Etiket arşivi: reha erdem

Alper Turgut’la sinema üzerine…

 

 

 

Sinema eleştirmeni Alper Turgut ile gerçekleştirdiğim bu akıcı röportaj çok keyifliydi. Eminim sizlerde okurken keyif alacak hatta bir solukta okuyacaksınız, e hadi buyrun..

 

Alper Turgut kimdir? Nasıl biridir? Neyi sever? Neyi sevmez?
-Her ÅŸeye muhalif bir tiptir, kendine bileÂ… Gazetecilikten gelme, lanet bir huya, yani şüpheciliÄŸe sahiptir. Takıntılarıyla, önyargılarıyla mutludur. Yabancılara karşı ketum, mesafeli ve soÄŸuk, yakınlarına karşı sevecen ve sıcaktır. Her ÅŸeyden çok zekâyı sever, vicdanı ve merhameti olan insanları sever, hayvanları sever, doÄŸayı sever, İstanbul’un kaotik yanını sever. Bilmeden konuÅŸan, anlamadan sorgulayan, ani çıkışlar yapan insanları hayatında tutmaz, samimiyetsiz insanları sevmez, hatta nefret eder.

Sinema eleştirmenliğine / yazarlığına ilginiz nasıl başladı?
-Sinemaya ilgim çocukluktan baÅŸladı, yazlık sinemalarda, beyazperdenin büyüsüne kapıldım. Edebiyatla da aram hep iyiydi, küçükken bir eve ziyarete gittiÄŸimizde, benim ilk sorum kitabınız var mı? idiÂ… İyi bir okur ve iyi bir film izleyicisiydim. Kitaplar ve filmler, ufkumu geniÅŸletti, dilime ve kalemime katkı saÄŸladı. Gazetecilikle birlikte yazmak da girdi hayatıma, siyaset, polis-adliye, toplumsal olaylar alanım idi, ancak stadyumlardan ve sinemalardan kopmadım hiç. Maça da gittim, sinemaya daÂ…Memlekette habercilik zor zanaat, dava, coplanmak, gözaltına alınmakÂ… Artık sıradanlaÅŸmıştı. Film eleÅŸtirmenliÄŸi, ÅŸans eseri oldu. Hiç aklımda yoktu. Cumhuriyet Gazetesi’nin Cumartesi eki çıkmaya baÅŸlamıştı, Haziran 2006’da, yazar mısın dediler, yazdım. Sonra ertesi hafta yine yazı istediler ve bu böyle sürdü, bugüne geldi.

Cumhuriyet gazetesinin Cumartesi ekinde sinema üzerine köşe yazarlığınız ile bir çok kesim tanıdı sizi? Neden ayrıldınız? Şuan sinema eleştirmenliği yaptığınız bir dergi veya gazete var mı?


-Milliyet Gazetesi’nin ardından tam 17 boyunca Cumhuriyet Gazetesi’nde çalıştım. Memur da deÄŸilim, bunca süre niye aynı yerde kaldım diye, hala kendimi sorgularım. KeÅŸke daha önce ayrılsaydım. Çünkü uzun yıllar bir yerde gazetecilik yapmak, hem insanı köreltiyor hem de tüketiyor. Misal haber diliyle, eleÅŸtirmenliÄŸin dili çok farklı, ilk baÅŸta bocaladım. İfade edildi, kaydedildi, öne sürüldü falan filan yazıyordu resmen parmaklarım, sinema yazarlığı, kalemimi tekrar özgür bıraktı. Özetle; Cumhuriyet’te mutsuzdum, yöneticiler de benden yana hoÅŸnutsuzdu, bitti, gitti. Åžu an yazı yolladığım yerler var, lakin bir aidiyetim yok. Spor yazarlığı yap, kitap projesi geliÅŸtirelim vs. gibi teklifler var. Ancak meslekte sadece TV’lerde çalışmadım, kafamdaki projeler buna yönelik, yazacak yer de bulunur elbet.

Kendinize has bir tarzınız var, takipçileriniz sizi ‘Karizmatik, stil sahibi sinema yazarı’ olarak tanımlıyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
-Estağfurullah, dolambaçlı yollardan gitmem, lafımı sakınmam. İyiye iyi derim, kötüye de kötü… Benim için önemli olan, samimiyet ve doğallıktır. Zevkler ve renkler tartışılmaz derler, eleştirmenlik, sübjektif bir alanda, objektif olmaya çabalamaktır, en nihayetinde… Cellat diyen de var bana, hakkını vererek yazıyor diyen de… Dert değil, ben doğru bildiğim yoldan yürüyeyim, gerisi okuyucunun takdiri olsun.

‘Devrimden Sonra’ filmi hakkında yazdığınız eleÅŸtiriden sonra takipçi sayınızda artış olmuÅŸ doÄŸru mu? Ve bu eleÅŸtiri yankı uyandırmış. Bunun sebebi nedir? Neler söyleyeceksiniz?


-Buna katıldığımı söyleyemem, eleştiri bile değildi, kısa bir yazıydı, kendimce tespitlerimi içeriyordu. Sosyal medyada çok aktif olmam, tanınır olmayı da getirmiştir haliyle, bunu yadsıyamam. Lakin bunu tek bir yazıya mal edersem, paylaştığım onca şeyin de hatırı kalır. Hayat, salt sinemadan oluşmuyor benim için, sinema kadar, siyaset ve spor da önceliklerim arasında… Her gün yeni bir şey öğreniyorum yaşamdan ve bunu bölüşüyorum, çünkü bu beni mutlu ediyor.

Üzerine yazacağınız filmi neye göre belirliyorsunuz? Yazılarınıza gelen yorumlar ne yönde?
-Vizyon filmlerini ve festivalleri takip ediyorum. Hemen hemen tüm gişe ve sanat filmlerini izliyorum. Beni etkileyen filmleri yazmak, kesinlikle keyif veriyor. Bunu yazılarımdan fark edebiliyorum, misal önemli bir yapım hakkında ahkâm kesiyorum, yazı bitince bakıyorum, resmen ortaya çıkan işi beğenmiyorum. Kimsenin ilgisini çekmeyen bir film hakkındaki yazım ise, harbiden hoşuma gidiyor. Çünkü beni bir yerden yakalamış, kendini bana inandırmış. Gelen yorumlar çeşit çeşit, katılan da var, katılmayan da… Zaten herkes katılsaydı fikir ve görüşlerime, kendimden şüphe ederdim, ne anlatıyorsun birader diyerek…

Birçok kişi sizi sinema eleştirmeni olarak tanıyor. Bunun dışında projeleriniz var mı?
-Åžu an bir roman yazıyorum, hayata ve aÅŸka dairÂ… Öte yandan üniversite öğrencilerine, gazetecilik, eleÅŸtirmenlik, sinema ve sosyal medya üzerine ders vermeye baÅŸlayabilirim her anÂ… Bunun dışında internet üzerinden meslektaşım ve arkadaşım Serdar Akbıyık ile yaptığımız, dostumuz Yavuz Gayberi’nin büyük katkılarıyla sosyal medyaya taşıdığımız sine-hayat projesi “2 Arada 1 Derede” programını geliÅŸtiriyoruz.

