Etiket arşivi: taksim

Hiçbir baskı, korkutamaz anneleri…

 

 

 

Alper Turgut

 

Adını koymalı artık, pek mühim kâğıt mevzusu, her türlü yayımcılığın sonunu, çok da uzak olmayan bir tarihte getirecek, acı ama gerçek, bu besbelli. Zamlar, kampanyalar, her türlü çabalar, ancak bir nebze ötelemeye yarar, o kadar. Kapatmalar, işten çıkartmalar deseniz, bu acıklı öykünün, gerçeklikle buluşma süreci, malum başladı zaten… Sadede gelirsek şayet; Okumayı hiç sevmeyen, hatta harbi harbi bu güzelim uğraştan nefret eden, ancak bilmediği konularda dahi bilgiçlik taslamayı çok seven sayın halkımızın bu umurunda olur mu? Asıl yara da burada ha, hep kanayan, asla kabul bağlamayan… Olmaz canım gardaşlarım, olmaz, “naber lan entellllllllll?” zihniyetinden, “vay inek, vayyyy!” söyleminden, en ufak bir sekme olmaz.

Şimdi doğruya doğru, ülkemizde kültür ve sanat, hayli zamandır can çekişiyordu, yeni nesil bomboş kitapları, bırakın okunmayı, kabına bakmaktan üşeniyordu çoğu insan, yalana gerek yok, içerik tam tekmil geberik idi, artık o bitmişliğin, tükenmişliğin bile arar olunacağı zaman dilimine giriyoruz sanki. Veya illaki. Bakınız; Ajans Press’in OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) verilerinden yola çıkarak derlediği araştırmada: Türkiye’de en üst sosyoekonomik dilimde yer alan hanelerde, ortalama kitap sayısı 179 olarak belirlenmiş. Koca Avrupa kıtasında, sadece Hırvatistan’ı geçebilmişiz, birinci sırada Lüksemburg var, ev başına 423 kitapla… En üst sosyoekonomik kesim bu haldeyse eğer, diğerlerinin hali duman, vay aman! Ders kitapları hariç, kitap görmeyen evler var, şiirden, romandan muaf! Övünmek gibi olmasın, senelerdir saymadım, lakin en son 1500’ü aşmıştı evdeki kitap sayısı, hatta taşınırken, taşıma şirketi çalışanları, tuğla kalınlığındaki eserlerin karşısında, bu ne yaman ağırlık diye, sahte sahte ağlaşmıştı. Kendimi ayıplıyorum, şampiyon Lüksemburg’a üç tur fark attığım yetmezmiş gibi, memleketimin en üst sosyoekonomik sınıfıyla alakam dahi olmamasına karşın fersah fersah geçtiğim için, kısmen mağduriyet yarattığım için, kusuruma bakmayın a dostlar!

Kuşkusuz her alanda büyük sorunlar, ziyadesiyle mevcut, lakin inşaat sektörünün durumu, harbiden önemli, çünkü iktidarın, bitmeyen, tükenmeyen beton aşkı için resmen gözünü kararttığı, en çok koruyup kolladığı o şirketler ve patronlarıydı. Hristiyan yurttaşlarımızın zanaatkârlığı, Karadenizli işadamlarının müteahhitlik merakıyla yer değiştirdiğinde, bina diye ortaya çıkan şeylerin toplamı; çirkinlik, vasatlık ve karmaşa olmuştu. Kilim desenli fantastik bozukluk, eğri büğrü işçilik, deniz kumuyla destekli, çökmeye meyilli konutlar, boyayı unutan, salt alçılı yapılar, hatta kiremitler ve tuğla kâfi diyen ve işi o noktada bitiren tuhaf evler kapladı, istisnasız hemen her yanı… Yeni nesil inşaatçılık, bu bariz kitsch (tam karşılığı yok bu meretin) durumu, uzun upuzun apartmanlar yaratarak çözmeye çabaladı, insanları kümes boyutundaki evlere tıkarak, bu vicdansız sıkışıklığa milyon dolar fiyatlar biçerek… Sonra ne oldu? Haliyle ederinden fazla olan şey, ellerinde patladı, parayı, betona gömme modası tutmadı. Hayret kere hayret, bu önemli meseleyi, hala meşhur papaza bağlamadılar. Zevksizlik, estetiksizlik, gereksizlik, bizim değil, papazın eseridir demediler. Vah!

Beton manyaklığını anmışken, AVM’leri (alışveriş merkezi) hatırlamamak bize yakışmaz. Memlekette neredeyse birbirinin benzeri, tam 411 AVM varmış, bu çılgınlık yeterli gelmemiş olsa gerek, 2021 sonuna dek, 43 AVM daha katılacakmış aralarına, toplamda 454 rakamına ulaşılacakmış. İktidarın, 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinde, Türkiye’yi toptan AVM’ye çevirmek varsa, sanırım kimse şaşırmayacaktır. Hayır, zamlar üst üste geliyor, 2019 Ocak ayı itibarıyla, zam delisi olacağımız konuşuluyor, gezmek, yazın serinlemek, kışın ısınmak, bunlar tamam, peki, alışveriş meselesi ne olacak? Hah! İşte orası gerçekten muğlak…

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin 700. haftası için, Galatasaray Meydanı’ndaydım. Kayıp yakınları, oturma eyleminin öncesinde gözaltına alınmıştı, desteğe gelenler ise gaz bulutuyla karşılandı, devlet tarafından… Sivil itaatsizlik suç değildi, evlatlarını aramak meşru idi, ancak analar, yine ve yeniden, resmi inadın gadrine uğradı, canları yandı. Bu en uzun soluklu eylemlilik halini, ta en başından beri takip eden biri olarak, şunu söyleyebilirim, anaları, zulümle, baskıyla ve şiddetle evlerine kapatamazsınız, gözaltında kaybedilen yavrularını aramak, kaybedenlerden hesap sormaktan alıkoyamazsınız. Nereden mi biliyorum? 170. Hafta ile 200. Hafta arasında, yani tam 30 hafta boyunca, kapatılan alana ulaşmak için her türlü baskıya göğüs gerdiler, çünkü oradaydım, yanlarındaydım, gördüm, bildim, hissettim, anladım, onlar bu davaya baş koymuşlar, çocuklarının yoluna adanmışlar. Bundan kuşkunuz asla olmasın, asla! Sonra bu 30 acılı, sancılı, yankılı haftanın sonunda, eylemlerine ara vermişlerdi kayıp yakınları, korktuklarından değil ha, desteğe gelen delikanlıların, genç kızların da benzer akıbete uğramalarından çekindiler. Ve bir süre geçti ve onlar, kendileriyle özdeşleşen alanlarına geri döndüler. Özetle; biz bunları yaşadık, malum iktidar partisi, daha ortada yoktu, derin devletin icraatları, tam gaz devam ediyordu. Şimdi bambaşka sonuçlar mı olacak sandınız? Kazanan yine haklılık ve meşruiyet olacak, şüphemiz yok! Çünkü analar bu yoldan dönerlerse, gelecek kuşaklar, kayıp evlatları unutacak, belki de yeni evlatlar kaybolacak. Buna müsaade etmeyecekler, buna izin vermeyecekler.

