Etiket arşivi: tarkovski

Andrey Tarkovski kâfi, artık Ken Loach isteriz.

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Nasıl bir işse bu, sürekli can alıyor, yoksulların teriyle, ruhuyla, kanıyla besleniyor. Dur durak bilmiyor, halden anlamıyor. Resmen obur mu obur, doyumsuz bir canavar. İş kazası deyip geçmeyin ha, her birinin altında insana dair bir büyük dram yatıyor. Zaten iş kazası, vicdansız, insafsız bir patron söylemi, öyle ya parayı veren düdüğü çalıyor. Zengine kaza, fukarayı koy mezara, varsıla sefa, yoksula cefa… İş cinayeti de karşılamaz, böylesi vahim mevzuyu, iş katliamı bunun adı, ötesi berisi yok. “Babamın Kanatları”, emek cephesinin yanında saf tutmuş, gündelik hayat gerçeğini ve sistem eleştirisini, sinema sanatıyla bütünleştirmiş, doğru ve haklı yerde durabilmiş bir film. İyi bir film, güzel bir film, olmuş bir film, her ne kadar, mesele derin bir sızı, dinmeyen sancı, bitmeyen acı olsa da…

 

Hak denince, işçi gelir hatırıma der Orhan Veli… Haksızlığa pek çok uÄŸrayan emekçilerin, hak ile anılması, yaÅŸamın en acımasız ironilerinden deÄŸil midir? Bakınız Bertolt Brecht; “OkumuÅŸ Bir İşçi Soruyor” ÅŸiirinde ÅŸunları söyler; “Yedi kapılı Teb ÅŸehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuÅŸlar, altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar, Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?” Evet, geçen sene (2015), ayda ortalama 133 işçi, tatlı canlarından oldular. 2015’te katledilen toplam 1730 emekçinin, yüzde 27’si, inÅŸaat sektöründendi. Yani nasırlı elleriyle, insanlık tarihi boyunca, dünyaya harç katanlar. İşte onlar, adları, öyküleri, umutları bilinmeyen yapıcılar, bize yuva kuranlar, tepemize dam koyan, evimize pencere açanlar… Hiç oturamayacakları pahalı konutları diken, emeÄŸi sömürülen, örgütlenmelerine izin verilmeyen, asri zaman köleleri… Ücretli kölelik düzeninde, duvarlar onların kanlarıyla sıvanıyor, binaların temelinde, onların ölü bedenleri var, bilesiniz.

 

Film, güncel Rüzgar Çetin meselesine cuk oturuyor, kan parası, illet gibi, yakasını bırakmıyor insanlığın, kuşkusuz modern çağın da belası… Zengin olan her koşulda kazanıyor, fakir olan, önce ahlar vahlar, sonra unutulan ölü canlar. İşte o kadar! Yeryüzünün lanetlileri, en alttakiler, onlar hakkında ne yazsak, karşılık bulamayacak, bari filme geçelim. İşçi filmleri, memleketim yönetmenlerinin, nedense uzak durduğu bir mevzi, varsa yoksa bunalmış, sıkılmış, daralmış insanların, saçma sapan hezeyanları, tuhaf, oturmamış, yabancılaşmış halleri… Sabun köpüğü muadili, komedi, korku, romantik türlerindeki tırt ve ucuz projeleri hadi geçtim, bari sanat-festival filmleri kuşağında, emekten ve emekçiden yana yapımlar görelim, Tarkovski Abimizi biraz rahat bırakalım, Ken Loach Abimiz, bu sefer ne çekti diye beklemeyelim. Aslında bir kımıldama var, hakkını verelim, Toz Bezi, Kalandar Soğuğu ve şimdi de Babamın Kanatları… İşte gönlümüzden geçen, daha çok olsun, bol bol çekilsin, havada kalmış tiplerin değil de, gerçek insanların hikâyelerini görelim. Geçenlerde inat ettim, yerli işi dizilere bakayım dedim, lan arkadaş, herkes mi yalıda oturur, Boğaz’a nazır? Bu denli gerçeklikten ve hayattan kopuş mu olur? Özentilik, ergenlerin can simididir, kocaman adamlar ve kadınlar oldunuz, büyüyün gardaşım artık!

