Etiket arşivi: semih kaplanoÄŸlu

Bugün değil, bir gün mutlaka!

 

 

 

 

ALPER TURGUT 

Malum sanat sepet işleri, bilumum kültür faaliyetleri, 2017’de ne kattı çorak bünyemize, uzun uzun düşündüm, yalan yok, tozpembe bir tablo çizecek değilim, lakin umutsuzluğa da kapılmak olmaz, çok şeyin yanlış gittiği apaçık, yine de sıkıntılı süreçler, yeni doğumlara gebedir, çöl varsa şayet, vaha da vardır, olmalı ve olacaktır. 2018’de dileğimiz ve arzumuz, devlete sırtını dayamamış, özgün projelerin hayat bulmasıdır, yozluk ve sığlık girdabından çıkışın yolu budur, üretken, çalışkan ve elbette tutkulu insanlarla…

Evet, yaklaşık 200 film festivali varmış memleketimizde, kısası, uzunu, öğrencisi, yetişkini, genele dayalı veya türlere dair, söyleyin dostlar, kaçından haberimiz var? Festival yaptık, eee halkımızın haberi yok, kime ve ne diye yaptınız? Yanıt da yok! Toplumun bihaber olduğu her iş, unutulmaya, ortadan kalkmaya namzettir, seyircisiz film, insansız festival, olmaz olsun. Bir film izledim, hayatım değişti demek için, öncelikle o film izlenmeli, değil mi? Sinema salonu olmayıp, film festivali olan kentlere gittim, sinema görmemiş insanlar tanıdım, neye şaşırıyorsak artık, İstanbul’da oturan ve deniz meniz tanımayan insanlar varken…

Şimdi, geçen yazında, ülkemizin çoğu tekelleşmiş sinema salonları, bu sene gişe ve para rekoru kırdı, derdin nedir birader diye sorabilirsiniz, meramımı anlatmak zor değil! Meselenin özünü kaçırmayalım, birkaç tırt komedi denemesiyle, hayatı değişenler varsa şayet, bu zaten bizi aşar, işte Recep İvedik seyrettim, bakış açım değişti, tamam, oldu! Kumarda hep kazanan kasa misali, para basan da sinema salonudur, kaç kez dedik, bu bilet fiyatları, ülke gerçeğinde, çok pahalıdır, seksen milyonluk ülkede, senede yetmiş milyon bilet satılması, olsa olsa, birçok insanın, sinemaya hiç gitmediğini, bu zamlarla, asla gidemeyeceğini gösterir.

 

Açgözlü sinemacılara karşı, yeni ve denenmemiş çözümler bulacağımıza eminim, kuşkusuz, bu böyle devam edemez. Sinema tutkusuyla ve sevdasıyla dolup taşan nice genç var, onlara itimadımız tam, memleket sinemasını yerelden evrensele taşıyacak, bireysel başarının değil, kolektif becerinin peşine düşecek, sinemanın ekip ruhuyla kotarılan bir mucize olduğunu dosta, düşmana ispat edecekler. Bir ekol, bir okul olacaksa sinemamız, yeni nesle inanın, bari yardımcı olmuyorsunuz, hiç değilse önlerine set çekmeyin.

 

Milenyumda doğan çocuklar, artık reşit oluyorlar. Bu teknoloji çağında, sinemaya giden sayısını, 70 değil, 170 milyona çıkartmak dahi, böbürlenecek, hava atılacak, caka satılacak bir mevzu değil, Fransa, Rusya, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya hala önümüzde… Nüfusu bizden 10 milyon az olan Fransa, 200 milyon seyirciyi, resmen senelerdir geçiyor. Sordunuz mu niye? Çünkü sinema salonlarını, AVM’ye hapsedelim kafasını yaşamıyor, aylık bilet uygulamasıyla, fiyatı düşürüyor ve film izlemeyi, lüks değil, önemli ve gerekli bir seçenek haline getiriyorlar. Bizim sinema salonu sahipleri ve yapımcılar ise, içecek şu kadar lira olsun, yiyecek de bu olsun diye, sevgili halkımızı daha fazla nasıl yolarız diye kafa yoruyorlar, işte neyse, halimiz böyle.

