Etiket arşivi: Spartaküs

Bu akÅŸam ne seyretmesek?

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Televizyon kanallarında, denetleme adı altında gerçekleÅŸtirilen ve resmen gözlerimize sokulan bariz sansür uygulamalarının, özellikle gençleri yıldırdığı, bitmeyen ve tükenmeyen yasaklarla iyice çoraklaÅŸan seyirden kaçanlarınsa, kendilerini internet platformlarına attıkları, malumunuz. Peki, izleyicilerin bunalıp kaçtığını fark eden iktidar durur mu? Elbette, hayır! UlaÅŸtırma Denizcilik ve HaberleÅŸme Bakanı Ahmet Arslan, yeni düzenleme ile internetteki yayınlara sansür deÄŸil, sınırlama getirileceÄŸini savunmuÅŸtu. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyesi ve İslam İşbirliÄŸi TeÅŸkilatı Yayıncılık Düzenleyici Otoriteleri Forumu (IBRAF) Genel Direktörü Doç. Dr. Hamit Ersoy ise, RTÜK’tün internet denetimini kapsayacak yasa tasarısıyla, kendilerine YouTube, Twitter ve Facebook gibi sosyal medya sitelerini deÄŸil, BluTV, Puhu TV ve Netflix platformlarını denetleme yetkisinin verileceÄŸini söylemiÅŸ bile…

 

Yani interneti tamamen denetlememiz, hem kanunen hem de pratikte pek mümkün değil, internet yayıncılığıyla idare edeceğiz diyor. Evet, parasını verdik, bari monotonluktan uzak bir seçeneğimiz olsun, değişik bir şeyler seyretme şansımız olsun diyenler, ‘aptal kutusu’ televizyonda beleşe zerk edilen tuhaf şeyleri, çok yakında üstüne ücret ödeyerek izlemek durumunda kalacaklar, ne yazık ki.

 

Bu mevzuya tekrar döneceğiz, biz şimdi gelelim, hani mümkün görünmeyen internet denetimine… Devletin güvenlik güçleri, avukatlar, maaşlı troller, kendilerine insanları ihbar etmek misyonunu yükleyen tipler, her an takipteler. Geçen gün bir delikanlı, erk destekli bir vakıfla ilgili bir şeyler karalamış sayfasında, toplasan 15 kişi beğenmiş, kimse farkında bile değil yazdıklarının, ancak birileri gayet farkında, hoppp hakkında gözaltı kararı çıkartılmış, evini basmışlar. Misal İstanbul’da yaşıyorsun, sayfanda arkadaş olarak eklediklerinin bazıları, aslında senin en ufak bir açığının peşindeler, arkadaş değil, resmen dedektif herifler, hayda şikayeti yemişsin, nereden, misal Konya’dan, hayatında hiç görmediğin bir insan, seni sayısız kez şikayet etmiş. Yemişim öyle arkadaşlığı… Yazdıkların suç teşkil etmese de önemli değil ha, eleştirdin ya, ezberini bozan bir şeyler geveledin ya, bu kafi. Özetle; internet denetimi için kanuna gerek yok, gönüllülük esas.

 

İnternet platformunda yayınlanan diziler ve filmlerde, insanlar içki içiyor, sevişebiliyor, küfür de edebiliyor. Bakın, bunlar çok tehlikeli. Şaka mısın be? İnsanlar günlük hayatta ne varsa, onu ekranlarında görmek istiyor, kesilip biçilmemiş, kuşa çevrilmemiş bir dizi seyretmek istemek, neden gücünüze ve zorunuza gidiyor? Harbiden insan merak ediyor, hadi içki içmiyorsunuz, hayatınızda hiç ağız dolusu bir küfür etmediniz mi, yahu hiç sevişmediniz mi?

 

Oysa devletin kanalı da dâhil, tüm kanallarda, şiddet kutsanıyor her gün, çatır çatır insanlar öldürülüyor, kadınlar katlediliyor, çeşit çeşit silahlar sergileniyor. Ne yani, çocukların örnek alacakları şeyler, tüm bu vahşet, dehşet görüntüleri mi? Hinlik, pislik, muhbirlik, bunlarda sorun yok, tam tekmil yozluk ve zengin ve yoksul arasındaki tuhaf ilişkiler, eee bunlar da normal, sorması ayıp değilse şayet, nasıl çocuklar yetiştirmeyi düşünüyorsunuz kuzum siz?

Ne bileyim, eskiden yemeğin ardından meyve gelir, çay demlenir, bu akşam ne seyretsek denirdi, bu güzelim sualin bile tadı kaçtı be, soruyu, ne izlemesek, ne seyretmesek diye güncellesek daha doğru olacak. Sanki!

 

“RTÜK, çocukları, gelecek nesli korumak adına bu alana el atmak zorundaydı.” Yukarıdaki adı geçen üyenin açıklamasında bu da var, Çocukları, aileleri korur, zaten internet yayın platformlarında, yetişkinlik düzeyleri de var, ebeveyn kontrolleri de… Çocuklar adına hesap açılıyor ve onlar, kendi yaş gruplarına uygun işleri seyrediyorlar. Siz sanalda korumayı bırakın mümkünse, gerçek yaşamda koruyun çocukları, gündelik hayatın içerisindeki belalardan uzak tutun, onları yaklaştırmayın. Gelecek nesil, böyle lafla, yasakla korunmaz, hiç kusura bakmayın.

 

Evet, devletin, özel hayatımızı kontrol etme, uygun gördüğünü bize izletme, ezberine uymayanı seyrettirmeme politikası, hak ve özgürlüklerimizin ihlali değilse, harbiden nedir?