 

Helal olsun Kıvanç Sezer’e, gerçek bir haberden yola çıkarak Babamın Kanatları’nı hem yazmış, hem de çekmiş. Menderes Samancılar, Musab Ekici, Kübra Kip, Tansel Öngel de rollerinin hakkını ziyadesiyle vermiş, müzikler de filmin temposuna, inşaatın gürültüsüne eşlik etmeyi bilmiş. Örgütsüzlüğün, hukuksuzluğun, insani hasletlerden muaf tavırların, davranışların, yalakalığın, fakirliğin Özbek veya Kürt dinlememesinin, depremin, sigortanın, zor kazanılanın, hatta kolay paranın, iyinin, kötünün, lanet sistemin buruk ve düşündürten öyküsü bu… Araya aşk-meşk karışmasaymış, senaryo daha bütünlüklü olurmuş ya, neyse, o kadar kusur, bu filmi bozmaz, bozamaz. Üstelik bu bir ilk film, çokça yapıta imza atan yönetmenlerin bile dibi gördüğü ülkemizde, olsa olsa çıtayı yükseltmek denir buna. Babamın Kanatları, şimdiden ödülleri toplamaya başladı, ne diyelim, analarının ak sütü gibi, bir emekçinin alınteri gibi helal olsun.

Derdinizi sevsinler.

 

 

ALPER TURGUT

 

Sinema sanatı, salt gündelik hayatın ağırlığından kaçmak ve güzellikleri, mutluluğu ve mükemmeli beyazperdede aramak olmasa gerek. Yaşamak, bir yangın yeri, bari sinema salonu koltuğunda oturarak, kendime güvenli alan oluşturayım diyorsa bir insan, sorunlardan kaçarak uzaklaşacağı düşünecek kadar iyi niyetlidir, bakınız saftır demedim. Hah! Zaten savaş tam gaz sürüyor, hendekler, yıkılan ilçeler, mayınlar, sivili de bilançoya katmaya hevesli canlı ve cansız bombalar, ölüler, genç ölüler, cenazeler, cenazeler, cenazeler. Hayatın senaryosunu yazma hevesinde olanlar, cehennemi dünyada kurgulamaya çabalayanlar, memleketin acı eşiğini öyle bir yükselttiler ki, artık sıradan geliyor, cinayetler, intiharlar, kaza diye belletilen acı vakalar.

 

Türkiye’de kaybolduktan, tam 34 gün sonra cesedi bulunan Alman kadın ile ilgili haberle değil, insanlar, korkunç detay ile alakadar; “Abi duydun mu bedenini testereyle kesmişler”, havadan sudan sohbetine bunu da katık ediyor. Memleketin en meşhur sapığı, bir suç makinesi tarafından, devletin koruması altındaki, yüksek güvenlikli cezaevinde tabancayla öldürülünce, burası nasıl bir ülke demiyor, deliriyor muyuz diye sormuyor, kötü bir şaka gibi, katili övüyor, kutsuyor, çılgınlar gibi alkışlıyor. Tecilli sapığın cesedi ise ortada kalıyor, yaşayan ve elini kolunu sallaya sallaya dolaşan onca sapık varken, bir ölü bedeni, kafasındaki adalet terazisine oturtmaya yelteniyor, yurdum insanı. Peki, eski eşi ne durumda? Estetik ameliyat yaptırmış, tanınmamak için, şimdi de adı ve soyadını değiştirmek için mahkemeye başvurma aşamasındaymış. Başkasının suçunu, utanç diye taşımak, eski kimliğini ve yüzünü, topluma kurban etmek, mahalle baskısından dolayı travmayı atlatamamak, hatta katlamak… Kardeşim, hani suçun şahsiliği prensibi, hani hoşgörü, iyi niyet, merhamet? Düşene bir tekme de ben atayım, cadı avına canı gönülden katılayım, insanlık dersinde vize, final ve bütünleme yok, ya geçersin, ya kalırsın, o kadar.

 

Saçmalıklar hız kesmiyor, aidiyetler, bu memleketin yükünü daha da ağırlaştırıyor, modern hayat, hala ve ısrarla dinle açıklanmaya çabalanıyor. Çözümsüzlük illeti, ülkenin kaderi oluyor. Ana muhalefetin lideri dahi, hükümete ve aldığı kararların hiçbirine güvenmiyorum, anayasaya aykırı ama iktidarın ‘dokunulmazlık’ teklifine ‘evet’ edeceğiz diyor. Yani kimse kimseye güvenmiyor, haydi söyleyin, itimat yoksa emanet nasıl olsun? Güvensizlikle doldurduğumuz, kötü örnekler olduğumuz yeni nesillere, geleceği nasıl emanet edeceğiz? Adalet yoksa şayet, esaret de kaçınılmazdır bazıları için, özetle; buyurun, buradan yakın!