Türk sineması ile Avrupa sinemasını kıyaslarsak, neler söylersiniz?
-Türkiye sineması, yıllar yıla Avrupa sinemasından esinlendi. Kıyaslama yapmak haliyle zorÂ… Hollywood deÄŸil ama bağımsız Amerikan sinemasından esinlenselerdi keÅŸke dediÄŸim olmuÅŸtur. Fransa’nın yeni dalgası, İtalya’nın yeni gerçekçilik akımları varken, memleketimizde yerelden evrensele ulaÅŸan bir sinemadan söz etmek için henüz erken. Misal İran sineması, yaÅŸadıkları tüm baskıya raÄŸmen bizden ilerideÂ… Son yıllarda yurtdışındaki büyük film festivallerinden ödüllerle dönüyoruz, ancak bu birkaç yönetmenin baÅŸarısı ve ülkemiz sinemasının bir ekole, bir okula dönüşmesini görmek, en büyük dileÄŸimiz.

10 – 15 sene evvel ki sinema yapımları ile son dönem yapımlar konusunda görüşleriniz nedir?


-Daha öncesine 1980’lere dönersek, içimizi kıyan, aÄŸdalı ve bunalım filmler, yerini görece çeÅŸitliliÄŸe bıraktı. Arayış ve silkinme baÅŸladı. YeÅŸilçam’ın etkisinden çıkmak, batı tekniklerini yurdun gerçeÄŸine yedirmek, Yeni Türkiye Sineması için harekete geçmek. İşte 90′lar sinemasını önemli kılan ÅŸey buydu. Kurallar esnetildi ama ezber bozulamadı. Eski kuÅŸak yönetmenler ile yeni nesil yönetmenler arasındaki fark, barizdi artık. 2000’lerde öncelikle teknik geliÅŸti, buna kimsenin itirazının olacağını sanmıyorum. Dizilerde çalışa çalışa film ekipleri, artık TV estetiÄŸiyle film çeker oldular, bu da baÅŸka bir dönüşümÂ… Evet, 1990’larda ataÄŸa kalkan memleket sineması, bugün yılda 70 film çeker oldu. Bu 70 filmden, 10’u iyiyse, geri kalan 60’ı vasat veya kötü… Sinemacılarımıza düşen öncelikli görev, iyi filmlerin sayısını arttırmak olmalı… Çünkü öğrenci ödevinden hallice yapımlar, seyirciyi TV karşısından alıp, beyazperdenin önüne konuÅŸlandıramıyor.

Yorumlarınız ile ilgili yapımcılardan tepki aldığınız oluyor mu? Alıyorsanız nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda hiç unutmadığınız bir anınız var mı?
-Sadece yapımcılardan değil, yönetmenlerden, senaristlerden, oyunculardan da tepkiler aldım. Tarzım biraz, tatlı sert. Festivallerde önümü kesen yapımcılar, günlerce mailleştiğimiz oyuncular, dava açacağını söyleyen yönetmenler, eleştirmeni eleştiren film ekipleri, yani var oğlu var.

Türkiye de oyunculukta bir numara dediğiniz bir isim var mı? Varsa Kim? Bu seçiminizi neye göre belirlediniz?


-Bizim Al Pacino, Robert De Niro, Jack Nicholson’ımız yok, Javier Bardem’imiz, Daniel Day-Lewis’imiz, Meryl Streep’imiz de yok. Para kazanmak için dizilerde ve tiyatrolarda oynayan oyuncularımız var. Kimi mankenlikten gelme, kimi ışığı olmadığı halde ve nedenini anlayamadığım ÅŸekilde ünlü olan oyuncularımız var. Tiyatrodan geldiÄŸini, attığı tirattan anladığımız oyuncularımız var. İyi aktör ve aktrislerimiz yok mu? Elbette varlar, lakin yerelde kalmış, evrensele ulaÅŸamamışlar, ne yazık kiÂ… ÖrneÄŸin Åžener Åžen, komediden, drama her rolün üstesinden gelebilecek bir isimÂ… KeÅŸke daha fazla projede görebilseydik. Ancak hakkını da vermek lazım, son dönemde izlediÄŸim yerli yapımlarda, gelecek vaat eden kadın ve erkek oyuncular gördüm, bu bence iyi bir haber.

En çok beğendiğiniz yapımcı? Neden?

-Memlekette iÅŸini iyi yapmaya çalıştığını düşündüğüm bir avuç iyi yapımcı var, ancak en çok beÄŸendiÄŸim bir yapımcı diye bir ÅŸey yok, ne yazık kiÂ… ABD’de dev stüdyolar var, bizde ise dizi sektörünün uzantısı bir sinema anlayışı var. Ortada bir sektör dahi yokken, yapımcılardan müthiÅŸ iÅŸler beklemek de safdillik olur.

En çok beğendiğiniz yönetmen? Neden?
-En beğendiğim yönetmen Reha Erdem, hala esinlense de, zamanla ustalaştığını ve giderek daha güzel ve akılda kalıcı yapıtlar ortaya çıkardığını düşünüyorum. Görüntüyü, sesi, oyuncuları iyi kullanıyor, senaryoya ve kurguya da hâkim… Gelecekte sanattan uzaklaşmayıp, gişeye yakın filmler çekerse, sinema tutkunları dışında, genel izleyici de bu beceri ve yetenekten mahrum kalmamış olur, şahsi görüşüm bu yöndedir.

Sizce Türk halkı ne tür film konularından hoşlanıyor? Sizce neden?


-Komedi ve korku filmlerinden hoşlanıyorlar, gişe bunu gösteriyor. Kaba güldürü, cinli minli korku denemeleri, seyirciyi salonlara çekiyor. Mendil tipi, ağlamaklı filmler de her zaman iş yapar. Tarih odaklı filmler ise yeni ilgi alanımız, Muhteşem Yüzyıl dizisinin ve Fetih 1453 filminin katkısı bunda büyük, kuşkusuz. Bizim bilimkurgu ve fantastik filmler çekeceğimiz günleri de bekliyorum umutla, bu şimdilik sadece bir rüya…

Sinema yapımcılarına tavsiyeleriniz var mı? Mesela KelebeÄŸin Rüyası filmi için ’30 yaşında ki birini, lise öğrencisi olarak göstermek pek oturmamış’ gibi bir yorumunuz vardı. Buna benzer nelere dikkat etmeliler sizce?


