Etiket arşivi: polis

Hiçbir baskı, korkutamaz anneleri…

 

 

 

Alper Turgut

 

Adını koymalı artık, pek mühim kâğıt mevzusu, her türlü yayımcılığın sonunu, çok da uzak olmayan bir tarihte getirecek, acı ama gerçek, bu besbelli. Zamlar, kampanyalar, her türlü çabalar, ancak bir nebze ötelemeye yarar, o kadar. Kapatmalar, işten çıkartmalar deseniz, bu acıklı öykünün, gerçeklikle buluşma süreci, malum başladı zaten… Sadede gelirsek şayet; Okumayı hiç sevmeyen, hatta harbi harbi bu güzelim uğraştan nefret eden, ancak bilmediği konularda dahi bilgiçlik taslamayı çok seven sayın halkımızın bu umurunda olur mu? Asıl yara da burada ha, hep kanayan, asla kabul bağlamayan… Olmaz canım gardaşlarım, olmaz, “naber lan entellllllllll?” zihniyetinden, “vay inek, vayyyy!” söyleminden, en ufak bir sekme olmaz.

Şimdi doğruya doğru, ülkemizde kültür ve sanat, hayli zamandır can çekişiyordu, yeni nesil bomboş kitapları, bırakın okunmayı, kabına bakmaktan üşeniyordu çoğu insan, yalana gerek yok, içerik tam tekmil geberik idi, artık o bitmişliğin, tükenmişliğin bile arar olunacağı zaman dilimine giriyoruz sanki. Veya illaki. Bakınız; Ajans Press’in OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) verilerinden yola çıkarak derlediği araştırmada: Türkiye’de en üst sosyoekonomik dilimde yer alan hanelerde, ortalama kitap sayısı 179 olarak belirlenmiş. Koca Avrupa kıtasında, sadece Hırvatistan’ı geçebilmişiz, birinci sırada Lüksemburg var, ev başına 423 kitapla… En üst sosyoekonomik kesim bu haldeyse eğer, diğerlerinin hali duman, vay aman! Ders kitapları hariç, kitap görmeyen evler var, şiirden, romandan muaf! Övünmek gibi olmasın, senelerdir saymadım, lakin en son 1500’ü aşmıştı evdeki kitap sayısı, hatta taşınırken, taşıma şirketi çalışanları, tuğla kalınlığındaki eserlerin karşısında, bu ne yaman ağırlık diye, sahte sahte ağlaşmıştı. Kendimi ayıplıyorum, şampiyon Lüksemburg’a üç tur fark attığım yetmezmiş gibi, memleketimin en üst sosyoekonomik sınıfıyla alakam dahi olmamasına karşın fersah fersah geçtiğim için, kısmen mağduriyet yarattığım için, kusuruma bakmayın a dostlar!

Kuşkusuz her alanda büyük sorunlar, ziyadesiyle mevcut, lakin inşaat sektörünün durumu, harbiden önemli, çünkü iktidarın, bitmeyen, tükenmeyen beton aşkı için resmen gözünü kararttığı, en çok koruyup kolladığı o şirketler ve patronlarıydı. Hristiyan yurttaşlarımızın zanaatkârlığı, Karadenizli işadamlarının müteahhitlik merakıyla yer değiştirdiğinde, bina diye ortaya çıkan şeylerin toplamı; çirkinlik, vasatlık ve karmaşa olmuştu. Kilim desenli fantastik bozukluk, eğri büğrü işçilik, deniz kumuyla destekli, çökmeye meyilli konutlar, boyayı unutan, salt alçılı yapılar, hatta kiremitler ve tuğla kâfi diyen ve işi o noktada bitiren tuhaf evler kapladı, istisnasız hemen her yanı… Yeni nesil inşaatçılık, bu bariz kitsch (tam karşılığı yok bu meretin) durumu, uzun upuzun apartmanlar yaratarak çözmeye çabaladı, insanları kümes boyutundaki evlere tıkarak, bu vicdansız sıkışıklığa milyon dolar fiyatlar biçerek… Sonra ne oldu? Haliyle ederinden fazla olan şey, ellerinde patladı, parayı, betona gömme modası tutmadı. Hayret kere hayret, bu önemli meseleyi, hala meşhur papaza bağlamadılar. Zevksizlik, estetiksizlik, gereksizlik, bizim değil, papazın eseridir demediler. Vah!

