Etiket arşivi: Åžebnem Sönmez

Oyuncu el deÄŸil, eldivendir…

 

 

“Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.”

 

ALPER TURGUT

 

Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan. Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu, neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği, nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan söyleşiye geçelim.

 

-TV dizilerine devam mı, tamam mı?

 

Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre, zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz dışında kışın da film çekebileceğim.

 

– Yönetmen ya da baÅŸka bir ÅŸey konusunda ayrımın var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna der, senaryo da senin kafana yatar…

 

Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle ilgili.

 

– Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?

 

Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı. Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok. Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir parçasısın.

 

– O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen ise maestro.

 

Eldivensin sen, el deÄŸilsin.

 

– Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.

 

Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.

 

– Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.

 

Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.

 

– İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oÄŸlunun ve torunun da olacak.

 

Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor. Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…

 

– Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana “Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı var.

 

O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge Ceylan’dır. Müthişti.

 

– Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiÅŸ kareler çıkarttın konuÅŸmadan.

 

Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor, sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun. Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.

 

– Son film “Sürgün İnek”, 28 Åžubat meselesiyle ilgili sanki… İneÄŸin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28 Åžubat’ta gösterime gireceÄŸiz, onu biz belirledik” dedi.

 

Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı yapılan şey aslında toplumların üzerindeki korku, kaygı, endişe. Zannedersem buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde, yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor. Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.

 

– Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.

 

Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış. İneği önce kesecekler, kesmiyorlar. Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve endişe uyandırıyor.

 

– Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?

 

Kampanya oluyor ya.

 

– Gezi Parkı deÄŸil mi bu?

 

Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.

 

– AÄŸacı, hayvanı… Aslında tüm bunların ötesindeki olan ÅŸey, adalet arayışı ve toplulukta baskı içinde yaÅŸamama isteÄŸi… Gençler “Biz hür bir toplumda yaÅŸamak istiyoruz” dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.

 

Süper olmadı mı?

 

– Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü anlaşıldı.

 

İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri. Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne… Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem yaşanıyor.

 

– Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var sırada, Ferhan Åžensoy’un “Muhalif BaÅŸkan” yine baÅŸka bir örnek. Bence Hükümet Kadın ve Muhalif BaÅŸkan, çıtayı aÅŸamayan projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla büyüdük. Åžimdi oynasa, yine izlerim, izleriz. Çünkü o, hem güldürüyor hem faÅŸizmi de eleÅŸtiriyor. AÅŸireti eleÅŸtiriyor, faÅŸizmi eleÅŸtiriyor, baskıyı eleÅŸtiriyor. En nihayetinde mizah, güçlü bir izah türü. Hani Gırgır’ın beÅŸ yüz bin sattığı dönemler gibi… AÄŸlayan toplumların birazcık gülmeye ihtiyacı vardır. Günümüzde çoÄŸu mizahçı, siyasetten sıyrıldı ben iÅŸte bunu anlamıyorum.

 

Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.

 

– Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor. Gezi’nin ardından milletin devletten önemli olduÄŸunu anlayacağımız bir sürece gireriz, umudum bu. Kolay bir iÅŸ deÄŸil. Ama devlet bizim yarattığımız sanal bir ÅŸey ve her ÅŸeyi onun üzerine yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz, “Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet senin ona uydurduÄŸun bir kılıf. Burada da “baskı toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken bunu mu hissettin?

 

Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne numaralar ne taklalar attıracağını… Benim karakterim burada “köyün omurgasızı”. Fantastik bir köy burası. İşte bu ineÄŸin sahiplerinin daha doÄŸrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeÅŸiyim ben. Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba sevdalısı… Mesela bu taraftan da okunabilir bu hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiÅŸ. Araba, manita, öğretmen de güzel, aÅŸk meÅŸk, falan filan. Yani iÅŸsiz güçsüz takımı var köyde. Bunlar niye iÅŸsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının arkasında adamın bu iÅŸsizliÄŸi, bu güçsüzlüğü de var. Sabahtan akÅŸama kadar kahvede okey oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için simgelediÄŸi sadece bir hayvan sevgisi deÄŸil, sütü, eti, ederi, en önemli ÅŸey. Ama bakıyorsun meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her birinin yıllık geliri beÅŸ bin lira var mıdır? Yoktur. Ben geldim burada çekim yaptığımız yere soruyorum herkesle konuÅŸuyorum, nedir, ne yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineÄŸe mahkum bırakan da bu devlet.