-Elbette öncesinde akıl vermek haddime deÄŸil. ÖrneÄŸin oyuncu seçimi, bir filme katkı saÄŸladığı kadar, bir filmin yumuÅŸak karnına dönüşebilir. ABD’de stüdyolar böyle bir ÅŸeye izin vermez, 30 yaşındaki birini, kolejliye çevirmez. Elbette yurtdışında da eÅŸ, dost, arkadaÅŸ, sevgili kontenjanı kısmen vardır, ancak maddi hataya dönüşecek bir durum, onaylanmaz. Bunun dışında kötü oyuncu yönetimi, dublaja ihtiyaç duyulan oyuncularla çalışmak, her ÅŸeyin anlatılmaya çalışıldığı tuhaf senaryolar, anlamsız diyaloglarla dolu metinler, esinlenmenin abartılması, gereksiz müzik, çok fazla müzik, özensiz sanat yönetimi ve daha pek çok ÅŸeyÂ… Filmlerimizde çoÄŸu zaman gördüklerim bunlar, kusura bakmasınlarÂ…

DİLEK ÇİMEN

 

 

 

“Çocukluk, hayatın cennetidir”

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Ünlü Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer; “Çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet” demiş. Ne kadar doğru söylemiş, biz yetişkinler, siz çocuklara çok özeniyoruz, ancak çaktırmıyoruz. Nereden mi belli? Elbette, bizim zamanımızda, şu oyuncak yoktu, bu park yoktu, sonra efendim, bilgisayar da yoktu gibi söylemlerimizden… İşte tam da bu yüzden, büyümeyen çocuklar, aslında ne şanslılar… Evet, çizgi roman kahramanları ve animasyon karakterleri asla büyümüzler. Her yeni nesil, onların arkadaşıdır, tüm çocukları, maceralarına katarlar.

 

Sinema veya televizyon fark etmez, bu güzelim süper kahramanlar, çocuk ruhlu insanlar tarafından üretildiler. Misal lazanyaya bayılan, çok iri ve vurdumduymaz kedi Garfield, artık 37 yaşında… Sahibi, kucağına aldığı Garfield’e; “Avustralya kıtası kadar ağırsın” der, o anında cevabı yapıştırır; “Hımmm, ufak kıtalardan biri yani…”Sevimli Hayalet Casper, Garfield’den 30 yaş daha büyük. Bu cana yakın hayalet, insanların ondan korkmasına çok üzülür, arkadaş edinmek ister. Kuşkusuz, Casper’dan korksa korksa yetişkinler korkar, çocuklar ise onunla dostluk kurar. Çocukların önyargısı yoktur, yoksa doymak nedir bilmeyen, hep yemek yiyen Tazmanya Canavarı, bu denli sevilmezdi, değil mi? Haylazlık, yaramazlık, hem çocuk kahramanların, hem de siz çocukların hakkıdır. Hem ne demiş büyük deha Goethe; “Yaramazlık kimde mi hoşuma gider? Çocuklarda; çünkü dünya onlarındır”

 

İlk çizgi film, 109 yaşında…

 

Çizgi karakterlere sonra yine döneceğiz, şimdi ilk çizgi filmi anlatalım. ABD ve İngiltere’de, neredeyse aynı tarihlerde, yani 1906 senesinde, ilk çizgi film, perdeyle buluştu. Amerikalı James Stuart Blackton tarafından yaratılan eserin adı; “Humerous Phases of Funny Faces” idi. Tam sekiz bin çizimden oluşan bu film, bir ressamın çizdiği resmin canlanmasını anlatıyordu.  Günümüz teknolojisini bir an için unutun, çünkü ilk çizgi film, bir çemberden atlayan köpek gibi basit hareketlere can veriyordu. İngiltere’de ise Walter Booth, “Sanatçının Eli” adlı filmi yarattı. Anlaşılacağı üzere, görünen kendi eliydi. El, bir kadın ve bir erkek çizdi, sonra bu çift dans etmeye başladı.

 

Fransalı karikatür sanatçısı Émile Cohl, animasyonun bir başka ilk ustasıdır. 20. Yüzyılın başında yaptığı Fantasmagorie ise tarihin ikinci animasyon filmidir. Büyük resimler çizen ve bu resimleri tek tek fotoğraflayan Cohl, örneğin Fantasmagorie’yi 700 resimle oluşturdu. 15 yılda 250 film yapan sanatçı, tarihin ilk çizgi film karakteri “Sncokums”a da hayat verdi. 250 film yaptı demiştik, ancak sadece 37 tanesi günümüze ulaşabildi, ne yazık ki…

 

Peki, ilk çizgi hayvan kahraman kimdi? 102 yıl önce yaratılan “Old Doc Yak” adlı kısa pantolon giyen bir keçiydi. Haliyle çok tuttu ve bir seriye dönüştü. Çocuklar çizgi filmi, çizgi filmler çocukları sevmişti. Çizgi filmlere giderek artan ilgi, 1919 yılında meyvelerini verdi. Ve Pat Sullivan’ın “Felix the Cat” adlı yapıtı, pek çok çocuğun sevgilisi haline geldi.

 

Aşağıdaki linkte; ilk çizgi filmlerin nasıl yapıldığına dair kısa bir videolar var.

http://www.izlesene.com/video/ilk-cizgi-filmler-nasil-yapildi/7140193

http://www.izlesene.com/video/sinemanin-ilkleri-ilk-cizgi-film/8137692#

https://www.youtube.com/watch?v=DfOmxAtI00Q

https://www.youtube.com/watch?v=7D6nOddKc0Y

https://www.youtube.com/watch?v=zr58Gka6KTI

 

Önce renk, sonra da ses geldi…

 

İlk renkli çizgi film, tersten boyanan bir eserdi, adı “The Debut of Thomas Kat” idi ve 8 Şubat 1920′de gösterime girdi. İlk sesli çizgi film ise Paul Terry tarafından hayata geçirildi. 1928’de çekilen bu film, Meşhur Ezop’un fabllarından yola çıkılarak yaratılmıştı. Çizgi Film Kralı Walt Disney, filmi beğenmedi ve “bu bir yığın patırtı” dedi. Kıskanmış olsa gerek. Çünkü aynı yıl, yani 18 Kasım 1928’de, kendi sesli çizgi filmi “Steamboat Willie”yi New York’ta gösterime soktu. Bu tatlı rekabet, aslında tüm çocuklara yaramıştı. Çünkü tüm zamanların en bildik kahramanı Miki Fare, artık aramızdaydı. Uzun metrajlı ve sesli ilk çizgi film ise 1937’de çekilen ve yine Walt Disney yapımı olan, herkesin çok iyi bildiği “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” idi.