Beton manyaklığını anmışken, AVM’leri (alışveriş merkezi) hatırlamamak bize yakışmaz. Memlekette neredeyse birbirinin benzeri, tam 411 AVM varmış, bu çılgınlık yeterli gelmemiş olsa gerek, 2021 sonuna dek, 43 AVM daha katılacakmış aralarına, toplamda 454 rakamına ulaşılacakmış. İktidarın, 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinde, Türkiye’yi toptan AVM’ye çevirmek varsa, sanırım kimse şaşırmayacaktır. Hayır, zamlar üst üste geliyor, 2019 Ocak ayı itibarıyla, zam delisi olacağımız konuşuluyor, gezmek, yazın serinlemek, kışın ısınmak, bunlar tamam, peki, alışveriş meselesi ne olacak? Hah! İşte orası gerçekten muğlak…

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin 700. haftası için, Galatasaray Meydanı’ndaydım. Kayıp yakınları, oturma eyleminin öncesinde gözaltına alınmıştı, desteğe gelenler ise gaz bulutuyla karşılandı, devlet tarafından… Sivil itaatsizlik suç değildi, evlatlarını aramak meşru idi, ancak analar, yine ve yeniden, resmi inadın gadrine uğradı, canları yandı. Bu en uzun soluklu eylemlilik halini, ta en başından beri takip eden biri olarak, şunu söyleyebilirim, anaları, zulümle, baskıyla ve şiddetle evlerine kapatamazsınız, gözaltında kaybedilen yavrularını aramak, kaybedenlerden hesap sormaktan alıkoyamazsınız. Nereden mi biliyorum? 170. Hafta ile 200. Hafta arasında, yani tam 30 hafta boyunca, kapatılan alana ulaşmak için her türlü baskıya göğüs gerdiler, çünkü oradaydım, yanlarındaydım, gördüm, bildim, hissettim, anladım, onlar bu davaya baş koymuşlar, çocuklarının yoluna adanmışlar. Bundan kuşkunuz asla olmasın, asla! Sonra bu 30 acılı, sancılı, yankılı haftanın sonunda, eylemlerine ara vermişlerdi kayıp yakınları, korktuklarından değil ha, desteğe gelen delikanlıların, genç kızların da benzer akıbete uğramalarından çekindiler. Ve bir süre geçti ve onlar, kendileriyle özdeşleşen alanlarına geri döndüler. Özetle; biz bunları yaşadık, malum iktidar partisi, daha ortada yoktu, derin devletin icraatları, tam gaz devam ediyordu. Şimdi bambaşka sonuçlar mı olacak sandınız? Kazanan yine haklılık ve meşruiyet olacak, şüphemiz yok! Çünkü analar bu yoldan dönerlerse, gelecek kuşaklar, kayıp evlatları unutacak, belki de yeni evlatlar kaybolacak. Buna müsaade etmeyecekler, buna izin vermeyecekler.

İşte geçen Cumartesi, İstiklal Caddesi’nde bangır bangır Ahmet Kaya’nın “Beni Bul Anne!” şarkısının bir başka versiyonu çalarken, resmi kıyafetli, hafif şişman, boylu poslu, külhanbeyi gibi kasılarak yürüyen çevik kuvvet amiri, peşindeki polis memurlarına, açık ve kapalı alandaki her insanı hedef göstererek, “sık, sıkkkkk, sıkınnnnnnn” diye emirler yağdırıyordu. Sonra o talimat verdikçe, gaz deneyinin mağdurlarına dönüştük, çay içerken de sıktılar, su içerken de, yürürken de, otururken de, elde karanfil gezerken de, ayaklara sıkınca, tabanlar yandıkça yandı, akşamında sağ gözümün altı davul gibi şişti, neyse sağlık olsun! Bu yazı sırasında, Taksim ve çevresini, güvenlik kordonuna alınmaya başlamıştı çoktan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun söylemi, gidişatı açık etmişti zaten, ne diyelim, zorlu yolu seçtiler, anaları ve onların büyük azmini hesaba katmayarak, elbette…

 

Fotoğraf: Vedat Arık

Yepyeni bir hayat gelir…

 

 

ALPER TURGUT

 

