor. İspanya İç Savaşı’nın yarattığı tahribat, toplum kadar, çocukları da vurmuştur çünkü…

 

Kadere inat, “Hayat Var!”

 

Reha Erdem’in bu öyküsü, küçük kahramanımız Hayat’a (14) dair… O, Göksu Deresi’nin kıyısındaki vahÅŸi bir cazibesi de olan harabe bir yuvada büyümeye çabalar. Bakıma muhtaç dedesi ve evin rızkı için balıkçılık dışında yasadışı iÅŸlere de yönelen babasıyla… Acımasız dünyadaki korunağı derme çatma ahÅŸap kulübesinde, boÄŸazın diÄŸer yakasındaki okulunda ve aklınıza gelebilecek her yerde yalnızdır bu çocuk. Hayat’ı, -içimiz cız ederek- kâh iskelede eve dönmek için büyük bir sabırla babasını beklerken kâh metruk arsada garibim horozu tekmelerken yakalarız. Ama Hayat varsa, umut da vardır.

 

Büyümek istemeyen çocuk

 

The Tin Drum (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979), büyümemeye karar veren bir çocuğun öyküsüdür. Hep üç yaşında kalmak isteyen Oscar’a, annesi teneke bir trampet alır. Halk. Nazi’lere sustukça, o trampetini çalar. O, özgürlüğün susmayan sesidir. Bu büyümekten, büyükleri yüzünden nefret etmenin destanıdır.

 

Uyarmakta fayda var, bu filmlerin çoğu acıklıdır, hayatta gülmek kadar, ağlamak da vardır. Ve ötesinde, sinemanın tüm ölümsüz yapıtlarında çocuklar yer alırlar. Çünkü onların gözleri daha sorgulayıcıdır. Çünkü çocuklar, yetişkinlerin yarattığı anlamsızlığa anlam ararlar.

 

Çocukların, kahramanlığı sırtladığı diğer filmler ise şunlardır; The 400 Blows (Les quatre cents coups, François Truffaut, 1959), Forbidden Games (Jeux Interdits, René Clément, 1952),  Ivan’s Childhood (Ivanovo Detstvo, Andrei Tarkovsky, 1962), Evde Tek Başına (Home Alone, Chris Colombus, 1990) , Where is the Friend’s Home? (Abbas Kiarostami, Khane-ye doust kodjast?, 1987), The Kid with a Bike (Le gamin au vélo,  Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2011) ,The Bad Seed (The Bad Seed, Mervyn LeRoy, 1956),  Stand By Me (Stand By Me, Rob Reiner, 1986), Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990), Nobody Knows (Dare Mo Shiranai, Hirokazu Koreeda, 2004) , Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012), Let the Right One In (Låtten Den Rätte Koma In, Yön: Thomas Alfredson – 2008) , Kikujirō’s Summer (Kikujirō no Natsu, Takeshi Kitano, 1999), Kes (Kes, Ken Loach, 1969)

 

Son olarak şunu söyleyelim. Çinli Filozof Mencius; “Çocukluktaki saflığını kaybetmeyen adama, büyük adam denir” demiş. Dilerim arkadaşlar, saf halinizi ve masumiyetinizi, geleceğe taşırsınız. Hepiniz çocuk ruhlu, büyük insanlar olursunuz.

Tarkovski, aşılamamış en yüksek çıta…

Bizim memleket sinemasının, özellikle festival-sanat filmlerinin, pek meşhur Rus yönetmen Andrey Arsenyeviç Tarkovski’yle takıntılı, saplantılı bir ilişkisi var, malumunuz. İşte uzun plan sekanslar, az diyaloglar, bol ölçek minimalizm, görsele abandıkça abanma, kurguyu budama falan filan.