 

Müzik klipleri sansürlenir, bazı şarkılar yasaklanırken, ekranlar itinayla flulanır ve mozaiklenirken, aykırı bir ses duymak bile mümkün değilken, hala yetmiyor elemanlara, daha çok yasak, daha çok baskı, daha çok yaptırım istiyorlar, hunharca. Bu internet yayın platformlarında, tartışma programları var ve muhalifler, bik bik konuşuyor ve iktidarı zorluyor da, bizim mi haberimiz yok? Dış mihraklar, memleketimiz üzerinde diziler ve filmlerle, hain emellerini mi gerçekleştirmeye didiniyor? Geçen günlerde, Spartaküs dizisini tekrar seyrettim, isyan, ayaklanma filan diyordu başkahraman, abooooo, ya bilinçaltımı etkilemişse? Hayda! Durun, durun! Damnation (Lanet) adlı bir dizi izledim, çiftçileri haklarını almaya çağıran ve patronların, bankerlerin, grev kırıcıların karşısında sıralanan insanları anlatan bir yapımdı, hükümetimizi göreve davet ediyorum, dizideki grevi, bakanlar kurulu kararıyla ertelesinler, üstelik OHAL koşullarında, bizi yanlış fikirlere sevk etmesinler. Bünyemizi bükmesinler, değil mi ama?

 

Savaş meydanı mı, rakı masası mı? Devlet çoktan kararını vermiş, ya sizler? Mahkemeler, taciz ve tecavüz davalarında, bu insanlık suçunda, çocuğa, rızan var mı diye sorarken, bizim biricik derdimiz, internetteki ebeveyn kontrolüne rağmen, çocuklar üzerinden, yetişkinlere de yasak koymak mı olmalı? Harbiden, neyin kafasını yaşıyoruz yahu biz?

 

Son olarak, sevgili RTÜK üyeleri, her gün havuz medyasında, yalan ve yanlı haberler yapılıyor, algı ayarlarıyla oynanıyor, ekran karşısında milyonlar, bile isteye kandırılıyor. Kendinizi yepyeni meşgaleler aramak yerine, ona ve var olana odaklansanız ya, pek makbule geçerdi. Veya atayın her eve bir seyretme sorumlusu görevli, biz kanal değiştirmeye çalıştıkça, kapsın elimizden kumandayı, direkt Ahaberi açsın, yeter ki kafanız rahat olsun!

Ya üç yanlışın götüreceği doğru kalmadıysa…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kusura bakmayın pek sevgili arkadaşlarım, hayli geriden geliyorum, haliyle konuların da çoğu işlenmiş oluyor, yoksa eyyyy portakal, ağırdan al, eyyyy portakal orada kal, eyyyy Helga, işin gücün laga luga eyyyy Hans, yapma bize dans demek istiyordum, hararetle ve hunharca. Neyse kısmet değilmiş, sağlık olsun! Gündelik hayatımız, bulvar gazeteleri başlıkları gibi oldu zaten, her şey harbiden üstünkörü, dizginsiz hamasetle haşır neşir ve ziyadesiyle saman alevi. Koca koca yetişkinler, gazları alınsın diye bekleşen bebekler gibi huysuzlar, haydi gemileri yakalım, ama sonra hemen barışalım kafası, sirayet etmiş, hemen her bünyeye… Siyasi manevralara göre konumlanıyorlar, yönlendirilmeye bayılıyorlar ve üstelik bundan gocunmuyorlar. Aklınızı az başınıza devşirin deyince de kızıyorlar, Avrupa sevdalısı mısın, hainsin değil mi, güçlü Türkiye’yi istemiyor musun ve benzeri sorular, sorular, sorular, yanıt versen, duymak istemedikleri şeyleri söyleyeceğin için, anında kulaklarını tıkıyorlar. Ancak beni en çok güldüren sual, maneviyattan nasibini aldın mı olsa gerek. Çünkü maneviyattan bahsedenlerin neredeyse tamamı, maddiyat için canını bile vermeye hazır! Böylesi bir tuhaflık içerisinde insan, kendini sorguluyor, lan arkadaş diyor, bu cevapları kabul edilmeyen garip bir test mi, gerçekten ben nereye düştüm yahu diyerek… Üç yanlışın götüreceği bir doğru bile yok belki de, dram bu, tam tekmil dram.

 

Bir bakıyorum, üstlerine evet yazılı önlükler geçirmiş, ata binmiş, devlet erkanından, Hollanda’ya at sürme ve orayı zapt etme izni isteyenler, diğer yanda, kılıç, döner bıçağı, pompalı tüfek, tabanca kuşanmış delikanlılar, Hollanda’ya atar yapmakta… Offf offf halkımız, ayar vermek aşkına, inekleri sınır dışı etmek, inek, lale kesmek, portakal sıkmakta yarışmakta… Komikliğine de yapmıyorlar üstelik, ne edek, nasıl edek inanın bilmiyorum, saldım iyice aklımın iplerini… Cumhurbaşkanı, Avrupa’da yaşayan yurttaşlarımızdan beşer çocuk istiyor, oysa yeni nesiller giderek asimile oluyor, son Almanya gezimde, Türkçe bilmeyen Türkler gördüm çokça, yani bu hesap, çarşıya, pazara uymayabilir. Önce Avrupalı turistleri, Ege ve Akdeniz kıyılarımıza gelmeye bir ikna edelim, sonra daha doğmamış olan vatandaşlarımızı da ikna ederiz belki. Haydaaaaaa “Reis” filmine gitmeye bile tav olmamış çoğu insan, onları ıskalıyoruz arada, zaten dünyanın en popüler sinema sitesinde, 10 üzerinden 1,9 puan almış yapım, yeterince ayıp ettik özetle. Sayelerinde televizyonu açmaz oldum, evet dışında bir şey yok diyerek, tüh be güçlü ülke propagandasına aykırı davrandım, bu da samimi bir özeleştirimdir.