 

Pardon, çok da lüzum varmış gibi, yataklı sinema salonumuz da oldu, hem pahalı, hem absürt, yine ve yeniden tam tekmil şekilcilik. Öte yandan Semih Kaplanoğlu’nun son filmi Buğday’ın galasının, Saray’da, pardon Külliye’de yapılması, sinema adına, en vahim girişim idi, devlet destekli sinemaya karşı çıkarken, devletin gölgesinde, güvenlikli bölgesinde büyüyen sinema, bunca sansürün, cezalandırma denemelerinin karşısında, hiç uygun olmadı, umarım bu bariz yanlıştan vazgeçerler.

 

Halit Akçatepe, Bülent Kayabaş, Engin Cezzar, Ayberk Atilla, Fikret Hakan, Sezer Sezin, Harun Kolçak, 2017’de kaybettiğimiz nice değerin arasından sayabildiklerimiz. dünyada da Jerry Lewis, Sam Shepard, George Romero, Jonathan Demme, Chuck Berry, Roger Moore, Bill Paxton, Harry Dean Stanton, Johnny Hallday, yaprak dökümünün en belirgin isimleriydiler.

Edebiyatta ve edebiyat dışında yeni çıkan kitaplarımız ne haldeydi derseniz, birkaç iyi fikir ve okumayı teşvik eden yapıt (Seher, Sona Ermek, Gecenin Gecesi, dışında, halimiz yaman, halimiz dumandı, kanımca. Bu yüzden kendi adıma, eski kitapları, bağrıma bastım, cicili bicili kitapçılara değil, sahaflara dadandım. Kitap okumayan bir halkımız var diyorlar, ne kitabı, yarım sayfalık film eleştirisini dahi okumaya tenezzül etmiyor çoğu insan, Twitter’ı bu sebeple sevdiler ya, az sözcük, kısa cümleler, mis mis. Bilgi de neymiş, zaten fikir sahibiyiz her mevzuda, okumayı değil, yazmayı seviyoruz, anlamadan karşı çıkmaya bayılıyoruz, komplo teorilerine sevdalıyız delicesine, biz büyük resmi görüyoruz, hani önümüzü görmesek de olur.

Sergiler konusunda, İstanbul’u çıkartsak, ne kalır geriye, 81 kentte sergiler düzenlense, fena mı olur yahu? Ressamlar, heykeltıraşlar, dar alanda kısa paslaşmalara mahkûm olmasa, sergi lobisi, azınlığın ve çıkarın peşinde koşmasa, fakirlerin hakkı yok mu, hep zenginlerin mi gözleri göz, beğenisi beğeni, halktan kopukluk, duvar resimlerine ve Anadolu’yu saran tuhaf heykel denemelerine sebep oluyor, gerizi laf-ı güzaf! İnsanın gelmiş geçmiş en zeki ve en yeteneklilerinden Leonardo da Vinci’nin “Erkek Mona Lisa” da denilen “Salvator Mundi – Dünyanın Kurtarıcısı” isimli yapıtı, 2017’de 450,3 milyon dolara satıldı. Bunun ne Leonardo abimize, ne de bize faydası yok elbette, lakin plastik sanatlara gönül verenlerin, gaza gelmelerine sebep, becerilerini kendilerine saklamalarına da engel olur belki, kim bilir. Durun, durun, İyi bir komşu adıyla 15. İstanbul Bienali vardı, Contemporary Istanbul ile birlikte, maşallah, çağdaş faaliyetlere doydu bir kısım ahali.