Lakin Tarkovski’nin mühim bir derdi var, hani anlatmak istediÄŸi, kendisinde saklayamadığı bir meramı var. Hah! Bu bambaÅŸka bir gaye, çünkü anlaşılır olmak veya olmamak gibi bir sıkıntısı yok; “Sanatçı anlaşılır olma peÅŸinde koÅŸmayı düşünemez. Bu, en az ‘anlaşılmaz’ olmayı istemek kadar saçmadır.” Özetle; herkes anladığını anlayacak, anlamadığına anlam yükleyecek, tabiri caizse kafa patlatacak. Algının kapıları açılacak, saksı çalışacak, insana dair güzellikler ortaya saçılacak. Evet, Sovyet sineması ekolünden gelen Tarkovski’nin farklı bakış açısı ve ÅŸiirsel bir sinema dili, bizim yönetmenlerimizi etkiledi, etkileyecek. “Neden Tarkovski Olamıyorum” filmi, onun adını bir çıta olarak gören ve aÅŸmayı düşünen rejisörlerimizin hikayesi aslında, tam tekmil trajikomik.

Gişe ile sanat filmi arasındaki uçurum hayli derindir. Tarkovski, seçimini sanattan yana yapmıştır, tereddütsüz. Onun ‘zaman’ sevdası vardır, tam da bu yüzden, sanattan muaf, geniş kitleleri hedefleyen, gişe beklentisiyle çekilmiş kahramanlı, maceralı yapıtların, insana bir katkısının olmadığını bilir ve onları reddeder. Sabun köpüğü işlerdir bunlar, kolay tüketilir, an’a dairdir, yarınlara değil! Başyapıtlar çekmek, klasik ve kült mertebesine erişmek, zor, harbiden zor, çok zor. Sinema elbette, ekip işi, takım ruhu… Lakin bir maestroya ihtiyaç var, tüm parçaları birleştirecek, aksaklığa izin vermeyecek bir yaratıcı olmalı, yeteneği, hüneri ve büyüsüyle… Tarkovsi, işte böylesi bir yaratıcı, onu taklit etmek, ne yönetmene, ne de sinemaya bir şey katmaz, esinlenmek, eyvallah, ancak kopyalamaya çalışmak, dev bir saçmalık, ötesi berisi yok! Burada sözü Tarkovski’ye bırakalım; “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanoğlunun gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır” Tarkovski’nin derdi, anlaşılmıştır umarım.

Neden Tarkovski Olamıyorum’u seyrettikten sonra, film eleştirmeni arkadaşlarımla, üstüne konuşmuştuk, hatırlıyorum. Hatta Woody Allen çekseydi bu filmi, nasıl olurdu gibi bir soru da sormuştuk. Gaza gelip, neden Stanley Kubrick olamıyorum, Alejandro González Iñárritu olsaydık keşke gibi garip ve zorlama espriler dahi yapmıştık. Murat Düzgünoğlu’nun bu filmini önemseme sebebim, bize üstüne düşünme, fikir üretme şansı vermesineydi. İlk filmi Hayatın Tuzu’nda, minimalizme göz kırpan Düzgünoğlu, Neden Tarkovski Olamıyorum ile bir yönetmenin özelinde, genel ruh halimizi ve ülke sinemasının mevcut durumunu ortaya koyuyor. Elbette eksikler, sıkıştığı yerler var, ancak projenin, vasat barajını aşan, özgün bir işçilik olduğunu düşünüyorum. Urfa’da Oxford mu vardı, gitmedik gibi klişe bir söze sığınmayacak bu memleketin genç sinemacıları, Tarkovsi olamıyorlarsa, Ahmet, Mehmet olacaklar, kendileri olacaklar, ama tesis yok gibi mazeretlerin arkasına sığınmayacaklar, beyazperdeye kendi adlarını da yazacaklar.