 

Yıllar önce “Ademin Elması” filmini seyrediyoruz İstanbul Film Festivali’nde, ben bir kitlenin, kahkaha krizine girdiğine ilk kez orada şahit oldum. Salon şenlik yeri gibiydi, önce rahatlama hissi ve ardından pürneşe… Eleman, ağaçtaki kediyi vurmaya çabalıyordu oysa… Ama hal komikti be, hiç kuşkusuz. Sonra haberlere bakıyorum, Adana’da ağaçtaki kadını vurmuşlar, kuş sanıp, neyse ölüm yok hiç değilse, sadece hastanelik olmuş. Daha böyle garip, tuhaf ve absürt kaç haber var, ekranlardan taşan ve artık pek şaşırtmayan, sayan varsa, tebrikler!

 

Şimdi soracaksınız, nereye bağlayacaksın bizim rutine bindirdiğimiz, kafayı sıyırtmakta yarışan delice hallerimizi diye, elbette sinemaya arkadaşlar, hem Tarkovski Abimiz, dünya mükemmel olmadığı için sanatın var olduğunu söyler. O vakit, dünya mükemmel değilse, sanat mükemmel mi? Ne gezer. Konuyu tavsatmadan, tüm sanat sepet evreninde, mükemmellik arayışının sürdüğünün altını çizelim. Tastamam evrensel bir arayış bu, peki, yerelde durum nedir? Resmen dram, ağır dram, sinemamız adına bunun karşılığı vahamet. Bırak mükemmellik arayışını, vasatı bulsak kâfi, ne yazık ki. Yarışma, yarışma dışı, yeni Türkiye sineması derken, yaklaşık iki haftadır İstanbul Film Festivali’ndeki tüm yerli filmleri seyrettim ve birkaç örnek dışında, resmen kahrettim, sabrıma da şükrettim. Melekleri Taşıyan Adam diye bir film çekmişler, arkadaş bizimle zorunuz mu var, ömrümüzden gitti yine seksen dakika, he valla! Kimi çocuklar üzerinden politik söyleme giriyor, siyasete, el kadar veletleri siper ediyor, kimi meramını dahi aktaramıyor, meselesi nasıl anlaşılsın, bir kısmı fındık kabuğunu doldurmayan şeyler, bazısı oyunculuk döküntüsü, ötekisi diyalog çöküntüsü… Senaryo, harbi harbi can çekişiyor, öyküler ülkesinde, hikâye sıkıntısı çekildiği için, yaşanmışlıklar dahi metinle buluşamıyor, haliyle tamamlanmaya hasret peliküller, birbirine kavuşamıyor. İyi bir şey yok mu? Tekniğimiz ilerlemiş bak, üstüne görüntüye renk gelmiş, can gelmiş, kalite gelmiş. Bazı kareleri dondur, tablo diye duvarına as, o denli güzel ve iyi. Ana Yurdu ve Kalandar Soğuğu gibi filmlerin de finallerini sevdim, ancak bitiş çizgisine gelene dek, çok kere yolumu kaybettim. Kurmaca böyleyken, belgesellerde de durum pek parlak değil, bazısı affedersiniz gereksiz, bazısı vasatı aşmış.

 

Evet, gelelim sadede… Haberler birader, haberler, filmlerden önde, hem daha çarpıcı (sersemletici de uyar), hem de daha akılda kalıcı… Balık hafızalı bir toplumun hala aklı başında bireyleri bile, unutmak istiyoruz tüm yaşananları, kâbusumuz oldular, hatırlamak acıtıyor diyorsa, bu memlekette yaşananların korkunç boyutunu gözler önüne sermez mi? Yani gündelik hayatta dert var, tasa var, konu var, sorun var, ne ararsan var. Sinemamızda ise işte cinler, periler, zorlama komiklikler, anlamsız romantiklikler, ziyadesiyle mevcut. Bari sanat sinemamız, ezberimizi bozsa, Kıyıdakiler ortak projesi dışında, can yakıcı mülteci meselesine eğilen yok, Toz Bezi dışında emek ve yoksulluk sorununa bakan yok, sınıf çatışması, üretimin gücü, tüketimin yok ediciliği nerede? Bu sabun köpüğü işlerin coğrafyasında, Yılmaz Güney’in çıkmış olması dahi mucize aslında, işsizlik damarı, yozluğun baskın hali, büyük çürüme, kapanmayan yara katliamlar, türlü türlü politik manevralar, ezme, ötekileştirme… Say say bitmez. Özetle; siyasi sinema için her koşul mevcut, cesaret dışında…