 

Canım gardaşım, solcuların yıllar yılı, Avrupa’nın sömürgeci ve işgalci zihniyetini dillendirmesine, burun kıvıranlar, dalgaya alanlar, didaktik bulanlar, hatta gerçekçi bulmayanlar, şimdi bunu yeni keşfetmiş, sanki bunca zamandır dilimizde tüy bitmemiş gibi, bize anlatıyorlar. Ha gayret diyorum içimden, emperyalizmin ardından kapitalizm eleştirisine de yelken açın, teknolojik yatırımları ıskaladık, bari sanayi devrimini çok geç kalsak da yakalayalım. Tarımda, hayvancılıkta, sanayide, teknolojide, atılım yapalım, ileri, en ileri gidelim dediniz de, üretime ne gerek var, tüketelim işte dedik. Tartıştığımız şeylere bakın hele, başörtüsü, imamlar, cemaatler, köprüler, tüneller, yollar, o kadar. Oysa çocukluğumuzda, bu dev beton kent İstanbul’un, her yeri bostandı yahu, okulda, tarımda ve hayvancılıkta, kendine yetebilen ender ülke diye kitaplar okuyorduk. Şimdi haberler hep aynı, Angus gelsin Arjantin’den, tohum alalım İsrail’den, teyyy teyyyyy.

 

Avrupa’da , hatta dünyada, ırkçılığın yükseldiğini görmek için, alim veya falcı olmaya gerek de yok. Yerküredeki fakirlerin çokluğu, yokluğu hiç yaşamamış zengin ülkelerin gözünü korkutuyor. Ürksünler ve çekinsinler de bir zahmet, sömürdüğünüz, köle ettiğiniz, işgal ettiğiniz insanlar ve toprakların, onlardan çalınanları, geri almaya hakkı yok mudur yani? Sizler petrolü su gibi harcayın, elmaslarla hava atın diye, nice insan, tatlı canını vermişse, bunun da bir bedeli olmalı, değil mi? Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Spartaküs’ten kaçış yok anlayacağınız, eninde sonunda yakasına yapışacak vahşi kapitalist düzenin… Paylaşmayı bilmeyenin, bölüşmeyenin, kendine saklayanın, akıbetine üzülecek mecalimiz yok. Özetle; Avrupa’nın yandaşı değiliz, bağımsızlık ve özgürlük ateşiyle yanıyoruz, sağır sultan bile duydu, yine de anlatamıyoruz.

 

Avrupa’nın nesi güzel dedim, seneler önce oraya sığınan bir arkadaşa, şehircilik dedi. Başka dedim. Tıkır tıkır işleyen bir saat gibi her şey dedi. Daha daha başka dedim. Memleketi çok özledim dedi. Böyle de tuhaftır halkımız, rahat ettiği yere rağmen, kendine ait olduğunu düşündüğü rahatsızlığı özler. Bu kötü bir şey değil ha, Nazım’ın, vapuru okşamak istemesi kadar sahici ve yakıcı. Hasret bu, başkaca adı yok.

 

Avrupa’yı, iç politika malzemesi yapan ve oy potansiyeli var diye mağduriyet tetikleyen iktidarın, çok yakında, hiçbir şey yaşanmamışçasına barış güvercini olacağı da aşikâr. Hadi be, dün şöyle oldu, bugün niye böyle de demeyecek, biat ve itaat kitlesi, yine biz söyleneceğiz, bik bik edeceğiz, geriye çenemizi ve kendimizi yormak kalacak. İşte bu yüzden Hayır demenin, önemi büyük, iş işten geçmeden, tek adama, geleceği teslim etmeden… Yeni bir anayasa kesinlikle gerekli, ancak dayatmayla değil, ortak bir bilinçle ve seçimle, elbette.

 

Son düzlüğe girdik, kendimize anlatacağımız yerler kısıtlı, zorluk ve güçlük var diye, pes etmek bize ters, bu yüzden, geleceğimiz adına, her arkadaş, inadına diretecek ve ilerleyecek. Kararsızlar arasından, tane tane anlatıp ikna ettiklerim oldu, çok da zor değil, peşin hükümlü değilse karşındaki… Pişman olmamak için, kollarını sıvamayan kalmasın, zaman az, çok çalışmalıyız çok. Eyyy Avrupa, sabrımızı taşırma demiş miydim?

Çalışmak insanı, nah özgürleştirir!

 

 

ALPER TURGUT

 

Efsane Steve McQueen, en sevdiğim aktörlerden biriydi, kuşkusuz hala öyledir, insan ölür, karakter ölmez, film sürer gider. Yönetmen olan ikinci Steve McQueen de Açlık (Hunger) ve Utanç (Shame) ile ilgimizi ve beğenimizi kazanmayı bildi, her çekeceği filmi, merak etmek, beklemek ve haliyle izlemek, şart oldu! Yeni yapıtı 12 Yıllık Esaret’i büyük bir beklenti ile oturup seyrettim, ilk yarısına lafım yok, ancak ikinci yarısı, beni sukut-ı hayale uğrattı dersem yeridir. Oscar almak için kurgulanmış, alelacele tamamlanmış, karakter gelişimi eksik kalmış bir film bu… Özgün bir işçilik, orijinal bir senaryo, bir parça da ışıltı, isteklerim bunlardı, yüksek bütçeli bir anı-kitap uyarlaması değil. Sert bir anlatım dili yerine, bariz bir yumuşama, hiç değil. Tamam, “based on a true story” ibaresi, Hollywood’un yeni vazgeçilmezi, eskiden de yaşanmış, gerçeklik payı olan filmler çekilirdi, lakin şimdi, zeka ürünü hayali tipleri, tamamen kurmaca bir karakteri bulmak neredeyse imkânsız hale geldi. Yönetmen, elini, gözünü korkak alıştırmak durumunda, hadi söyleyin, gerçek bir kişiliği ne kadar bükebilir, bir kitaptan ne kadar taşabilir, yaratıcı fikirlerinizi ne kadar katabilirsiniz?