 

-Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.

 

Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu kameranın açısı ve gördüğü resim gereği. Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken kıçı da sola yapışmış oldu.

 

– Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten ülkeyiz denirdi. Ama ÅŸu an tarımda kendini yetemeyen, ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya ya da baÅŸka bir ÅŸeye tabi olan ve giderek kalabalıklaÅŸan, üçer çocuk istenen bir ülkede yaşıyoruz. Sorum ÅŸu; bu köyden Türkiye’nin profili çıkabiliyor mu?

 

Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin zaten kurgusunu yapması gereken bir şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.

 

– Bir ÅŸey diyeceÄŸim peki, gözüme battığı için söylüyorum, Åžebnem (Sönmez) var oyuncular arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular arasında, kendi aranızda tartışma oluyor mu? Yoksa burada iÅŸimizi yapıyoruz ÅŸeklinde mi?

 

Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor. Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa niye burada olalım.

 

– Ben de onu söylüyorum konuÅŸup tartışamayacağımız hiçbir ÅŸey olmamalı.

 

Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak, bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim mi belki de bu tablonun hoş ve güzel yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani. Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste atıyorum türbanlı birini görmekse mesele, yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum. Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor, mesele bu.

 

– Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eÄŸitmenlik sürüyor mu?

 

Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en keyif aldığım ÅŸeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar ki… Evet, bu bizim baÅŸrolümüz ve bence geleneksel yerlerden oyunculuÄŸun, sanatın hemen kurtulması lazım. Åžimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet Akademi içinde aslında. Aynı zamanda yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy Blok” diye bir çalışma mekânı var. Bayağı 140 metrekare acayip bir yer. Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece çalışma ve prova için yapılmış bir yer. Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine geri dönersek, Åžehir Tiyatrosu’nun özelleÅŸtirilmesi pek çok buluÅŸmayanı, birleÅŸmeyeni bir araya getirdi. İşte ne oldu, “Sanat Maratonu” diye bir ÅŸey yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes kendi içinde takılacaktı. SaÄŸolsunlar bütün perdelerimizi açtılar. Buna da ihtiyacımız vardı, saÄŸolsunlar. Tabii tam da o dönemde ÅŸu çok dikkat çekici bir ÅŸeydi yani. ArkadaÅŸ nasıl bir eÄŸitim? Oyuncu eÄŸitiyorsun da nasıl bir oyuncu eÄŸitiyorsun? Burada karşıdan gelen bir ÅŸikayet var daha doÄŸrusu karşı tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı bir ÅŸikayet, “Elinizde içki kadehleriyle sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”. Meseleye bu karikatür hatlarını kesip biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?” diye baktığınız zaman aslında birdenbire AKP kültür sanat politikasından daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet tiyatrolarına oyuncu yetiÅŸtiren devlet konservatuarlarının konuÅŸma derslerine bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiÅŸ gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü bütün konuÅŸma dersleri İstanbul ÅŸivesi üzerine kurulu. İstanbul ÅŸivesiyle doÄŸru dürüst konuÅŸabiliyorsan, sen oyuncu olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın. Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç bozulmamış ÅŸivesiyle bir Zaza alsınlar, bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir TekirdaÄŸlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki bunun temeli buymuÅŸ gibi. Ben bunu söylediÄŸim zaman etrafımda yıllarca oyunculuk yapıp, İstanbul ÅŸivesiyle konuÅŸup “Ama benim ÅŸivem yok” deme cahil cesaretini gösterenler oldu. Dil varsa ÅŸive de var. Bu dil meselesinden baktığın zaman aslında devlet tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada durduÄŸunu görüyorsun. Peki, devlet konservatuarlarında ne yetiÅŸtiriyorlar? Oyuncu. Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan kastınız ne yani. Herkesten herkese deÄŸiÅŸir. Bizim akademimizde de iç yönetmeliÄŸinde yazar ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro bölümünde amaç oyuncu yetiÅŸtirmek deÄŸildir, amaç farkındalığı geliÅŸmiÅŸ birey yetiÅŸmektir.”