Hangi 1 Mayıs idi hatırlamıyorum, aynasızların klasik ritüeli gerçekleşmiş, gözaltına alınmışız, işte ite kaka belediye otobüsüne doldurdular hepimizi, daha durun gazeteciyim bile diyemeden… Soruyor amir tek tek, işçi misin, delikanlı yanıtlıyor, öğrenim emekçisiyim, polis, ne işin var lan işçi eyleminde diyor ve bizim ateş gözlü genç tokadı yiyor. Yumruklar sımsıkı, sloganlar peş peşe, yine de sırayla tokatlıyor amir, harbi harbi keyfi yerinde, had bildiriyor kendince, pis bir sırıtış da yerleşmiş, tıraşlı yüzüne. İlkokuldan beri kaderim sanki, yine son sıradayım, pardon koltuktayım, bana gelene dek üç işsiz, yirmi küsur da öğrenci çıktı, işçi ve memur yok. Uyanıklar, kendilerince ‘radikal unsur’ları, olağan şüphelileri, potansiyel tipleri toplamışlar. Bana da sordu, işçi misin, basın emekçisiyim dedim. Pis sırıtışı gitti, eli havada kaldı, gözleri büyüdü, ne işin var burada senin dedi. Bak kurnaza bak, ya gözaltı otobüsü vazgeçilmezim, ya da geçiyordum uğradım. Senin emrinle tıkıştık buraya dedim, kontrol ve arama noktasını bile geçmemişken, genç arkadaşlarla birlikte. Kabul etmedi haliyle dayakçı hınzır, sonra emir verdi, beni indirdiler, bakakaldım otobüsün ardından. İstanbul’da, Taksim, Pendik, Şişli, Kadıköy, gezmediğimiz alan kalmadı sanıyordum, Bakırköy de varmış sırada, devletin hizmette sınırı yok, emekçiler tavaf ediyor, resmen kavganın başkentini…

 

Elbette benim için 1 Mayıs 2007’nin hatırası bambaşka, Beşiktaş’tan, Taksim’e çıkmaya çabalarken, onlarca polis, pert etti beni. Sadece kadın gazeteciler vardı yanımda, koruma kalkanına aldılar beni, beş santimden sıkmışlar biber gazını, gözler iptal, lakin ağzım açık, ediyorum bildiğim tüm küfürleri, sırayla gelin ulan diye haykırıyorum, arkadaşlar ağzımı kapatmaya uğraşıyor. Görebilsem dövüşeceğim de, deli gibi yakıyor meret, gözümü açmaya çabaladıkça, şimşekler çakıyor. Nereden estiyse kör karateci filmleri geliyor aklıma, sese göre hareket edebilsem, resmen zevk için, şimdi başkalarının canını yakmaya gidenleri engelleyebilsem. Film gibi değil işte hayat, gerçek acımasız, gerçek zalim. Oysa devletin verdiği sarı basın kartını da göstermiştim, gazeteci olduğumu da biliyorlardı, ancak tek, üç, beş fark etmiyor, bırakın toplanmaya izin vermeyi, durmayı, yürümeyi, saklanmayı, orada olmayı da engellemeye çabalıyorlar çılgınlar gibi… Nasıl bir emir aldılarsa artık, polis olmayan herkesi, itinayla dövüyorlar, genç, yaşlı, kadın, erkek, gelişi güzel darp ediliyor, üstelik gözaltı yok, araç da, amaç da tam tekmil yasadışı…

 

Seke seke de olsa Taksim’e çıkıyorum, sonrasında ver elini hastane, hakkımı aramaya kararlıyım. Rapor alıyorum, dava açıyorum. Birçok insan, bazıları da meslektaş, bundan bir şey çıkmaz, boş ver gitsin diyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Soruşturma Bürosu, onları destekler gibi, takipsizlik kararı veriyor. Avukatım Tora Pekin ile kararlıyız, bu kez İçişleri Bakanlığı’na dava açıyoruz. Ve mahkeme, emsal bir karar veriyor, polis, suç işlemiştir diyor ve bakanlığa bin lira manevi tazminat ödetiyor. Sonra dönemin valisi Muammer Güler’e, gazetecilerin yediği dayağın sorumlusu sensin, emri de sen verdin diyorum, neyse işte önümüze yatmıyor, en nihayetinde.

