Etiket arşivi: nuri bilge ceylan

Bağımsızlık, özgürlükle güzeldir

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Güzelim hayat, sen resmen mucizesin, bilmiş ol! Memlekette ne kadar varsa gamsız, bir anda oldu mu sana bağımsız, kocaman bir şaka gibi! Artık dönüş hızlarına, Usain Bolt bile yetişemez oldu, depara kalkıyorlar, süratlerini arttırıyorlar, yine ve yeniden kendilerini aşıyorlar. Hani eski bir çizgi filmde vardı; “Hooop Hooop, değiş tonton” derlerdi, o hesap!
Anti-emperyalist ve anti-kapitalist ruhu, ABD üretimi akıllı telefonları kırmakla yakalamaya çalışmak, elbette şaşkın ve komik bir hale düşürse de ahaliyi, bu yeni eylemlilik hali, Çinli yerine Koreli dövmek, portakal bıçaklamak, turp ısırmak gibi geniş bir tuhaflıklar yelpazesinde, pek de sırıtmıyor hani. Ayrıca onlar, gariplikler evresinde, hayli üst modelimiz olsa da, hepimizi zehirleyen, adeta bağımlılara çeviren ve adına teknoloji denilen hınzır, bizimle çoktandır dalgasını geçiyor, sosyal medyada yaşamamızla, hunharca eğleniyor, lakin orası farklı bir mecra…

Hah! Tam ABD’yi protesto ederken, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı, Oscar aday adayı oldu, iyi mi? Hayli ikircikli ve irkiltici bir durum bu, şimdi meşhur Akademiyi de mi kınasak, yoksa sistemi yücelten, ülkesinin çıkarlarını gözeten Hollywood’un arka bahçesini, güzelce sulasak mı, harbiden bilemedim. Veya geçen sene sıradan Amerikalıların, oldukça beğeneceği Ayla adlı yapım bile yarışa sokulmadı, bu bize özgü diyaloglarla süresi köpürtülen filmin hiç şansı yok gardaşım diyerek, ortalığı velveleyi mi versek? Dengeleri gözetip, öyle karar verelim, baksanıza dün düşman olduklarımız bugün dost, dostluk kurduklarımız ise hasım oldu, bu suni med-cezir ortamında, her şey mümkün! “Yılın en yakışıklısı” gibi çakma Oscar heykelcikleri (ben de bile var, gülünç elbette), hediye ediyor birbirine insanlar, şimdi gerilim tırmanmayı sürdürürse, o heykelciklerin akıbetini düşünemedim bile, vah zavallılar!

ABD’nin troll başkanı Donald Trump’ın, kafasına estikçe bol bol tivik atarak, dünyaya ayar çekmesi, kâh sulandırıp, kâh germesinin, mizah ile izah edilecek bir hali kalmadı. Kırılgan ekonomiler, kapitalist ve acımasız bir patronun oyuncağı mıdır? Milyonlarca fakiri, dar gelirliyi perişan edecek, açlık sınırına sürükleyecek bu saçmalık, kendine insanım diyen herkesin kanına dokunmuyor mu? İktidar partisinin ve muktedirin, senelerdir süren bariz hataları, bizi bu kaygan zemine bıraktı, elbette. Bundan tarafsız olan hiç kimsenin kuşkusu, zaten yoktur. Aynı gemideyiz zihniyeti, işler iyiyken bizi, asla almıyor gemiye, durum kötüleşince, hop oturtuyor güverteye… Tüm bu malum gerçeklere rağmen, Amerikan emperyalizminin dayatmalarına, ay bize eğlence çıktı tepkisi vereceklerden de değiliz! Bağımsızlık bizim en büyük yaşam gerekçemiz, özgürlükler kadar!

Hep fabrikalar ve tarlalar derken solcular, bunu ucuz slogan olarak gören muhafazakâr ve sağ çoğunluk, satmak odaklı esnaf kafasından bir türlü sıyrılamadı, tüketiciyi yerli-yabancı ürünlerle tıka basa besleyip, perişan haldeki üreticiyi ıskalamanın büyük bedelini görmedi, göremedi. Yol, köprü, tünel yapmak, hayvancılığı ve tarımı, dışa bağımlı hale getirmek (anti-yerli ve anti-milli), ekonomiyi, salt borsa, finans, bankacılık olarak görmek, sabah ve akşam, TV’de dizi izler gibi, kur dalgalanışını seyreyleyen canlılara çevirdi hepimizi… Dolarım yok, bunlardan bana ne diyen tipleri bile şahit oldu bu kulaklar, ne desek boş, bazılarına… Hayatın ağırlığını, kâğıtlar belirliyor işte, varsa dert, yoksa daha büyük dert!

İktidar, yarattığı krizlerde bile oy potansiyelini korur ve hatta artırırken, kendisine muhalefet partisi diyen oluşumların, mevcut koşullara karşın, oy kaybetmesinin sebebini, nasıl açıklayacağız? Samimiyet ve dürüstlük konusunda değer ve önem kaybı yaşadıkları ortada, suskunluk zaten gırla, çözüm üretmek deseniz, masal bile daha gerçekçi olur. Hep söyledim, söylüyorum, bizim derdimiz, muhalefettir, iktidardan daha önce ve daha çok. Bazen nereye düştük biz böyle derken yakalıyorsanız kendinizi, bu garabetin farkındaysanız, ummadığınız yerden sürekli örseleniyorsanız, artık silkelenmenin, kendine gelmenin, yeni ve güçlü bir muhalefeti inşa etmenin zamanı gelmemiş midir? Dışa bağımlı olan ve kendini solcu sanan ibişleri, mümkünse artık yüceltmeyelim, bizim dışa bağımlı olduğumuz tek kesim, tüm dünyanın emekçileridir, onların devletleri ve karmakarışık teşekkülleri değil! Yok öyle bir şey demeyin sakın bana, inanmam!