 

– İster oynar, ister oynamaz…

 

Evet, bu birey isterse oyunculuk da yapabilir, isterse başka bir şey yapabilir ya da hiçbir şey yapmaz ama baş tacımızdır, bizim arkadaşımızdır. Kendinin kim olduğu konusunda meselelere ayıkmayan biri ile sen izleyici arasında empati kurabilir misin, katarsis oluşturabilir misin? Yapamazsın. Ama bakıyorsun sokaktaki insan gibi konuşmayan, bırak insanı insan gibi konuşmayan, tuhaf bir şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf bir edayla hareket eden kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor. Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey… Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın. Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli” yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan, doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.” Sonra Gezi Direnişi’nden sonra şöyle dönüştü; “Aslında hepiniz siyasetçisiniz ama bu gerçek sizden saklanıyor.”

 

– Tiyatro, binalardan kurtulmalı, özetle…

 

Bence asıl yapılacağı yer sokaklardır. Sen, “Ses Kumpanyası Şiir Korosu”nu duydun mu? Bizim koromuz. Elli kişilik bir şiir koromuz var. Geçen yıldan beri çalışıyoruz. Youtube’a “Ses Kumpanyası Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun, aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor. Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını anlamıyorsun.

 

– EskiÅŸehir’de baÅŸladılar, mesela tramvayda, çay bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diÄŸerleri ona katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.

 

Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.

 

– Son soru müzik… Nasıl gidiyor?

 

Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil, Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin sözlerini yazdığı var.

 

 

http://www.cinedergi.com/ Bu sohbet, Cine Dergi’nin Eylül 2013 sayısında yer aldı.

 

Aşk Tesadüfleri Sever

 

 

ALPER TURGUT

 

“Aşk Tesadüfleri Sever”, adı da üzerinde zaten, sevdaya dair bir kesişme öyküsünü kurguluyor. Üç milyonu aşkın seyirciyi sinemaya çeken “Eyyvah Eyvah 2”den sonra bu yılın en iyi ikinci yerli filmi, şüphesiz. Masum bir dili var öncelikle, yer yer neşeli ve hüzünlü de üstelik. Teknik becerisi gayet iyi, müzikleri ayrı bir güzel… Ankara ve sevda aşkına, izlemeli derim.

 

Filmi Ömer Faruk Sorak çekti, yapımcılığını da Oğuz Peri üstlendi. Senaryo Nuran Evren Şit Erdik’e ait, müzik ise Ozan Çolakoğlu’na… Aşk Tesadüfleri Sever’in görüntü yönetmeni Veli Kuzlu… Filmin başrollerinde Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur var. Bunun dışında Ayda Aksel, Altan Erkekli, Şebnem Sönmez, Hüseyin Avni Danyal, Yılmaz Gruda ve Yiğit Özşener diğer kilit rolleri sırtlamışlar. Oyuncu kadrosu oldukça geniş, hatta Cezmi Baskın, Cansel Elçin, Arif Keskiner ve Ayşe Arman da filmde kısa roller üstlenmişler.

 

Aşk, tesadüfleri seviyor ya, peki, tesadüfler de aşkı seviyor mu? Kader ağlarını örmüşse, insan ne yapabilir, bu yüzden yanıtı biz bilecek değiliz, kesinlikle sorumlu yoldaşa, yani Eros’a sormak gerek. Evet, bizim öykümüz rastlantıya fazla abanmış, hani ana karnındayken, bebekken, çocukken, gençken, olgunluğa demir atmışken, birbirlerinin yakınında dolanıp durmuşlar. Hayat oyununu oynamış ve birbirleri için yaratılmış bu erkek ve dişi, Ankara’dan İstanbul’a sürüklenmişler, çoğunda teğet geçmiş, azında yakalanmışlar.