 

Türkiye’de çizgi film…

 

Türkiye’nin en ünlü karikatüristlerinden Cemal Nadir, 1932 yılında “Amcabey Plajda” adlı bir çizgi film denemesinde bulundu. Tek başınaydı, stüdyosu ve ekibi yoktu. Teknik yetersizlik yüzünden bu ilk proje, gerçekleÅŸemedi. Ülkemizin karikatürist ve animatörleri Vedat Ar, Yalçın Çetin, Mıstık, OÄŸuz Aral, Tekin Aral, Nihat Bali, Tonguç YaÅŸar, Orhan BüyükdoÄŸan, Erim Gözen, Tunç İzberk, AteÅŸ Benice, Ali Murat Erkorkmaz, Cemal Erez, Meral Erez, Emre Senan ve DerviÅŸ Pasin, bizim de çizgi film sektörümüz oluÅŸsun diye mücadele ettiler. TRT için Karınca Ailesi, Tek Bıyık, Tekir Noktalama İşaretlerini Öğretiyor, Bay Burun, Polis Amca, Evliya Çelebi, Dede Korkut gibi çizgi filmler üretildi. Son yıllarda TV kanallarında yayınlanan Pepee, büyük ilgi uyandırdı, hatta oyuncakları da raflarda yerini aldı. Sinemada gösterilen ilk çizgi filmimiz Ayas ise 2013 tarihliydi. Animasyon alanında dünyanın çok gerisindeyiz, umarım gelecekte birbirinden güzel animasyonlar, beyazperde ile buluÅŸur.

 

En sevilen kahramanlar…

 

Çizgi filmlerin tarihçesine bir son verelim, biz yine kahramanlarımıza dönelim. İşçi karınca Z, en sevilen kahramanlardan biridir. Gösterimi 1998’de yapılan filmin karakterlerini, Hollywood ünlüleri Woody Allen, Sharon Stone, Sylvester Stallone, Jennifer Lopez, Gene Hackman ve Christopher Walken seslendirdiler. Böylelikle animasyon seslendirmesi ünlülerin katıldığı bir geleneğe dönüştü. Ve bu sadece ABD ile sınırlı kalmadı. Her ülkenin meşhurları, çizgi film seslendirmesi için kollarını sıvadılar.

 

Sevilen karakterler biter mi? Asla bitmez! Karaca Bambi, Fare Remy, Tavşan Roger Rabit, Homer Simpson, Ceset Gelin Emily, Kung Fu Panda, Kaptan Hook, Totoro, Caroline, Çizmeli Kedi, Gromit, Optimus Prime, Bumblebee akılda kalan tiplemelerdir, kesinlikle… Sonra Afacan Çocuk Denis, He-Man, Jetgiller, Taş Devri, Cedric, Scooby Doo, Sünger Bob, resmen saymakla bitmeyecek.

 

Benim en sevdiğim karakter ise Buz Devri serisinin fenomeni, firavun faresi Scrat’tır. Onun, meşe palamudu ile ilişkisine ve büyük mücadelesine, hayran olmamak elde değildir!

 

Korku sinemasında çocuk etkisi…

 

Çizgi filmler ve animasyonlardan artık çıkalım. İlgi çekici bir konuya göz atalım. Önce ebeveynlerinizden izin alalım. Çünkü yeni konumuz, korku sinemasındaki çocuk karakterler. Efendim, belki aileleriniz gerilim filmlerini seyretmenizi istemiyordur, haliyle haklı olarak. Sizler ÅŸanslı nesilsiniz, bizim zamanımızda anne ve babalarımız, çocuk psikolojisi üzerine pek kafa yormazdı, üstelik her çocuk gibi meraklıydık. Yazlık sinemada, bir korku filmi seyrederek, ilk travmamı yaÅŸamıştım. Neyse bu bambaÅŸka bir hikaye… YaÅŸ sınırları konuyor filmlere, iÅŸte ÅŸu yaÅŸta seyredebilir, bu yaÅŸtaysa ailesiyle izleyebilir gibi… Ancak aynı özeni, çocuk oyunculara göstermiyorlar. Yani çocuklar korku filmi seyretmesin ama korku filminde oynasın. Evet, kesinlikle tuhaf… Bu büyüklerin iÅŸlerine de akıl sır erdirilemiyor. Bir festivalde, yabancı bir yönetmene sormuÅŸtum. Çocuklar neden korku filmlerinde oynatılıyor diye, yanıtı; Çünkü onlar masum, çoÄŸu yetiÅŸkin için masumiyet korkutucudur demiÅŸti. Biz yetiÅŸkinlerin, masumiyetten korkması, harbiden çok ilginç… Sinema tarihinin en korkunç filmi, Åžeytan’dır (The Exorcist / 1973), filmdeki Regan karakterini canlandıran Linda Blair ise, henüz 14 yaşındadır. Artık nasıl bir kaderse, onun sinema hayatı korku filmlerinde oynamakla geçer.

 

Hayvan Mezarlığı filmindeki Gage tiplemesi, Omen’deki JDamiens karakteri, sonra Yetimhane’deki Victor, Orphan’daki Esther, şiddet sever Oyuncak Bebek Chucky’e rahmet okuturlar. Hah! Bizde de Öksüzler filminde Nuri adlı korkunç bir karakter vardır, “Binicem üstüne, vurucam kırbacı” repliğiyle bilinir.

 

Çocuk eli değen filmler…

 

Çocukların sürüklediği, yetişkinleri dönüştürdüğü filmlerini de anlatmadan olmaz. Misal Alice in the Cities (Alice in den Städten, Wim Wenders, 1974). Bu yol hikayesinde, Philip Winter adında yazamayan bir yazar vardır. O tıkanıp kalmıştır. Ve bir gün küçük kız Alice’le tanışır. Onların yolculuğu, yeniden hayata dönmek ve yine üretmek demektir.

 

Çocukluk halleri üzerine…

 

Portekizli yönetmen Monoel de Oliviera, yakında 107 yaşına girecek. Evet, yanlış okumadınız, yüz yedi ve o hala film çekiyor. Aniki Bóbó ise onun 73 sene evvel çektiği bir film. Aynı okulda arkadaş olan çocukların, rekabetlerini, gruplaşmalarını anlatan, onların üzüntülerini ve sevinçlerini yansıtan, etkileyici bir yapıt bu…

 

En sevdiğim film…

 

Sovyet Sineması’nın doruk yapıtlarından biridir Gel ve Gör (Come and See (Idi i Smotri, Elem Klimov, 1985), benim de en sevdiğim ve etkilendiğim filmdir. Savaş karşıtıdır, barış yanlısıdır. Savaş dehşetini, bir çocuğun gözünden yansıtır. Gel ve Gör der, küçük kahramanımız Florya, büyüklerin yarattığı vahşeti ve şiddeti gel ve gör.

 

Büyümek zorunda kalmak!

 

Cría Cuervos, Carlos Saura’nın 1976’da kotardığı bir film. Anne ve babalarını yitiren üç küçük kız çocuğunun, hayata tutunma çabasını kurgular. Ölüm, yaşam ve büyüme sancısı… Yaşamak, yetişkinler için bazen adil değildir, çocuklara ise hiç değildir.

 

Babalar ve kızları…

 

El Sur (Victor Erice, 1983), babasına hayran olan küçük kız çocuğu Estrella’yı anlatıyor. Kahramanımız ağır ağır serpiliyor, için dünyasının kapılarını, hepimize açıyor. Büyüdükçe hayatı sorgulamaya, sorular sormaya, olup biteni anlamaya çabalıyor. Olgunlaşmak gerçeklerle yüzleşince geliyor. İspanya İç Savaşı’nın yarattığı tahribat, toplum kadar, çocukları da vurmuştur çünkü…

 

Kadere inat, “Hayat Var!”