21. Altın Koza Film Festivali’nde sinemamızın kalıcı yüzü Yılmaz Güney ile Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü kazanan yapıt, Adanalı sinemaseverlerin de takdirini kazanmayı bildi, hiç kuÅŸkusuz. Film, baÅŸkarakter Bahadır’ın, kendi arzuları ile memleket gerçeÄŸi arasında sıkışmasını resmediyor. Yönetmen Bahadır’ın düşlerini Tarkovski filmleri süsler, gündelik hayat ise bambaÅŸkadır, rüyalara yer yoktur. Ne yapacaksın der yapımcılar sanatla sepetle, çek bir komedi, gülsün iÅŸte ahali… Bu ikircikli durumdan, yani yapmak istediÄŸi ile yapılmasını istedikleri arasındaki çatışmadan, özel iliÅŸkilerine, aile baÄŸlarına ve yakın çevresine de pay düşecektir, şüphesiz. Bunalım, mutsuzluk, ötelemek, beceriksiz olduÄŸunu düşünmek ve dahası, al sana memleket entelektüellerinin tipik haleti ruhiyesi… Üstüne üstlük Tarkovsi Abimiz, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf iliÅŸkisini yitirir” buyurmuÅŸ. Mevzu çetin, yol sarp, hayat koÅŸulları kirlenmeye oldukça müsait. Saf kalma mücadelesi, yaÅŸama tutunma gayreti, tam bir travma, buyurun buradan yakın! Andrey Rublev, Kurban, Stalker, Ayna, Nostalji, Solaris, İvan’ın ÇocukluÄŸu, Katiller, Bugün Kimse İşten Çıkartılmayacak, Konsantre, Silindir ve Keman, harbiden hangisini anlatalım, TV iÅŸi ucuz seyirliklere, dizi estetiÄŸiyle çekilmiÅŸ filmciklere benzemiyor bunlar, “Halkı memnun etmek için, sanatla ilgisi olmayan genel izleyici filmi çekmek gibi bir ıstıraba katlanamam” diyen insana saygı duymak lazım, ustaların ustası olmak, öyle herkese nasip olmaz.

Yalnızlığı öven, acı çekerek saf kalmayı hedefleyen, mutluluk isteyenlere şaşırarak bakan bir deha yönetmeni, niye bu kadar anlatıyorum, çünkü onun varlığı da, yokluğu da bizim büyük çaresizliğimiz. Elbette, sinema demek, Tarkovski demek değil, birçok iyi yönetmenden birisi o, niceleri var, adını peliküle kazıyan, misal bana Kubrick daha ilginç gelir. Amma ve lakin Tarkovski, sinemacılarımızın sınavıdır, Türkiye’nin festival gerçeğidir. Neyse biz, Tarkovsi gibi bir yönetmen olmayı kafasına koyan ama bu yolda bocalayan kahramanımız Bahadır’a (yetenekli aktör Tansu Biçer canlandırıyor) bağlayalım artık mevzuyu… Evet, bitmeyen projelerinin filmi bu, rafa kaldırdıklarımız, hayat bulmamış tasarılarımız, ah ne çoklar. Bizim Bahadır Kardeş, TV’ye basit işler yaparak hayatını idame ettirme gayretindedir. Ev arkadaşı alarak, kiraya ortak bulmak, kesilen elektrik, doğalgaz vs. ile faturalarla boğuşmak, Yerli Tarkovsi adayımızın serüvenlerindendir. Beklenti büyüktür, hedef barizdir, ancak yol yanlıştır, yordam yanlıştır, istikamet yanlıştır. Çevresindeki elemanlar, zaten dünyanın sonu gelecek, gırgırımıza bakalım modundadır, sevgilisi, onun öncelikle çevresinden kurtulması gerektiğini haykırır. Filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu da, Fikirtepe’de benzer bir arkadaş çemberi içinde yaşıyor, türkü filmleri çekiyormuş. Yine aynı dalga yani, ticari film çek diyormuş ona yakınları, uzak dur sanattan, sorgulamaktan, falandan filandan… Yapımcı da akıl vermiş, kendi projeni unut, iki erkek arasında kalmış bir kadının öyküsünü çek, kendi filmini de babanın parası varsa hallet demiş. Bu memleketin biricik gerçeğidir bu, akıl veren çoktur hani, herkes her şeyin uzmanıdır. Murat Düzgünoğlu, güzel kelam ediyor ve aslolan insanın kendini duymasıdır diyor, öyle ya, gerisi kakafoni, ötesi rabarba…

Evet, ideallerinden vazgeçmiş, düzene ayak uydurmuş insanların özgeçmiş yıkıntılarıyla dolu bu ülke, maddiyata esir düşmek, sevmediğin bir işin ucunu tutmak, kişinin kendi yaşam hevesini kırmaktan başka bir şey değil, ne yazık ki… Bu bir tutunamayanlar filmi ve bence seyredilmeli, özellikle rüyası ve hayatı arasındaki büyük boşluğu fark edenler, elbette…