kakofoni, rabarba ve bla bla…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kısa film denildiğine bakmayın, uzun, upuzun bir yolculuktur, yüz yılı aşkın bir süredir yol almaktadır. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Marx Kardeşler, Laurel ve Hardy gibi birçok usta, kısa film gerçeğini, kitlelerin aklına, kalbine ve ruhuna kazımıştır. Elbette, sessiz, siyah-beyaz ve abartılı slapstick komediden bugüne, büyük bir mesafe alındı, önce ses ve renk geldi, sonra teknik gelişti, salt güldürü yetersiz kalınca, zamanla kısalara, her tür, anlatım ve duygu eklendi. Dünyadan ve memleketimizden birçok ünlü ve yetenekli sinemacı, uzun metraj kurmaca serüvenine, kısa filmlerle başladı. Ve hatta yurtdışında, epey orta ve uzun metraj film çekse dahi, kısa film tutkusundan vazgeçmeyen yönetmenlerin sayısı, azımsanmayacak denli fazladır. Ancak bizim ülkemizde, kısa film, merdivenin ilk basamağı olarak görülüyor, ne yazık ki… Kısa film olacak öyküyü uzatıp, senaryo haline getirme çabası, vasat filmleri çoğaltıyor, başka da bir işe yaramıyor. Hikâyen kısaysa, kısa film çekersin, kimse de, geri adım attın işte, bak kısalara düştün demez, diyemez. Özetle; kısa film, değerli ve önemlidir arkadaşlar, lafa dolandırmak, sündürmek ve keşmekeş, pek meziyet değildir, sinemacı diliyle; kakofoni, rabarba ve bla bla yani… Ötesinde bir tablodan, bir eski fotoğraftan, bir küçücük görülmüş 3. sayfa haberinden, uzun metraj bile çıkabiliyor, klasik ve kült olabiliyor, hünerli, kabiliyetli, marifetli yönetmenlerle… Mesele, neyi nasıl anlatabildiğimizde saklı, üstüne de seyirciyi katabilmekte, inandırabilmekte, eseri, geleceğe taşıyabilmekte… Sadede gelirsek; kısa, net ve sade bir anlatımla da, vurucu ve akılda kalıcı bir proje, rahatlıkla hayat bulabilir. Yoksa klişelerle, iç ve dış sese çok yüklenmekle, illa anlatıcıyı filme monte etmekle, bildik ve çok kullanılmış kamera açılarını sıralamakla, aynı konuları ısıtmakla, kısa bile bir kâbus olabilir.

 

Evet, şimdi gelelim, sanatta kurallar var mıdır sorunsalına, özgür sanat düşüne balta vuracak ve paradoks olacak belki, ancak vardır. Nasıl vardır? Kendinize çekecekseniz yoktur haliyle, ama bunu gösterecekseniz, işte bir festivalde, sinemada, belki bir televizyonda veya internette, kurallar ve sınırlar ortaya çıkmaya başlar. İlk bariyer, kanunlardır, diğer barikatları aşmak daha kolaydır. Öncelikle nefret suçu anlamına gelecek, istismar gerekçesi olabilecek, birilerine hakaret ve küfür mesajı alınabilecek durumlarda, kolluk güçleri ve yargı, harekete geçebilir. Devletlerin, sansür için büyük bir hevesi vardır, zaten malumunuz. Birçok festival, bu yıl protesto edildi, sansür aygıtı, politika adına ortaya çıktı. Sadece siyaset değil, cinsellik ve dini konular yüzünden de, sansür her an, müdahaleye hazırdır. Evet, bu sene kısa filmlerin gösteriminde de sorunlar yaşandı. Devlet, herkesin yaş sınırından geçmesini, eser işletim belgesi almasını, yani kendince onaylanmasını istedi. Öğrenciler, kısa film çekmek için yapım şirketi mi kuracak şimdi diyerek, hala sonuçlanamayan tartışmalar başlamış oldu. Hatta bir festival, üniversitede akademik çalışma adı altında kısa filmleri gösterebildi. Kimsenin kimseye, pek müsamaha göstermediği, sabrın ve tahammül sınırının oldukça düşük olduğu ülkemizde, ince meselelerin, uygun bir dille anlatılmasında fayda var, mantık bunu gerektiriyor. Hah! Buradan oto-sansür geliştirin gibi bir anlam çıkmasın, bedel ödemeyi göze alıp, ben her baskıyı ve yaptırımı, seve seve göğüslerim diyenler, kamerasını sakınmayacak elbette. Yaratıcı, eli kolu, bağlı olmayandır. Unutmamalı: “Herkes, düşlerinin büyüklüğü oranında özgürdür.”