İşte geçen Cumartesi, İstiklal Caddesi’nde bangır bangır Ahmet Kaya’nın “Beni Bul Anne!” şarkısının bir başka versiyonu çalarken, resmi kıyafetli, hafif şişman, boylu poslu, külhanbeyi gibi kasılarak yürüyen çevik kuvvet amiri, peşindeki polis memurlarına, açık ve kapalı alandaki her insanı hedef göstererek, “sık, sıkkkkk, sıkınnnnnnn” diye emirler yağdırıyordu. Sonra o talimat verdikçe, gaz deneyinin mağdurlarına dönüştük, çay içerken de sıktılar, su içerken de, yürürken de, otururken de, elde karanfil gezerken de, ayaklara sıkınca, tabanlar yandıkça yandı, akşamında sağ gözümün altı davul gibi şişti, neyse sağlık olsun! Bu yazı sırasında, Taksim ve çevresini, güvenlik kordonuna alınmaya başlamıştı çoktan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun söylemi, gidişatı açık etmişti zaten, ne diyelim, zorlu yolu seçtiler, anaları ve onların büyük azmini hesaba katmayarak, elbette…

 

Fotoğraf: Vedat Arık

“Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm”

 

 

 

Alper Turgut

 

Demek kâfi gelmemiş olsa gerek, anaakım medyanın omurgası olan Doğan Medya’nın, iktidar destekçisi Demirören Grubu’na geçmesinin ardından, D&R (Doğan Müzik Kitap Mağazacılık Pazarlama A.Ş.) ve İdefix de pes etmiş ve hop diye meşhur havuza katılmış. Vay babam vay! Daha 10 ay önce kurulan TveK (Turkuvaz TK Kitap ve Kırtasiye A.Ş.), resmen kitap âleminin reyizi oldu, hay maşallah! Bu bir milattır, bilmediği konular hakkında dahi cayır cayır yazan pek sayın halkımızın, aynı mahareti, okuma mevzusunda göstermediği zaten malumunuz idi, artık kitap okuma işini tamamen rafa kaldırabiliriz, oh be!

Hâkim zihniyetin, derinlemesine araştırmaya, incelemeye, irdelemeye, eleştirmeye mecali var mı sizce? Peki, ya edebi metinlere, zengin içeriklere, farklı fikirlere tahammülü var mı? Yanıt belli, besbelli… Yani çoksatar kitap adıyla söyleyecek olursak; “Allah de ötesini bırak” kafası, haliyle saracak her yanı… Hah! Yakında ‘bağzı’ yazarlar, önce hizaya, sonra da saflara çekilme girişimlerine hazır olsunlar. “Sen muhalif takılıyormuşsun, hayırdır?” “Araştırdık (trollerce sosyal medya geçmişi taranması), Gezi’de gaza gelmişsin, bol bol tivik atıyormuşsun?”, “Yerli ve milli içerikten neden sakınıyorsun?” ve benzeri sualler de yakalara yapışacaktır, hiç kuşkusuz. “Halkımızın anlayacağı mevzuları yaz, maneviyatı da ıskalama” derlerse de şaşırmam, gücün ve cüretin, yapamayacağı şey yoktur çünkü.

Ha! D&R’ın eski hali çok mu matah idi? Elbette, kocaman bir hayır! Kendi adıma, havalimanlarında şöyle bir gezerdim dükkânları, yeni ne çıkmış, neyi ıskalamışız, neyden mahrum kalmışız diye. Heyecanlandıracak ve alacak kitap bulamaz, yine ve yeniden dadanırdım sahaflara, eskimiş kâğıdın, güzelim kokusuyla ve huzur bulmuş, huysuzluğunu unutmuş kafamla… Lakin şu hal, daha vahim, daha elim oldu, kendine roman seçecek olan, dara ve zora düştü, şüphe götürmez.

Romandan söz açmışken, adını anmayacağım bir hanım kızımız, esinlenmekle hiç uğraşamam, kendime durduk yere düşünmek gibi bir meşgale yaratamam deyip, Zülfü Livaneli’nin kitabını, resmen kopyalamış. Lakin bu hummalı gayreti, açığa çıkmakta pek de gecikmemiş. Özgün kitabın yayımcısı Doğan Kitapçılık, bu kadarına da pes be gardaşım demiş ve tak basmış davayı… Ancak ve ancak, bu kurnaz arkadaşımızın mükerrer muadili romanı, D&R’da satılıyormuş. Kusura bakmayın ama, gülme efekti eklemek durumundayım; Hahahahahaha ve ha!

Memleketle olan sıkıntılı, çıkıntılı, takıntılı ilişkimiz, Neşet Ertaş’ın şarkı sözü gibi resmen; “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm!” Hem seviyoruz, hem de ölüyoruz uğruna. Yaşamak bir gerekçe de değil hani, bildiğin bahane bu kadim coğrafyada… Neyse, baharda hayat var, karamsarlığa yuvarlamayalım yazıyı, her ne kadar, gündemimiz bize her gün çüş, oha, yuh dedirtse de… Hem sadece bizde mi bu tuhaf haller, dünya aklıselim olmayı unuttu iyice ve üçüncü dünya savaşı çıkacak neredeyse…

Peruk gibi absürt saçları olan bir herif tivit atıyor, tüm dünya çalkalanıyor, sonra dolar alıp başını gidiyor, dünyanın yoksul halklarının cebindeki eriyor. Ancak iktidarın nimetlerine dadananlar, hiç de oralı değil, dolar artarsa artsın, bizim liramız var diyor ahali. Keşke bunlara uysaydım ya, misal yazıya kartuş gerekiyor, ateş pahası zaten meret, her gidişimde, otuz, kırk lira zam geliyor. Satıcının yanıt, dünden hazır; “Döviz yükselişe geçince, bunların fiyatı da zıplıyor ağabey…” Ne demek döviz, bizim cici liramız var, hem yerli ve milli ürün satmıyorsun, hem de yurtdışından getiriyorsun, bana çözüm üret, zam, pardon güncelleme yapma! Eee yurtiçinde bu ürün yok, dışardaki de lirayla satmıyor malını haliyle… Eyyyy aktroll halkı, harbiden nasıl olacak bu işler?