 

Reha Erdem’in bu öyküsü, küçük kahramanımız Hayat’a (14) dair… O, Göksu Deresi’nin kıyısındaki vahÅŸi bir cazibesi de olan harabe bir yuvada büyümeye çabalar. Bakıma muhtaç dedesi ve evin rızkı için balıkçılık dışında yasadışı iÅŸlere de yönelen babasıyla… Acımasız dünyadaki korunağı derme çatma ahÅŸap kulübesinde, boÄŸazın diÄŸer yakasındaki okulunda ve aklınıza gelebilecek her yerde yalnızdır bu çocuk. Hayat’ı, -içimiz cız ederek- kâh iskelede eve dönmek için büyük bir sabırla babasını beklerken kâh metruk arsada garibim horozu tekmelerken yakalarız. Ama Hayat varsa, umut da vardır.

 

Büyümek istemeyen çocuk

 

The Tin Drum (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979), büyümemeye karar veren bir çocuğun öyküsüdür. Hep üç yaşında kalmak isteyen Oscar’a, annesi teneke bir trampet alır. Halk. Nazi’lere sustukça, o trampetini çalar. O, özgürlüğün susmayan sesidir. Bu büyümekten, büyükleri yüzünden nefret etmenin destanıdır.

 

Uyarmakta fayda var, bu filmlerin çoğu acıklıdır, hayatta gülmek kadar, ağlamak da vardır. Ve ötesinde, sinemanın tüm ölümsüz yapıtlarında çocuklar yer alırlar. Çünkü onların gözleri daha sorgulayıcıdır. Çünkü çocuklar, yetişkinlerin yarattığı anlamsızlığa anlam ararlar.

 

Çocukların, kahramanlığı sırtladığı diğer filmler ise şunlardır; The 400 Blows (Les quatre cents coups, François Truffaut, 1959), Forbidden Games (Jeux Interdits, René Clément, 1952),  Ivan’s Childhood (Ivanovo Detstvo, Andrei Tarkovsky, 1962), Evde Tek Başına (Home Alone, Chris Colombus, 1990) , Where is the Friend’s Home? (Abbas Kiarostami, Khane-ye doust kodjast?, 1987), The Kid with a Bike (Le gamin au vélo,  Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2011) ,The Bad Seed (The Bad Seed, Mervyn LeRoy, 1956),  Stand By Me (Stand By Me, Rob Reiner, 1986), Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990), Nobody Knows (Dare Mo Shiranai, Hirokazu Koreeda, 2004) , Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012), Let the Right One In (Låtten Den Rätte Koma In, Yön: Thomas Alfredson – 2008) , Kikujirō’s Summer (Kikujirō no Natsu, Takeshi Kitano, 1999), Kes (Kes, Ken Loach, 1969)

 

Son olarak şunu söyleyelim. Çinli Filozof Mencius; “Çocukluktaki saflığını kaybetmeyen adama, büyük adam denir” demiş. Dilerim arkadaşlar, saf halinizi ve masumiyetinizi, geleceğe taşırsınız. Hepiniz çocuk ruhlu, büyük insanlar olursunuz.

Yorgun atlar zamanı…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

“En çok beğendiğiniz yerli yönetmen kim, nedenleriyle açıklar mısınız?” diye sormuşlardı, yanıt vermiştim; “En beğendiğim yönetmen Reha Erdem, hala esinlense de, zamanla ustalaştığını ve giderek daha güzel ve akılda kalıcı yapıtlar ortaya çıkardığını düşünüyorum. Görüntüyü, sesi, oyuncuları iyi kullanıyor, senaryoya ve kurguya da hâkim. Gelecekte sanattan uzaklaşmayıp, gişeye yakın filmler çekerse, sinema tutkunları dışında, genel izleyici de bu beceri ve yetenekten mahrum kalmamış olur” Evet, “A Ay”, “Kaç Para Kaç”, “Korkuyorum Anne”, “Hayat Var” ve “Kosmos”, bu memleketin standartlarının üstünde diyerek, nasıl hakkını verdiysek, önce “Jin”, şimdi de “Şarkı Söyleyen Kadınlar” ile hayal kırıklığına uğradığımızı da söyleyebilmeliyiz, gönül rahatlığıyla… Genel izleyiciyi ıskalamamak gerek demiştik, en öznel film ile karşılaştık, Reha Erdem’den isteğimdir, gel şu hayatın her alanına gönderme yapmak huyundan lütfen vazgeç, çok fazla dağıtmak, toparlayamaya davetiye çıkarmaktır ve anlaşılmaz olmak, bir erdem değildir. Bize yine fantastik hikâyeler anlatmaya devam et, lakin çok fazla entelektüel değiliz, affet. Mümkünse anlaşılır ve inanılır olsun, sana zahmet.

 

Filmin belli başlı rollerini Binnur Kaya, Philip Arditti, Kevork Malikyan, Deniz Hasgüler, Aylin Aslım, Vedat Erincim sırtlamış. Kimi iyi bir performans sergilemiş, kimi kendini tiyatroda sanmış, kimi hayli tutuk kalmış, kimi bu filmde ne arıyorum ben demiş, özetle… Ses ve görüntü kalitesi, filmin en büyük artısı, hiç kuşkusuz. Bazı planlar, resmen sanat eseri, bu güzelim görselin hatırına, çekiliyor 128 dakikalık çile, vurgulayalım. Zamane Kanuni’si Halit Ergenç, dinsel motifli dış sesiyle aralara dalıyor, filmden daha çok uzaklaşmama neden oldu, bildiğin mesafe koydurdu, bu seçim, üstelik mevzuyu da yapay bir hale dönüştürdü, ne yazık ki… Gelenekselleştiği üzere yine geyikler, ağaçlar, silahlar ve atlar, gene erkeklerin işlediği kabahat ve vukuatlar, ataerkil zihniyetin saldırılarına rağmen, inadına masum ve temiz kalmış kadınlar… Devamında Kırmızı Başlıklı Kız, kıyamet alametleri, deprem beklentisi, ölümcül salgın, saflık, kurnazlık, doğa ve Büyükada… Ve elbette Adem’in sonuçsuz yakarışı ve acılarını, mutluluklarını şarkılarıyla anlatan tüm Havvalar. Eleştiriler, semboller, sorular, sorgulamalar, metaforlar, metaforlar, metaforlar.

 

Macar yönetmen Bela Tarr’ın Torino Atı varsa, bizim de İstanbul Atı’mız var, ancak o filmin, tekrar, odaklanma ve sefilliği göze sokma gücü, gece kâbusum olmuştu, İstanbul Atı ise, savrulmama, meseleden uzaklaşmama ve bir süre sonra da unutmama yol açtı. Gözaltında yitirdiği evladını arayan bir anne, kaçan ve saklanan cuntanın işkenceci doktoru, tali dertler değildir, yama hiç değildir. Yani yanardönerli, ortaya karışık kokteyl, şeklen iyidir, ancak içerikte sorun vardır. Ötesinde fazlaca karmaşa, mucizeden daha çok karikatürize olmaya yol açar. Demek istediğim, anlaşılmıştır umarım. Özetle parçaları eksik bir yapboz, bana Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın hediyesi oldu.

