Etiket arşivi: tom tykwer

Uğurlama, hak edene yapılır

 

 

 

Alper Turgut 

 

Efendim, geçen hafta Beyrut’taydım, o arada Çiftlik Bank mevzusunu ıskalamışım haliyle, nasıl da kaçmış şamata, of ya… Sülün Osman’dan bu yana, dolandırılmaya doyamayan pek sayın halkımızın, kolay para kazanma yolunda, tabiri caizse silkelenmeleri, şaşırtıcı da değil oysa…

Ava giden, avlanır, klişe, mlişe, gerçek olan budur, siyasetçi kitlesi, dinci kisvesi, saadet zinciri zaten hep kandırmaya, yolmaya, tokatlamaya yönelik değil midir? Beni hayrete düşüren biricik şey, Çiftlik Bank’ta dolandırılan insanların, paranızı kurtaracağız diyen tipler tarafından tekrar aldatılmaları oldu. Hilebazların marifetine mi, ihtiraslı şaşkınların akıbetine mi, vay vay vayyyy diyeyim, harbiden bilemedim. Çok acayip işler, gerçekten. Memlekette itimat denen şeyin yerinde, çoktandır yeller esiyor. Güvensizlik iklimi, resmen hepimizi esir ediyor. Peki, bizler, seçimlere, adalete, siyasetçilere, sisteme, vesaire vesaireye inanmazken, sizler, hopppppp diye Uruguay’a kapağı atan ibişe nasıl güvendiniz? Kusura bakma ama, asıl sorun sende canım kardeşim. Artık gelenekselleşen mesir macunu kapışmasında, hızını alamayıp kazana düşen ve yüzü gözü macuna bulanan bir emmi gördüm televizyonda, kocaman kahkahalar atıyordu. İlla itimat edeceksem şayet, ona güvenmeyi tercih ederim, aman komşular ne der, tüh kahvehanede tefe koymasınlar şimdi, bak ya torunlara da ayıp oldu demeden, eğlencesine devam ettiği için… Sakınmadan, saklanmadan, utanmadan, elbette…

İzin verirseniz eğer, Doğan Medya Grubu’nun satışına dair, iki lak lak etmek isterim. Kuşkusuz ötesinde, buna hakkım da var. Çünkü 22 sene evvel Milliyet gazetesinden ayrıldım, doğal olarak kendisi patronumdu. Sendikasızlaştırma operasyonları, emekçinin yanında duran gazete patronu imajını yıkmıştı öncelikle… Devamında iktidarlara yakın olma hallerini gizliden açığa çeviren, bizim kendi yağıyla kavrulan basını, holdinglerin, bankaların arka bahçesi medyaya dönüştürme sürecini başlatan en büyük aktördü. Haberin, halk için değil, bir avuç zengin azınlığın çıkarı için kullanıldığına ilk kez orada şahit oldum, kâh onlardan reklam alıyoruz diye haberimi kullanmadılar, kâh iş ilişkilerimiz bozulur diye… İş çevrelerinde hemen herkes yolsuzluk yaparken, bir kısmını haberleştirmek, kalanına bihaber olmak, rakiplere dalalım, hamilerimizi koruyalım demekti, tamı tamına… Gazeteci refleksi sağlam olanların elendiğine, yalakaların yükseltildiğine kaç kez tanık oldum, sayamadım. Gencecik ve idealist bir muhabir olarak, salla başı, al maaşı ekolünün içerisinde yer alamayacağım mutlaktı, hadi bana müsaade dedim, iki seneyi aşkın süre sigorta bile yapmadılar, methiyeler düzenleri görüyorum hala, sadece gülerim.

Koalisyon dönemlerinde, at koşturanlar, tek parti iktidarını görünce yaya kaldılar, medyanın gücünü, kendi çıkarları için kullananlar, muktedire denk gelince haliyle çuvalladılar. Zora, baskıya dayanamadılar, oysa idaresi altında, her şeye rağmen hakkıyla çalışmaya çabalayanlar, karın tokluğuna dayandılar, üstelik iş güvencesi olmadan, yıllarca…

Mesleklerini yapma arzularından zerrece şüpheye düşmediğim bir avuç arkadaşım kaldı geride, onlara yanarım, umarım bu fırtınayı atlatır, yine ve yeniden işlerine tutunurlar. Yoksa saygı gören, sevilen, güvenilen, görevinden sekmeyen gazetecileri, dalga konusuna çeviren, ucuz bir mesleğin erbapları olarak gösteren, önemsenmeyen, ciddiyet içermeyen, ahaliye güldüren hallere düşürmekte emeği olanlara, bir veda busesi verecek değilim, uğurlama, hak edene yapılmalı, uzun lafın kısası.