 

Hah! Film kötü mü? Elbette değil, mevzu, bir başyapıt yaratabilecekken bunun ıskalanmasında, bildik yolu seçmesinde, klişelerle ilerlemesinde, yoksa müziğiyle, görüntü ve sanat yönetimiyle, Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Paul Dano, Lupita Nyong’o, Paul Giamatti, Quvenzhané Wallis, Sarah Paulson, Brad Pitt ve diğerlerinin oluşturduğu dev oyuncu kadrosuyla, izlenmeyi hak ediyor, şüphesiz. Özellikle Paul Dano, kısa ve akılda kalıcı performansıyla, harikalar yaratıyor, zaten o, hafif komik, güçsüz olduğu için tehlikeli, değişik bir arıza adam modelini, bir süredir iyi sırtlıyor. Lupita’nın oyunculuğuna, hani zorlarsak, didik didik edersek, belki laf edilebilir, ancak kast ekibinin, onu bularak, işini layıkıyla yaptığı görmezden gelinmez, gelinemez. Steve McQueen’in fetiş oyuncusu Michael Faasbender, yer yer karikatürize olsa dahi, müthiş oynuyor. Sarah Poulson da, rolünde gayet başarılı… Vasatı kısmen aşan, belli bir ortalamayı tutturan başroldeki Chiwetel Ejiofor ise gayet şanssız, çünkü bu sene Oscar yarışında Matthew McConaughey’i geçmek, pek mümkün görünmüyor. Dokuz Oscar adayı 12 Yıllık Esaret, en iyi film dalında Oscar’ın favorisi, ancak diğer dallarda zorlanacağı da aşikâr.

 

Avrupa’dan Amerika’ya taÅŸan beyazların, önce Amerikalı yerlileri yok etmek, ardından da Afrikalıları köle yapmak ile kurdukları uÄŸursuz, kirli ve kanlı medeniyet, günümüzde de vahÅŸiliÄŸini, kan dökücü halini ve sömürgeciliÄŸini sürdürüyor. ABD’liler, filmleriyle günahlarını temize çektiklerini sanıyorsa ne ala, kendini kandırmaca, ya da baÅŸkalarına bunu yutturmaca siyaseti, mümkünse çöksün artık. Ve unutulmasın, kölelik kaldırıldıktan 100 yıl sonra dahi, fiilen devam ediyordu. Bugün, cezaevlerine dolduranlar, ikinci sınıf yurttaÅŸ muamelesi görenler, kendilerini bir beyazdan daha çok ispat etmek zorunda kalanlar, en az paraya tamah edenler, yine siyahi insanlar ise, sistem, baskı ve zor uygulamaları için sadece yeni ve daha az tepki çeken bir yol bulmuÅŸ demektir. Yine geçen yıl çekilen, kölelik denen illetten dem vuran, hani Obama’nın davete raÄŸmen oynamak istemediÄŸi The Butler filminde, şöyle söylüyor ‘zenci’ kahramanımız, “Tüm ABD’liler, biz de dahil, Nazilerin, Almanya’da ve iÅŸgal ettikleri ülkelerdeki toplama kamplarına üzülüyorduk, ancak benzer kamplar, ABD’nin güneyinde vardı.” Evet, pek meÅŸhur Arbeit macht frei… Çalışmak, insanı, nah özgürleÅŸtirir! Ne ücretsiz kölelik devrinde, ne de ücretli kölelik çağında…

 

Filmde, pek çok çarpıcı sahne var, Kanadalı beyaz kurtarıcıdan bahsetmiyorum, haliyle… Nehir gemisinde yolculuk sahnesi, en çarpıcı olan, bence oydu. Gemide, bir avuç beyaz, çok sayıda siyah var, ancak isyan etmiyor, kaderlerini kabul ediyorlar. Üç adam kafa kafaya vermiş, kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlar, biri çok ateşli, isyan edelim diyor, onlar özgürlüğün tadını almışlar, diğerleri köle olarak doğmuşlar. Hayır, diyor diğeri, yaşamaya bakalım, onlarla isyan edemeyiz, bize katılmazlar, çünkü onlar, ‘zenci’… Zaten ilk ölen, ateşli isyankar oluyor. Diğerleri yaşamak için boyun eğiyorlar.

 

Amistad filminde isyan edenler,  iÅŸkenceci ve insan taciri beyazlara, öfkelerini kusanlar, özgür Afrikalılardı, Zincirsiz’de (Django Unchained) zalim siyahi kahya, hürriyet nedir bilmiyor ve hem ondan hem de statüko kaybından ölümüne korkuyordu. Ahmed Arif’in ölümsüz dizeleriyle, “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküs”, özgür bir adam olarak doÄŸdu, gladyatör oldu. Ama içindeki özgürlük ateÅŸi hiç dinmedi, bekledi, örgütledi, sonra “kalkın ey köleler, artık esir deÄŸiliz” dedi. Sorun, boyun eÄŸen köleler deÄŸildir, onları köle eden, köle gibi hissettiren, köle olmaya devam etmelerini saÄŸlayan sistemdir, kraldan çok kralcı olanlar, efendisinden daha çok, kırbaç ve kamçı kullanmayı seven köleler, bu lanet olasıca sistemin ürünüdürler. Kölelik bildik anlamda kalkmış olabilir, ancak eÅŸitsizlik, tüm dünyada var, hala var, inadına var. EÅŸitsizlik ve adaletsizlik kalkmadan ortadan, ne efendiler, ne de köleler asla tükenmeyecekler.

 

Bir filmde yaÅŸamak…

 

 

ALPER TURGUT

 

Efsane aktör Marlon Brando’nun baÅŸrolünü sırtladığı, 1969 tarihli İsyan / Kanlı Ada (Queimada) filmini izlediniz mi? Seyretmediyseniz, kısaca özetleyeyim, Portekiz sömürgesi, hayali bir adayı anlatır, İngilizler, ada sakinlerini ayaklanma için itekler, yerli halk silkelenir ve önce Portekizlilere ardından da İngilizlere isyan ederler. Filmde iki ÅŸey anlatılır, seni yönetenler ve seni isyana teÅŸvik edenlerin amacı ortaktır, elbette sömürmek, ikincisi bir kez isyan baÅŸladı mı, artık durulmaz, sömürenler gidene dek. GeçtiÄŸimiz günlerde de yine İsyan odaklı, L’ordre et la morale adlı 2011 yapımı bir film seyrettim, Fransa’nın Pasifik’teki sömürgesi Yeni Kaledonya’da, emperyalistlere dur diyen mazlum insanları resmediyordu.