Ve kasvet, müjdeli bir haberle dağılıverdi, gam yükü hafifleyiverdi. Reyizin oğlu, at binmede ve okçulukta birinci olacağız dedi de, içimize su serpildi. Bariz ferahladık! Yerli araba, yalan oldu galiba, yerli ve milli atlara biner ve gideriz artık, tırıs tırıs… Ok ve yay konusuna da açıklık getirilse iyi olacak, malum OHAL’deyiz. Haki renkli palto giydiğim ve sırt çantasını omuzlarıma geçirdiğim her seferinde GBT (Genel Bilgi Toplama) manyağına dönüşüyorum, Taksim’den Kadıköy’e gelene dek, üç kez polis tarafından çevrildiğim oldu. Şimdi elimde yay ve oklarla ve elbette canım ciğerim atımın üzerinde, garip bir görüntü hâsıl olacak. Heyyyy nereye böyle derse aynasızlar, ava gidiyorum diye cevap verirsem, hani başımızı belaya sokmayalım, durduk yere… Değil mi ama? Şakası bir yana, OHAL, yedinci kez uzatılıyormuş, özetle normal hale geçmemiz pek mümkün görünmüyor. Meşhur Gemide filmindeki replikle soralım bakalım; “Nabıcaz be Kamil?”

Benzin altı lirayı aştı, çeyrek altın 300 liraya dayandı ve sorun yokmuş gibi davrananlar var hala ve inadına… Silkelenip kendinize gelmeniz için, daha nasıl emareler istersiniz ey yoksul halkım? Tekrar ve tekrar aynı hataya düşmek, fakirin kaderi midir? Erke yapışanlar, keseyi doldurdu, eyvallah! Peki, sen ne kazandın? Hiç! Malum partiye oy vererek, geldin bugüne… Elin gitmesin artık, mümkünse…

Evet, unuttum sandınız, lakin unutmadım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, imam hatip öğrencilerinin, deizme kaydığı şeklindeki görüşle ilgili; “Bizim milletimizin hiçbir ferdi, böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın” deyiverdi. Her yerden taarruza geçen ‘dinci’ tayfası, resmen dinimizi büktü, bu karmaşa, gençlerimizin zihnini çürüttü diyemezdi elbette, kolayca sapıklık dedi, çıktı işin içinden. Şimdi biri, inançlı mısın diye sorduğunda, ateist ve deist arkadaşlar, direkt ben sapığım canım mı diyecekler yani? Memleketin muhalifleri ve farklı düşünenleri, her şey oldu. Çapulcuya filan gülüp geçtik insanlar, sapığa da aynı tepkiyi verirler mi, işte bunu bilemedim. Çocuklara dadanan ve onların tatlı canlarını yakan yaratıklara deniyordu o, ağır bir kelime, harbiden çok ağır. Gerçek sapıklara sapık demeyip, inanmıyorum diyene sapık demek, çok kolay ve kesinlikle baş ağrıtmıyor çoğunluk himayesinde, haliyle… Oh ne ala!

Beyoğlu’nda gezerken, gözlerini süzerken…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

 

Kaç haftadır, kahverengi ve beyaz arasında yaşanan, koşulları bile eşit olmayan fantastik ve absürt çekişme yüzünden, tuhaflıklara şaşırmaya, sabrımızı taşırmaya, iyiden iyiye sıyırmaya başladık, güzelim baharı bile ıskaladık. Hal böyleyken… Oh! Nihayet bugün bitiyor, biraz kendimize gelelim, stresi bitirelim, harbiden yorulduk be, içimiz şişti, dışımız pişti. Yıllar sonra geçmişe bakıp, siyah-beyaz film tadındaki, kahverengi-beyaz günlerimizi hatırlar mıyız? Bence unutalım gitsin, hayatın tüm renklerinin, ikiye indirilmesini, içlerinden birinin de ısrarla dayatılmasını anımsasak ne olur? Neyse, akşama netice belli olur, yine ve yeniden önümüze bakarız, her koşulda, zaten yılgınlık, bıkkınlık gibi bir lüksümüz yok. Kısa süreli sevinçlere çok zaman ayıracak vaktimiz de…

Festivali yazmayı düşünüyordum, ancak o da bu sene gümbürtüye gitti, son düzlükte film seyretmek yerine, memleketin şuurumuzu kaybettirme meyilli gündemini izledik. Sizler de, ah nerede o ilkyaz müjdecisi, canımın içi festivaller demiyor musunuz? Beyoğlu’nde gezerken, gözlerini süzerken diye şarkı söyleyelim, nostaljiyi köpürtelim demiyorum ha, Cadde-i Kebir’de (İstiklal) şöyle bir yürüyelim, nereden nereye savrulduk anlarsınız. Kadim bir dostun başına gelenler karşısında hüzünlenmemek elde mi? Tepeden tırnağa bir dönüşüm bu, iyiye ve güzele de değil, dibe, en dibe… Kuzum be, Asmalı Mescit’in hali nedir öyle, gülücüklerin, kelebek etkisiyle yayılıp, kahkaha tufanına dönüştüğü, endişenin değil, neşenin giderek büyüdüğü, yürümenin bile marifet ister bir hale geldiği, Sofyalı’nın olabildiğince daracık, sıkışık ve kalabalık yolunda, birlikteyken mutlu ve mesut insanlar, gerçekten neredeler? Mekânlar ya kapanmış, ya taşınmış, ya da kiralık, bizim gözde yaşam alanına yakışmamış bu tenhalık.

 

 

İki film arasında, bize kalan dar vakitte, kendimizi hızlıca attığımız, meşhur sokaklarında soluklandığımız, şöyle karşılıklı veya yan yana oturup, iki sohbet, bir muhabbet, beş çay, biri açık, üstüne kahve, elimizde de kötü alışkanlık. Ah ulan! Bir filmi anlatarak, katarak, azaltarak, kurguyla gerçeği harmanladığımız, kafalarımızı açan, içine duygusunu da katan o anlar, şimdi tarih mi oldu? Bir tek sinemaya olan aşkımız da değil ha, resimden, şiirden, edebiyattan, işte ne ararsan, orada bulurdun, sokak da, insan da, hayat da vardı. Zaman, su gibi gürül gürül akardı. Ne olacak bu memleketin hali, yine sorulurdu, lakin bunca gündelik politika, bunca sıkışmışlık hissi, bunca umutsuzluk, bunca saçmalık yoktu. Geleceğe dair siyaset, yarınlara ait düşler, ileriye yönelik fikirler, yerini bugünün karmaşasına, kaosuna ve dolambaçlı yollarına bıraktı çoktan…

 

Kadıköy’ün merkezinde oturunca, yeni Taksim’in, İstiklal’in, Tünel’in, artık burası olduğunu, bariz fark ediyor insan, bir yandan da, kendine soruyor, benzer akıbet, bu yakayı da mı bekliyor diye… Bu canlılık, bu hareket, bu devinim, bu gençlik, yerini çölleşmeye, yıkıma ve yok olmaya mı bırakacak, hatalarımızdan ders almamakta üstümüze yok, başa gelen çekilir modumuz da hep açık. Belki karamsarlığa sebep yok, belki her şey, çok güzel olacak. Ancak bu bize bağlı, Beyoğlu’nu kaybettiysek, ondan vazgeçmeyelim, üstümüzde çok emeği var, geri kazanalım, Beşiktaş ve Kadıköy’ü de yitirmeyelim, hayat dolu kalması için çabalayalım, bir kenti güzel kılan şey, alışveriş merkezleri, lüks siteler, beton yığınlar değil, insanın insanla kaynaştığı, kedilerin baş tacımız, köpeklerin dostumuz, martıların arkadaşımız, kumruların, serçelerin ve güvercinlerin ahbabımız olduğu yerdir, şüpheniz mi var? Karga yoldaş, seni hiç unutur muyuz, ayıp ettin!