Bu zor günlerde, sadece ve sadece Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin, değerleri ve önemleri, son süreçte, daha anlaşılır olduğu için mutluyum, onlar gerçek yerliydi, gerçek milliydi, üstelik enternasyonaldiler, yarattıkları gelenekten sapanların hali ortada, liberal soslu akımlara kapılanların, kendine başka başka dostlar arayanların geldikleri yer, harbiden acınası… Bizlere, ABD’nin boyunduruğundan kurtulma nutku verenlere, sürekli onları anlatacağız, büyüklerinin yarattığı Kanlı Pazar’lardan utansınlar diye, yeni yeni kuşaklar, başkaca bir yol yok!

Bu yazının başındayken, bir habere takıldı gözüm, Kocaeli’nde kendini vali olarak tanıtan bir adam, hiç acımamış, gözlerinin yaşına bakmamış ve dolandırmış ahaliyi, kanmaya, kandırılmaya bunca müsait bünyelerle, zorluk derecemiz artıyor ifade mevzusunda, bu da bizim engelli etabımız olsun, ne edelim?

Tatildeydim, tüm bu günler boyunca, dolar, avro ve de papaz konuştuk aramızda, zulüm gibi resmen, kafa dinleyelim, beden dinlendirelim derken, kafa davul gibi şişti, ani gelişen ataklarla, “dönbaş” olduk, üst üste espri kastık, kendimizi gülmeye zorladık. Özetle; papazı bulduk!

Güzele düşman olmak!

 

 

 

Alper Turgut

 

Malum, bugün memleketin yarınlarının şekilleneceği çok önemli bir seçim var, doğal olarak, yasaklar da… T A M A M, sorun yok! Zaten kafamızı kurcalayan, vicdanımızı ayaklandıran, tepkimizi çoğaltan, bambaşka bir sorun yaratmayı yine ve yeniden becerdi, yetkili zevat, özel ve güzel olan her şeyi bozmak gibi, tuhaf ve bıktırıcı hünerleri var, haklarını yemeyelim. Şimdi efendim, 32 yıldır Dolmabahçe Sarayı müştemilatındaki Baltacılar Dairesi’nde konuşlanmış durumda, tam 136 senelik Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı… Hopppp bir anda tahliye edin diye karar alıyorlar ve ardından tehdit etmeyi unutmuyorlar. Çünkü güzel, sanat, konservatuar, canlarını sıkıyor, tekini bile sevmezken, bakın üçü bir arada, öyle ya da böyle, kesin nefret sebebi…

Pazartesi gününe kadar binayı boşaltın, haydaaaaaa, yoksa aniden içeri dalıp, Ankara’dan abim geldi şarkısını mı söyleyeceksiniz, tek bir ağızdan? Ha! Emre rağmen bina boşaltılmadı, salı günü binanın elektrik ve suyunu kesin, sonra güç kullanın, polis eşliğinde tahliye edin. Peki, nereye gitsin öğrenciler, öğretmenler? Orası muğlak bile değil! Çünkü gösterilen, ayarlanan ve üzerinde anlaşılan bir yer yok! Gelin empati yapın, senelerce yuva bellediğin bir yerden, seni kollundan tuttukları gibi sokağa atıyorlar, itiraz edene de devletin bildik sopasını gösteriyorlar, vicdanınızda hala tık yok mu? O vakit, sen güzel olan her şeye düşmansın, canım kardeşim.

Hababam Sınıfı, gerçek hayata taşınıyor sanki, İnek Şaban, Güdük Necmi, Damat Ferit, Hayta İsmail, Domdom Ali ve diğerlerini, kulaklarına yapışıp, sokağa atmak gibi bir şey bu… Harbiden filmi izlerken, sadece gülüp geçiyor musunuz, kuzum sizin hiç gözleriniz nemlenmiyor mu? Badi Ekrem şaşkın, Hafize Ana üzgün! Neyse ki Kel Mahmut var! Mahmut Hoca, harekete geçer, çok sevdiği haylazlarını kurtarır elbet! Yanlış işler yapıyorsunuz, çok yanlış!

Tarihi binayı, müze yapacaklarmış, ba ba ba… Başbakanlık Çalışma Ofisi yüzenden, güvenlik dediniz, sakıncalı dediniz, sokağı halka kapattınız, üniversite öğrencilerinin sosyalleştiği, kafayı dinlediği, çok sevdiği çay, kahve içilen alanı kapattınız, eee bugün de Başbakanlık kurumunu, tarihe gömüyor, yani kapatıyorsunuz, oldu olacak Beşiktaş’ı da kapatın, tam olsun. Ama durun! Cumhurbaşkanlığı Seçim Ofisi’ne dönüşüp, büyüyebilir her an, üstelik yer ferah, yel de esiyor, tarih filan, oh mis! Peki, bu acele neden? Seçimi kazanmış, tüm yetkiyi kapmış gibi davranmak, riskli değil mi? Hem sabır, ne güzel bir haslettir, tamam! Yan tarafta lüks bir otel var, ne sakıncalı bulunuyor, ne de başka şey! İşte orayı satın alın, ofise katın, ne oldu, yoksa güzelim yeri ve binayı, onlara siz mi tahsis ettiniz? Desenize, olaylar tamamen duygusal! Durduk yerde, yapılan böylesi bir girişimin tek bir mantıklı açıklaması var, o da ortamı germek, öfkeyi tetiklemek, insanları sokağa dökmek, ikinci tur çalışması için ve ahalinin kesinkes kamplaşması için, elbette.