 

Åžimdi düşünüyorum, Sergey AyzenÅŸtayn ustanın çektiÄŸi, ilk işçi filmi diyebileceÄŸimiz Grev (Stachka -1925),  Charlie Chaplin abimizin yönettiÄŸi Modern Zamanlar (1936), Emile Zola’nın güzelim romanından pek çok kez uyarlanmış Germinal ve ardından dünyanın her köşesinden çekilen işçi filmleri varken, emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele gününü bile kıyımlara uÄŸratmış memleketimizde durum nedir? İşte aklıma sansüre uÄŸramış, gösterimi engellenmiÅŸ “Karanlıkta Uyananlar” (Ertem Göreç – 1964) geliyor, birkaç da emek/emekçi sineması adına deneme, o kadar. Bu coÄŸrafyanın, darbeden sonra mutsuzluÄŸa, umutsuzluÄŸa kapılmış bireylerinin bıktırıcı öykülerinden yola çıkan yapımları var tonla, lakin bir 1 Mayıs filmi yok arkadaÅŸ, güldürmeyen ÅŸaka gibi harbiden. Peki, niye? Çünkü teslimiyet iÅŸleniyor, mücadele azmi törpüleniyor, kapitalizmin tek gelin çaÄŸrısına kulak kabartılıyor, oysa sakallı abilerimiz, “Bütün ülkelerin işçileri, birleÅŸin!” demiÅŸlerdi, ta fi tarihinde… Öyle ya, birleÅŸmek fikri dahi korkutuyor iktidarları, kolektif bilinç, paylaÅŸma, üretimden gelen güç, aman ha, sonra ahali isyan filan eder, maazallah!

 

Hem 1 Mayıs Marşı’nda geçer ya; “Vermeyin insana izin kanması ve susması için, hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin, bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler” diye. Susmak alınyazısı, kanmak mukadderat haliyle, zaten laiklik tartışması da bunun için değil mi? Biz iyi ki laikiz diyor biri, çok şükür laik değiliz diyor diğeri. Yahu arkadaş, insan laik olabilir mi, devlet misiniz siz? Olabilirler aslında, devlet babaya o denli anlam yüklersen, devletin çocuğuna da dönüşürsün zamanla. İnsanlarımız daha ne olduklarının ve olamadıklarının farkında değiller, şuursuzluk diye bir iksir bulundu belki de, henüz haberimiz yok, o apayrı.

 

1 Mayıs Marşı’nda en sevdiğim bölümdür; yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde… Al işte Yeni Türkiye diye atlamayın hemen, bu güzel yarınlara dair, başka bir dünya mümkün diyenlere ait. Hah! Eski ve Yeni Türkiye dışında, üçüncü bir yol sunuyorsanız, amenna.

 

Laiklik, dindarlık, ateistlik, diyalektik materyalizm, sekülerizm, emek, emekçi, işçi ve 1 Mayıs’ı nasıl karıştırdın şimdi birbirlerine derseniz şayet, sizleri Silezyalı Dokumacılar’ın türküsüne alalım ve yazıyı bağlayalım. “Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya, soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak, yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna, koymadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!” diyor türküde, bununla da kalmıyor, emekçiler, krala da, zengine de, anayurda da, veryansın ediyorlar. Almanya’ya kefen dikiyorlar, ilmek ilmek, diş bileyerek, inleyen tezgâhlarda, mekikleri savrula savrula… Biz ise patates fiyatları düştü diye, ürünlerini yola döken Adanalı çiftçileri, cumhurbaşkanına hakaretten gözaltına alıyoruz. Fikre, söze tahammülümüz yok ki, ileriye ve geleceğe gidebilelim, geri vitese takılı kaldık, işte bundan dolayı, mevzumuz hep anarya.

Taraf olan, ‘makul’ olamaz!

 

 

 

Alper TURGUT

 

Klişe bir ifadeyle, ‘Olağan Şüpheliler’ devrine yine dönüyoruz, canım memlekette… Avrupa tipi ‘Somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’, Amerikan işi ‘makul şüphe’ ile yer değiştirmek üzere… Güzelim ileri demokrasimiz, nedense hep geriye gidiyor. Adana’da biz buna ‘anarya’ deriz, yani ‘geri vites’…Ülkemizin en karanlık çağına, 1990’lara dönme kararlığı, canımızı sıkıyor, unutmak istediğimiz anılar sökün ediyor, koptu geliyor. Yeni Türkiye, korku toplumunun yeniden inşası demekti, bunu gördük, hissettik, tepki gösterdik, lakin meramımızı anlatamadık. Gözaltında kayıplar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, suikastlar ikliminde, gazetecilik yapmaya çalıştım, iyi bilirim makul şüpheyi, iyi bilirim ötekileştirme öykülerini, mutsuzluğun resmini, iyi bilirim, gencecik ölümlere, avuçları patlayıncaya dek alkış tutanları… Taraf olan, makul olmaz, olamaz, derdimiz ve meselemiz bu, ama yüreklerin kulakları sağır, dinletemedik.