 

Geri dönüşler ile memleketin, 70’li, 80’li, 90’lı ve 2000’li yıllarına konuğuz. Şans faktörü, Özgür ve Deniz’in hikâyesinde, bazen destek, bazen de köstek oluyor. Başlarında sevda yeli, komik anlar, nostalji takviyesi ve elbette dram. Kısmet ve nasip işleri, zamanlama hatası ve aşkın meşhur senkron kayması… Aşk Tesadüfleri Sever, yazgı ise nihai kararı verir.

 

Başkenti fon alan filmler giderek çoğalıyor, bu güzel bir haber. Sonra aşk filmleri çekmekte adeta özürlü olan ülkemiz sinemasını adına Aşk Tesadüfleri Sever, gayet iyi bir proje. Aşk filmlerinin klişeleri yerinde kullanılıyor, bazı yabancı filmlerden de etkilenilmiş, senaryodaki bazı aksaklıklar, inandırıcılığı sarsmıyor, bütünü bozmuyor, ben başka bir final seçerdim misal ama var olan da sırıtmıyor. Belçim Bilgin, beyazperdeye yakışmış, fena da oynamamış. Mehmet Günsur, alınmasın ama aktörlük ona göre değil, iyi görüntü veriyor, ötesi yok. Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur’un kimyası uymuş, bunu belirtelim. Öte yandan bakın Ayda Aksel, Şebnem Sönmez ve Altan Erkekli’ye, onlar, işlerini gayet güzel yapıyorlar.

 

Şimdi kaderci yaklaşmayalım diyorum ama mukadderat diye de bir şey var, değil mi? Tıpkı sözleri Murat Mungan’a ait, Müslüm Gürses’in seslendirdiği “Aşk Tesadüfleri Sever” şarkısında olduğu gibi;

Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleÅŸmeyi sever
Yollar ayrılmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayrımında
BaÅŸlamak istersen
Yeni bir hayata
Gölgeni yedek
Bırak ardında

Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı
Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı.

‘Hepimiz Köy Enstitülüyüz’

 

ALPER TURGUT

Erkan Can; “Köy enstitüsü filmi çekmek sanat yapmak değildir, memleket meselesidir.” Evet, memleketin en büyük eğitim hamlelerinden Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecini kurgulayan “Toprağın Çocukları” filminin çekimleri sona erdi.

Set ekibinden oyunculara dek hiç kimsenin maddi bir karşılık beklemeden, imece usulüyle görev aldığı Toprağın Çocukları’nın 2012 yılının Şubat ayında 200 kopyayla gösterime girmesi planlanıyor. Filme sirayet eden kolektif ruh, tüm ekibi çoktan “Artık hepimiz köy enstitülüyüz” deme noktasına getirmiş. Onlar, ortak bir sese dönüşmüşler; “Biz köy enstitüleri iyidir, köy enstitüleri kötüdür, köy enstitüleri kapatılmalıydı demiyoruz. Köy enstitüsünde neler olduğunu anlatıyoruz. Köy çocuğu ya çoban olacak ya kan davasından birini öldürecek, ya da kitap okuyacak, keman çalacak, halk dansları yapacak. Böyle bir hayatı var olduğunu ve bizim bu hayata sahip olduğumuz zamanları anlatıyoruz filmde.”

Yapımcılığını Erkan Can’ın üstlendiği, yönetmenliğini Ali Adnan Özgür’ün yaptığı, senaryosunu Dilşah Özdinç’in yazdığı “Toprağın Çocukları” adlı filmin oyuncu kadrosunda ise Erkan Can, Ufuk Bayraktar, Şebnem Sönmez, Türkü Turan, Bahtiyar Engin, Banu Başeren, Ezel Akay, Serdal Genç, Müge Boz, Suzan Kardeş, Menderes Samancılar, Bertan Dirikolu var.