Çay, kek, çorba, Tatar böreği yetmedi, küvet, fırın, buzdolabı kafi gelmedi, günlerdir gülüyoruz, ya sinirlerimiz gerçekten bozuldu, ya da moralimiz yerine gelmeye başladı, işte onu zaman gösterecek. Evdeki eşyalara, sen eskiden yoktun, ne iyi ettin, çıkıp geldin, ah canım benim diye sarılasım var, çok eski, harbi külüstür fotoğraf makinelerim var, çok kahrımı çektiler, onlara yüz vermiyorum misal, siz eskiden de vardınız, kimi kandırıyorsunuz diyerek… Acaba ayıp mı ediyorum?

Bilmiyorum! Çocukluğumuz yontma taş, gençliğimiz cilalı taş devrinde geçti, büyüklerimiz, hep eskiyi yad eder, çok şanslı nesil olduğumuzdan dem vururlardı. Onların zamanında taş bile yokmuş, koşullarının zorluğunu düşünün yani…

Pes bize, peh bize, vefasız çıktık, haddimizi aştık, halden anlamadık.

Size, Şahsiyet adlı yerli işi internet dizisini çok beğenip, çok sevdiğimi anlatmış mıydım? Suya, sabuna dokunmuş, acı gerçeklerimizi ıskalamamış, elbette hataları, sorunları, kopuklukları vardır, ama denemiş, üstüne gitmiş ve bence meseleyi çözmüş. Umarım bu milat olur, dizi veya film çekecek olanlar, çıtayı görür ve umarım üstünden atlamaya çabalarlar, yoksa altından geçmek, çok rahat, çok güvenli, çok sıradan, şüphesiz! Sanata düşman iklim değişirse, halkımız bilinçlenirse, değme keyfimize be!

Ahlat Ağacı’nı filmini de seyrettim, şu ana dek üstüne bik bik etmedim, benim sıralamamda; Bir Zamanlar Anadolu önce gelir, ardından da Kış Uykusu… Ahlat Ağacı’nı, Nuri Bilge Ceylan’ın diğer işlerinin arasına katarım, düşüş var diye uyarmayı da kendime borç sayarım. Diyaloglar gereksiz ağdalı, çekimlerde özen azalmış, süre her zaman aynı zaten, kıyamıyor sevdiğine, oysa atarım yarım saat, gözümü bile kırpmam. Ha filmin duygusunu sevdim, finalini de. Boş lakırdıya tahammülüm yok, edebi diye iteklenenlere de.

Sanırım Nuri Bilge Ceylan ile ilgili iki video çektik, Kış Uykusu üzerine, ilki seyretmeden, diğeri de izledikten sonra, sinema yazarı arkadaşımla… NBC’nin YouTube hesabı (tık işareti var, onaylı görünüyor, kendisinin değilse bilemem), bu videoları, bize sormadan almış ve paylaşmış. Mevzu kibirse, aşmak diye bir şey yok ha, anlayana… Zevk mi alınıyor, yorumlar okunmuyor mu, bilmiyorum. Lakin şunu biliyorum; Ohoooo videoların altında küfür, hakaret gırla… Yorum diye kusmuş resmen NBC fanatikleri, eleştirdikleri de içerik değil ha, işte gömlek giydin, puro içtin, çay bahçesinde eleştirdin, bla bla… Ne bileyim, Yılmaz Güney, ezilenin hakkını aradı, bedel ödedi, Cannes’da yumruğu o yüzden havada, sen hayırdır poz filan diye sorduk diye, memleketinde dut yemiş bülbül olanların, Fransa’da kanarya gibi şakımasını ilginç bulduk diye, Türkiye’de gazetecilere konuşmayıp, dışarda söyleyeceğini söyledi diye, liseli bile bedel öderken, meslektaşı yönetmenlerinin filmleri, sürekli ret yerken, kamunun kaynaklarını çok rahat alıyor diye, fikrimizi söyledik.

Hala aynı görüşteyim, insanları, kutsal bellemeye, kahramanlar üretmeye karşıyım, Recep İvedik filmlerinin hayranı tayfa da, aynı sövgüleri düzebilirdi, seviye diye bir şey vardı, seviye diye bir şey yokmuş. İşte hal böyleyken böyle…

kakofoni, rabarba ve bla bla…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kısa film denildiğine bakmayın, uzun, upuzun bir yolculuktur, yüz yılı aşkın bir süredir yol almaktadır. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Marx Kardeşler, Laurel ve Hardy gibi birçok usta, kısa film gerçeğini, kitlelerin aklına, kalbine ve ruhuna kazımıştır. Elbette, sessiz, siyah-beyaz ve abartılı slapstick komediden bugüne, büyük bir mesafe alındı, önce ses ve renk geldi, sonra teknik gelişti, salt güldürü yetersiz kalınca, zamanla kısalara, her tür, anlatım ve duygu eklendi. Dünyadan ve memleketimizden birçok ünlü ve yetenekli sinemacı, uzun metraj kurmaca serüvenine, kısa filmlerle başladı. Ve hatta yurtdışında, epey orta ve uzun metraj film çekse dahi, kısa film tutkusundan vazgeçmeyen yönetmenlerin sayısı, azımsanmayacak denli fazladır. Ancak bizim ülkemizde, kısa film, merdivenin ilk basamağı olarak görülüyor, ne yazık ki… Kısa film olacak öyküyü uzatıp, senaryo haline getirme çabası, vasat filmleri çoğaltıyor, başka da bir işe yaramıyor. Hikâyen kısaysa, kısa film çekersin, kimse de, geri adım attın işte, bak kısalara düştün demez, diyemez. Özetle; kısa film, değerli ve önemlidir arkadaşlar, lafa dolandırmak, sündürmek ve keşmekeş, pek meziyet değildir, sinemacı diliyle; kakofoni, rabarba ve bla bla yani… Ötesinde bir tablodan, bir eski fotoğraftan, bir küçücük görülmüş 3. sayfa haberinden, uzun metraj bile çıkabiliyor, klasik ve kült olabiliyor, hünerli, kabiliyetli, marifetli yönetmenlerle… Mesele, neyi nasıl anlatabildiğimizde saklı, üstüne de seyirciyi katabilmekte, inandırabilmekte, eseri, geleceğe taşıyabilmekte… Sadede gelirsek; kısa, net ve sade bir anlatımla da, vurucu ve akılda kalıcı bir proje, rahatlıkla hayat bulabilir. Yoksa klişelerle, iç ve dış sese çok yüklenmekle, illa anlatıcıyı filme monte etmekle, bildik ve çok kullanılmış kamera açılarını sıralamakla, aynı konuları ısıtmakla, kısa bile bir kâbus olabilir.