 

Potansiyel şüpheliler dönemine dair; ne çok gerçek yaşanmışlıklar var, misal haki gömleğim, postallarım yüzünden, kaç kez polis tarafından çevrildim saymadım. Duvara dayanma, aranma, GBT (genel bilgi toplama) manyağı olma, biricik ülke gerçeği gibiydi, itiraz etmek nafileydi. Ha! Ediyorduk elbette, sonrası itiş kakış, bağırış çağırış… Yıllarca meydanlarda, gösteriyi takip edeyim, aman gözaltına alınmayayım, haberi gazeteye yetiştireyim derken, resmi cop, tekme, yumruk, gelip beni buluyordu. Mıknatıs gibi çekiyordum, namerdim, bir gün dayanamadım, yeter ulan, yeter dedim, derdiniz ne benimle? Tabi anında ortalık karışıverdi. Polis şefi, bir yandan beni sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da, kızıl atkın arkadaş, kızıl atkın yüzünden diyordu. Polis mi bunlar, yoksa boğa mı, sadece kırmızının peşine düşsünler dedim, izbandut gibi bir sivil aynasız, eksik dişlerini göstere göstere güldü, gominist rengi bu, bizimkiler dayanamaz! Tek kırmızı mı, ne gezer? Polisler o vakitler, mavi ve lacivert ağırlıklı giyinmiyorlar, resmi kıyafetleri yeşil tonunda, gelmişler benim yeşilime kafayı takmışlar, makul şüpheli renkler aşkına!

 

Benim saçlar, 90’ların ilk yarısında uzun, fazla dalgalı olduğu için, atkuyruğu da yapıyorum, eylemlerde, çekiştiriyorlar, şüpheli saçımı, bari kökü bende kalsın diyorum, kusura bakma, elim değmiş diyor, pişkin pişkin. Neyse, bakımı da zor meretin diyorum ve bir gün saçımı kestiriyorum, ertesi günü hiç unutamam. Sultanahmet Meydanı’ndaki bir banka oturmuş, eylem saatini bekliyorum, terörle mücadele şubesinin bildik sesler çıkartan, zırhlı, yazın kapılarını açarak gezdikleri üç Toros’u, tam önüme park etti. İndiler arabalarından, yanıma geldiler, 10 tane sarkık bıyıklı sivil polis, hayırdır, eylemci bulamadınız, beni mi almaya geldiniz dedim, yok, dediler, ıkına sıkına ağızlarında bir şeyler gevelediler. Anlatsanıza meramınızı dedim, sizin hayırlı bir şey söyleyeceğiniz yok, ama yine de söyleyin. En kıdemlisi nihayet konuştu; saçların çok güzel olmuş, kısa saç sana çok yakışmış. Gülmekten, banktan düşüyordum. Öyle işte…

 

O denli çok örnek var ki, yazmaya yerimiz yetmez, takım elbiseli ile spor giyineni bile sınıflandıran, insanları doğdukları kente göre ayıran, kuşkulu şahıs diye, göz kararı adam alan bir memleket burası, asker beresi ile polis kasketi arasında da, pek bir fark yok aslında… Ya cuntanın zalimliği, ya da polis devletinin gaddarlığı, seçeneklerimiz yalnızca bunlar, hepimize dayatılan bu, kendi insanına layık gördüğü bu, tam olarak bu… Ötesinde devletin resmi zulmü, otorite sevdalısı, despotizm yanlısı sivillerle ne de güzel kaynaşıyor. İşte bu yüzden, demokrasi, özgürlük, adalet ve eşitlik, hep kavram olarak kalıyor, hayat bulamıyor. Her iktidar, paranoyaktır, koltuğunu kaybetmekten, gücünü yitirmekten ölesiye korkar. Düşman yoksa, düşman yaratır, şaibe yoksa, şaibeli üretir, Elbette, ürken çekinen, boyun eğen, tepki vermeyen bir toplum ister. İtiraz eden, tepki koyan, dik duran mı var, hemen özgürlük ve yaşam alanlarını daraltır, TOMA’ların sayısını artırır, şiddetini çoğaltır, insanı doğduğuna doğacağına pişman etmeye çalışır. Evet, devlet ve devletin resmi gücü, suçluyu değil, makul şüpheliyi suçlayacak artık, zaten onların her zaman bir adı vardı, azınlıklar, öğrenciler, devrimciler, muhalifler, vesaire vesaire…

 

19 Ekim 2014 / Evrensel

Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye?