 

Bir kısa filmin uzunluğu ne kadar olmalı, tüm dünya, kendi küçük, yankısı büyük meseleye, bir çözüm bulamadı hala… Ancak 40 dakikanın altında olmalı gibi, hayli kabul görmüş bir yorum var. Bazı büyük ustalar ise, maksimum süreyi, 33.6 dakika olarak belirlemiş. Hayda demeyiniz, mantıklı bir açıklaması var. Sinema uzun süre, yani bizim meşhur dijital çağa kadar, 35 mm’ye mahkûm idi. Film çekmek, daha pahalı ve meşakkatli bir işti, hesapta makaraya göre yapılırdı. Bir kısa film, en fazla 3 makara olmalı konusunda anlaşan, bir kısım rejisörlerimiz ve yapımcılarımız, saniyede 24 fotoğraf karesi (bir kare, 18.6 mm) gerçeğiyle, 300 metrelik şeridi, matematikle harmanlayarak, bir film makarasının, 11.3 dakika sürdüğünü, işte bunu da üçle çarparak, sonuca gittiklerini vurgulamışlardır. Azami kısayı boş verelim, gelin asgari müşterekte buluşalım demeyelim, çünkü minimum süre, 1, evet bir saniye de olabilir. Peki, ne yapacağız? Efendime söyleyeyim, artık dijital çağdayız, çekim, montaj daha kolay, günümüzde el kamerasıyla dahi, büyük prodüksiyonlarla aşık atan yapımlar mevcut. Blair Cadısı sağ olsun. Şimdi öncelikle, kısa filmimiz diyaloglu mu, senaryonun durumu nedir, katman var mı, peliküle, kaç oyuncu, kaç mekan katacağız. Çünkü deneysel, kısa belgesel, kısa animasyon (canlandırma), kurmaca (anlatı), önce bir karar vereceğiz, türümüzü belirleyeceğiz. Bir de, günümüzde kitabı bırakın, gazetelerin bile okunmadığı gerçeğinden yola çıkarak, odaklanma sorunu yaşadığımızı hesaba katacağız, Vine ve benzeri uygulamaların popülerliğini baz alarak, tahammül ve ilgi eşiğinin saniyelere düştüğünün farkına varacağız, ne yazık ki… Birçok kısa film yarışmasının jüriliğinde bulundum, “Bir Zamanlar Amerika”, tam 229 dakika, su gibi akıp geçiyor, bu kısaların uzunluğu 15 dakika, Bela Tarr (remodernist, minimalist, şiirsel ve uzun plan sekans filmlerini severiz o ayrı) filmleri gibi bitmek bilmiyor gibi, birçok serzenişe şahidim. Moda haliyle Tarkovski ve Nuri Bilge Ceylan esinlenmesi yerine, özgün, merak uyandırıcı, ezberi ve sırayı bozmaya yeltenen, farklı mesele ve konulara yoğunlaşan işler, iyi, güzel ve sevilesi bir kısanın müjdesi olabilir. Gözlemlerim ve deneyimlerim, beş ile on dakika arasının, özellikle yedi-sekiz dakikanın, uygun ve kabul görür olduğunu söylüyor, bilmem bana katılır mısınız?

 

Son olarak müzik meselesiyle kapatalım istiyorum. Bir film, illa müzikli olacak diye bir kaide yok, reklam cıngılı veya müzik klibi değil, bir kısa film bu… Ekibinizde müzisyen varsa, ne ala… Özgün bir müzik, yerinde kullanılırsa, etkileyiciliği arttıracak, tempo ayarlamayı kolaylaştıracaktır, hiç kuşkusuz. Müzisyenimiz yok, ancak biraz paramız var diyorsanız, telif ödeyeceksiniz. Hayli ucuz olan müzikler, internet arşivinde mevcut. Unutmayın, sinema, hala en pahalı sanat, parayı veren, düdüğü çalar özetle. Ama amatör ruhumuzla, maddi meseleleri, daha uygun bir pahaya, çözebiliyoruz günümüzde…  Klasik müzik kullanırım, türkü katarım, bedel ödemeden, sorunu hallederim derseniz, yanılırsınız. Telif hakları, anında yakaya yapışır. Aradan hayli zaman geçince, atıyoruz bir asır dolunca, müzik, anonim hale dönüşür. Buraya kadar doğru, peki ya icra? Onu yeniden düzenleyenler, haklarını satın alanlar, seslendirenler, enstrümanları kullananlar, onların emeği veya ödedikleri bedel ne olacak? Evet, müzik meselesinin aslı astarı böyleyken böyle… Hem doğa ne güne duruyor, rüzgarın sesi, denizin sesi, gök gürültüsü, yağmurun sesi, hayvanların sesi, sonra araçların, taşıtların, alet ve edevatın sesi… Öğrenci filmleri, genellikle görüntüye abanır, sesi ıskalar, kötü ses, iyi bir filmi bile vasata dönüştürür. Ve gündelik hayat, her şeye rağmen, ritim ve tempo tutturuyor, çok şükür.