Beyrut’ta dolaştık, Şii, Sünni, Hristiyan derken, Ermeni Mahallesi’ne de uğradık. Kendimi bir anda Anadolu’da buldum, burukluk kadar, sevecenlik de eşlik etti bize, dükkân dükkân gezerken… Bir ağabey, Maraşlıyım dedi, bir amca Sivaslı olduğunu, üstüne basa basa söyledi. Beyrut’ta doğmuşlardı, görmemişlerdi hiç Türkiye’yi, ama bizim kadar, hatta bizden daha fazla bağlıydılar Anadolu’ya… Bizim kanalları seyrediyorlar, akıcı bir şekilde Türkçe konuşuyorlar, aman o mahalleye gitmeyin, yolunuz düşürse de Türkiye’den geldiğinizi söylemeyin, tepki çekersiniz diyenlere inat, misafirperverlik gördük. Neyse… Biri çıkardı telefonu, dedesinin fotoğrafını gösterdi, Çanakkale Savaşı’nda katılmış bir Osmanlı subayını… Asker dede, Çanakkale’nin geçilmeyeceğini kanıtlamış olmanın heyecanı ve sevinciyle köyüne döner ve tüm ailesinin katledildiğini görür. Lan gardaş bu nasıl yara…

Beyrut’ta büyük ve kanlı iç savaştan kalan bazı binalar, ibret olsun diye, insanlar, affedersiniz aynı b.ku tekrar yemesinler diye öylece bırakılmışlar. Delik deşik olmuş, enkaza dönüşmüş, yanmış, yakılmış, yıkılmış yapılar… Savaşın kahredici izini, Bosna’da da, Berlin’de de görmüştüm. Hazır Berlin demişken, kısa bir süre önce izlediğim Babylon Berlin adlı akılda kalıcı ve çarpıcı diziyi de es geçmeyeyim. Babylon denilen bizim meşhur Babil kenti işte, karmaşayla ihtişamın tarihi yani. Gerçek anlamda ilk krallık ve ilk anayasa ondan doğduğu gibi, şiddet ve intikam da onunla birlikte resmiyet kazandı. Hammurabi’nin kanunları değil ama Kudüs’ü zapt eden ve Yehuda Krallığı’nı son veren ünlü Babilli II. Nebukadnezar, tanrının gazabını da üstüne çekmekte gecikmedi, anında baş kötü ilan edildi. Hatta Kitab-ı Mukaddes’te şöyle denildi; “Ben tanrı; krallıkların en güzeli olan Babil’i yerle bir edeceğim.”

İki dünya savaşı arasında, karmaşanın tam ortasında kalan, ne şiddetten, ne ihtişamdan vazgeçen Berlin kentinin, Babil’den farkı ne? Elveda Lenin! filminin senaristleri Henk Handloegten ve Achim von Borries ile Koş Lola adlı yapıtın yönetmeni Tom Tykwer, kolektif bir işe girişince, ortaya muazzam bir seyirlik çıkmış. Bildik Alman disiplini sayesinde sanat yönetimi, görüntü yönetimi, müzikler, oyunculuklar, neredeyse kusursuz. Seyretmeyenler, lafım sizlere, mesaj alınmıştır sanırım.

 

Evet, ilk paylaşım savaşından mağlup çıkan Almanya’da, uslu durmaya asla niyeti olmayan, hala macera arayan insanlar vardır. Monarşi ve Nazizm arasındaki kısa ömürlü demokrasi denemesi Weimar Cumhuriyeti’nde geçer öykümüz, 1929 yılında, ‘kara film’ tadında… Fuhuştan girer, cinayetten çıkar, sabotaj ile devam eder, suikast ile vites artırır, soygunla gaza basar. Polisiye olarak başlar, tarihi gerçeklerle sarsar, ters köşelere yatırır. Sosyal demokratlar, komünistler, faşistler, zenginler, fakirler, askerler, herkes birbirine düşmandır ama aynı zamanda her şey iç içedir. Bizim memleketin yakın tarihine benzeşir ne çok şey, belki bünyedeki etkisinin nedeni de budur, kim bilir?