 
İşte Taksim’de bir soluklanayım dedim, birkaç gün önce, içeride oturmak da bana göre değil, sevmiyorum ev ve sinema harici, kapalı yeri, bulamadım kafama göre bir yer, hani bizim kültürümüze de ait değil, bir acayip dükkânlar, ya nargile iç, ya da tatlı ye, eee ikisini de sevmiyorsak, Taksim’e hiç çıkmayalım mı? Şöyle arkamıza yaslansak, bacak bacak üstüne atsak, gelip geçeni seyretsek, olmaz mı ya? Eskiden bir sandalye bulup, İstiklal Caddesi’nin tam ortasına koymak ve oturup, insanları izlemek isterdim. Memleketin en kozmopolit yeriydi, her milletten, her görüşten insan, durmadan akardı, bir romana değil, bin romana sığmayacak karakter, önünden geçerdi, kimi dalgın, kimi düşünceli, kimi hüzünlü, kimi şen şakrak, öylece…
Cumartesi Anneleri’nin ilk eylemlerini takip ettiğimiz 1995’te ve sonrasında, her sokağında, memleket için kafa yoran insanlarla karşılaşmak, tanışmak, Taksim’in, salt eğlence ve zaman geçirme yeri değil, politik bir bilinç yeşertme alanı olduğunu kafamıza çakmıştı, ter içinde koşarken, bir eylemden diğer eyleme, bir ucundan diğer ucuna… Hepimiz Taksim’e çıktık, şimdi inmemizi istiyorlar ve bizler, bunu uysallıkla kabul ediyorsak, sorun biraz da bizlerde değil midir? Elbette bağzı esnafların açgözlülüğü, kendini iktidarın askeri sanması, saldırganlığı, yaşandı, yaşanıyor. Lakin hiç pireye kızılıp, yorgan yakılır mı?

Bakıyorum, seküler gençler dışında, muhafazakâr gençler de Kadıköy’e doluşmakta… Kimi buz gibi bira içiyor, kimi eritilmiş çikolata yiyor. Ancak iki taraf da, birbirine karışmadan, kavga etmeden, ötekileştirmeden duruyor, durabiliyor. Kimse kimseyi sorgulamıyor, yargılamıyor. Dayatmıyor, abartmıyor, kanırtmıyor. Soruyorum gençlere, nereden geliyorsun, biri diyor Üsküdar, diğeri Sultanbeyli, öteki Ümraniye… Diyorum, gençler için o ilçelerde, rahat ve huzur yok mu? Yok, ağabey, yok diyorlar.

 

 

Karışan, izleyen, ayıplayan, parmağını sallayan ise çok… Demek ki; Kadıköy, sizler için bir liman, sığınılacak, kaçılacak, saklanacak, soluklanılacak, onaylıyorlar, beş, on da değil ha, örnek hayli fazla. İşte mesele, mevzu, dert belli, tek tipleşme, o kozmopolit Taksim, sıradanlığa, tek renge, tek sese, bile isteye teslim edildi. Kadıköy’ü yaşanır kılan, her rengi ve sesi kucaklaması. Bize düşen de malum; bir iki üç daha fazla Kadıköy!

Nem var kuzum?

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Affedersiniz ÅŸansıma tüküreyim, en bunaltıcı, bayıltıcı, kavurucu sıcakları hedeflemişçesine, birkaç gün önce Adana’ya gittim. Burası püfür püfür idi, sen geldin, resmen cehenneme döndü dediler. İhale, Afrika üzerinden gelen çöl sıcaklarına deÄŸil, bana kaldı, neyse saÄŸlık olsun. Hadi gölgedeki, güneÅŸ altındaki sıcaklığı geçtim, hissedilen 51 ile 61 derece arasındaysa, dayanmak ne mümkün, biri gaz verse, vantilatör ve klima asri zamanlar tanrısıdır dese, neredeyse tapınacak ahali. Artık fantastik sıcaklıktan olsa gerek, bizim ‘gavur’ Kadıköy’e dönmüş memleketim Adana… Bıkkın taksici, abi be, pek oruç tutmuyor kimse, herkes serinleme peÅŸinde diyor. İşte gündüz sokaklar boÅŸ, gece baraj yoluna akın var akın. Neden mi bunu anlatıyorum, geçenlerde bir video seyrettim, sosyal medyada yayınlanan, Erzurum’da ramazan günü, yiyecek bir ÅŸeyler arıyordu eleman, deney yapıyordu sanırım. İyi bari dayak yemedi, lakin açık bir lokanta da bulamadı. Adana’da tüm kebapçılar açık, meÅŸhur mahalle baskısını, tınlayan yok, terli bir zulüm altında, sevap da benim, günah da, kime ne diyorlar. Åžimdi buradan, ekstra sıcaklığın, insanı ateist ettiÄŸini çıkartan birileri olursa, hani ÅŸaşırmam, çünkü iyice sıyırdık, dolduk ve taÅŸtık, kabımıza sığamadık.

 

Aslında yazacak tonla mevzu var, balonu patlayan egolar, yani milli maç, pardon utanç var, Gezi’ye tarihi eser yapmak var, Türkiye, 3000 yılına dek AB’ye giremez diyen İngiltere’nin, açıklamadan bir ay sonra AB’den çıkması var, orucu ne bozar adlı 1400 yıldır çözemediğimiz havuz problemi var. Yani say say bitmez, bizde ilginçlikler hiç tükenmez. Güney Koreli plakçının dükkânını, hoyratça basanların serbest bırakıldığı, Özgür Gündem gazetesine destek olanların ise cezaevine konulduğu bir ülkede, konuşmanın da, yazmanın da, anlatmanın da abes olduğu aşikâr, insan yine de umut ediyor işte demeyeceğim, içimizi döküyoruz, o kadar.

 

Tarihi eser yapmak, iyi fikirmiÅŸ aslında. Düşünsenize dünyanın en tarihi yeri, Mezopotamya, Anadolu ve OrtadoÄŸu deÄŸil, kumarhaneler diyarı Las Vegas olurdu. Eksantriklik aÅŸkına, otellerini, yerkürenin eski harikalarına benzetiyorlar. Neyse yahu, hem Vegas’ta yaÅŸanan, Vegas’ta kalır. Adana’nın hayli eski ve güzelim Atatürk Parkı’nda soluklandım, keÅŸke dedim, ‘ucube’ Taksim, meydan olmaktan çıksa, Gezi ile birleÅŸip, kocaman ve yemyeÅŸil bir park olsa. Valla dünyanın en çirkin alanı, harbiden var mıdır hiç hayranı? Bir kiÅŸi de çıkıp ortaya, ben bayılıyorum oraya derse, kesin arsızdır, şüphesiz dayaklıktır.