 

Şimdi bunları neden anlatıyorum? Gezi Parkı’nda başlayan ve kısa sürede memlekete yayılan protestoların, gündelik hayata yansıması kaçınılmaz oldu. Evet, direniş, apolitik genel eğilimi, tersyüz etti, sıcak yaz günleri, politik gündemle daha da yakıcı bir hale dönüştü. Uykusuz geceler, yaz tatillerini erteleyenler veya tatilini direnişe göre planlayanlar, gündüz işe, gece direnişe giden insanlar, haliyle sokakta, evde, metroda, vapurda, metrobüste, her yerde, konuşulan biricik konu, ne olacak bu memleketin hali?

 

Film, beyazperdeden taştı, sinema salonunu aştı, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir derken, neredeyse her kente ulaştı. Bağımsız sinemacılar salon bile bulamazken, sokaklar ve meydanlar, sinema salonuna dönüştü. Doğaçlama senaryolu bir filmin içerisinde gibiyiz, finalini bilmediğimiz, sürprizlere açık, türden türe zıplayan kah polisiye, kah romantik, kah komedi, kah korku… Cep telefonlarıyla, benim diyen görüntü yönetmenlerine rahmet okutan sahneler çekiyor, insanlar… Çırılçıplak TOMA’ya karşı duranlar, TOMA’nın altına yatanlar, tazyikli suya göğsünü siper edenler, gaz bombası başka insanları etkilemesin diye, üstüne atlayanlar… Başrol yok, yan rol bile yok belki, herkes kendini figüran hissediyor, lakin gocunmuyorlar bu durumdan… Ülkenin bir bölümüyle birlikte, dünya da izliyor bu filmi, dışarıdan bakanlar, benim işimi çoktan üstlenmiş, her biri film eleştirmeni olmuş sanki… Yok, bu sahne gerçekçi değil, olmamış, hakkını verelim iyi kotarılmış, bu sahnede dublör mü kullanılmış gibi… Şakası bir yana, yaklaşık bir aydır, tarih yazılıyor, gelecekte, bugün yeni nesil dediğimiz, eylemlerin ortasında duran kitlenin, torunlarına Play Station oyunları dışında, anlatacak öyküleri de var artık. Neyse…

 

Sinema mevzusuna geri dönelim, siyasi filmlere bile gerek yok, son dönemde Hollywood’dan gelen gişe odaklı, görseli zengin, efekti bol, üç boyutlu yapımlar, emperyalistlerin güç gösterisi, dünyaya meydan okuması ve kapitalizmin reklamlarıyla dolu, bırakın dünyalı isyancıları, uzaylı asilere dahi hadlerini bildirmeye çalışan filmler bunlar… Korkuyorlar hayli, düzenin bozulmasından çekiniyorlar, uyuyan kitlelerin uyanmasından ürküyorlar. Ancak dünya eski dünya değil artık, internetten sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Atina’da motosikletlerinin başında bekleyen gençler görmüştüm iki yaz önce, sonra birden telefonlarına mesajlar gelmeye başladı, hepsi atladı motorlarına ve parlamento binasına yöneldiler, kırmızı boyalı poşetler yağmaya başladı binaya, kıpkırmızı olana dek. Bizi yönetenler, kan dünyasını siz yarattınız diyorlardı, konuşmalarına bile gerek yoktu. Dil ortak değildi ama isyan eden yürekler ortaktı. Bugün Türkiye ve Brezilya, yarın tüm dünya, bunu anlamak için orantısız bir zeka şart değil. Spartaküs öldü ama fikir ve eylem asla ölmez, düşüncelere kurşun geçmez. İki bin yıl sonra yeniçağın köleleri, efendilerine isyan ediyor, böyle gelmiş, böyle gitmez diyerek…

 

Yazı, Yalnızlar Mektebi‘nin Temmuz-AÄŸustos sayısında yer aldı.

Politik sinema umut ve yıkımın harmanıdır

ALPER TURGUT
Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün deÄŸildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inÅŸa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’ ne durumda ve yeni kuÅŸak sinemacılar simge isim Yılmaz Güney’i aÅŸabildi mi?” sorularını yöneltmiÅŸtik. Kimi Güney’in çıtasının daha da yükseklere taşındığını, kimi gerilediÄŸimizi, kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri de Türkiye’de siyasi sinema diye bir ÅŸeyin olmadığını söyledi.

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılması beklendi. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuÅŸaklar yetiÅŸmesine neden oldu. Sanırım çoÄŸumuz bu konuda aynı görüşü paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür… Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleÅŸtirmek, önermek, savunmak mümkün deÄŸilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koÅŸullarda politik sinema büyük bir düş idi ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister istemez… Yaprak bile kımıldamayan yılların ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevÅŸemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniÅŸ, ayaÄŸa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peÅŸi sıra geldi.

GeleceÄŸe umutla bakan, tartışma çeÅŸitliliÄŸinin arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli apolitikleÅŸme ilacının etkisinden kurtulduÄŸumuzu öne sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el deÄŸmemiÅŸ nice olay ve kiÅŸinin bulunduÄŸu bu ülkede konu sıkıntısı çekilmeyeceÄŸi yönünde… Demek ki, siyasi sinema adına adımlar atacak cesaret yavaÅŸ yerine geliyor. Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık… Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak denli özgürleÅŸir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir. (ÖrneÄŸin İspanya’da siyasi filmler festivali yapılıyor)

Politik sinema demiÅŸken yelpazenin en geniÅŸ halini görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiÅŸ filmleri baz alırsak; “BeÅŸir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50 Ölü Adam”, “Il Divo”, “AteÅŸ ve Citroen”, “Aleksandra”, “Firaaq”, “Bakış Açısı”… Liste uzayıp gidiyor. MübalaÄŸa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi politika sosuna bulayan bu filmleri görünce gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor, haliyle sinemacılar da derman arıyor.

Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan “Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri, Emile Zola’nın romanından devÅŸirme pek meÅŸhur “Tohum YeÅŸerince”, Fellini-Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma, Açık Åžehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi “ÇocukluÄŸum”, “Benim Üniversitelerim” ve “EkmeÄŸimi Kazanırken”… Sonra Elia Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi kiÅŸiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF, Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang), bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi dillendiren “Nanking Katliamı” konulu yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden “Gel ve Gör”… Sovyet sinemasından “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”, “St. Petersburg’un Sonu”… Siyasetin sol yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın Åžarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”… İspanya İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”, “Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda çok güzel anlattı, SİYAD üyeliÄŸi gerçekleÅŸen meslektaşımı kutluyorum)

Bilcümle savaÅŸ filmlerini atlamayalım. Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız. Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise belki de bunların en tazesi… Ya diÄŸerleri; Milcho Manchevski’nin çemberin asla yuvarlak olmadığını ‘kelimeler’, ‘yüzler’ ve ‘resimler’ ile haykırdığı muhteÅŸem baÅŸyapıtı YaÄŸmurdan Önce (Before the Rain), Balkan sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica’nın acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground) ve sonrasında Bir Mucizedir YaÅŸamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel Coixet’in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın ÅŸahsında savaşı resmettiÄŸi filmi Sözcüklerin Gizli YaÅŸamı (La Vida Secreta de las Palabras) ile Ahmed Imamovic’ten tabiri caizse ‘ortaya karışık’ ve kısmen absürd bir deneme Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler…

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda… Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki… Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri deÄŸil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iÅŸtir… Özetle emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, iÅŸgalin, CIA’nın, iÅŸkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin baÅŸrolü kaptığı bu yapımlara parantezler açmayı sürdüreceÄŸiz. Politik sinemaya –bu kulvar oldukça geniÅŸtir- ileriki aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden vereceÄŸimiz örneklerle dosyamızı ÅŸimdilik kapatalım. Not; Çıkış noktası politika olup, bir süre sonra raydan çıkanlar baÅŸka baÅŸka mecralara savrulan filmler de vardır. Siyasete uzak görünüp alt metinlerle en aÅŸağılık ve ırkçı söylemlere sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın filmler kuÅŸkusuz önceliÄŸimizdir.

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin) politik sinemanın, propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin, ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere hediyesi olan dahi yönetmen Sergei M. Eisenstein, adı geçen başyapıtı tam 84 yıl önce çekti. İşte Stalin’in direktifiyle kotarılan Potemkin Zırhlısı, 1905’te içten içe çürümekte olan çarlık rejimine karşı ayaklanan kahraman denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın 20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur) esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve “Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır. Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim niteliÄŸi -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı, dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen “YurttaÅŸ Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles) önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırırlar. Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı ne yazık ki; Hitler’in saÄŸ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkilemiÅŸtir; “EÅŸi benzeri olmayan ÅŸaheser. Bu filmi izleyen insan bir BolÅŸevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan beÅŸ parça ÅŸunlardır; “İnsanlar ve solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün çekiÅŸi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla randevu”… Özellikle Odessa merdivenlerinde yaÅŸanan katliam bölümü, sinema tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan ÅŸanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek çok ülkede yasaklandı, sansüre uÄŸradı. Ve bundan beÅŸ yıl önce film, hummalı bir çalışmayla yeniden yapılandırıldı.

Eisenstein’in bir diÄŸer politik filmi de, Amerikalı gazeteci John Reed’in, “Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü romanından uyarlanan “Ekim” idi. “YaÅŸasın Meksika” ise Eisenstein’ın “bitmemiÅŸ baÅŸyapıt”ıdır

Evlatların için ağla ey Arjantin

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial), siyasi sinemanın doruklarından… Naif, akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu… .

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici ve bildik gerçek, hiç kuÅŸkusuz ki; ötelenemeyen tüm acıların, tarifsiz yaraların ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur. Åžili cehenneminde yitirilen insanlığın ortak deÄŸerleri Salvador Allende ve Victor Jara’ya birer selam çakalım ve asıl konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976… Köşe baÅŸlarını tutan postallar, bütün renkleri boÄŸan üniformalar ve caddelere kan aÄŸlatan tank paletleri… Hain General Jorge Videla komutasındaki CIA güdümlü ordu, BaÅŸbakan İsabel Peron’u devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo Peron’un üçüncü eÅŸidir. İki kez baÅŸkanlık yapan eski asker Peron, bir dönem sekreterliÄŸini de üstlenen İsabel ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata erken vedasının ardından evlenmiÅŸtir. Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor ve Olivia Newton-John’un seslendirdiÄŸi Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina” (Benim İçin AÄŸlama Arjantin) unutulabilir mi?

Darbenin ardından Arjantin genelinde 650 tutuklama merkezi oluÅŸturulur ve 30 bin kiÅŸi yaratılan bu hayâsız kan gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif bellediklerini, sonsuz iÅŸkencelerin ardından kargo uçakları ve helikoptere bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık baÄŸlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin gözyaÅŸlarıyla izlediÄŸi Arjantin orijinli politik film “Olimpo Garajı” (Garage Olimpo / 1999) son soluÄŸunu azgın dalgalara bırakanları anlatır. Benzer bir canavarlığın yaÅŸandığı Åžili’de suya atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve idealist bir kadın öğretmen için de bir türkü yakılır; “O, denizden geldi”… Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi deÄŸildir; hamile kadınları iÅŸkencede öldürüp, 500’ü aÅŸkın bebeÄŸi evlatlık olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek aileleri tarafından bulunabildiler. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine de metanetini bir kenara bırakma ancak hiç deÄŸilse bir kez olsun, en asil evlatların için aÄŸla ey Arjantin.