İçinden tatil geçen filmler…

 

 

 

Alper TURGUT

 

Kentte yaşayan insanların biricik beklentisi ve hayali, kışı kazasız belasız çıkartıp, yaz aylarına ulaşmak ve tatile çıkmak, harbiden küçük bir hedef, lakin yenilenmek için buna kesinlikle ihtiyaç var. Editör, tatil filmlerini yazar mısın diye sordu, hayhay dedim. Ancak tatil filmi diye bir şeyin olmadığını söylemedim, elbette fonunda tatil bölgesi olan seyirlikler vardır, adında tatil geçen yapımlar da vardır, seyredene ah be şimdi orada olmak vardı dedirten filmler vardır, şimdi bunları birbirlerine karıştırmamak gerek.

 

FİLMLERİN OLMAZSA OLMAZI TATİL YÖRELERİDİR

 

Misal yol filmleri, içeriğine tatili sokan filmdir, kanımca… Kim istemez yollarda olmayı, hele üstü açık bir arabada, gözünde güneş gözlüğü, kulağını ve ruhunu çalan müziğe, saçlarını da bırakmışken rüzgâra… Sonra gençlik filmleri, tatil modunda olur, çoğunlukla… Hele korku ve gerilim filmleri, klişenin tam dibine vurur, kızlı-erkekli küçük bir grup, serüven odaklı tatile çıkarlar ve soluğu, atmosferi, resmen gidin lan buradan diyen belalı bir yerde alırlar. Sonra olaylar, olaylar, olaylar… Erotik filmlerin tercihi de tatil bölgeleridir, detaya girmeyelim ve bu konuyu kısa keselim. Alternatif sporlarla ilgili filmleri de, tatil paketine katabiliriz, rahatlıkla… Sonra felaket filmlerinin de olmazsa olmazı, tatil yöreleridir, tsunaminin kıyıları vurması, yanardağın faaliyete geçmesi, vesaire vesaire… Hah! Köpekbalığı, katil balina ve piranayı unutmayalım, insana yüzmeyi bile zehir ederler, hainler… Evet, hayli geyik bir yazı oldu, farkındayım, ancak tatil filmi deyince, benim aklıma bunlar geliyor, çünkü bir turizm şirketinin tanıtım filmi çekmesi dışında, tatil filmi diye bir şey olmaz, olamaz, biz en iyisi, geçelim içerisinde tatil geçen filmlere…

 

HABABAM SINIFI TATİLDE

 

Misal 1953 tarihli üç Oscarlı Roma Tatili’ne, güzel bir kenti dolaşırken, bize aşk da eşlik edebilir. Hawaii, malumunuz güzide bir tatil yöresi, gidemesek dahi, Aşkzede’yi (Forgetting Sarah Marshall) izleyebiliriz, hani züğürt tesellisi kapsamında… Woody Allen abimiz, New York’tan çıkıp, Avrupa’ya dadanınca, sayesinde tatile gitmiş kadar olduk, keşke İstanbul’u da mesken tutsa, keşke… Neyse… Woody Allen’in Vicky Cristina Barcelona filmi, hiç değilse Katalan tatiline katabilir bizleri… Sonra Küçük Gün Işığım, Aşk Her Yerde, Ye Dua Et Sev, Kumsal, Ananı da!, Mamma Mia, Bir Gün, Altı Gün Yedi Gece, Tatil, Morigold Hoteli’nde Hayatımın Tatili, Bahar Tatili, Çılgın Tatil, Zoraki Tatil, Unutulmaz Tatil, eğer ilginiz varsa, gönül rahatlığıyla seyredilebilir. Filmlerin hepsi neşeli, keyifli, eğlenceli değil elbette, örneğin Kıyamet Günü, kanınızı dondurabilir ve sizi tatilden kolayca soğutabilir. Bizim memlekette ise Hababam Sınıfı Tatilde, sanırım gönüllerde birinci sırayı alır. Sonra Karşılaşma, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Temmuz’da, Tatil Kitabı, Bir Küçük Eylül Meselesi… Bitti mi? Hayır! Seni Kalbime Gömdüm, Sultanoğlu, Alev Alev, Mutluluk… Ve şu filmleri de yazıp, listeye bir son verelim; Çok Filim Hareketler Bunlar, Balayı, Günah Keçisi, Ayaz, Berlin Kaplanı, Bir Avuç Deniz, Recep İvedik’in ilki, Eyyvah Eyvah ve Çılgın Dersane… Erotik furya döneminde çekilmiş, absürt ötesi, uçuk, kaçık ve saçmalık, özetle tam tekmil çöplük bazı filmleri ise yazmadım, yazamadım ve hatta bu yükü atmak, bu anlamsız deneyimi unutmak isterim.