Tiyatroda daha iyiyiz sanki veya Kadıköy’de oturduğum için bana öyle geliyor, her yer tiyatro salonuna dönüşüyor ve bu benim hayli hoşuma gidiyor. Tiyatro, coğrafyamızın, belki de en eski dostu, antik çağlardan bugüne, vazgeçilmezimiz. Bizden çok önceleri, bu topraklarda yaşayan halklar, sokakları, meydanları, bu kadim sanat dalıyla, daha da yaşanılır kılmışlardı. Tiyatro, kent kültürü için elzem, varlığı çoğaldıkça, şehir hayatının günümüzdeki biricik düşmanı taşra kafasını da geriletecektir, hiç kuşkusuz. Kendi adıma, 2018’de tiyatroya daha ağırlık vereceğim, sinema sevgimle yarıştırmayacak, önyargılarımı törpüleyeceğim. Çünkü en az sinema kadar, tiyatro da kolektif emeğin, ortak bilincin eseridir, sahiplenilmeyi, desteklenmeyi, yükseltilmeyi hak etmektedir. Hippiliğin, cinsel devrimin ve barış yanlısı olmanın güzide eseri, Hair müzikali, nihayet güncellendi ve tam 50 yıl sonra Londra’da sahnelendi. Misal bu çok ilgimi çekiyor, memleketim salonlarında seyretmek isterdim.

Müzik demişken hazır, ritmik sanatlar meselesini de es geçmeyelim, halkımız için Aleyna Tilki dışında da seçenekler vardı, hiç şüphesiz. Hah! Unutmadan bir arkadaşa sordum, senenin en önemli kültür ve sanat olayı neydi diye? Hiç düşünmeden, bir çırpıda söyledi; Adriana Lima ve Metin Hara’nın ilişkisiydi. Oh! Nooo dedim, magazin şeysi, kültür ve sanat faaliyetidir algısı, yuvarlanarak inişe geçmektir falan filan dedim, tınmadı bile, asri çağın göz boyama oyunu, valla takdire şayan. Müzikle aram çok iyi değil zaten, kulaklarım az duyar, dedeme çekmişim, Rock, türküler ve etnik işleri beğenirim ve severek dinlerim.

Söyleyin bana? Çıkkıdı çıkkıdı, tüketime dayalı, yaz eğlencesi, uyduruk sözlü, tanıdık ritimli, benzer tempolu şarkılar dışında, aklınıza ne geliyor? 2017’de şu şarkı ezberi bozdu, bu aklı aldı, o ruhumu esir etti diyebileceğiniz kaç eser var Allah aşkına? Hani varsa, bilmek isterim, neler kaçırdık öğrenirim.

Iskalamadan, 2017’de vizyona girmiş filmlerden, en beğendiğim 15’ini şuraya bırakayım; Logan: Wolverine, Dunkirk, Yaşamın Kıyısında, Kapan, Kare, Star Wars: Son Jedi, Blade Runner 2049, Tam Gaz, Korkusuzlar, Soygun, Ay Işığı, Kutsal Geyiğin Ölümü, Toni Erdmann, O, İşe Yarar Bir Şey. Hayda, 14’ü yabancı, sadece son yazdığım yerli işi, resmen skandal! Adana’da seyrettiğim Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, harbiden en sevdiğim projeydi, lakin Şubat 2018’de vizyon diyecekmiş, al bu da bambaşka bir sorun, iyi filmleri beklemek ve güzel işleri, sadece kışın seyredebilmek.

Memleketimizin en eski film festivali olan Antalya Film Festivali’nin, kısa, uzan, belgesel, tüm yerli yüklerinden kurtulduğu, affedersiniz kendilerine göre zararlı fazlalıkları tıraşladığı bu sene, İstanbul’da gerçekleştirilen Ulusal Yarışma, imdada yetişti, sinemacılar, seçeneksiz değiliz diyebildiler, bakın bu güzel bir gelişmeydi, iyi, haklı ve doğru bir çıkıştı, yani hep sorun olacak, hep olumsuzluk çoğalacak değil ya…

Evet, 2018, seçeneksiz kalmayacağımız bir sene olsun, 2017, düşe kalka, ite kaka geçti, memleketin ana meseleleri, yoran ve zorlayan gündemi, kültür ve sanatı da hırpaladı, ancak yıkamadı. Alınacak mesafe çok, biliyoruz. Yollar ısrar ve inatla açılacak, zihinlerde biriken ne varsa saçılacak, başkaca bir çözüm yok. Hele hele sol adına, muhalefet adına, daha çok çaba göstermeli, daha çok çalışmalı. Muhafazakâr yapıların, budama, kapama, hasıraltına atma gayretleri, malumunuz. Onların anladığı sanat, işte bir Ebru, bir de hat! Ritmik günah, plastik mimari dışında din dışı, o olmaz, bu yapılmaz, böyle gider. Televizyonları saran çarpık ilişkilerin, çetrefilli şeylerin, yozluk belirtilerinin, dibe vurma gerekçelerinin amansız takipçilerinin, işlerine gelmeyen durumlarda, yasakçı zihniyeti yüceltmeleri, tuhaf bir çelişki değilse, harbiden nedir? Bizlere düşen, bu anlamsızlığın, bu saçmalığın, bu vurdumduymazlığın batağına düşmeden, harekete geçmek, ilerlemek ve hedeflerimize yönelmektir.