 

Karşı Gazete

Kadere inat “Hayat Var”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

İstanbul’un karanlık yüzü ve yoksun, yoksul insanlar… “Hayat Var”, insanı diken üstünde tutan, huzursuz ve huysuz bir yapıt. İzlenmeye deÄŸer. “A Ay”, “Kaç Para Kaç”, “Korkuyorum Anne”, “BeÅŸ Vakit” derken filmlerini iple çeker olduÄŸumuz senarist-yönetmen Reha Erdem’in son eseri Hayat Var, nihayet gösterime giriyor. Filmin görüntü yönetmenliÄŸini Florent Herry üstlendi, müzikler ise arabeskin kralı Orhan Gencebay’a ait. Hayat Var’ın baÅŸrol elbisesini, boyundan büyük bir iÅŸ kotaran çocuk oyuncu Elit İşcan giydi. Erdal BeÅŸikçioÄŸlu, Levend Yılmaz, Banu Fotocan, Handan Karaadam, Nebil Sayın, Erhan Tekin ve Metin Yıldırım da filmin öne çıkan diÄŸer oyuncuları…

“Hayat Var”, eyvallah… Peki, bu filmde tam tekmil kasavet, rahatsızlık hissi ve kavruk bir yapı yok mu? Gürültü kirliliÄŸi uzmanı İstanbul’a, nefes darlığı çeken yatalak dedenin hırıltısıyla kadın olma heveslisi küçük kızımızın çıkardığı mırıltı da eÅŸlik ediyor. Hiç şüpheniz olmasın, tüm bu cazırtı kulaklarınızı çınlatacak, rahat koltuklarınızda otururken karabasan etkisi yaratacak. Film, her haliyle yaralı ve üstelik kendisine ve karşısındakine zararlı karakterlerle dolu… Kayığıyla gemicilere fahiÅŸe pazarlayan mutsuzluk timsali eÅŸcinsel bir baba, öksürük nöbetleri arasında üçkâğıtçılıkla iÅŸtigal eden zavallı bir dede, evlat ayrımı yapan samimiyetsiz bir anne, bir kaşık suda boÄŸulmaya layık tacizci bakkal amca, yırtıcı bir kuÅŸ misali avını gözleyen lezbiyen komÅŸu teyze, bir erkeÄŸe olan aÅŸkından meczuba dönüşen bir adam… Yahu koskoca İstanbul’da bir tane normal insan kalmadı mı? Hemen hemen herkesin ister istemez tepeden tırnaÄŸa kötülüğe belendiÄŸi tekinsiz kenti karşıma alıp, “Korkuyorum Reha” diye haykırmak geliyor içimden. Åžakası bir yana ve her ne kadar katlanması zor olsa da, Reha Erdem’in “Hayat Var”ı izlenmeye deÄŸer bir seyirlik.

 

HAYAT’A DAİR…

 

Hayat Var, görece kadınların yanında saf tutan bir yapım. Film, görsellik dersinden de sınıfını geçiyor. Mutlu, umutlu arabesk bir final ise yukarıda dile getirdiÄŸimiz üzere film boyunca peÅŸinizi bırakmayan rahatsızlık hissini bir anda dağıtmayı baÅŸarıyor. Ancak peÅŸin peÅŸin söyleyelim; Hayat Var, sinemaya aÄŸlamak, gülmek ve eÄŸlenmek için giden genel izleyiciye göre bir film deÄŸil. 7. Sanat tutkunları, zihin jimnastiÄŸini sevenler ve sinema salonunda tokat yemek isteyenler… Mesajı aldıysanız; Hayat Var, sizin için ideal bir seçim.

Bu öykü, küçük kahramanımız Hayat’a (14) dair… O, Göksu Deresi’nin kıyısındaki vahÅŸi bir cazibesi de olan harabe bir yuvada büyümeye çabalar. Bakıma muhtaç dedesi ve evin rızkı için balıkçılık dışında yasadışı iÅŸlere de yönelen babasıyla… Acımasız dünyadaki korunağı derme çatma ahÅŸap kulübesinde, boÄŸazın diÄŸer yakasındaki okulunda ve aklınıza gelebilecek her yerde yalnızdır bu çocuk. Hayat’ı, -içimiz cız ederek- kâh iskelede eve dönmek için büyük bir sabırla babasını beklerken kâh metruk arsada garibim horozu tekmelerken yakalarız. Fenerbahçe aşığı delikanlı çırak ile aÄŸaçlara tırmanmadığı vakitlerde bakkal amcayla tehlikeli oyunlar oynayan Hayat’ın yakınlaÅŸması ise kaçınılmazdır. Kadere inat, yaÅŸama dört elle sarılmıştır Hayat…

 

BİR NUMARALI HALK DÜŞMANI

 

“Ölümcül İçgüdü” (L’instinct de mort) ise Fransa ve Kanada’da “bir numaralı halk düşmanı” ilan edilen ünlü gangster Jacques Mesrine’in akıl almaz yaÅŸam öyküsünü kurgulayan güzel ve ilgi çekici bir film. Öldüren İçgüdü, gerçek bir hikâyeden yani 39 can alan bir adamın otobiyografisinden devÅŸirildi. Fransa’nın son gangsteri “bin bir suratlı” Jacques Mesrine, ÅŸiddete tapınan bir katildir ve karşısına kim çıkarsa çıksın silahı ölüm kusacaktır. Bu efsanevi haydudun akıbetini merak edenler ise 1 Mayıs günü vizyona girecek devam filmi “Ölümcül İçgüdü 2”yi beklemek zorundalar.

Yönetmen Jean-François Richet’in 33 haftada çektiÄŸi Ölümcül İçgüdü’nün maliyeti 80 milyon doları buldu, “Nefret” (La Haine) filminden bu yana mercek altında tutuÄŸumuz güzeller güzeli Monica Bellucci’nin yetenekli kocası Vincent Cassel, Mesrine karakteri için 20 kilo aldı. Üç dalda Fransız Oscar’ı Cesar’ı kazanan yapım, biraz hızlı aksa ve psikopatlığa karşı saygı uyandırsa da aksiyon-macera filmlerini sevenler için biçilmiÅŸ bir kaftan…