 

Benim üniversiteli cici oyum, ilkokul terk ‘cahil’ oydan 10 kat deÄŸerlidir dersem, gerçeÄŸi söyleyin, ciddiye alır ve tepki verir misiniz? Yoksa git, hortumla su tut kendine gardaşım, güneÅŸ geçmiÅŸ senin gafana mı dersiniz? Nenem çok yaÅŸlı ve kaç yıllık hacı, ömrü boyunca halk partiye atmış reyini, okuma yazması da yok, eee ne yapacağız bu durumda? Okumamışlar şöyle kötüdür, okuyanlar böyle iyidir, bik bik, vik vik… Geçiniz efendim, sadece yıldızlara bakarak, güzelim hayaller kurmuÅŸ, gerçeÄŸi, ilmi, bilgiyi, topraktan, doÄŸadan almış, fukara yaÅŸamış ama asla yoksun-yoksul olmamış deÄŸerler de var hayatta. Ve ne eÄŸitimli insanlar var, kibirden kasılan, egosuyla yaÅŸayan, onların başımıza çorap örmekten baÅŸka bir marifetleri yok. Hâliyle genellemeler yanlıştır, çözüm de getirmezler. Üstelik yeni derdi, lümpenlik bu memleketin, yozluk da, kaos da buradan doÄŸuyor, ÅŸimdi moda diye inançtan yürüyor bu dev kitle, baÅŸka bir güç gelse, devir deÄŸiÅŸse, anında oraya meylederler. Lümpenlikten önce de seçkincilik idi sorunumuz, ortayı bulayım diyen yok, elit, münferit, hepten bıktık be!

 

Dedeme sordum, ÅŸoförlükten, motor ustalığından önce, köyde tarladaydın, aÄŸa ve maraba ile haşır neÅŸir idin, bereketli topraklar üzerinde, dünden bugüne ne deÄŸiÅŸti diye? Dedi artık buÄŸday ve pamuk kalmadı, üretici karpuz ve narenciyeye döndü. Pamuk tamam da, buÄŸday, ekmeÄŸimiz, yaÅŸama nedenimiz, iÅŸte bu en büyük yanlış. Sonra iki de örnek verdi, aÄŸalara dair. Üç, dört bin dönüm toprağı olan bir aÄŸanın oÄŸlu, har vurup, harman savuran bir delikanlı imiÅŸ, bu gece barda, gönlüm hovarda yani. AÄŸa, günlerden bir gün, küt diye düşüp ölmüş. Mirasyedi oÄŸul, üç senede, tüm tarlaları satmış ve yemiÅŸ. Åžimdilerde dilenci imiÅŸ, iÅŸte nereden nereye… Sonra bir baÅŸka aÄŸadan bahsetti, daha büyük, daha güçlü, daha zengin. Tam 18 bin dönüm toprağı ve dört fabrikası olan aÄŸa, sevimsiz bir herifmiÅŸ, pek yakını da yokmuÅŸ. Marabaya kök söktürür, eziyet eder, bol bol beddualarını alırmış. Hayat kısa, kuÅŸlar uçuyor, haliyle ömür de tez tükenmeye meyilli. Bu aÄŸa da, hop mevta. Cenazesine neredeyse kimse katılmamış, iÅŸte birkaç ırgat, istemeye istemeye götürmüşler mezarlığa, ayaklarının ucuyla da atmışlar çukura. Özetle; “Ölülerinizi hayırla yad ediniz” minvalindeki peygamber buyruÄŸu bile, kar etmemiÅŸ. Adını anan, küfrü basmış, sövmüş de sövmüş.

 

Affedersiniz, ota b.ka kayyum atanacağına, sıcaklık illetine atansın. Nem var kuzum diye sorsun kayyum efendi, hakikaten olmuyor böyle, sürekli yıkanmaktan su kaynakları da kuruyacak, ısı ve nem, hesap versin, israfa sebebiyetten… Ya akıllı olsunlar, ya cezaevine konsunlar.

 

Kusura bakmayın, daldan dala sıçrayan bir yazı oldu, lakin Antalya Belek’teki esnaf ve taksici eylemini es geçemeyeceğim. Kontak ve kepenk kapatmışlar, son 20 senenin en kötü turizm sezonu için isyan etmişler, hain otellere, turistlerden nasiplenmek bizim de hakkımız demişler. Rus savaş uçağı düşürüldüğünde, turist de neymiş, yaşasın büyük ve yeni Türkiye diye nara atıyordunuz, ne oldu canlarım, aniden ne değişti? Yav he he, kutsal bellediğiniz istikrar işte, harbi harbi ne bekliyordunuz? Unutmazsınız artık, su gelir iz bırakır, turist gelir döviz bırakır sözünü.

 

Gösterdiğiniz sabır ve anlayış için, eyvallah! Daha uzatmayacağım, bitiyor yazı, son olarak, şunu söylemek istiyorum; memleket, kültür, sanat, spor, gündelik hayat, aklınıza artık ne gelirse, tükenmişliği ve kirlenmeyi yaşıyor, iliklerine dek. Ekonomik kriz de kapıda, duyduklarım, gördüklerim, hissettiklerim bu yönde. Her şey geçer, elbette bir gün yoluna girer. Sakın ha, arada sağlığınızı kaybetmeyin, hele hele akıl sağlığınızı asla! Bu absürt süreç, bizi ya deli, ya da veli edecek olsa da.

Bir, iki, üç, daha fazla Gezi

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Gezi iyiydi, iriydi, diriydi, güzeldi güzel! Kim ne derse desin, aklı sıra ve isterse kirletmeye didinsin, hani uyduruk lobiyle, tuhaf fanteziyle, elinin körü, zıkkımın köküyle… Yalanlar söylesinler hala, ıkına sıkına da değil, üstüne basa basa, bağıra çağıra, saçmalaya saçmalaya… Gerçeği dilediklerince çarpıtsınlar, kin tutsunlar, intikam ateşiyle kavrulsunlar, bedel ödetmeye çabalasınlar, öfke kussunlar. Çare yok, bu vicdana tutunan, zekâyla çoğalan büyük inat, kâbusları oldu, olmaya da devam ediyor, edecek. Haklılık ve meşruiyet, her türlü zulümden güçlüdür, yüreğin ferah, kafan da rahatsa, tüm hasletlerden yoksun olan ve karşında çıkarı için saf tutan, isterse çıldırabilir, sorun yok. Kesinlikle…

 

Aslında tam da ÅŸimdi, gündelik hayatın içerisinde, var olan koÅŸullar, Gezi’den bile daha yakıcı ve yıkıcı ise, doÄŸru yerdeymiÅŸsin sen be kardeÅŸim, sakın ha, bocalama, ÅŸaşırma, kendini salma, gönlünü hoÅŸ tut, huzurlu hisset, elbette savrulmadıysan ve yani korkuya kapılıp dağılmamışsan, erk nimetleri için yanlış safa katılmamışsan… Fidel Abimiz, mahkemedeki efsanevi savunmasında, “Tarih, beni beraat ettirecektir” der. Azim, hedef, mücadele ruhu, bilinç, direnç, iÅŸte adını, ne koyarsan koy, haliyle bir gün, yoluna girer her ÅŸey, bunca acı, kahır ve üzüntünün ardından, vazgeçmezsen ÅŸayet. Çünkü bedel ödeyenlere, benden bu kadar diyemezsin, bildiÄŸin yoldan dönemezsin, bırak baÅŸkaları ne der diye, kendini kendine rezil edemezsin. Elbette istersen.