 

Evet, şimdi gelelim, sanatta kurallar var mıdır sorunsalına, özgür sanat düşüne balta vuracak ve paradoks olacak belki, ancak vardır. Nasıl vardır? Kendinize çekecekseniz yoktur haliyle, ama bunu gösterecekseniz, işte bir festivalde, sinemada, belki bir televizyonda veya internette, kurallar ve sınırlar ortaya çıkmaya başlar. İlk bariyer, kanunlardır, diğer barikatları aşmak daha kolaydır. Öncelikle nefret suçu anlamına gelecek, istismar gerekçesi olabilecek, birilerine hakaret ve küfür mesajı alınabilecek durumlarda, kolluk güçleri ve yargı, harekete geçebilir. Devletlerin, sansür için büyük bir hevesi vardır, zaten malumunuz. Birçok festival, bu yıl protesto edildi, sansür aygıtı, politika adına ortaya çıktı. Sadece siyaset değil, cinsellik ve dini konular yüzünden de, sansür her an, müdahaleye hazırdır. Evet, bu sene kısa filmlerin gösteriminde de sorunlar yaşandı. Devlet, herkesin yaş sınırından geçmesini, eser işletim belgesi almasını, yani kendince onaylanmasını istedi. Öğrenciler, kısa film çekmek için yapım şirketi mi kuracak şimdi diyerek, hala sonuçlanamayan tartışmalar başlamış oldu. Hatta bir festival, üniversitede akademik çalışma adı altında kısa filmleri gösterebildi. Kimsenin kimseye, pek müsamaha göstermediği, sabrın ve tahammül sınırının oldukça düşük olduğu ülkemizde, ince meselelerin, uygun bir dille anlatılmasında fayda var, mantık bunu gerektiriyor. Hah! Buradan oto-sansür geliştirin gibi bir anlam çıkmasın, bedel ödemeyi göze alıp, ben her baskıyı ve yaptırımı, seve seve göğüslerim diyenler, kamerasını sakınmayacak elbette. Yaratıcı, eli kolu, bağlı olmayandır. Unutmamalı: “Herkes, düşlerinin büyüklüğü oranında özgürdür.”

 

Bir kısa filmin uzunluğu ne kadar olmalı, tüm dünya, kendi küçük, yankısı büyük meseleye, bir çözüm bulamadı hala… Ancak 40 dakikanın altında olmalı gibi, hayli kabul görmüş bir yorum var. Bazı büyük ustalar ise, maksimum süreyi, 33.6 dakika olarak belirlemiş. Hayda demeyiniz, mantıklı bir açıklaması var. Sinema uzun süre, yani bizim meşhur dijital çağa kadar, 35 mm’ye mahkûm idi. Film çekmek, daha pahalı ve meşakkatli bir işti, hesapta makaraya göre yapılırdı. Bir kısa film, en fazla 3 makara olmalı konusunda anlaşan, bir kısım rejisörlerimiz ve yapımcılarımız, saniyede 24 fotoğraf karesi (bir kare, 18.6 mm) gerçeğiyle, 300 metrelik şeridi, matematikle harmanlayarak, bir film makarasının, 11.3 dakika sürdüğünü, işte bunu da üçle çarparak, sonuca gittiklerini vurgulamışlardır. Azami kısayı boş verelim, gelin asgari müşterekte buluşalım demeyelim, çünkü minimum süre, 1, evet bir saniye de olabilir. Peki, ne yapacağız? Efendime söyleyeyim, artık dijital çağdayız, çekim, montaj daha kolay, günümüzde el kamerasıyla dahi, büyük prodüksiyonlarla aşık atan yapımlar mevcut. Blair Cadısı sağ olsun. Şimdi öncelikle, kısa filmimiz diyaloglu mu, senaryonun durumu nedir, katman var mı, peliküle, kaç oyuncu, kaç mekan katacağız. Çünkü deneysel, kısa belgesel, kısa animasyon (canlandırma), kurmaca (anlatı), önce bir karar vereceğiz, türümüzü belirleyeceğiz. Bir de, günümüzde kitabı bırakın, gazetelerin bile okunmadığı gerçeğinden yola çıkarak, odaklanma sorunu yaşadığımızı hesaba katacağız, Vine ve benzeri uygulamaların popülerliğini baz alarak, tahammül ve ilgi eşiğinin saniyelere düştüğünün farkına varacağız, ne yazık ki… Birçok kısa film yarışmasının jüriliğinde bulundum, “Bir Zamanlar Amerika”, tam 229 dakika, su gibi akıp geçiyor, bu kısaların uzunluğu 15 dakika, Bela Tarr (remodernist, minimalist, şiirsel ve uzun plan sekans filmlerini severiz o ayrı) filmleri gibi bitmek bilmiyor gibi, birçok serzenişe şahidim. Moda haliyle Tarkovski ve Nuri Bilge Ceylan esinlenmesi yerine, özgün, merak uyandırıcı, ezberi ve sırayı bozmaya yeltenen, farklı mesele ve konulara yoğunlaşan işler, iyi, güzel ve sevilesi bir kısanın müjdesi olabilir. Gözlemlerim ve deneyimlerim, beş ile on dakika arasının, özellikle yedi-sekiz dakikanın, uygun ve kabul görür olduğunu söylüyor, bilmem bana katılır mısınız?