Dedik ya, asla umutsuz değiliz diye, zor ve baskı koşulları, dönüşümün ve değişimin de müjdesidir. Ne de olsa, kışın sonu bahardır, sanat, dopdolu, capcanlı bir hayattır. Kültürsüz bir toplumun inşasına, dayanak olmayacağız. Okumaktan, yazmaktan, izlemekten, görmekten, duymaktan, hissetmekten, oynamaktan, yaratmaktan, illa yaşamaktan, asla vazgeçmeyeceğiz.

Hepimiz aynı gemide değiliz!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

“Hepimiz aynı gemideyiz!”, ne vakit bu meşhur klişeyi duysam, ya işler yolunda gitmiyordur kimileri için, ya da bak bedelini birlikte öderiz diyerek resmen yol yapmaya çalışıyor ve elbette direkt gözdağı vermeye çabalıyordur birileri, pek hayırlı bir cümle değildir özetle. Bugünlerde yine dillere pelesenk olmuş gibi, iktidarla saf tutanlar, ağzını açıyor, gözünü yumuyor, batacaksak hep birlikte batacağımızı nakarat ediyor. Gemi seyir halindeyken yokuz, limanda demirlemişken yokuz, lakin batma ihtimaline karşı varız. Hı hı oldu, yüzün bir anda soldu, nen var kuzum?

Oysa gemide hepimize yer olmalıydı, cümleten adil ve eşit koşullarda, huzur, güven ile mutlulukla yolculuk yapabilmeliydik. Hatta bağıra çağıra ve kol kola şarkı bile söylerdik; “Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım, vız gelirdi her şey inan bana, yeter ki ben sana varsaydım…” Kadırgada forsa sandınız bizi, güzelim memleket denen taşıtı, ünlü köle gemisi Amistad’a çevirmek istediniz, işte bakın her yer buzdağı, sonumuz Titanik olur dedik, asla dinlemediniz. Filika ve can simitleri (yurt dışına çıkartılan paralar filan) de sizin üstelik, önce kadınlar ve çocuklar geleneğini bile yerine getirmez, ilk siz kaçar, ilk siz kurtulursunuz. Yani hem aynı gemideyiz, hem de değiliz. Gemide istenmeyenleriz, siz lüks mevkide şatafat içinde yaşarken, bizler kazan dairesinde çile çekenleriz. Sizler gemisini yürüten kaptan, bizler zavallı miçolar. Lafla peynir gemisi yürümüyor a dostlar, illaki ve kesinkes.

Birkaç gün sonra akademisyenlere açılan davalar başlıyor, sizden olmayan avukatlar halen içeride, gazeteciler zaten hapiste. Bedel ödüyor insanlar, muhalif olmanın bedelini, barış istemenin bedelini, ötekileştirmeye karşı çıkmanın bedelini… Ha ha ha vatan haini bunlar, ha ha ha sürünsünler, ha ha ha milli ve yerli değiller! Aynı gemideyiz ha! Yok ya! İktidara karşı çıkmayı bırakın, yanında sıralanmazsan, her dediğini onaylamazsan, iş yok sana, tüm kapılar kapatılır bir bir üstüne ve kilit vurulur hepsine… Biat etmemek, biricik suçumuz bu, aklımızı, vicdanımızı ve insana dair güzelim hasletlerimizi unutmamamız, işte budur en büyük günahımız. Demek ki doğru ve hakiki yoldayız, yanlış ve ters istikamette giden gemide olsak dahi.