 

Hah! Bunca kuşatılmışken, işinden gücünden edilmişken, birileri hala, sen o dönemde ne yaptın, ne konuştun, ne yazdın diye geçmişi didiklerken, dayanışma ruhuyla gönderdiğin bir iletiyi dahi eşelerken, insan, inat eder yahu, ben geçmişimi sileyim demez, yanıldım demez, aldandım, aldatıldım demez. Sattığın salt seninle gaz yiyenler olmaz, el ele, yürek yüreğe bir hengâmeden kaçtığın olmaz, bir derme çatma barikatın başında, ekmeğini bölüştüğün, suyunu paylaştığın olmaz, sen kendini satmış olursun arkadaş, güzel yarınlara dair inancını, canım düşlerini, biricik bilincini, işte her şeyini…

 

Peki, hatalar yok muydu? Oho, tonla. Her kafadan bir ses çıkmadı mı? Kesinlikle çıktı, hem de öyle böyle deÄŸil! Örgütlü, örgütsüz, politik, apolitik, dindar, dinsiz, genç, yaÅŸlı, kadın, erkek, LGBTİ, futbol taraftarı, çalışan, iÅŸsiz… Özetle; iktidar partisi hariç, her türlü görüşten insan, birbirlerinden nefret edenler bile, mesele tek aÄŸaç deÄŸil, kocaman bir orman, tak etti lan canımıza, yaÅŸasın dayatılmamış hayat diyerek Taksim’e aktılarsa, gürül gürül, üstelik tanımsız ÅŸiddete raÄŸmen, eee haliyle, olacak o kadar. Siz önce Kabataş’ı, camiyi, lobiyi, penguenleri ve diÄŸerlerini açıklayın, “Çapulcu” dediklerinizin özeleÅŸtirisi vermesi, sonraya kalsın. Hani mümkünse…

 

Özeleştiri demişken, kendimi katmamak olmaz. Bu uzun soluklu insanlık görevinde, bazı dersleri kaçırmış olabilirim, yurdumun ve dünyanın güzel günler görebilmesi için, şu şapşal kafamı zorlamam, saksıyı daha çok çalıştırmam gerekiyordu, müzmin miskinliğime, artık ayrılalım be bebeğim, aksiyona ayıp oluyor, daha çok üretmeli, daha çok mücadele etmeliyim demeliydim. Çünkü borçluyuz her birimiz, bizi biz eden amansız sevdaya, yeni ve bambaşka bir dünyaya.

 

Bakın, harbiden çok seslilik iyidir, lakin fazlası, kakafoniye girer. Mühim olan, ortak bir sese ve bilince ulaşabilmektir. Gezi sırasında, gencecik kızların, delikanlıların gözlerinde gördüğümüz umuttu, biz yaşı büyüyenlerin, aynada hep karşısına çıkan yılgınlıktan eser yoktu. Sizler, sakın ha aldırmayın, korku imparatorluğunun borazanlarına, endişeyi virüs gibi yayan orta yolculara, onların ruhunda teslimiyet vardır, biat etmek, itaat etmek, kula kulluk etmek, vazifeleri budur, ne yazık ki.

 

Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam, nasıl bir kuşağın şiarı olmuşsa, bir, iki, üç, daha fazla Gezi, Berkin’e, Ali İsmail’e bin selam, neden olmasın? Bırakın, kamu malı masalını, size karanfil atan çocukları bile dövdünüz, polis devletini kutsadınız, döner bıçaklı esnafı alkışladınız. Nasıl bir ülke istediğiniz belli, TOKİ’ye yaptırılmış, kocaman bir yarı açık cezaevi. Biçtiğiniz donu giymek istemeyenler var hala, tek tipleşmeye karşı olanlar var, inadına… Çok şey de istenmiyor ha, her şeyimize karışmayın, burnunuzu sokmayın, yani mevzu hayli basit; dilediği gibi yaşamak.

 

Taksim’de özgür alan kurulduğu günlerde, dolaşmıştım her karışını, coşkuyu, dayanışmayı, paylaşmayı anlatmak olmaz, o sevinci yaşamak gerekti, orada soluk almak, görmek, hissetmek gerekti. Bunu bilenler, özlüyorlar o günleri, ah ulan ah diyorlar, ne güzeldi diye dalıp gidiyorlar, zaten laftan anlamayanlar, hariçten gazel okuyanlar, bir sözle, bir emirle evde tutulanlar, malum olanlar.

 

Canından olan gençlerimiz, hepimizin yüreğinde ve aklında, onlar, asla unutulmayacaklar. Peki, ya yaralanan arkadaşlar? Bir, on, yüz değil, tam 8163 insan, 8163 can. Gaza boğulanlar, travmaya mahkûm olanlar, o günlerin izlerini hala ruhlarında taşıyanlar kaç kişidir? Of of, saysan sayılmaz, o denli çok.

 

Kaybettik, yenildik, bu ve bunun gibi söylemler, sadece yıkım getirir. Kazanmak için mücadele etmediler ki, özgürce yaşamak için direndiler. Herkesin talebi farklıydı elbet, kimi ağaç, kimi park, kimi politik, kimi hayat. Bunca farklılığı, bir araya getirmek, bir memleketi, gökkuşağı renkleriyle boyamaya çabalamak değilse, nedir? İşte bu adı konulmuş güzelliktir, benim için Gezi’nin anlamı, el kadar çocukların, gaz fişeklerini, kovaya atmak için çılgınlar gibi koşuşturmasıdır, yaşlı bir amcanın, torunu yaşındakilere destek olmak için barikata yaslanmasıdır, ciğerleri sökülürken gaz sağanağında, elini tuttuğu yabancıya âşık olmasıdır, ezeli rakiplerin, kol kola girebilmesidir.

 

Gezi’yi, kocaman bir park yapan ve tüm memlekete yayan (Bayburt hariç), tüm cevahir yürekli insanlara selam olsun. Hala varlar, biliyorum oradalar, tükenmeyecek bir hasretle yaşıyorlar. Her şeyi geç. Onlar, gelecek kuşaklara, güzel bir gelenek ve iyi bir seçenek bıraktılar. Daha ne olsun?