 

Son olarak müzik meselesiyle kapatalım istiyorum. Bir film, illa müzikli olacak diye bir kaide yok, reklam cıngılı veya müzik klibi değil, bir kısa film bu… Ekibinizde müzisyen varsa, ne ala… Özgün bir müzik, yerinde kullanılırsa, etkileyiciliği arttıracak, tempo ayarlamayı kolaylaştıracaktır, hiç kuşkusuz. Müzisyenimiz yok, ancak biraz paramız var diyorsanız, telif ödeyeceksiniz. Hayli ucuz olan müzikler, internet arşivinde mevcut. Unutmayın, sinema, hala en pahalı sanat, parayı veren, düdüğü çalar özetle. Ama amatör ruhumuzla, maddi meseleleri, daha uygun bir pahaya, çözebiliyoruz günümüzde…  Klasik müzik kullanırım, türkü katarım, bedel ödemeden, sorunu hallederim derseniz, yanılırsınız. Telif hakları, anında yakaya yapışır. Aradan hayli zaman geçince, atıyoruz bir asır dolunca, müzik, anonim hale dönüşür. Buraya kadar doğru, peki ya icra? Onu yeniden düzenleyenler, haklarını satın alanlar, seslendirenler, enstrümanları kullananlar, onların emeği veya ödedikleri bedel ne olacak? Evet, müzik meselesinin aslı astarı böyleyken böyle… Hem doğa ne güne duruyor, rüzgarın sesi, denizin sesi, gök gürültüsü, yağmurun sesi, hayvanların sesi, sonra araçların, taşıtların, alet ve edevatın sesi… Öğrenci filmleri, genellikle görüntüye abanır, sesi ıskalar, kötü ses, iyi bir filmi bile vasata dönüştürür. Ve gündelik hayat, her şeye rağmen, ritim ve tempo tutturuyor, çok şükür.

Kasımda festival başkadır

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Festival gibisin katılmak istiyorum diye bir şarkı varmış, harbi harbi şaka sanmıştım, valla doğruymuş. Akredite olmak gerekiyor mu, bakın orasını bilmiyorum, üstümde Star Wars tişörtüm ve yırtık olmayan eşofman altım var, haliyle reddedilmek mümkün. Çünkü tişörtlü ve yırtık pantolonlu katılmak yasaklanmış Antalya Film Festivali’ne, vay, vay, vay, filmin ederi, filmin gideri, filmin değeri değil de, kılık kıyafet mi belirliyor artık, sinemaya dair şeyleri… Bizim derneğin (SİYAD) ödül töreninde, yapıtlar değil, Nuri Bilge Ceylan’ın, tatlış hırkası konuşulmuştu, uzun uzun, oysa o gün deliler gibi soğuktu İstanbul, kar yağıyordu, dönüş yolunda köprüyü nasıl geçtik, hala hatırımda. Sinemadan çok kırmızı halıya, filmden ziyade kravata, papyona, takım elbiseye değer veren, elitist, çok bilmiş, hayli gıcık ve oldukça uyuz bir cenah var, maksat gösteriş olsun, gündem polemik ile dolsun diye çıldırıyorlar resmen, bu yüzden altınlı takılar hoşlarına gidiyor, Altın Ayı, Altın Aslan, Altın Palmiye, ye kürküm ye… Misal Altın Portakal da vardı, artık yok, demek soyamayacağız, baş ucumuza koyamayacağız, duma duma dum. Soyunmak derken, Venüs heykeli gibi zaten memleket, kararıyor, sararıyor, yine kararıyor, açılıyor, saçılıyor, kapanıyor, kendi kendine takılıyor işte. Hah! Yıllar önce bu heykellerden biri yakılmıştı, müstehcen diye, günaha davet ediyor diye, “Vurun Kahpeye” diye…

• • •

Eee diyorsunuz sanırım, konuyu festivallere bağlayacağım, bu sebeple böyle garip bir giriş yaptım. Kasım’da festival başkadır diye bir akım başlamış olsa gerek, çünkü Malatya, Mardin, Edirne, Antalya, Gezici uzun metraj, İzmir ve Çanakkale kısa film festivalleri, on birinci aya dadanmışlar resmen. İtirazım yok kesinlikle, hatta az bile… Keşke 81 vilayette film festivalleri olsa, etkinlikler, tüm yıla yayılsa.

• • •

“Toplumda çok olumlu imajla algılanan başörtülü bayanlar” (bayan ne birader, bayan ne, kadın o, kadın) mevzusu, gündemi hayli meşgul ederken, sinema üzerine konuşmak, beyhude bir çaba olsa da, yine de insan, umut ediyor, düşlüyor işte, güzel, eşit ve film tadında bir memleketi.