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni Alicia, ABD’li ÅŸirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve beÅŸ yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile huzur, güven ve zenginlik içerisinde yaÅŸamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden gün be sıyrılmaktadır ve Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir. Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi. Siyasi filmler kategorisinden kısa bir sürede kült filmler listesine girebilen bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve yetkinliÄŸe sahip bu yapıt, en iyi yabancı film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı. Filmin baÅŸrollerini Norma Aleandro, Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital Kültür tarafından satılıyor)…

Tutkulu bir kadın aşksız da yaşayamazdı

 

“Rosa Luxemburg” (Die Geduld der Rosa Luxemburg) ise devrim hareketinin kuramcısı ve önderi bir büyük kadının öyküsünü resmeden ÅŸiir gibi bir seyirlik. Rosa Luxemburg, eski Çekoslovakya ve Batı Almanya ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu ve takdire ÅŸayan bir eser. Filmin yönetmeni ve senaristi Margarethe von Trotta… BaÅŸrolleri sırtlayanlar ise Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve Otto Sander… 2007’de gerçekleÅŸtirilen 2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini almanızı hararetle öneririm.

Büyük ÅŸair Ahmed Arif’in “Suskun” adlı ÅŸiirinde selamladığı “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküsӟn” iki bin yıl sonraki takipçisidir Rosa Luxemburg… Spartaküs BirliÄŸi’ni birlikte kurduÄŸu ve aynı kaderi paylaÅŸtığı yoldaşı ise Karl Liebknecht’dir.

Polonya’da doÄŸan, genç yaşında teorisyenliÄŸe soyunan ve ardından evlenip Almanya’ya yerleÅŸen “Kızıl Rosa”, her zaman bıçak sırtında yürüdü, cezaevlerine düşmek ve yakasını bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan alıkoyamadı. Clara Zetkin, August Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle ya dostluk kurdu ya da karşılarına dikildi. Lenin de, zaman zaman ters düştüğü Rosa için – her ÅŸeye raÄŸmen – “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır” demiÅŸtir. Leo Jogies, Kostja Zetkin, Paul Levi, Hans Diefenbach… O, aÅŸksız da yaÅŸayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin büyük lideri Rosa Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla anıyoruz.

Provoke edici bir seyirlik

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduÄŸu oranda sarsıcı, etkileyici, provoke edici ve akılda kalıcı bir seyirlik… İngiliz iÅŸgaline karşı Kuzey İrlanda’nın mazlum halkının onurlu ayaklanması ve devamında bu isyanı simgeleyen gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle sonlanan destansı öyküsü…

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50 yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle alakası yok, sadece isim benzerliği) çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde, babası Alman, annesi ise Kuzey İrlandalı olan yetenekli aktör Michael Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı Bobby Sands ile mükemmel bir iş çıkaran Fassbender’i sinemaseverler, “300” ve “Angel” adlı yapımlardan hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan Fassbender’i yakında Quentin Tarantino’nun son filmi “Inglourious Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer önemli rollerini ise Liam Cunningham, Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden 28 ödülle döndü.

“Açlık grevi eyleminde yaÅŸamını yitiren İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi ve İngiliz parlamentosu milletvekili Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan yapım, gıdasını politikadan alsa da kendisine bildik siyasi filmlerden ayrı duran bir kulvar seçmiÅŸ. İşkenceci sadist gardiyanlara ve zulme uÄŸrayan siyasi mahkûmlara eÅŸit oranda yaklaÅŸtığı için suçlanılabileceÄŸi ince bir çizgide yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz bir plan, iÅŸkence sahneleri, duvarları bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü, eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin “Demir Leydi” lakaplı BaÅŸbakanı Margaret Thatcher’ın metalik sesi… Açlık’ın hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici… Tek kelimeyle; kışkırtıcı… Sands ve yoldaÅŸları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız Helen Mirren ve İrlandalı muhteÅŸem aktris Fionnula Flanagan’ın büyüleyici oyunculukları unutulmazdı), iÅŸgal altında sokakları tutuÅŸan ve yüreÄŸi içerdekilerle bir atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise neredeyse diyalogsuz bir ÅŸekilde korkuyu, yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı resmetmeyi deniyor.

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof”

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der Baader Meinhof Komplex), sol gösterip saÄŸ vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Almanya’nın yakın tarihini (1967–1977′) sarsan ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir. Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca, “kaldırım taÅŸlarının altında kumsal var” diyen Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar… Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik sosyalizm düşü kurmakta, sokakların ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın 2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini protesto eden gençler, polis şiddetine (İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin, Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe, Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar. Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi ve becerikli Horst Herold ise peşlerine düşmekte gecikmez.

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen Uli Edel’in devlet ideolojisinden yana taraf tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’ demiÅŸti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan oluÅŸan vahÅŸiler çetesini daha uygun görmüş sanırım) gösterime girdiÄŸi her ülkede tartışma yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir kadın düşmanı yani bildiÄŸiniz yarım akıllı bir maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde… Siyasi bir önderden ziyade mahallenin delisine dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir ev kadını kılığında… Edel’e göre o, resmen saftorik ve sıradan bir maceracı… Örgütün kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun Ensslin ise –sıkı durun- teÅŸhirci bir top modele çevrilmiÅŸ. İkinci kuÅŸak RAF’çılardan Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.

EleÅŸtirilerimiz bitti mi? Ne gezer… Yoldaşına, “cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi seviÅŸelim” diyen devrimci bir kadın militan. İçini boÅŸalt, karikatürize et, kullanabildiÄŸin kadar kullan ve at… İşte al sana yeniçağın ikon kültürü… UzlaÅŸmacılar, hinoÄŸlu hinler, hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar… Çıplaklar kampı sevdalısı, rock yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin, bir tek “ille de birey, birey, birey” diye bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek, filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş. Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini eÄŸiten Filistinli direnişçiler de “hödük” mertebesindeler… İnançlarından kati suretle ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu ÅŸekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!

BaÅŸrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaÅŸtığı Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne dek çekilmiÅŸ en pahalı Alman filmiymiÅŸ. Protesto gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu… Tamam, görsellik 10 numara ancak film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı RAF’tır gibi bir ucubelik çıkıyor.

27 AÄŸustos 2009

 

‘Zenci’, kırdı zincirini…

 ALPER TURGUT

Hani “Cihanın ilk sevgilisi ve ilk gerillası” Spartaküs demiÅŸ ya; “Gelenek zincirleri artık bizi baÄŸlamayacak, kalkın ey köleler, artık esir deÄŸiliz!” İşte, zincirlerinden ziyadesiyle kurtulmuÅŸ, Spartaküs ve yoldaÅŸları gibi maruz kaldığı ÅŸiddetten kaçarak deÄŸil, aynen ve hatta misliyle iade ederek özgürlüğü seçen ve aÅŸkının peÅŸine düşen siyahi adamın öyküsü bu… Evet, delidolu, komik, enerjik bir film “Django Unchained” (Zincirsiz)… Åžimdi absürt, hayli tuhaf, aşırı abartılı, mavrasında, dalgasında kölelik karşıtı Spagetti Western mi olur diye soracaksınız, belki. Olur, arkadaşım, niye olmasın? Ciddiyet ile anlatamadığın pek çok ÅŸey, mizah ile izah edilebilir, en nihayetinde…

Şimdi sizlere Quentin Tarantino’yu anlatacak değilim. Elbette Rezervuar Köpekleri ve Ucuz Roman’ı ayrı bir yere koyarım, bu iki başyapıt onun doruğu, sonra kendini eğlenceye ve istisnasız her şey ile alay etmeye verdi, hiç kuşkusuz. Elbette Kill Bill, Soysuzlar Çetesi ve diğerlerini de sevdim, lakin salt gülüp geçtim, çünkü kaliteli birer sabun köpüğü idiler, ötesi yoktu. Tamam, Nazilerle de dalgasını geçiyordu, karakter demeyelim de, renkli tiplemelerle beyazperdeyi boyuyordu, ancak işte o kadar. Pulp Fiction’ın derinlikli ve katmanlı senaryosu nerede, adını andığım diğer filmlerin metni nerede? Yönetmenlik becerisi ve zekâ, vasatı aşan oyunculuklar, B tipi filmlerin kaliteyle süslenmesi, filmlere göndermeler, intikam takıntısı, ani ölümler, sürprizler, bolca kan, çokça karikatürize kötü, anti-kahraman çeşitliliği, amansız ve kimi anlamsız diyaloglar, haddinden fazla lakırdı ve dahası…

Sinemaseverler, ortaya çıkan kokteyli sevdiler, Michael Haneke gibi, Tarantino filmlerini, şiddeti legalleştirme girişimi olarak görmediler. Keyif aldılar, dikkate almadılar. Aldılar mı yoksa? O zaman sorun var demektir. İroniden anlamayan nesle aşina değiliz. Neyse… Biz 165 dakikalık ‘Zenci’ kovboy filmi Cango’ya bakalım ve Kuzey-Güney Savaşı’na, ya da bilenen adıyla Amerikan İç Savaşı öncesine dönelim. Filmde yok yok, Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo Di Caprio, Samuel L. Jackson ve hatta Franco Nero bile var. Hele Christoph Waltz, Altın Küre’den sonra Oscar’ı da alır, öyle güzel oynamış, tadından yenmez!

Müzikler ve efektler ile film, bildiğiniz şamataya çevriliyor. Ateş ediyor kahraman, vurulan kötünün cesedi, sırt üstü devrilmek varken, misal sola kaçıyor, şiddet işte tam da bu yüzden, sarsıcı ve akılda kalıcı olmuyor, ölüme bile gülünüyor. Onun freni yok, bir sahnede kendini de havaya uçurtuyor. Deha olmak, sanırım böyle bir şey.

Cango da, çok sevdiği karısı Broomhilda da köledir, isyan ruhlarında vardır ve köleciler onları ayırır. Sonra Alman asıllı kelle avcısı Doktor King Schultz, Cango’yu kurtarır ve ironiye gel, eleman zamanla kölelik karşıtı olur. Irkçı Almanlara, Soysuzlar Çetesi’yle çok yüklenen Tarantino, iyi Almanlar da var diyor bu kez, gönüllerini alıyor. Filmin en komik bölümü ise acemi Ku Klux Klan üyelerine dair, Tarantino, affedersiniz ırkçıları itin k.çına sokuyor.

Cango, kabiliyetli, azimli ve öfkeli bir adam, silahşora dönüşmekte gecikmiyor ve artık eküri olan Cango ve King, kanun kaçaklarına aman vermiyorlar, birer, ikişer, üçer, beşer cesetlerini toplayıp, paraya para demiyorlar. Hep iz peşindeler ve köleciliğin kalesi Mississipi’ye at sürmekte tereddüt etmiyorlar. Çünkü Broomhilda, köleci çiftlik sahibi Calvin Candie’ye satılmış. Calvin tehlikeli bir beyaz, ancak tam tekmil itaatkâr, düzen yanlısı, kötü kalpli ve aynı kaderi yaşadığı insanlara düşman olan yaşlı ‘zenci’ kâhyası kadar beyaz ve tehdit unsuru değil. Zinciri kıran, kafayı sıyıran Cango ve King, “Candyland” çiftliğine sızarlar, ölmek, tutsak edilmek pahasına… Aşk ve özgürlük, kölecilikten büyüktür diyerek…

Cine Dergi’nin Åžubat sayısı için yazıldı…