 

 

ALPER TURGUT

 

“Sen Aydınlatırsın Geceyi”, nihayet dört kopyayla da olsa, gösterime girdi. İstanbul Film Festivali’nde seyretmiÅŸtim, çıkınca bir sigara yakmıştım, iÅŸte sinema böyle bir ÅŸey demiÅŸtim, hatta bıraktığı etki bozulmasın, bu tat hemen kaçmasın diye, sonraki İran filmini de izlememiÅŸtim. Fantastik bolca, absürt gırla, arada müzik klipleri gibi sahneler, elbette kliÅŸeler, uçuk kaçık tipler, ardı ardına göndermeler, hani desen toplamından bir film çıkar mı? Çıkar canım kardeÅŸim, güzelim bir siyah-beyaz taÅŸra masalı çıkar. 2013 neredeyse bitecek, bu yıl izlediÄŸim en iyi yerli iÅŸi yapım bu, seyretmeyen kalmasın derim.

 

Onur Ünlü’nün yazdığı ve yönettiÄŸi bir önceki filmi Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ne dair; “TV dizilerini es geçersek “Polis”, “Çocuk”, “Güneş’in OÄŸlu” ve “BeÅŸ Åžehir” ile minimal heveslisi, gözyaşı giÅŸecisi yönetmenlerden farklı bir güzergâh izleyen, Japon sinema devi, güzel abi Takeshi Kitono’dan yer yer esinlenen, arabesk ile kara mizahı harmanlayan, absürtten de ÅŸaÅŸmayan Onur Ünlü’nün senaristliÄŸini yaptığı “Acı AÅŸk”ı beÄŸenmiÅŸtim, yalan yok. Ancak Celal Tan’ı tüm filmlerinden daha çok sevdim. Esinlenmelerden sıyrılarak kendi sinemasını bulduÄŸunu, özgünlük ve yetkinlik sürecine girdiÄŸini söyleyebilirim, haksız da sayılmam.Elbette Celal Tan’a da eleÅŸtirilerim var. Beyazperdeden ziyade TV’ye daha yakın olması gibi, akışı ve bütünü bozan fazlalık sahneleri gibi…” demiÅŸtim. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminin, hayli sevdiÄŸim Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ni fersah fersah aÅŸacağını tahmin etmemiÅŸtim. Åžimdi kesinlikle eminim, Onur’un çektiÄŸi tüm filmler bir yana, Sen Aydınlatırsın Geceyi, diÄŸer yana diyorum. Haydi bunu yayalım, kesin bilgi!

 

Resmen ustalık eseri bu film, anlamamakta ısrar edenler için tekrar tekrar söylüyorum; fantastik, absürt ve kara mizah fukarası memleketimiz sinemasında, salt Tarkovski çakması filmler deÄŸil, olabildiÄŸince tuhaf, ruhuyla, kurgusuyla, temposuyla, senaryosuyla, özgün filmler de yer alsın. Tür filmlerimiz olsun, bilimkurgu yapıtları olsun, polisiyeler olsun. Güney Kore’den, Hindistan’dan tutmuÅŸ iÅŸleri, yeniden beyazperdeye yansıtmak haliyle kolay, kendi öykülerimiz, kendi deliliklerimiz, kendi felsefemiz olsun, buna harbiden ihtiyaç var.