CHP’nin dağıttığı Man adasına dair belgeler, ABD’de görülen Reza Zarrab davası, yakında bunların bile suçlusu, biz olursak asla şaşırmam. Meclisin araştırma komisyonu kurmasını engelleyen de biziz, kolumuza en pahalı saatleri takan da, aklımıza sığmayan büyük paraları rüşvet çarkında çeviren de, hımmm her koşulda suçlu ilan edilmek, harbiden ne güzel şey!

Aslında Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filmini eleştirecektim bu yazıda, Saray’da (pardon Külliye’de) galasının yapılması nedeniyle, içim el vermedi ve bile isteye seyretmedim. Belki bir gün izlerim, bir ünlü sinemacının, erk ile bu denli yakınlaşmasının sebeplerini çözebilirsem şayet. Akademisyenlere destek olmak isteyen sinemacıların tek tek ve toplu olarak, tüm projelerinin çizik yediği bir yerde, sırtı sıvazlanan, bravo bizimlesin denen filmlerin, neler anlattığını merak edersem eğer, zorluklar ve baskılar karşısında sinema yolculuğunu devam edenlerin hatırı kalmaz mı? Yönetmen dediğin de bir nevi kaptan en nihayetinde, fırtınalarda dahi sürmeli o seyahat, en lüks marinaya demir atmak, kolaya kaçmaktır ve konfor uğruna, kamerayı sabitlemektir, iktidarın onay verdiği bir noktaya… Değil mi ama?

Gemi miydi, gemicik miydi, harbiden biz neyin içerisindeyiz, bilen varsa, uyandırsın bir zahmet. Hem bağlı ve bağımlı olmamak uğruna, gemileri yakmadık mı biz? Ezeli ve ebedi isyanımızın ve ısrarımızın nedenlerini mi unuttuk? Yooo, gayet farkındayız, ezenlerin ve ezilenlerin insanlık tarihi kadar eski kavgasında, farklı mevkilerde yer aldığımızın, en altta kaldığımızın… Mücadelenin gayesi asla değişmedi, değişemez, sömürü bitene dek sürecek, öyle ya da böyle. Sürecek! İşte tam da bu yüzden, bize ceza kesen, bedel ödeten, işimizden, gücümüzden, hatta tatlı canımızdan edenleri daha samimi ve dürüst bulurum, hepimiz aynı gemideyiz diyenlerden… Çıkarına göre hareket eden yerine, direkt düşman belleyen yeğdir. Öyle de olmalıdır.

Canımız ciğerimiz Bertolt Brecht Usta, “Eskiden düşünürdüm: ilerde, çok ilerde, çökünce oturduğum evler, bindiğim gemiler çürüyünce, anarlar benim de adımı, başka adlarla birlikte / Çünkü ben faydalıyı övdüm, adi buluyorlardı yaşadığım günlerde, çünkü ben dinlerle savaştım, zulme karşı çıktım çünkü ya da başka bir şeyden ötürü / Çünkü ben insanlardan yanaydım, saygı duydum, onlara bıraktım her şeyi; şiir yazdım, dili zenginleştirdim, pratik yollar öğrettim çünkü ya da başka bir şeyden ötürü / Düşündüm bu yüzden adım anılır benim, durur bir taşın üstünde, alınır kitaplardan basılır, yeni yeni kitaplara /Bugünse, pekâlâ, unutulsun! Ne diye ekmek varsa yeterince, sorulsun fırıncı? Ne diye yeni kar bekleniyorsa övülsün erimiş kar? Ne diye bir gelecek varsa dursun bir geçmiş? Ne diye anılsın adım” der, Evet, evler çöker, gemiler çürür, geleceğe sadece direnenlerin, zulme karşı mücadele edenlerin isimleri kalır.