Tarkovski, aşılamamış en yüksek çıta…

Bizim memleket sinemasının, özellikle festival-sanat filmlerinin, pek meşhur Rus yönetmen Andrey Arsenyeviç Tarkovski’yle takıntılı, saplantılı bir ilişkisi var, malumunuz. İşte uzun plan sekanslar, az diyaloglar, bol ölçek minimalizm, görsele abandıkça abanma, kurguyu budama falan filan.

Lakin Tarkovski’nin mühim bir derdi var, hani anlatmak istediÄŸi, kendisinde saklayamadığı bir meramı var. Hah! Bu bambaÅŸka bir gaye, çünkü anlaşılır olmak veya olmamak gibi bir sıkıntısı yok; “Sanatçı anlaşılır olma peÅŸinde koÅŸmayı düşünemez. Bu, en az ‘anlaşılmaz’ olmayı istemek kadar saçmadır.” Özetle; herkes anladığını anlayacak, anlamadığına anlam yükleyecek, tabiri caizse kafa patlatacak. Algının kapıları açılacak, saksı çalışacak, insana dair güzellikler ortaya saçılacak. Evet, Sovyet sineması ekolünden gelen Tarkovski’nin farklı bakış açısı ve ÅŸiirsel bir sinema dili, bizim yönetmenlerimizi etkiledi, etkileyecek. “Neden Tarkovski Olamıyorum” filmi, onun adını bir çıta olarak gören ve aÅŸmayı düşünen rejisörlerimizin hikayesi aslında, tam tekmil trajikomik.

Gişe ile sanat filmi arasındaki uçurum hayli derindir. Tarkovski, seçimini sanattan yana yapmıştır, tereddütsüz. Onun ‘zaman’ sevdası vardır, tam da bu yüzden, sanattan muaf, geniş kitleleri hedefleyen, gişe beklentisiyle çekilmiş kahramanlı, maceralı yapıtların, insana bir katkısının olmadığını bilir ve onları reddeder. Sabun köpüğü işlerdir bunlar, kolay tüketilir, an’a dairdir, yarınlara değil! Başyapıtlar çekmek, klasik ve kült mertebesine erişmek, zor, harbiden zor, çok zor. Sinema elbette, ekip işi, takım ruhu… Lakin bir maestroya ihtiyaç var, tüm parçaları birleştirecek, aksaklığa izin vermeyecek bir yaratıcı olmalı, yeteneği, hüneri ve büyüsüyle… Tarkovsi, işte böylesi bir yaratıcı, onu taklit etmek, ne yönetmene, ne de sinemaya bir şey katmaz, esinlenmek, eyvallah, ancak kopyalamaya çalışmak, dev bir saçmalık, ötesi berisi yok! Burada sözü Tarkovski’ye bırakalım; “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanoğlunun gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır” Tarkovski’nin derdi, anlaşılmıştır umarım.

Neden Tarkovski Olamıyorum’u seyrettikten sonra, film eleştirmeni arkadaşlarımla, üstüne konuşmuştuk, hatırlıyorum. Hatta Woody Allen çekseydi bu filmi, nasıl olurdu gibi bir soru da sormuştuk. Gaza gelip, neden Stanley Kubrick olamıyorum, Alejandro González Iñárritu olsaydık keşke gibi garip ve zorlama espriler dahi yapmıştık. Murat Düzgünoğlu’nun bu filmini önemseme sebebim, bize üstüne düşünme, fikir üretme şansı vermesineydi. İlk filmi Hayatın Tuzu’nda, minimalizme göz kırpan Düzgünoğlu, Neden Tarkovski Olamıyorum ile bir yönetmenin özelinde, genel ruh halimizi ve ülke sinemasının mevcut durumunu ortaya koyuyor. Elbette eksikler, sıkıştığı yerler var, ancak projenin, vasat barajını aşan, özgün bir işçilik olduğunu düşünüyorum. Urfa’da Oxford mu vardı, gitmedik gibi klişe bir söze sığınmayacak bu memleketin genç sinemacıları, Tarkovsi olamıyorlarsa, Ahmet, Mehmet olacaklar, kendileri olacaklar, ama tesis yok gibi mazeretlerin arkasına sığınmayacaklar, beyazperdeye kendi adlarını da yazacaklar.