Düzgün yaşamak ne demektir?

 

ALPER TURGUT

 

“Koş Lola Koş” (Lola Rennt), “Ölümcül Maria” (Die Tödliche Maria), “Prenses ve Şövalye” (Der Krieger und die Kaiserin), “Cennet” (Heaven) “Gerçek” (True), “Kış Uykusundakiler” (Winterschläfer) ve “Parfüm: Bir Katilin Öyküsü” (Perfume: The Story of a Murderer)… Alman asıllı Tom Tykwer, her filmi merakla beklenen ve hakkıyla üne kavuşan yetenekli bir yönetmen. O, her ne kadar bir önceki filmi “Uluslararası” (The International) ile frene dokunsa ve bizleri şaşırtsa dahi son eseri “Üç” (Drei) ile toparlamasını ve tekrar gaza basmasını bildi. “Sosyal, duygusal, politik ve özel anlamlarıyla ‘düzgün’ yaşamak ne demektir?” diyor Tom Tykwer, evet, iki erkek bir kadın arasında peydahlanan ilişkiyi, sert, cüretkâr ve tavizsiz bir şekilde dillendiren ve tabu devirmeye yeltenen Üç, İf İstanbul’dan sonra nihayet 1 Temmuz günü vizyona giriyor. Tykwer’in resmen ustalık dönemine girdiği müjdeleyen Üç, bırakın haftayı, yılın en iyi filmlerinden biri, hiç kuşkusuz. Mutlaka seyredin.

 

Berlin’i fon alan ve film genelinde bir tek bu güzelim kenti iyi kullanamayarak çuvallayan Üç’ün, senaryosu iyi, diyalogları etkileyici, kurgusu neredeyse kusursuz, müzikleri ise müthiş. Kesişmeler, kaçışlar, içe dönüşler, restleşmeler, tersleşmeler, yüzleşmeler, hesaplaşmalar, bu filmin anlatmayı denediği bu, üstelik kendine saf bir dil edinerek, klişeleri tadında bırakarak, ahlak anlayışına kafa yordurarak ve duygulara dair derin kanallar açarak… Kâh komik, kâh trajik ama bütünüyle romantik… Ve ziyadesiyle özgün… Tutku, heyecan ve sevda tuvalinde, farklı renkleri deneyen ve haliyle cinselliği resmeden böylesi bir yapımda, kabul buyurun ki, oyuncu performansları çok ama çok önemlidir. Güçlü oyunculuklar ve altı dolu karakterler şarttır. İşte başrollerini Sophie Rois, Sebastian Schipper, Devid Striesow ile Annedore Kleist’in sırtladığı filmde, kimse sırıtmıyor, herkes işini layığıyla yapıyor. Schipper ve Striesow, biri biseksüel diğeri o güne dek hetoroseksüel iki adamı, eşcinsellikten öte bir yere taşıyan ve zamanla her şeyden değerli olan aşka dönüşen öykülerine inandırmakta gayet iyiler, belirtelim. Ama Sophie Rois için ayrı bir paragraf açmak gerekiyor, Alman Film Ödülleri’nde en iyi oyuncu ödülünü kucaklayan Rois, gerçekten döktürüyor, mükemmel bir katkı bu, şüphesiz.

 

Berlin’deyiz, haber sunucusu Hanna ve sanat teknisyeni Simon dile kolay tam 20 yıldır bir ilişkiyi yürütmekteler. Henüz evlenmemişler ama heyecanı çoktan tüketmişler, sorun yok gibi yapıyorlar ve gündelik hayatlarına devam ediyorlar. Kültürlü arkadaşlar bunlar, her şeyi biliyor, en basit gerçeği göremiyorlar, inadına ıskalıyorlar. Oysa duvara toslayacakları o kadar belli ki… Ve sonra tesadüf bu ya, ikisi de aynı adama âşık oluyor, umursamaz, tuhaf ve çekici genetikçi Adam’a… Aslında bu ilişki dört kişilik, çünkü artık aralarında sır da var.

 

Cinedergi