Neyse… Gemiyi çok kurcalamayın dedik, yapmayın, etmeyin, su alır dedik. Hünerli ellere teslim edin, liyakat, bilgi, beceri esas olsun, kayırma, haksızlık, eş, dost, hısım akraba olmasın dedik, aksi takdirde alabora olması kaçınılmaz dedik, Dinletemedik! Cemiyeti indirip, cemaati bindirdiniz gemiye, güldürdünüz cümle emperyalist ve kapitalist deliye… Beyin göçü verirken, sarsıla sarsıla kahkahalar atıyordunuz, cehalete, lümpenliğe geçit verirken, büyük bir saadet içerisindeydiniz. Oysa sizi de ezen eski gemi, bizi de ezmişti, vesayet denen illet, sizin kadar, bizim de üstümüzden geçmişti. Hep birlikte yeni gemiye geçebilir, geleceğe yelken açabilirdik. Siz, yeni gemiyi, eski geminin bambaşka versiyonuna çevirme gayretinde ve gafletinde bulunmasaydınız eğer. Hepimiz sığabilir, hepimiz en üst güvertede, keyifle güneşlenebilirdik. Lakin size kaldı kaptan köşkü, bize de sintine… Hani aynı coğrafyanın güzel çocuklarıydık, hani gardaştık hepimiz?

Elini veren, kolunu kaptırır

 

 

 

Alper Turgut 

 

Marmaris Hisarönü’nün hayli dışında kalan, bir güzel orman kulübesinde, gerinerek uyanınca, biz zavallı kentlilerin, neden kafayı sıyırdığını da çözmüş oldum. Sessizliğin tam ortasında, şehrin kendine has kuru gürültüsünün, ömür adına, büyük bir harcanmışlık ve ne denli boşa giden bir zahmet olduğu apaçık! Evet, buradan köye dönelim, sağlıklı bir hayat yaşayalım, hatta komün kuralım, ortamlara akalım diyerek, klişenin dibine vurmayacağım, korkmayın. Kentlerimizi değiştirmek, dönüştürmek, iyiye çevirmek varken, tersine göç hali, her şeyi yine bozacak, belli değil mi? Çünkü birçok arkadaşım, ya yurtdışına, ya da kent dışına doğru kaçıyor, pardon hızla uzaklaşıyor. Herkesin dayanma gücü farklıdır, haksız da değiller hani…

Haydi, birlikte sesli düşünelim, koca Adana Film Festivali geldi geçti, seçki de gayet iyiydi, güzel filmler izledik, yalan yok! Peki, konuşulan ne oldu, Altın Koza ödülleri mi? Hayır! Semih Kaplanoğlu ve Meltem Cumbul’un, el sıkışmama hadisesi, her şeyin üstüne çıktı, ortam, sabırlı ve tutkun sinemaseverlere değil, linç kültürünü harlayan, başımızın belası trollere kaldı. Kabalıktan girildi, nefret suçundan çıkıldı, sana bir daha iş verilmeyecek tehdidi başlangıç noktasıydı, sonrasında edilmedik küfür ve hakaret kalmadı. Hatta ve hatta Adana Uluslararası Film Festivali’ne örgütlü bir şekilde yüklendiler, biricik amaçları, sinema adına bir etkinlik kalmamasıydı, tüm memlekette. Ödül törenleri, en büyük çekincesiydi egemen gücün, cılız dahi olsa, muhalif bir sese, tahammülleri yoktu çünkü. Eee Kültür Bakanlığı bizim, belediyeler bizim, her şey bizim, bizim cici paramızla, bizi mi kınayacaksınız? Hem bol bol AVM yaptık, içerisine de son teknoloji ve konforlu sinema salonları doldurduk, neyiniz eksik, bre nankörler? Yurdumuzda, içerik, derinlik hep savsaklanmıştı, lakin artık ambalaj dışında bir şey kalmadı, yapay çiçek gibi, sadece şekil, ne koku, ne büyüme, ne de yaşam belirtisi…

İktidara ve onun yandaşlarına, elini veren, resmen kolunu kaptırır. Şüpheniz mi var? Sorarım, sinemasını, erk hizmetine veren, büyük yönetmen olabilir mi? Tarih, nice yetenekli yönetmenin, iktidar hırsıyla, silindiğine, yitip gittiğine şahittir. Yahu muhalif olmayan, özgün, farklı ve zorlu olanın peşine nasıl düşebilir? El sıkma, sıkmama meselesinde, asla değilim ha, çoğunuza ergence gelebilir, yersiz gelebilir, anlamsız gelebilir, tuhaf gelebilir. Ancak sonrasında gelen saçma sapan karalama kampanyasına, hayata sokulmaya çabalanan bir insanı, diri diri gömme uygulamasına karşı çıkmayacaksak, hepimizde sorun var demektir. Bize yaşam alanı bırakmayan, en ufak bir tepkimizde, üstümüze çullanan bu zalim arsızlık, bardağımızı çoktan taşırdı, bırakın dolmasını…