 

Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde, aÅŸk, ÅŸiddet, dram, komedi iç içe geçmiÅŸ durumda, ÅŸiddet var, kan var, gözyaşı var, lakin Tarantino sinemasında ÅŸiddet göze batmaz, üstünde fazla durulmaz, öyküye, tiplere, iyiler ve kötülere odaklanır insan, hah! Burada da mevzu, aynı… Halüsinasyon etkisi yaratan, yine de inandırıcılık eksenini bozmayan bir yapıt bu, taÅŸradaki sıkılmışlık, dramla aşılacak deÄŸil ya, sıkıntı sıkıntıyı doÄŸurur öyle, bu yüzden geyik de ÅŸart, felsefe de…Hem darlanmak da zaten bir tür kara mizahtır, Ne anlatıyorum ben? Evet, kiminiz anladı, kiminiz kavrayamadı. Bu filmde böyle bir ÅŸey, seveni kadar, sevmeyeni de olacak, olmalı…

 

Dev adam, görünmeyen adam, kan aÄŸlayan adam, ölmeyen adam, eliyle kurÅŸun atan adam, tüm bu adamlar ne yaparsa yapsınlar, hangi süper güçle donatılmış olurlarsa olsunlar, kadınlarla ve aÅŸkla baÅŸa çıkamazlar. Kadının zekası yetiyor, erkeÄŸin bırakın kaba gücünü, süper gücü olsa ne yazar? Hiç! Filme cuk oturan ÅŸarkıda olduÄŸu gibi “Gülmek için yaratılmış gözlerde yaÅŸlar niye, sevmek için yaratılmış kalpler hep bomboÅŸ niye?” AÅŸka yalan diyenler, eninde sonunda yanılıyorlar iÅŸte, çünkü “sevmek acı, gerçek acı, benzer birbirine…”

 

Aman gaz’a gelmeyin!

Bu memlekette gazeteci olacaksın ve biber gazıyla ilk kez Kadıköy’deki ÅŸampiyonluk maçında tanıştığını yazacaksın. Halktan, sokaktan, yaÅŸamdan bu denli kopuksan, süslü cümlelerle haberler yazsan veya bir gazetede köşe kapmış olsan ne fayda. Eskiden daha çok meydanlarda, ara ve arka sokaklarda, okullarda, mezarlıklarda protestolara, eylemlere gazla müdahale eden polis, ÅŸimdi iÅŸi büyüttü, stadyumlara ve binalara da taşıdı. Yoldan geçenler, sokaktaki hayvanlar, evinde oturanlar, parkta oynayan çocuklar, herkes bir gaz bulutunun içerisinde kaldı, kalıyor, kalacak. Üç, beÅŸ kiÅŸiyi yan yana yürürken görseler gaz atacaklar, hani neredeyse… Gaz atıyorlar diye haklarında soruÅŸturma da açılmıyor, ceza da almıyorlar. Hatta herkes birbirine düşman olmuÅŸ, ötekine saldırınca polis, diÄŸeri veriyor gazı, haydi! diyerek…

Uzun yıllar kendi tabirimle toplumsal olaylar muhabirliÄŸi yaptım, kızıl bir atkım vardı en baÅŸta, haki gömleÄŸim ve elbette postallarım, dal gibi bir delikanlıydım, kavak yelleri tepemde, korkmaz, asla umursamaz. Yanlış anlaşılma olmasın, sadece habere aşıktım, hah bir de güzel yarınlara… Akranım olan, yürekleri en solda atan meslektaÅŸlarımla, her an tehlike altındaydık, biz bir avuçtuk, konuÅŸmadan da anlaÅŸabilirdik. Birbirimizi kollardık sürekli, polis kapmasın diye…

Polisler beni her gördüğünde (özellikle sivil polisler) önce bir kaÅŸlarını çatar, sonra tehditkar bir ÅŸekilde kafalarını sallarlardı. Ben de omuz silkerdim, sarkık bıyıklılardan dost olmazdı en nihayetinde, bilirdik düşman olmasını da… Onların silahı vardı, benim de kalemim. Ama en çok fotoÄŸraf makinesinden korkarlardı, ödleri kopardı fotoÄŸrafları gazeteye basılacak diye… Anaların kucağından çocukları al, yere at ve sonra tekmele… Sonra fotoÄŸraf çekilecek diye ürk, ardından hakaret et, küfür et, saldır, vur, kır… Hemen hemen her iÅŸ günü böyle harala gürele geçiyordu. Beyazıt’ta, Taksim’de, Kadıköy’de, Sarıgazi’de aklınıza artık neresi geliyorsa, nerede bir olay, biz oradaydık. İzleyerek, anlamaya çabalayarak, hatta hissederek ve bazen el yordamıyla, bazen senden usta olanı takip ederek yetiÅŸiyordun, öğreniyordun çatışmaların ortasında hayatta kalmayı, taÅŸ yaÄŸmuruna yakalanmamayı…