• • •

Bu filmde niye argo kullandınız, küfür niye var, seyircinin biricik klişesi oldu artık, arkadaşım, gündelik hayatı, lordlar kamarasında mı sürdürüyorsun, kibarlıktan ve nezaketten kırılıyor musun, hani varsa öyle bir dalga, biz niye bihaberiz? Güzelim şair Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok! Durup ince şeyleri anlamaya” demiş, kalın, kapkalın yaşıyoruz, sonra hayatın yansıması olan filmleri sorguluyoruz, oh be, ne ala ülke. Sevişme olmasın, öpüşme olmasın, sigara olmasın, içki olmasın, küfür olmasın, robotlar firarda filmi çekelim dilerseniz, yasak budalası olmak, sinemanın kaderi olmasın. Sansür, peliküle gelip yerleşmesin. Bir senarist, oto-sansür ile başlamasın herhangi bir projeye, bir yönetmen, kırmızı çizgilere, kendini ve eserini kurban etmesin, bir oyuncu, bu kampın aktörü, şu kampın aktrisi diye yaftalanmasın; sinema dediğin, parti reklam filmi değildir, mevzu derindir, çok derindir, felsefedir, protestodur, gerçektir, büyüdür, yani hemen her şeydir.

• • •

Malatya Film Festivali’nden yeni döndük, film seçkisi, sertti, sanat sineması adına, başarılı işleri, toplamışlardı listeye… Lakin halkımız, henüz hazır değil, bu deneye, bunu gördük, anladık. Katılım çoğalsın diye, satılan ucuz biletler, hatta bol keseden dağıtılan davetiyeler yüzünden, aileler, çocuklar, dahası bebekler bile doluştu salonlara, peki, sonra ne oldu? Kaçıştılar elbette, hop salonlar boşaldı, ben, sen, bizim oğlan, bizim kız kaldı yine, festival filmiyle sınanmak, kolay değil, yani zor, çok zor… Recep İvedik ve cin filmleri serileri dışında, ekstra deneyimi olmayan, AVM sevdalısı seyirciyi, uzun plan sekanslar ve durağan projelerle hipnoz etmeye çabalarsan, onlar da kirişi kırar, anında uzarlar. Arthouse ile gişe filmi arasında kalan filmler lazım bize, ikisinin de iyi yönlerini bünyesinde barındıran, kaliteli, ucuza kaçmayan, insanları, sinemadan soğutmayan, TV ekranına mecbur bırakmayan yapıtlar, tekrar sevgiyi yeşertebilir, tıpkı yazlık sinema günlerindeki gibi… Aksi halde, debelenip dururuz, azınlık, ödüller alır, kendini kutsar, kendi kendini alkışlar, çoğunluk da, aman ne haliniz varsa görün der ve kakara kikiriye devam eder, tam gaz.

 

Şimdi sanat filmlerine, ticari kaygısı olmayan yapımlar diyoruz, para pulda gözüm yok diyen film mi olur, sinema en pahalı sanat dalı, cepten mi gidecek, evi mi ipotek ettireceksin, kültür işleri aşkına, batacak mısın, yok, öyle bir dünya, festivallere, katılma sebebin, alacağın para ödülü değil mi? Bakanlık’tan, Avrupa’dan yardım istemek, manevi destek aramak olmasa gerek, gelsin çil çil mangırlar, ortaya çıksın sipariş yapımlar. Dürüstlük ve samimiyet, gerçekten çok önemli, günümüzde, pek bir şey ifade etmiyor olsa dahi. Sinemacılar, bölünmüş durumda, bir kısmı, festival kınıyor, bir kısmı, filmini yarıştırıyor. Memleket, kamplara ayrılmışken, sinemacılar birleşebilir mi, sanmam. Herkes aidiyetlerine ve kendi tribünlerine göre hareket ederken, yüz yaşını aşan sinemamız, dünyada ekol olabilir mi? Olmaz efendim, olamaz. Tek tük filmlerimiz ödüller alır, onun dışında sinemamız, evrenselde değil, yerelde kalır. İşte bizim büyük çaresizliğimiz budur, sinema bir ekip işidir, lakin ekip ruhu, sizlere ömür.

 

Benim anlamadığım ve bir türlü kavrayamadığım şey, örneğin İsveç, sinema tarihi boyunca bir marka olmuşken, Türkiye’nin, ucuz komedilerle ve korkutmaktan çok güldürmeye yarayan işlerle, kendini eylemesi. Derdimiz ve meselemiz mi yok, ülkeyi sarsan olaylarımız mı yok, anlatacak öykülerimiz mi yok, klişeye yaslanarak, öykünerek, kopyalayarak, ne yapmaya çalışıyoruz, harbiden neyin peşindeyiz? Niye İsveç dedim, çünkü İsveç’te neredeyse olay yok, trafik kazası yapan biri, ulusal gazetede, alay konusu olabiliyor, düşünsenize, muhabirler sıkıntıdan patlıyordur, dış haberler olmasa, neredeyse gazete çıkmayacak, resmen kara mizah. Biz ise gündemi yakalayamıyoruz, her an her şey değişiyor, tarihimiz, hep alengirli şeylerle dolu, eee sonuç? Sıfır, elde var sıfır. Küçük hesapları olanın, büyük yapımları olamaz, ne yazık ki.