“Kanunları sevmem, çünkü zenginler için yapılmışlardır” ve “hükümeti ve maksimum güvenlikli bölgeleri sevmem” gibi incileri bulunan ünlü katil Jacques Mesrine, 1936 yılında doÄŸmuÅŸtur ve Fransa’nın Cezayir’de giriÅŸtiÄŸi soykırım yıllarında sıradan bir askerdir. AskerliÄŸin bitimiyle memleketine dönen Mesrine, kötü arkadaÅŸlar sayesinde yer altı dünyasına adımını atar. O, sürekli kendi kimliÄŸini arar ve içgüdüleriyle hareket eder. Giderek vicdanı yitiren ve paranoyaklaÅŸan cani Mesrine’nin zaafı ise güzel kadınlardır. Mesrine’nin iflah olmaz bir romantik olması ve sevdiÄŸi kadınlara aÅŸk mektupları yazması ise ilginçtir. Hırsızlıktan banka soygunculuÄŸuna, fidye için adam kaçırmaktan cezaevi basmaya, rehin alma eylemlerinden infazlara dek yemediÄŸi halt kalmaz. ÇeÅŸitli cezaevleri, üç kez firar ve kaçak yıllar… Güvenlik güçleri ve karşı cenahtaki diÄŸer kanunsuzlar tarafından yana yakıla aranan anti-kahramanımız tüm bu hengâme esnasında evlenir ve üç çocuk sahibi olur. Tabii ki kendisini polisi aramakla tehdit eden karısının aÄŸzına silah sokmayı unutmayarak… O, 60’lı ve 70’li yıllara damgasını vurur ve hatta “Anti-Mesrine” adı verilen özel bir polis birliÄŸinin kurulmasına neden olur. Bunun dışında meÅŸhur gangsterin, Quebec Özgürlük Cephesi üyeleri ve sol cephe militanlarıyla arası iyidir. Yönetmenin dediÄŸine göre; Mesrine, aynı zamanda isyancıdır, provokatördür, entelektüeldir, sinemaya hayrandır, pazarlama dehasıdır, çekicidir, karizmatiktir, benmerkezcidir, mükemmel bir aşçıdır.

CUMHURİYET HAFTA SONU / 28 MART 2009

Kelebeğin Rüyası; Bir Şiir Sineması…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kelebeğin Rüyası, bir şiir sineması… Tam tekmil hüzün, kalabalık içerisindeki yalnızlık, yarım kalan her şey ve dizelerden peliküle düşen gerçek bir ölümsüzlük. Evet, 1940’larda ince hastalık denilen vereme yakalanan ve peşi sıra ölüme yürüyen gencecik, alınyazıları ortak, dostlukları mutlak iki şairin, Rüştü Onur (1920-1942) ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-1946) beyazperdeyle buluşan ve bizlere ulaşan hikâyesi bu. Onların iç acıtan, yürek burkan kısacık yaşamöyküleri, büyük şairler yetiştiren bu memlekette, inadına şiirden uzak yaşayan insanlarımızı yakalar ve tokat etkisi yaratır, umarım. Ve slm nbr cnm? misali sesli harf düşmanı, dsakjhaskjhdsakhsdakjs gibi boğulma efektiyle gülen yeni nesil, dizelerin nezaketini, cümlelerin zarafetini, dilerim yetmiş yıl önce yaşayan akranları gibi kavrarlar, şiirin ve güzelim dilimizin ruhunu anlamakta daha da gecikmemiş olurlar.   

 

Filmin adı, Filozof Chuang Tzu’nun 2500 yıllık düşünden geliyor. O rüyasında kelebek miydi, kelebeÄŸin rüyasındaki kendisi miydi? Bilmiyor. KelebeÄŸin ömrü kadar kısa sürüyor onların hayatı, ancak yaÅŸamak sanatı, saate deÄŸil, marifete tabi, çok şükür. Evet, sanat gibi onlar için hayat, ÅŸiir kadar kısa ve net. Orhan Veli: “Son yıllarda Zonguldak üç büyük yetenek yetiÅŸtirdi: Biri Rüştü Onur…”, Behçet Necatigil: “Gamlı gecelerin öncüsü Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti.”, Oktay Rifat: “Rüştü Onur Türkiye’de geç baÅŸlayan bir hareketin bayrağı altında ÅŸiir yazıyordu.”. Cemal Süreya: “Rüştü Onur ÅŸiirleriyle hayatını, daha doÄŸrusu ölümünü, bir arada götürmüş.”

Salah Birsel: “Rüştü Onur’un kısa bir ÅŸiir yaÅŸantısı oldu. Her gün sıtma geçirirdi. Åžiir sıtması.” der ve ekler;

“İnanın sözüme ÅŸairler

Üçer beşer söneceğiz

Yirmi ikiye varmadan

Rüştü gibi öleceÄŸiz”

 

Ama en ağır yazı aynı kaderi paylaÅŸan, can dostu Muzaffer Tayyip Uslu’dan gelir; “Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baÅŸ baÅŸa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık bu ÅŸehrin caddelerinde dolaÅŸtığımız ve yeni yazdığımız ÅŸiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, aÄŸacı aÄŸaç, denizi deniz olarak seyrettiÄŸimiz saatler, sırf ÅŸiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş… Ve ben daha ÅŸimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük ÅŸehirde yalnızlığımı hissetmeye baÅŸladım.”

Verem illeti, Garip’lerin belasıdır, Rüştü’den sonra Muzaffer’in de peşini bırakmamaya kararlıdır.  

“Kan

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindiüstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü,

Maviydi alabildiÄŸine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…”

Muzaffer Tayyip Uslu

 

Åžiirden sinemaya geçmeden önce, Rüştü ve Muzaffer için sözü büyük usta Turgut Uyar’a bırakalım; “Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde birbirlerine benzeyen bu iki ÅŸairi bir arada anmak gerekliliÄŸini duydum. Åžiirlerinin birbirlerine benzerliÄŸi açıklanabilir bir bakıma: içinde bulundukları toplumsal sınıfı, eÄŸitimlerinin benzerliÄŸi, uzun süre bir arada bulunmanın verdiÄŸi karşılıklı etkilenme – etkilenme bile deÄŸil bu, bir takım ÅŸeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme – ÅŸiirlerinde benzerliÄŸi açıklamaya yeter. Ama yazgıları… İkisi de ÅŸair kiÅŸiliklerini saÄŸlamca kuramadan ölüp gitmiÅŸler. Birinin ÅŸiiri rahatça öbürüne mal edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayip, Rüştü Onur’dan biraz daha yetenekli, Rüştü onur, görünüşte daha alçak gönüllü, daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, ÅŸair olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer de, Rüştü de daha çok dünyayı tanımanın, dünyayı tatmanın ÅŸaÅŸkınlığı ve sevinci içindedirler. Çok ÅŸiir okumuÅŸlardır, okumaktadırlar; saÄŸlam sezgileri vardır, yaÅŸamayı severler. Delikanlılıklarının, ÅŸiiri delikanlıca sevmenin bütün tatları ve acemilikleri vardır ÅŸiirlerinde. İddiaları yoktur. Åžiir okumanın ve dünyayı ÅŸiirden sevmenin verdiÄŸi rahatlıkla, kendilerini etkileyen her konuyu ÅŸiir haline getirirler. Tutsun tutmasın. Åžiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle ÅŸiir deÄŸil, bir çeÅŸit hatıra defteri niteliÄŸindedir; aslında bütün tatları da buradan gelir. En büyük bahtsızlıkları, erken ölümleridir. YaÅŸasalardı… Ne olurlardı bir ÅŸey söylenemez. Yalnız ölümlerinin peÅŸinden hemen birer “deha” durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi… Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı: birincisi, ÅŸiir geleneÄŸimizde eksikliÄŸi duyulan “genç ölmüş deha”, ikincisi (daha önemlisi) bu dehayı keÅŸfeden baÅŸka dehalar. İkisi de tutmadı sonunda. Onlar sevgileriyle baÅŸ baÅŸa kaldılar. Biri en iyisini yapmış biri daha iyisine özenmiÅŸtir. Bütün toylukları ve sevimlikleri parıldayıp durur ÅŸiirlerinde. Bence, ikisinin de en önemli özelliÄŸi gelecek “güçlü bir ÅŸiiri” sezmiÅŸ ve bunu gerçekleÅŸtirme çabasına girmiÅŸ olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan…”