 

TATİL MEVZULU YAPIMLARIN BİR KISMI ÇERÇÖPTÜR

 

Hani yeri gelmişken ve doğrusunu söylemek gerekirse, tatil mevzulu yapımların çoğu bildiğiniz kötüdür, bir kısmı çerçöptür, geri kalan azınlık ise vasatı aşmayı başarır. Çünkü bu yapımlar zorlamadır, ne anlatmak istediği muammadır, harbi harbi klişe deposudur ve birbirinden aparmadır. Seyircide tekrara düşme hissi, ben bunu biliyorum izlenimi uyandırır, üstelik görseli öne çıkartayım derken, hikâye savsaklanır, oyunculuklar da resmen dökülür. Bana sorarsanız, Bodrum’da, Marmaris’te çekilmiş filmler yerine, görmeyi dilediğim diyarlara dair yapımları seyretmek isterim. Mümkünse, facia, dehşet, vahşet içermeyenlerini tercih ederim. Devreleri yakmamışsa şayet, kim tatil umarken, katil bulmak ister ki? Balayı çiftlerinin başına gelen belalar, ormandaki göle değil, ecele giden gençler, ıssız bir yere ulaşalım, salt kafa dinleyelim ve arada sevişelim derken, inadına tabutuna çivi çakan tipler… Doğanın güzelliği, insanın karanlık doğasını ve çirkinliğini bastırsın diyelim ve ekleyelim; en güzel tatil filmi, insanın kendi yolculuğudur ve hala çekilmektedir. Hayır, ben hala tatile çıkamadım ve resmen bir ezik gibi, evde oturmuş tatilde geçen filmleri yazıyorum, sizlere iyi tatiller ve hadi bana müsaade…

 

27 Temmuz 2014 / Evrensel

Woody Abim, Mavi Yasemin ve gerçeğe hapsolmak…

 

 

ALPER TURGUT

 

“Blue Jasmine” (Mavi Yasemin), Woody Allen’in son icadı, şimdilik. “Fantezi tek kurtuluşumuzdur. Hepimiz gerçeğe hapsolmuş durumdayız” diyen ustanın, kendisiyle çelişerek ve doğal olarak bunu isteyerek, acımasız gerçekliğe yaslanması, günümüz insanına ve sosyal katmanına, alın size ayna birader, doya doya seyredin kendinizi ve birbirinizi, demek olsa gerek. Yüksekten düşmeye korkan, olduğu yerden kurtulmak için çırpınan, sınıf ve statü kaybından ödü kopan, yozlaşmaya kapılarını ardına kadar açan ve her zaman yalanla, dolanla, parayla var olan insanları, fanteziyle kurtarmamış, resmen gerçekle tokatlamış usta…

 

Yaklaşık 50 yıldır film çeken Woody Allen, hemen her konuyu deşen, kendi de dâhil her şeyle dalgasını geçen güzel bir abimiz, elbette hınzır, zıpır, zeki ve yetenekli… Bilgi birikimi ve entelektüel kişiliği ise, tartışma konusu bile değil! Üstelik kararlı bir üretici, her yıl bir film yaratmadan huzur bulamıyor. Gündelik hayata dair bildik diyalogları hicivle süsleyen, klişeyi dahi akıcı hale getiren Woody Allen’ın tüm filmini severim, elbette her zaman bütününü değil, çoğunlukla bazı sahneler, bazı replikler aklımda yer ederler, ustanın her sene bir Annie Hall, bir Manhattan çekecek hali zaten yok. Neyse… O, Amerika ve Avrupa arasında mekik dokuyor ve kent kent geziyor, son durağı ise San Francisco… Bu kez komediyi geri plana atıp, psikolojik dramda karar kalmış. Blue Jasmine için en karamsar, en bunalım, en depresif filmi bile diyebiliriz, rahatlıkla…