21. Altın Koza Film Festivali’nde sinemamızın kalıcı yüzü Yılmaz Güney ile Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü kazanan yapıt, Adanalı sinemaseverlerin de takdirini kazanmayı bildi, hiç kuÅŸkusuz. Film, baÅŸkarakter Bahadır’ın, kendi arzuları ile memleket gerçeÄŸi arasında sıkışmasını resmediyor. Yönetmen Bahadır’ın düşlerini Tarkovski filmleri süsler, gündelik hayat ise bambaÅŸkadır, rüyalara yer yoktur. Ne yapacaksın der yapımcılar sanatla sepetle, çek bir komedi, gülsün iÅŸte ahali… Bu ikircikli durumdan, yani yapmak istediÄŸi ile yapılmasını istedikleri arasındaki çatışmadan, özel iliÅŸkilerine, aile baÄŸlarına ve yakın çevresine de pay düşecektir, şüphesiz. Bunalım, mutsuzluk, ötelemek, beceriksiz olduÄŸunu düşünmek ve dahası, al sana memleket entelektüellerinin tipik haleti ruhiyesi… Üstüne üstlük Tarkovsi Abimiz, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf iliÅŸkisini yitirir” buyurmuÅŸ. Mevzu çetin, yol sarp, hayat koÅŸulları kirlenmeye oldukça müsait. Saf kalma mücadelesi, yaÅŸama tutunma gayreti, tam bir travma, buyurun buradan yakın! Andrey Rublev, Kurban, Stalker, Ayna, Nostalji, Solaris, İvan’ın ÇocukluÄŸu, Katiller, Bugün Kimse İşten Çıkartılmayacak, Konsantre, Silindir ve Keman, harbiden hangisini anlatalım, TV iÅŸi ucuz seyirliklere, dizi estetiÄŸiyle çekilmiÅŸ filmciklere benzemiyor bunlar, “Halkı memnun etmek için, sanatla ilgisi olmayan genel izleyici filmi çekmek gibi bir ıstıraba katlanamam” diyen insana saygı duymak lazım, ustaların ustası olmak, öyle herkese nasip olmaz.

Yalnızlığı öven, acı çekerek saf kalmayı hedefleyen, mutluluk isteyenlere şaşırarak bakan bir deha yönetmeni, niye bu kadar anlatıyorum, çünkü onun varlığı da, yokluğu da bizim büyük çaresizliğimiz. Elbette, sinema demek, Tarkovski demek değil, birçok iyi yönetmenden birisi o, niceleri var, adını peliküle kazıyan, misal bana Kubrick daha ilginç gelir. Amma ve lakin Tarkovski, sinemacılarımızın sınavıdır, Türkiye’nin festival gerçeğidir. Neyse biz, Tarkovsi gibi bir yönetmen olmayı kafasına koyan ama bu yolda bocalayan kahramanımız Bahadır’a (yetenekli aktör Tansu Biçer canlandırıyor) bağlayalım artık mevzuyu… Evet, bitmeyen projelerinin filmi bu, rafa kaldırdıklarımız, hayat bulmamış tasarılarımız, ah ne çoklar. Bizim Bahadır Kardeş, TV’ye basit işler yaparak hayatını idame ettirme gayretindedir. Ev arkadaşı alarak, kiraya ortak bulmak, kesilen elektrik, doğalgaz vs. ile faturalarla boğuşmak, Yerli Tarkovsi adayımızın serüvenlerindendir. Beklenti büyüktür, hedef barizdir, ancak yol yanlıştır, yordam yanlıştır, istikamet yanlıştır. Çevresindeki elemanlar, zaten dünyanın sonu gelecek, gırgırımıza bakalım modundadır, sevgilisi, onun öncelikle çevresinden kurtulması gerektiğini haykırır. Filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu da, Fikirtepe’de benzer bir arkadaş çemberi içinde yaşıyor, türkü filmleri çekiyormuş. Yine aynı dalga yani, ticari film çek diyormuş ona yakınları, uzak dur sanattan, sorgulamaktan, falandan filandan… Yapımcı da akıl vermiş, kendi projeni unut, iki erkek arasında kalmış bir kadının öyküsünü çek, kendi filmini de babanın parası varsa hallet demiş. Bu memleketin biricik gerçeğidir bu, akıl veren çoktur hani, herkes her şeyin uzmanıdır. Murat Düzgünoğlu, güzel kelam ediyor ve aslolan insanın kendini duymasıdır diyor, öyle ya, gerisi kakafoni, ötesi rabarba…