Hah! Ödül törenlerindeki, minik protestolar, kısa sürede unutulur gider, kalıcı olan sinemadır, gelecek kuşaklara da taşınacak olan odur, sistemi sorgulayan, ölümsüz filmler çekmek gerekiyor, bize kesinlikle yine ve yeniden Yılmaz Güneyler şart! Bağımsız sinema deyip, devletten alacağın kredinin, belediyelerden alacağın ödül paralarının peşine düşmek, ezik bir komiklik değilse, harbiden nedir? Al sana İran sineması, onlar, baskının, zorun, sansürün çemberini kıra kıra, bin bir zahmet ve emekle evrensel sinemaya ulaştılar, yerele takılı filan kalmadılar. Biz, birbirinin benzeri, kusura bakmayın ama uyduruk projelerle, yok kasabalının sıkılmışlığı, yok kentlinin yalnızlığı, yok taşranın depresif hali, yok şehrin karmaşıklığı, çarpıklığı diye diye, yüz yaşını aşan sinemamızı, krize soktuk bile… Hani emek, hani sınıflar, hani isyan, hani kolektif bilinç, varsa yoksa yenilgiler, yılgınlıklar, dibe vurmuşluklar. Emeklemeye korkan, sürünmeyi matah bir şey sanır, bu zihniyet mi, ayağa kalkacak, ardından zıplaya hoplaya koşacak, yahu insanı güldürmeyin!

Öyle filmler çekeceksiniz ki, ödül töreninde konuşma yapmaya bile ihtiyacınız olmayacak, sizin adınıza, eseriniz konuşacak, yapıtınız bas bas bağıracak, sisteme dair güçlü ve çarpıcı eleştiri budur diyerek… İktidarın gölgesinde serinleyen, semiren, kendini onun hizmetine veren sinemacı, sadece ve sadece bir propaganda aracıdır, işe yaradığı süre boyunca, madde ve manevi, tüm desteği alacaktır, sonra da son kullanma tarihi geçecek ve hop unutulmuşlara dair çöp sepetine… Yallah!

Son olarak, muhalif olanlara seslenmek istiyorum, arkadaşlar, biz, zulme uğrayanların, hakkı yenenlerin, kıymeti bilinmeyenlerin yanında dururuz, destek ve dayanma gücü oluruz. Vicdanımız, bilincimiz, ezenden yana değil, ezilenden taraftır. Emrah Serbes örneğinde, çoğunuz sınıfta kaldı, bilesiniz! Geçmişte şunu yaptı, yok şuradaydı, yok buradaydı, eeee, ne yapalım? Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Kendine ilerici diyen, geçmişini asla unutmaz, onu reddetmez, ancak hep ileriye doğru adımını atar, gericiden en önemli farkı da budur. Kendi adıma, savunacaklarım, söyledikleri ve yaşadıkları aynı olan, sözüyle, özüyle, düşüncesiyle savrulmayan insanlardır. Senaryosu yazılmış pişmanlıklara karnım tok, bu da böyle bilinsin. Bizler, bu uzun yürüyüşte, nice insan kaybettik, nicesini kazandık, herkes, muhalifliğin, görev değil, yaşama gerekçemiz olduğunu anlamalı, bunda ısrarlı ve ısrarcı olmalı. Meseleye dair, düşüncem ve görüşüm budur.

Evet, ormandaki kulübeyi terk edip, İstanbul’a dönme vakti de geldi, zaten bedenim burada, kafam hep orada, çünkü ikisini aynı anda taşıyabileceğimiz o güzelim günler gelmedi henüz. Öyle ya da böyle, bozuk düzen varken, dostlarımız acı çekerken, işlerinden olurken, çok sevdikleri memleketlerini terk etmeye başlamışken, cezaevlerinde hapsedilmişken, iyi olmak için nedenimiz de yok, hani Şah İsmail’in dediği gibi; “Bir derdim var, bin dermana değişmem!”