1 Mayıs’ın ardından…

 

 

ALPER TURGUT

 

Şu gündelik hayat denilen acımasız koşuşturmada, iki istikamet, iki taraf vardır. Zenginler ve fakirler. Elbette faturalarını, kirasını, taksitlerini vs. ödeyip ay sonunu hasbelkader getirebilenler de vardır. Bunlar yoksul olmadıkları için içten içe sevinen, varsıllar arasında katılamadıkları için kıskançlıktan çatlayanlardır, her ne kadar aksini iddia edecek de olsalar. Yani siyah ve beyaz arasındaki mücadelede, grinin pek bir hükmü yoktur. Etkisiz eleman gibidirler, ne yazık ki… Neyse. Ezen ve ezilenin, insanlık tarihi kadar eski öyküsüdür bu, orantısız güç aslında budur. Kolluk güçleri, paranın yanındadır, adalet, iktidar, artık akla ne gelirse sermayenin kontrolü altındadır. Feminizmden tutun, eşcinsellik haklarından çıkın, tüm bunlar tali mücadele alanlarıdır. Asıl olan zengin ve yoksul arasındaki kavgadır.

 

1 Mayıs, bu haklı husumetin en belirgin günüdür. Bedeller ödemiş emekçilerin, dayanışma günüdür, uğruna canını verdiği bir meydanda toplanmak ve yitenleri anmak en doğal hakkıdır. Yasaklara uymak, meşru bir mücadelenin seçeneklerinden değildir. Emekçileri, alanlara haddinden fazla önem vermekle suçlayanların, yalanlarla dolu hayatları da örnek değildir, hiç kuşkusuz. Sermayenin, emekçilerin 1 Mayıs Alanı olarak gördüğü Taksim’i rant merkezine dönüştürmek istemesi de anormal değil, şüphesiz. Demiştik bu çok uzun soluklu bir kavga, hakkaniyet içerisinde yürütüldüğü de söylenemez. Emekçiler, işsizler, emekliler, öğrenciler, muhalifler, son yıllarda zorlayarak aldıkları meydanı, tekrar kaybetmek istemiyor. Bunu marjinallik ve ideoloji ile nitelendirmek saçmalamak olur. İdeolojisi olmayan, örgütsüz kitleler, aidiyet duygusundan yoksun, amaçsız, inançsız yaşasınlar. Liberal kafaların istediği bu mudur? Bu tam tekmil şaşkınlıktır, ötesi de yoktur. Haliyle her şey ekonomiktir. Bir zenginin 1 Mayıs’tan anladığı, hadi izin verilmiş, gidip fotoğraf çektirelim, sosyal medyada paylaşalım şeklindeki bir şebekliktir. Kusura bakılmasın. Yalın gerçek budur!

 

Sendikalara laf etmek kolaydır, sendika ağaları vardır ve bunlar semirerek zaten zengin sınıfın safına geçmiştir. Burada sorgulanması gereken, güdümlü sendika liderlerinden öte, dayatılan örgütsüzlüktür. Erk, emekçinin örgütlenmesini, haklarını istemesini, grev yapmasını, toplu iş sözleşmelerini istemiyor. Ancak ahali, çekindiği iktidara değil, sendikacıya yüklenmeyi tercih ediyor. Dürüst olun, hem iktidara hem de sendika ağalarına yüklenin, samimiyet koksun her hareketiniz, ama nerede?

 

1 Mayıs’ta bir kısmı inşaat alanı halindeki Taksim’e, yasak koyan iktidar, aman çukura düşülmesin diyerek, meydanı kuşattı. Köprüleri kaldırdı, ulaşımı engelledi, barikatlar kurdu, yaklaşmayı deneyene haddini bildirmek istedi. Küsuratlı olmaması, biraz komik gelse dahi 2000 gaz bombası kullandı, panzerler, TOMA’lar eşliğindeki binlerce polisle güç gösterisinde bulundu. Hatta gaz bombalarını kafalara attı, gençleri komaya soktu. Adı konmamış sıkıyönetimin, insanların çukura düşmemesi için alındığını düşünen ya saftır, ya da işi gücü salt safsatadır. Bisiklet yarışında bile tecrit altındayız diyerek mızmızlık yapan kentlinin, polisin gaz bombalarından nefes alamazken dahi, kanı deli akan gençlerin, sokak aralarında koşturmasına, panzerlere karşı taşla karşı koymasına laf etmesi, düpedüz korkaklıktır. Bölünerek çoğalan, pardon azalan sola dair örgütlere kendimi yakın hissetmiyorum. En hızlı solcuyken döneklik edip saf değiştirenlere inat, ömrüm boyunca yoksul halklara yakın olmayı tercih ederim. Sırt çevirmek yerine, yüzünü ve yönünü hep güneşe çevirmek, bu da bir idealdir, anlayabilene…

 

Yine de sadece örgütler şöyle böyle diyerek, devletin uyguladığı ÅŸiddeti mazur göremem. Sayısız toplumsal olayı takip ettim veya katıldım. Polisin müdahalesi olmadığında, ya da güvenlik güçleri uzak durduÄŸunda hiçbir olayın çıkmadığına ÅŸahit oldum. Bu nedenle gençler, bu ürkünç tabloyu yarattı diyenlere gülüp geçerim. Kendini ciddiye almayanı, ciddiye almak gibi huyum yok çok şükür. Åžu hayatta öğrendiÄŸim biricik ÅŸey, vicdanın siyasetler üstünde olduÄŸudur. Güçlü olup merhametsiz olan zalimdir. Güçsüzü görüp, hala üstüne yürüyenler, her koÅŸulda insanı deÄŸil devleti savunanlar, düşene tekme atanlar da keza öyle… Hengame bitince, gece televizyonu açayım dedim. Justin Bieber adlı hayli ÅŸiÅŸirilmiÅŸ proje tipi veledin hayranı genç kızların halini gördüm, bir de gaz bulutu altında kanlar içinde yatan akranları Dilan’ı… 17 yaşındaydı gece liseli Dilan, sabah gaz bulutu dağılınca reÅŸit ilan ettiler. Kim ne derse desin, sen hayat kadar güzelsin ve yaÅŸamaya mecbursun be çocuk ve yüreÄŸin hepimizden büyük…

Aman gaz’a gelmeyin!