Bulantı filan değil, belki bulamaç

Memleket sineması, yüzüncü yaşını doldurunca, bir ivme kazanır sandım, haliyle aldandım. Cinli minli, ecinnili tekrar hissi veren projeler, ucuz, sabun köpüğü, izle ve hızla tüket tipi romantik şeyler, bir bütünlük oluşturmaktan muaf, gülünç olma çabasındaki kolajlar, skeçler, sanat adına yola çıkan ve çuvallaması artık şaşırtmayan işler, güzelim beyazperdeyi, malum TV ekranına çevirdi, neredeyse…

Zeki Demirkubuz’u, gişe tipi şişirme filmlerin yönetmenleriyle kıyaslasaydım şayet, Bulantı’ya, kötünün iyisi der geçerdim. Lakin kazın ayağı öyle değil, Bulantı’yı, yönetmenin kendi geçmişiyle, yani Masumiyet, Kader ve Yeraltı ile karşılaştırmaktan başka çarem yok. Evet, Bulantı, Demirkubuz için, kesinlikle anarya (Adana’da geri vites işte), ancak iyi bir sıçrama, geri çekilip, hedefi görüp, bedeni yay gibi gerip, ok gibi ileri atılmakla olur. Tam da bu yüzden, kişisel film Bulantı’yı bir kenara koyduk, yeni projesi Kor’a odaklandık, bekleme odasında…

Öncelikle Zeki Demirkubuz’un, dokuz yıldır dargın olduÄŸu Nuri Bilge Ceylan’a yine gönderme yaptığını varsaysam da, polemik etkili bu çözümsüz meseleyi, kaşımayacağım, kocaman adamlar, kendi sorunlarıyla baÅŸ etmesini de bilirler haliyle… ”Küçük insanlar kiÅŸileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışır” gibi bildik bir vecizeyi ortaya atarım, hadi barışın artık der ve direkt uzarım.

Neyse ortalığı daha da fazla sulandırmadan, meseleye dalayım artık. İlk olarak filmin başrolündeki Zeki Demirkubuz’a değinelim. Yönetmen Demirkubuz’u tartışırım, ama oyuncu Demirkubuz’u tartışmam. Mümkünse oyunculuk yapmasın, yönetmenliğe yoğunlaşsın, her şeyden öte bir sinemasever olarak dileğim budur. Kötü oyunculuk bu, hatta oyunculuk bile değil bu, mimiksiz, jestsiz eyvallah, peki, öylesine durmak, neyin nesidir? Sevişecek aktör yoktu gibi bir açıklamanın da mantığı yok, çünkü sevişken bir film değil, eğer dalga geçiyorsa, mavra yapıyorsa, pek gülemedim, belirteyim. Zeki Demirkubuz filmlerinde, oyunculuklar konuşur, Bulantı’da, oyunculuklar harbiden susmuş. Pardon susamış, hep su içer misin diyorlar. Çünkü bu kez, oyuncu yönetimi de ıskalanmış. Oyunculuk performansları çok kötü değil elbette, ancak inandırıcılık ekseni kayınca, ateşleme gücü de olmayınca, bir filmi alıp götürebilecek aktörler Çağlar Çorumlu ve Ercan Kesal, kusura bakmasınlar, geçiyordum uğradım pozisyonunda kalmışlar. Şebnem Hassanisoughi, gayet iyi, ancak diyaloğu çok olmayınca, kaynamış gitmiş haliyle, Öykü Karayel ve Cemre Ebuzziya da çabalıyorlar, Zeki Demirkubuz’un anti-aktör tezine rağmen.

Karanlıklar, kapılar, kapılar, kapılar, yine kapılar, tanıdık planlar, asansör, ayna, gene roman alıntıları, hep kitap eki, sürekli kahvaltı, portakal suyu ve BeÅŸiktaÅŸ forması. 10. Filmini çeken bir yönetmenin, bunlar dışında, baÅŸka ÅŸeyleri daha olmalı envanterinde… Üstelik çok fazla tekrar, baygınlık hissi kadar, sıradanlaÅŸmayı ve sığlaÅŸmayı da tetikler. Zeki Demirkubuz’u, diÄŸer yönetmenlerden ayrı tuttuÄŸum nokta, karakter tahlili, katmanı, derinliÄŸi ve insan ruhundaki karanlığa ışık tutmasıdır. Bu filmde kendisiyle çeliÅŸir gibi, yüzeysel kalmış, dibe dalamamış, çünkü en önemli ÅŸey, yani öykü ıskalanmış, ne yazık ki… Hikâyesizlik, büyük dert olmuÅŸ, bizim Bulantı’yı, bunaltıya, hatta bulamaca çevirmiÅŸ. Diyaloglar da fena, hanım kızımız, yine çapkınlık yaparken yakalanmış sevgilisine, anladığımız bu, kadın döven bir kütük iÅŸte, neyse öfkeli ve saldırgan manita, celalleniyor, haliyle genç kadın ürküyor, onun ÅŸiddet patlamasından… Genç herif, aÅŸağı yukarı şöyle bir ÅŸey diyor; korkunu, o…luÄŸuna bahane yapma… Benzer bir durumda, kimse filozofluk kasmaz sanki, iÅŸte olmuyor, cümleler zorlanıyor.

Çokça zikredilen yalnızlığa dair ne söylenebilir, üniversitede hoca olan bir adam, çapkın bir adam, modern hayatın, gayet zeki bireyi, nasıl yalnız olabilir? Yalnız sevişilmez, başka bir şeydir onun adı. Ötesinde beylik laflar, bir filmde illa olmak zorunda mıdır, sonra hayatın zorluğu, ‘aydın tabakası’ yozluğu, çürüme, insana dair zafiyetler, kahramanın kendi aydınlanmasıyla serpilse peliküle, eyvallah, ancak bir kazanın götürüsü hep bunlar. Filmi de sakatlayan bu, hedef kadar, yolda da sorun var. Eğri büğrü, dolambaçlı, karma kırışık. Her şey, ailesini önemsemeyen bir adamın, aile özlemi kadar, komik aslında… Film, bir komedi olsaydı, absürt bir komedi özellikle, sinema salonunda, en az bu kadar gülerdik. Bir trajediye tebessüm ediyorsak şayet, güldürüde de ağlamak gerekecek, o vakit.