Zefir; Türk işi bir ‘kara film’ denemesi

 

ALPER TURGUT

“Zefir”, Tarkovski gibi başla Haneke gibi bitir. Müthiş bir görüntü yönetimi ve fonda nefes kesici bir Karadeniz… Bir kız çocuğunun şahsında betimlenen şiddet ve dünyayı kurtarma heveslisi bir annenin geride bıraktığı nefret. Bu film, tepeden tırnağa, kaybetme korkusuna dair. Zaman duruyor ve ölüme ait bir ritüel hayat buluyor. Evet, Zefir’e bir şans tanıyın, gerçekten sizi şaşırtabilir.

Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nden ilginç ve tuhaf bir ÅŸekilde eli boÅŸ dönen Zefir, ÅŸimdi de ÅŸansını 30. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’da deneyecek. Nisan sonunda gösterime gidecek olan film, çevirmen Belma Baş’ın ilk kurgusal uzun metrajlısı… Zefir’in senaryosunu da kaleme alan Baş’ın 10 ödüllü “Poyraz” adlı kısa filmi beÅŸ yıl önce Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştı.

Zefir’in görüntü yönetmeni Mehmet Y. Zengin, oyuncu kadrosunda ise Şeyma Uzunlar, Vahide Gördüm, Sevinç Baş, O. Rüştü Baş, Fatma Uzunlar, Harun Uzunlar, Oktay Kaptan, Tülay Kaptan, Cemile Kaptan ve Niyazi Koyuncu var. Vahide Gördüm dışında filmde profesyonel oyuncu yok, yönetmenin ailesi ve yakın dostlar, tam da bu yüzden acemilik bariz. Filmin yumuşak karnı oyuncu performansları, kesinlikle… Zefir, bir belgesel özeninde çekilmiş, Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun filmlerinden esinlenmiş, Türk Sineması’nda pek kurcalanmayan anne-kız ilişkisini kurgulamış ve şok bir finali tercih etmiş farklı ve özgün bir seyirlik. Börtü böcek dünyasına kamerasını çevirip doğaya yaslanan ve insan davranışlarıyla tabiatı özdeşleştiren Zefir’in aile olmaya, sevgiye, sevgisizliğe, dostluğa, yalnızlığa ve terk edişlere dair söyleyeceği yeni şeyler var.

Bunun dışında Zefir gibi ağır tempolu filmleri pek sevmiyorum, yoksa Bela Tarr vazgeçilmezim olurdu. Az diyalog, uzun plan, ruhu alınmış ve stabil insan portreleri, bana basite kaçmak gibi geliyor. Fazla deneysel ve duyguyu veremediği için belgesele dönüşen filmler yerine meselesi olan, kanlı, canlı, heyecanlı yapımlar, en az benim kadar çoğu seyircinin de beklentisi, özetle. Güzel kareler görmek istiyorsak, fotoğraf sergisine gideriz, sinemada ise sadece ve sadece film izlemeyi arzuluyoruz.

TABİAT ANA, BİR ANNE VE ZEFİR

Zefir, Batı’dan esen rüzgârın adı, küçük kahramanımız ismini, bu yumuşacık yelden almış. Ancak küçük kızın tam tersi bir ruh hali var, sert ve olabildiğince haşin. Babasız büyümüş Zefir, Ordu’da güzelim bir yaylada, anneannesi ve dedesi ile birlikte yaşıyor. Annesi dünyayı kurtarma derdinde, bu uğurda yapamayacağı şey yok, biricik yavrusunun serpilişini görmek istemeyecek kadar da duygusuz. Çatışma işte tam burada başlıyor. Yoksa Zefir, el bebek gül bebek büyüyor, yeşil bir dünyada, dağ çileği, taze süt ve sevgiyle. Ama Zefir, annesine hasret, içine dönüyor sürekli, hep onun yolunu gözlüyor, bu büyük bir travma, küçücük bir kişiliği çelikleştiriyor, hissizleştiriyor. Doğayı gözlüyor Zefir, yaşam kadar ölümü de fark ediyor. Kâbusları var onun, zaman geçiyor ve gerçeğe dönüşmesine ramak kalıyor.