Dedesinin köy enstitüsü mezunu olduğunu vurgulayan yönetmen Ali Adnan Özgür filmin hazırlık süreciyle ilgili şunları söylüyor “Dedem gibi insanların yazılarını, romanlarını, hikâyelerini okuduk. Sağ olanlarla röportaj yaptık, köy enstitülerine gittik yerlerini gördük. Çoğu yıkılmış bizim bulduklarımızın. Türkiye’de sağlam 2 tane köy enstitüsü kalmış. Bir tanesi İzmir’de ona gidip fotoğraf bile çekemiyorsunuz NATO arazisinin içinde, diğeri Hasanoğlan’da. En sağlam olanı Hasanoğlan zaten. Hasanoğlan için köy enstitülerinin kalbi derler. Çünkü yüksek köy enstitüsü Anadolu’da ki değer köy enstitüsünden mezun olan öğrenciler yüksek eğitim almaya oraya gider. Çok ilginç arşivler bulduk. Arşivlerin hepsi sağlam duruyor. Köy enstitüsüne ilk kayıt yaptıran öğrencinin kimlik katlına kadar defterine kadar bulduk. Çocukların yaptıkları heykellerin birebirlerini bulduk. Tabii kötü haldeler. Binalarına gittik, binalarına dokunduk, sinema film makinelerini gördük. Daha 15 sene öncesine kadar orada sinema filmleri izleniyormuş ve bunlara bizim ekibimiz dehşetle baktı. Bir kere büyük saygı duyduk. Çünkü 1940 yılında Ankara’da, Hasanoğlan ilçesinde, köy çocuklarının heykel yapmalarına, resim yapmalarına saygı duyduk. Kütüphanelerine girdik. Moliere vardı. Bugün ki bizim pek çok lisemizde değil, üniversitemizde olmayan pek çok kitabın var oluşuna şahitlik ettik.”

Bu hikâyenin mutlu bitmediği kesin diyen Özgür, “Bizim derdimiz tekrar konuşulması. Dünyanın en iyi filmini çekmekle ilgili bir iddiamız yok. Ama biz köy enstitüleriyle ilgili ilk filmi çekiyoruz. Bu konuda konuşulsun istiyoruz. ‘iadeyi itibar’ diye bir şey var. Bu adamlara itibarlarını iade edelim” diye konuşuyor.

Yapımcı Erkan Can’ın ise babası köy enstitüsü mezunu… O, bu konuda ne gerekiyorsa yaparız diyerek yola çıktıklarını belirtiyor ve şunları söylüyor; “Hem oynadık, hem yapımcılığını yaptık. Manevi olarak her şeye koştuk. Elimizden ne geliyorsa bu filmin oluşması için her şeyi yaptık. Tüm arkadaşlar sadece ben değil herkes burada kamera önü ve kamera arkası herkes gönüllü bir şekilde işinin en iyisini yapmaya çalıştı.”

Ezel Akay, köy enstitüleri projesinin unutulması ve hafızalardan silinmesinin çok acı olduğunu ifade ediyor; “Oysa hala izleri olan bir proje. Yaşayanlar, köy enstitülerinden mezun olanların hiçbir şekilde hafızalarından ayrılmayan, onları birer insan haline, özel birer insan haline getirmiş bir proje bu. Ama dışarıdan bakanlar hiç böyle düşünmez, düşünmüyorlar bile. Yani buradan çıkarılabilecek çok fazla sonuç var. Bir tane sonuç için, bir tane hedef için yapılacak bir iş değil bu. Çok ilham verici bu projeyi anlatmak, umarım gelecek için ilhamlar verecektir. ”

Filmde tek gerçek karakter olan İsmail Hakkı Tonguç’u canlandıran Bahtiyar Engin şöyle konuÅŸuyor; İsmail Hakkı Tonguç köy enstitülerinin kurucusu ve eÄŸitim üstüne çok ciddî dünya çapında araÅŸtırmaları olan bir adam, ilköğretim genel müdürlüğünün onsuz düşünülmesi mümkün deÄŸil. Manisa Soma’ya gittim, 83 yaşındaki oÄŸlu Engin Tonguç hâlâ hayatta… Onun babası İsmail Hakkı Tonguç üzerinden eÄŸitim sistemine ve köy enstitüsüne dair yazdıklarını okudum. Sonra babasının nasıl davrandığını, ne tür saatler kullandığını, nasıl müzikler dinlediÄŸini, aksesuarlarının neler olduÄŸunu öğrendim ondan… Yapıtlarıyla, yaptıklarıyla, çektiÄŸi acılarıyla, sürgünleriyle, her ÅŸeyiyle bir efsane kahraman eÄŸitimcidir İsmail Hakkı Tonguç …”