 

 

İyi yazılmış, iyi çekilmiş bir filmde, iyi bir oyuncuya da, bir Mavi Yasemin’e ihtiyaç var. Mia Farrow, Diane Keaton, Scarlet Johansson vs. derken, bence üstat aradığını nihayet buluyor, evet, Cate Blanchett ne güne duruyor? Cate için ne söylenebilir, onun yaşayan en iyi birkaç aktristen biri olduğuna deli gibi inanırken… Oscar’ı alır veya almaz, bunu diğer filmleri ve adayları izlemeden bilemem. Lakin gönlümüzün heykelciğini çoktan kaptı. Memleketimin tüm aktrislerinin ve oyuncu olma hevesindeki genç kadınlarının, bu filmi ve hüznü bir zarafet gibi taşımayı beceren 44 yaşındaki Cate’i mutlaka seyretmesi gerek. Son olarak, çıta bu kadar üste konur mu be ablam? Alec Baldwin, Sally Hawkins, Peter Sarsgaard, Boby Cannavale, Andrew Dice Clay filmin öne çıkan diğer oyuncuları… Sally Hawkins de en yardımcı kadın oyuncu için Oscar adaylığı alabilir, o denli iyi… Boby Cannavale ise filmin neşesi, o olmasa depresyondan çıkamazdık sanırım.

 

 

Burjuva ahlakının çöküşünü anlatıyor öykümüz, eski zengin ve ‘mükemmel’, yeni fakir ve nevrotik kadınımız Jasmine (Cate Blanchett), adeta paramparça bir halde, New York’tan San Francisco’ya gelir. Dolandırıcı kocası Hal (Alec Baldwin), cezaevinde intihar etmiştir, elde avuçta ne varsa devlete kaptıran, hala pahalı zevklerden ödün vermemeye kasan Jasmine, bugüne dek sıradan hayatına burun kıvırdığı, hep kaba ve yanlış adamlarla birlikte olduğu için suçladığı Ginger (Sally Hawkins)’ın yanına taşınır. Bir markette kasiyer olan Ginger, iki yetimken aynı eve verilen ve Jasmine’i abla belleyen, iyi yürekli, neşeli ve eğlenceli bir kadındır. Onun iki yavrusu vardır, işçi kocasından ayrılmış, tamirci sevgilisiyle evlilik planları yapmaktadır. Sonra geriye dönüşlerle, Mavi’nin hikâyesinin detaylarını öğreniriz. Onun korkunç bir sırrı vardır, Jasmine’i kemirir durur. Apaçık ortada olandan korkma zaten, bazen bir şey sende saklı kalır, işte o aklı alır.

 

Türkiye’ye dair umudumuz arttı

Babası tarafından eÅŸcinsel olduÄŸu gerekçesiyle öldürülen Ahmet Yıldız’ın hayatından esinlenen “Zenne”, Altın Portakal’dan en iyi ilk film olmak üzere beÅŸ ödülle döndü. Filmin yönetmenleri M. Caner Alper ve Mehmet Binay ile baÅŸrol oyuncuları Kerem Can, Erkan Avcı ve Giovanni Arvaneh ile 2007’de belgesel projesi olarak baÅŸlayıp 2008 Temmuz’unda Yıldız’ın öldürülmesinin ardından kurmacaya dönüşen Zenne’yi konuÅŸtuk. Türkiye’ye dair umudumuz arttı yazısına devam et

Göz var izan var!