Bu memlekette gazeteci olacaksın ve biber gazıyla ilk kez Kadıköy’deki ÅŸampiyonluk maçında tanıştığını yazacaksın. Halktan, sokaktan, yaÅŸamdan bu denli kopuksan, süslü cümlelerle haberler yazsan veya bir gazetede köşe kapmış olsan ne fayda. Eskiden daha çok meydanlarda, ara ve arka sokaklarda, okullarda, mezarlıklarda protestolara, eylemlere gazla müdahale eden polis, ÅŸimdi iÅŸi büyüttü, stadyumlara ve binalara da taşıdı. Yoldan geçenler, sokaktaki hayvanlar, evinde oturanlar, parkta oynayan çocuklar, herkes bir gaz bulutunun içerisinde kaldı, kalıyor, kalacak. Üç, beÅŸ kiÅŸiyi yan yana yürürken görseler gaz atacaklar, hani neredeyse… Gaz atıyorlar diye haklarında soruÅŸturma da açılmıyor, ceza da almıyorlar. Hatta herkes birbirine düşman olmuÅŸ, ötekine saldırınca polis, diÄŸeri veriyor gazı, haydi! diyerek…

Uzun yıllar kendi tabirimle toplumsal olaylar muhabirliÄŸi yaptım, kızıl bir atkım vardı en baÅŸta, haki gömleÄŸim ve elbette postallarım, dal gibi bir delikanlıydım, kavak yelleri tepemde, korkmaz, asla umursamaz. Yanlış anlaşılma olmasın, sadece habere aşıktım, hah bir de güzel yarınlara… Akranım olan, yürekleri en solda atan meslektaÅŸlarımla, her an tehlike altındaydık, biz bir avuçtuk, konuÅŸmadan da anlaÅŸabilirdik. Birbirimizi kollardık sürekli, polis kapmasın diye…

Polisler beni her gördüğünde (özellikle sivil polisler) önce bir kaÅŸlarını çatar, sonra tehditkar bir ÅŸekilde kafalarını sallarlardı. Ben de omuz silkerdim, sarkık bıyıklılardan dost olmazdı en nihayetinde, bilirdik düşman olmasını da… Onların silahı vardı, benim de kalemim. Ama en çok fotoÄŸraf makinesinden korkarlardı, ödleri kopardı fotoÄŸrafları gazeteye basılacak diye… Anaların kucağından çocukları al, yere at ve sonra tekmele… Sonra fotoÄŸraf çekilecek diye ürk, ardından hakaret et, küfür et, saldır, vur, kır… Hemen hemen her iÅŸ günü böyle harala gürele geçiyordu. Beyazıt’ta, Taksim’de, Kadıköy’de, Sarıgazi’de aklınıza artık neresi geliyorsa, nerede bir olay, biz oradaydık. İzleyerek, anlamaya çabalayarak, hatta hissederek ve bazen el yordamıyla, bazen senden usta olanı takip ederek yetiÅŸiyordun, öğreniyordun çatışmaların ortasında hayatta kalmayı, taÅŸ yaÄŸmuruna yakalanmamayı…

Günde iki kez coplandığımız günleri hatırlarım, ÅŸaka deÄŸil… Sanki tenimiz demirden, olmayan bir kalkan ile korunuyoruz, yaramız beremiz çok ancak yine de ayaktayız. Jandarma olsun polis olsun, her an saldırmaya hazır, tahta cop ile lastik cop arasındaki farkı biliyoruz, biri yaralar diÄŸeri yakar, kışın coplanmak iyidir, üstün kalın, yazın tişörtleysen copun tadı daha bir acı olur. Kızarır önce bedeninde denk gelen yerin, sonra morarır, sararır, renkten renge girer derin… Kalas en fenası, jandarma kullanırdı, Allah Allah diye hücum ederken… Aman diyorum kimseye önermem. Öfkeli grupları saymadım bile, İstanbul Üniversitesi’nin Merkez Kampus’unde kılıçla, baltayla az kovalanmadım.
Taktik ÅŸudur, ya duvara, ya da park halindeki bir araca sırtını daya ve yere düşmemeye çabala, manuel makineler ağırdır, savur dur, yaklaÅŸana tekmeyi bas, sinersen, daha ÅŸiddetli gelirler. Arada bağır çağır, haykır ki, meslektaÅŸların nerede olduÄŸunu kavrasın o hengamede, yere düşersen iyi kapan, kafanı koru öncelikle… Tazyikli su var daha, bir ara boyalı su da sıkmışlardı, icat tükenmez kolluk kuvvetlerinde…

İşte o yıllarda, gaz bombası pek kullanılmazdı, çok nadir, sonra bir baÅŸladılar, cop, tazyikli su hepsi palavra oldu. Gazı yiyince beden, istemsiz hareketler sergiliyor, kafası kesilmiÅŸ tavuklar gibi oradan oraya koÅŸturuyorsun. Kaç kez gaz yedim, saymadım. Belki onlarca, belki daha da çok. Taksim’de bir dükkana sığınmıştım, içeri attılar, hah öldüm dedim, ciÄŸerim çıktı sandım aÄŸzımdan… Bir kere bir çıkmaz sokakta onlarca gaz bombası atıldı üstümüze, kısa süreli bir baygınlık geçirmiÅŸim, gözümü açtığımda polisler ve göstericiler de yerdeydi, benimle aynı durumda doÄŸrulmaya çabalıyorlardı. Yine 1 Mayıs günü, dolamışım yedek tişörtü yüzüme, ayaklarımın dibine düşen gaz bombalarını tekmeliyorum, uzaklaÅŸsınlar diye, baktım olacak gibi deÄŸil, ben uzaklaÅŸtım can havliyle, deli gibi yanarken içim, yüreÄŸim gümbür gümbürdü…

Sonra İşte 1 Mayıs 2007 günü, beni resmen pert etti polisler, gazeteciyim dememe, sarı basın kartımı göstermeme karşın harbi harbi saÄŸlam dayak yedim, aÄŸzıma sıktılar, gözüme sıktılar gazı… AyaÄŸa kalktım küfrederek saldıracak polis arıyorum, nereye gözler tamamen kapalı, arkadaÅŸlarım güçlükle tutuyor ayakta beni… Yüzüme suyla yıkayayım dedim, daha da yandım. Sırt çantalarıyla gençler geldi bir ara, onlar tedarikli, limon verdiler, sirke verdiler, bir saat kadar sonra gözlerimi açabildim. Neyse doktora rapor almaya gittim, suç duyurusunda bulundum. Ama asıl facia gece geldi, uyuyamıyorum, bedenim yanıyor, çırılçıplak dolaşıyorum evde, buz gibi suyun altına giriyorum fayda etmiyor. Hayır ateÅŸim yok, içten gelen soÄŸuk bir ateÅŸ bu, biber yakıyor vücudumu, dayanılır gibi deÄŸil. Sonra gece nöbetçi eczane buldum, mucizenin adını hiç unutmadım. Stilex jel, nasıl geçirdi yangını, anlatamam. Aklınızda bulunsun.

Meramım şudur; Fenerliyi, işçiyi, öğrenciyi suçlamadan önce, aklına estikçe, canı sıkıldıkça açık, kapalı her alanda bol keseden biber gazını kullanan güvenlik güçlerinin tutumunu kınayın. Çünkü karşı çıkmazsan senin de başına gelecek, stokları sağlam ve onlar gaz bombaları ve biber gazlarıyla oynamayı gerçekten çok seviyor.