Evet, ideallerinden vazgeçmiş, düzene ayak uydurmuş insanların özgeçmiş yıkıntılarıyla dolu bu ülke, maddiyata esir düşmek, sevmediğin bir işin ucunu tutmak, kişinin kendi yaşam hevesini kırmaktan başka bir şey değil, ne yazık ki… Bu bir tutunamayanlar filmi ve bence seyredilmeli, özellikle rüyası ve hayatı arasındaki büyük boşluğu fark edenler, elbette…

Zefir; Türk işi bir ‘kara film’ denemesi

 

ALPER TURGUT

“Zefir”, Tarkovski gibi başla Haneke gibi bitir. Müthiş bir görüntü yönetimi ve fonda nefes kesici bir Karadeniz… Bir kız çocuğunun şahsında betimlenen şiddet ve dünyayı kurtarma heveslisi bir annenin geride bıraktığı nefret. Bu film, tepeden tırnağa, kaybetme korkusuna dair. Zaman duruyor ve ölüme ait bir ritüel hayat buluyor. Evet, Zefir’e bir şans tanıyın, gerçekten sizi şaşırtabilir.

Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nden ilginç ve tuhaf bir ÅŸekilde eli boÅŸ dönen Zefir, ÅŸimdi de ÅŸansını 30. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’da deneyecek. Nisan sonunda gösterime gidecek olan film, çevirmen Belma Baş’ın ilk kurgusal uzun metrajlısı… Zefir’in senaryosunu da kaleme alan Baş’ın 10 ödüllü “Poyraz” adlı kısa filmi beÅŸ yıl önce Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştı.

Zefir’in görüntü yönetmeni Mehmet Y. Zengin, oyuncu kadrosunda ise Şeyma Uzunlar, Vahide Gördüm, Sevinç Baş, O. Rüştü Baş, Fatma Uzunlar, Harun Uzunlar, Oktay Kaptan, Tülay Kaptan, Cemile Kaptan ve Niyazi Koyuncu var. Vahide Gördüm dışında filmde profesyonel oyuncu yok, yönetmenin ailesi ve yakın dostlar, tam da bu yüzden acemilik bariz. Filmin yumuşak karnı oyuncu performansları, kesinlikle… Zefir, bir belgesel özeninde çekilmiş, Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun filmlerinden esinlenmiş, Türk Sineması’nda pek kurcalanmayan anne-kız ilişkisini kurgulamış ve şok bir finali tercih etmiş farklı ve özgün bir seyirlik. Börtü böcek dünyasına kamerasını çevirip doğaya yaslanan ve insan davranışlarıyla tabiatı özdeşleştiren Zefir’in aile olmaya, sevgiye, sevgisizliğe, dostluğa, yalnızlığa ve terk edişlere dair söyleyeceği yeni şeyler var.

Bunun dışında Zefir gibi ağır tempolu filmleri pek sevmiyorum, yoksa Bela Tarr vazgeçilmezim olurdu. Az diyalog, uzun plan, ruhu alınmış ve stabil insan portreleri, bana basite kaçmak gibi geliyor. Fazla deneysel ve duyguyu veremediği için belgesele dönüşen filmler yerine meselesi olan, kanlı, canlı, heyecanlı yapımlar, en az benim kadar çoğu seyircinin de beklentisi, özetle. Güzel kareler görmek istiyorsak, fotoğraf sergisine gideriz, sinemada ise sadece ve sadece film izlemeyi arzuluyoruz.

TABİAT ANA, BİR ANNE VE ZEFİR

Zefir, Batı’dan esen rüzgârın adı, küçük kahramanımız ismini, bu yumuşacık yelden almış. Ancak küçük kızın tam tersi bir ruh hali var, sert ve olabildiğince haşin. Babasız büyümüş Zefir, Ordu’da güzelim bir yaylada, anneannesi ve dedesi ile birlikte yaşıyor. Annesi dünyayı kurtarma derdinde, bu uğurda yapamayacağı şey yok, biricik yavrusunun serpilişini görmek istemeyecek kadar da duygusuz. Çatışma işte tam burada başlıyor. Yoksa Zefir, el bebek gül bebek büyüyor, yeşil bir dünyada, dağ çileği, taze süt ve sevgiyle. Ama Zefir, annesine hasret, içine dönüyor sürekli, hep onun yolunu gözlüyor, bu büyük bir travma, küçücük bir kişiliği çelikleştiriyor, hissizleştiriyor. Doğayı gözlüyor Zefir, yaşam kadar ölümü de fark ediyor. Kâbusları var onun, zaman geçiyor ve gerçeğe dönüşmesine ramak kalıyor.