 

 

ALPER TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali’nde en iyi yönetmen dâhil dört ödül kazanan “Eylül”, film eleştirmenlerini ikiye bölmüş gibi, bir kısmı yılın en iyi yerli işi filmlerinden biri olarak selamladı, ben ve benim gibi düşünen diğerleri de sevmedi, sevemedi, kısa film olacak şeyi illa uzun diye zorlamayı ve elbette senaryosuzluğun hüzünlü hazanını… Özetle; minimal var ya minimal, senaryoya filan gerek yok ekolünden bir olmamışlık daha. Bir kepçe yalnızlık, bir tutam yabancılaşma, azıcık şehirli denemesi, çokça muğlaklık hissi, hah planı uzun tutalım, diyalogu azaltalım, gına getirdiğimiz, demode iki kadın bir erkek örgüsünü de kattık mı, buyurun film hazır. Yok, yok! Ben tıka basa doydum buna, bünye kaldırmıyor artık, kötü bir şey de yazmayayım diyorum lakin göz var izan var.

 

Eylül, bir ilk film, fotoğrafçılıktan gelme, kısa film de çeken Cemil Ağacıkoğlu, yazdı ve yönetti. Filmin belli başlı rollerini Turgay Aydın (Yusuf), Görkem Yeltan (Aslı), Elena Polyanskaya (Elena), Ayten Uncuoğlu (Aslı’nın Annesi), Mete Dönmezer (Aslı’nın Dayısı) ve Serkan Keskin (Namık) üstlendi. Görkem Yeltan, her ne kadar en iyi kadın oyuncu ödülünü kazansa da, bu bir başrol değil yan rol, üstelik karakterin altı boş, ne hastalığı tam belli, ne de kocasıyla arasındaki soğukluğun nedeni. Sürekli anlatmaya çabaladığımız, sinemamızın durumu için kıymetli bir örnek bu. Çünkü erkek filmlerin yarıştığı, gösterime girdiği, çekildiği ve belki şu saatlerde yenisinin yazıldığı ülke sinemasında, ana merkezde kadın yok, hadi kadın-erkek eşitliği olsun, o da yok, kadın karakterler figürandan hallice, ne yazık ki. Bunun dışında tam Yusuf ile Aslı’nın evliliğini anlamaya çabalarken araya Slav Elena’nın da öyküsünü katılınca, metinde saçmalamalar başlıyor. Senaryoda boşluklar, final desen hüsran, eksik, yarıda kalmış ve bla bla… En iyi kurgu ödülünü aldı bu film, daha neler, ben en iyisi daha fazla kurgulamayayım, pardon kurcalamayayım. Sonuçta; Sevemedim Karagözlüm.

 

WOODY ABİ BİZİ GEÇMİŞE GÖTÜR

 

Woody Allen yaşlandıkça New York’la özdeş, görece sert ve nevi şahsına münhasır öyküleri, yerini Avrupalı denemelere ve yumuşacık masallara bırakır oldu. İşte “Paris’te Geceyarısı” (42. film) ile bizleri 1920’lerin Paris’ine götürüyor, bu bir geçmiş güzellemesi, edebiyatın ve resmin doruk yıllarına saygı gösterisi, hiç kuşkusuz. Picasso, Hemingway, Bunuel, Dali, Man Ray, Scott Fitzgerald… Kimi ararsan var. Günümüzle geçmişi buluşturan, mizah katan, aşk aratan bu Woody hikâyesi, ustanın derinlikli filmlerine alışan bizleri bir parça düş kırıklığına uğratsa dahi, onun üretkenliği, yılmadan bıkmadan sinema yapma hevesi aşkına, her koşulda izlenir bu hafif kaçan film.

ABSÜRT BİR TARİKAT ŞEYSİ

Özgün filmler çekmeyi seven Kevin Smith’in yazıp yönettiği “Şeytanın İni” (Red State), ABD’lilerin dine dair bağnazlığıyla resmen dalgasını geçen absürt bir film. Başrollerini John Goodman, Melissa Leo, Michael Parks ve Michael Angarano’nun üstlendiği bu tarikat parodisi, grup seksten, kilise vari ölüm evine, şeytani ayinlerden Sur borusuna uzanan bir çılgın güzergahta, köktendinciliği, üstelik eğlendirerek makaraya almayı başarıyor. Değişik bir film, orası kesin. Tarantino, “Bu lanet filmi çok sevdim” demiş, abartmış olabilir ama yine de ilginç bir seçenek, belirtelim.