Günde iki kez coplandığımız günleri hatırlarım, ÅŸaka deÄŸil… Sanki tenimiz demirden, olmayan bir kalkan ile korunuyoruz, yaramız beremiz çok ancak yine de ayaktayız. Jandarma olsun polis olsun, her an saldırmaya hazır, tahta cop ile lastik cop arasındaki farkı biliyoruz, biri yaralar diÄŸeri yakar, kışın coplanmak iyidir, üstün kalın, yazın tişörtleysen copun tadı daha bir acı olur. Kızarır önce bedeninde denk gelen yerin, sonra morarır, sararır, renkten renge girer derin… Kalas en fenası, jandarma kullanırdı, Allah Allah diye hücum ederken… Aman diyorum kimseye önermem. Öfkeli grupları saymadım bile, İstanbul Üniversitesi’nin Merkez Kampus’unde kılıçla, baltayla az kovalanmadım.
Taktik ÅŸudur, ya duvara, ya da park halindeki bir araca sırtını daya ve yere düşmemeye çabala, manuel makineler ağırdır, savur dur, yaklaÅŸana tekmeyi bas, sinersen, daha ÅŸiddetli gelirler. Arada bağır çağır, haykır ki, meslektaÅŸların nerede olduÄŸunu kavrasın o hengamede, yere düşersen iyi kapan, kafanı koru öncelikle… Tazyikli su var daha, bir ara boyalı su da sıkmışlardı, icat tükenmez kolluk kuvvetlerinde…

İşte o yıllarda, gaz bombası pek kullanılmazdı, çok nadir, sonra bir baÅŸladılar, cop, tazyikli su hepsi palavra oldu. Gazı yiyince beden, istemsiz hareketler sergiliyor, kafası kesilmiÅŸ tavuklar gibi oradan oraya koÅŸturuyorsun. Kaç kez gaz yedim, saymadım. Belki onlarca, belki daha da çok. Taksim’de bir dükkana sığınmıştım, içeri attılar, hah öldüm dedim, ciÄŸerim çıktı sandım aÄŸzımdan… Bir kere bir çıkmaz sokakta onlarca gaz bombası atıldı üstümüze, kısa süreli bir baygınlık geçirmiÅŸim, gözümü açtığımda polisler ve göstericiler de yerdeydi, benimle aynı durumda doÄŸrulmaya çabalıyorlardı. Yine 1 Mayıs günü, dolamışım yedek tişörtü yüzüme, ayaklarımın dibine düşen gaz bombalarını tekmeliyorum, uzaklaÅŸsınlar diye, baktım olacak gibi deÄŸil, ben uzaklaÅŸtım can havliyle, deli gibi yanarken içim, yüreÄŸim gümbür gümbürdü…

Sonra İşte 1 Mayıs 2007 günü, beni resmen pert etti polisler, gazeteciyim dememe, sarı basın kartımı göstermeme karşın harbi harbi saÄŸlam dayak yedim, aÄŸzıma sıktılar, gözüme sıktılar gazı… AyaÄŸa kalktım küfrederek saldıracak polis arıyorum, nereye gözler tamamen kapalı, arkadaÅŸlarım güçlükle tutuyor ayakta beni… Yüzüme suyla yıkayayım dedim, daha da yandım. Sırt çantalarıyla gençler geldi bir ara, onlar tedarikli, limon verdiler, sirke verdiler, bir saat kadar sonra gözlerimi açabildim. Neyse doktora rapor almaya gittim, suç duyurusunda bulundum. Ama asıl facia gece geldi, uyuyamıyorum, bedenim yanıyor, çırılçıplak dolaşıyorum evde, buz gibi suyun altına giriyorum fayda etmiyor. Hayır ateÅŸim yok, içten gelen soÄŸuk bir ateÅŸ bu, biber yakıyor vücudumu, dayanılır gibi deÄŸil. Sonra gece nöbetçi eczane buldum, mucizenin adını hiç unutmadım. Stilex jel, nasıl geçirdi yangını, anlatamam. Aklınızda bulunsun.

Meramım şudur; Fenerliyi, işçiyi, öğrenciyi suçlamadan önce, aklına estikçe, canı sıkıldıkça açık, kapalı her alanda bol keseden biber gazını kullanan güvenlik güçlerinin tutumunu kınayın. Çünkü karşı çıkmazsan senin de başına gelecek, stokları sağlam ve onlar gaz bombaları ve biber gazlarıyla oynamayı gerçekten çok seviyor.