 

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, ön hazırlıkları iki yıl süren, çekimleri tam dört ay boyunca Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen Kelebeğin Rüyası’nın oyuncu kadrosunda; Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur var. Görüntü yönetimi Gökhan Tiryaki’ye, müzikler Rahman Altın’a, kurgu da Bora Gökşingöl’e ait.

 

Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız, müthiş bir açılış sekansıyla başlıyor film, dönem filmi çekmek hayli zordur. Çok para, ince işçilik ve yoğun emek ister. Zeki Demirkubuz’un 1930’lar Zonguldak’ını anlattığı Kıskanmak, harbiden kötü bir projeydi. Lakin aynı kentin on yıl sonrasını anlatan Kelebeğin Rüyası, üstün bir başarı yakalıyor ve bizi geçmişe, kara elmas diyarına götürmeyi beceriyor. Bu büyüyü gerçek kılan sanat yönetimine ve kostümcülere tebrikler.

Gökhan Tiryaki, memleketin en iyi görüntü yönetmenlerinden, ustalığını konuşturmuş resmen, müzikler enfes, geçişler sağlam ve güzel. 138 dakikalık uzunluk ile gelen tempo sorunu, senaryodaki yer yer sallanmalar, mevzu şiir olunca çok da göze batmıyor, bariz hataların olmaması ise sevindirici… En büyük problem kastta… 30 yaşındaki Belçim Bilgin’den liseli kız yaratmaya çabalamak, filmin ağırlığı ve edebi diliyle örtüşmüyor, ne yazık ki… Kıvanç Tatlıtuğ, yok 20 kilo vermiş, öyle filme hazırlanmış. Bunlar hikâye… Veremli bir delikanlıyı canlandırmak için veriyor kiloyu, keyfine diyet yapmıyor. Ve kilo vermek ile oyuncu olunmuyor. Mankenlikten gelme Kıvanç, resmen döktürüyor. Bir büyük aktör kazanıyor ülke, dilerim dizileri azaltır, sinemaya yoğunlaşır. Beyazperdenin bu tür performanslara ihtiyacı var, sinemaseverler lay lay lom tiplemeler yüzünden sinemadan soğudu, bize karakterlere can verecek Kıvanç gibi oyuncular gerek. Mert Fırat da kariyerinin en iyi işini çıkartmış, lakin Kıvanç çok iyi olunca, o biraz geride kalıyor, varsın olsun, her film, performanslar gösterisine dönüşsün. Keşke…  Son olarak Zeynep Farah Abdullah’a gelelim, tifo hastası genç kadın rolünde büyüyor, büyülüyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde beğenmiştim, şimdi sevdim, henüz 21 yaşında, iyi projeleri seçerse mükemmel bir aktris kazanır ülke.

Maden ocağına kurt köpekleriyle götürülen, zincirli mahkûmlar bana biraz ABD’nin raylarla örüldüğü yılları anımsattı, onca yoksulluk varken, zenginlik içinde yaşayan, balolar yapan Zonguldak… Bir kentin iki yüzü, yoksul ve varsıl, ikinci dünya savaşına girmeyen ve yine de sürünen bir halk, mükellefler ve tek parti hükümetine göndermeler, sonra verem, sonra Tanrı Uludur, sonra şiir, bir büyük dostluk ve gencecik iki şair. Hükümet Kadın filmi, BKM’nin Adnan Menderes dönemi güzellemesi idi, burada da kah alt metinle, kah inceden inceye CHP’ye, Nazi hayranlığı ve din karşıtı göndermeleri var. Elbette haklılık payı da bulunuyor.

 

Tek parti dönemi çok mu iyiydi? Elbette hayır, aynen bugün her şeyin güllük gülistanlık olmadığı gibi… Benim tercihim, her dönemi eleştirmek olurdu, BKM’nin seçimi bu yönde değil. Onların seçimi, onların tercihi, en nihayetinde… “Aşk, en güzel bahanesidir şiirin…”, haliyle erke yakın durmak da, en güzel bahanesidir, siyasetin…    

 

45 yaşındaki Yılmaz ErdoÄŸan, Rüştü ve Muzaffer’in öğretmeni, ÅŸair ve çevirmen Behçet Necatigil’i canlandırıyor. İyi de oynamış. Lakin Behçet Necatigil, 1941 yılında henüz 25 yaşında, o baÅŸka… Kıvanç ve Mert de, onar yaÅŸ büyükler, canlandırdıkları ÅŸairlerden… Bu liseli Belçim kadar, göze batmıyor, doÄŸrusunu söylemek gerekirse… NiÅŸanlı Rüştü’nün, filmde evlendirilmesi de sorun deÄŸil. Ancak, ben gerçeÄŸin birebir yansıtılması gerektiÄŸini düşünüyorum, bu da benim fikrim. Yalnızlığı, hastalığı, fukaralığı ve aÅŸkı anlatan film, öpüşmekten ve seviÅŸmekten bihaber… Muhafazakâr deÄŸildir oysa ÅŸiir, tutkulu, sıcak ve arsızdır, çoÄŸu zaman… “Kız ÅŸiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun” diyen güzel adamlar hatırına, daha da fazla eksik gedik aramayacağım. Çünkü bu film, Yılmaz ErdoÄŸan’ı, benim gözümde, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un önüne geçirmiÅŸ, memleket sinemasının en iyi yönetmeni olarak gördüğüm Reha Erdem’in seviyesine getirmiÅŸtir. Vizontele dönemi bitti, ustalık devri baÅŸladı. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, KelebeÄŸin Rüyası’nı baÅŸyapıt ilan etmeyeceÄŸim, sadece bir sinemasever olarak daha iyi kotarılmış filmlerini bekleyeceÄŸim.

Behçet Necatigil; “Bir ÅŸair yaÅŸamıştı Zonguldak’ta, adı Rüştü Onur’du. Bilseydi hatırlanacağını, ölümünden sonra, memnun olurdu.” diyor. Åžimdi sinemaya gitmek için, bundan daha güzel bir davet olur mu?