Arkadaş, sen, bizim hayatın tokadını yiyen insanlarımızı, anlatsan ya, alt görülen sınıfı, ezilenleri, kaybetmeyi iyi bilenleri, harbi harbi ne yapalım, orta-üst sınıfın saçma hallerini, benmerkezci tipi, onun aşina kibrini, bir telefonu açmaya erinen, adeta dünyayı ben yarattım şeylerini… Entelektüel sayıklamaları yerine, bir emekçinin gerçekçi haykırmaları, duygusuz ve mantıklı tipler yerine, bu akıl bana fazla, bu akıl başa bela diyerek, salt hisleriyle ve tutkularıyla hareket edenler, daha insani değil midir? Filmin bir yerinde doktor, teşhisi koyuyor, sen hasta değil, anormalsin sadece diye, Bulantı’yı tarif ediyor işte, anormal. Evet, anormal.

Kelebeğin Rüyası; Bir Şiir Sineması…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kelebeğin Rüyası, bir şiir sineması… Tam tekmil hüzün, kalabalık içerisindeki yalnızlık, yarım kalan her şey ve dizelerden peliküle düşen gerçek bir ölümsüzlük. Evet, 1940’larda ince hastalık denilen vereme yakalanan ve peşi sıra ölüme yürüyen gencecik, alınyazıları ortak, dostlukları mutlak iki şairin, Rüştü Onur (1920-1942) ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-1946) beyazperdeyle buluşan ve bizlere ulaşan hikâyesi bu. Onların iç acıtan, yürek burkan kısacık yaşamöyküleri, büyük şairler yetiştiren bu memlekette, inadına şiirden uzak yaşayan insanlarımızı yakalar ve tokat etkisi yaratır, umarım. Ve slm nbr cnm? misali sesli harf düşmanı, dsakjhaskjhdsakhsdakjs gibi boğulma efektiyle gülen yeni nesil, dizelerin nezaketini, cümlelerin zarafetini, dilerim yetmiş yıl önce yaşayan akranları gibi kavrarlar, şiirin ve güzelim dilimizin ruhunu anlamakta daha da gecikmemiş olurlar.   

 

Filmin adı, Filozof Chuang Tzu’nun 2500 yıllık düşünden geliyor. O rüyasında kelebek miydi, kelebeÄŸin rüyasındaki kendisi miydi? Bilmiyor. KelebeÄŸin ömrü kadar kısa sürüyor onların hayatı, ancak yaÅŸamak sanatı, saate deÄŸil, marifete tabi, çok şükür. Evet, sanat gibi onlar için hayat, ÅŸiir kadar kısa ve net. Orhan Veli: “Son yıllarda Zonguldak üç büyük yetenek yetiÅŸtirdi: Biri Rüştü Onur…”, Behçet Necatigil: “Gamlı gecelerin öncüsü Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti.”, Oktay Rifat: “Rüştü Onur Türkiye’de geç baÅŸlayan bir hareketin bayrağı altında ÅŸiir yazıyordu.”. Cemal Süreya: “Rüştü Onur ÅŸiirleriyle hayatını, daha doÄŸrusu ölümünü, bir arada götürmüş.”

Salah Birsel: “Rüştü Onur’un kısa bir ÅŸiir yaÅŸantısı oldu. Her gün sıtma geçirirdi. Åžiir sıtması.” der ve ekler;

“İnanın sözüme ÅŸairler

Üçer beşer söneceğiz

Yirmi ikiye varmadan

Rüştü gibi öleceÄŸiz”

 

Ama en ağır yazı aynı kaderi paylaÅŸan, can dostu Muzaffer Tayyip Uslu’dan gelir; “Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baÅŸ baÅŸa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık bu ÅŸehrin caddelerinde dolaÅŸtığımız ve yeni yazdığımız ÅŸiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, aÄŸacı aÄŸaç, denizi deniz olarak seyrettiÄŸimiz saatler, sırf ÅŸiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş… Ve ben daha ÅŸimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük ÅŸehirde yalnızlığımı hissetmeye baÅŸladım.”

Verem illeti, Garip’lerin belasıdır, Rüştü’den sonra Muzaffer’in de peşini bırakmamaya kararlıdır.  

“Kan

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindiüstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü,

Maviydi alabildiÄŸine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…”

Muzaffer Tayyip Uslu

 

Åžiirden sinemaya geçmeden önce, Rüştü ve Muzaffer için sözü büyük usta Turgut Uyar’a bırakalım; “Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde birbirlerine benzeyen bu iki ÅŸairi bir arada anmak gerekliliÄŸini duydum. Åžiirlerinin birbirlerine benzerliÄŸi açıklanabilir bir bakıma: içinde bulundukları toplumsal sınıfı, eÄŸitimlerinin benzerliÄŸi, uzun süre bir arada bulunmanın verdiÄŸi karşılıklı etkilenme – etkilenme bile deÄŸil bu, bir takım ÅŸeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme – ÅŸiirlerinde benzerliÄŸi açıklamaya yeter. Ama yazgıları… İkisi de ÅŸair kiÅŸiliklerini saÄŸlamca kuramadan ölüp gitmiÅŸler. Birinin ÅŸiiri rahatça öbürüne mal edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayip, Rüştü Onur’dan biraz daha yetenekli, Rüştü onur, görünüşte daha alçak gönüllü, daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, ÅŸair olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer de, Rüştü de daha çok dünyayı tanımanın, dünyayı tatmanın ÅŸaÅŸkınlığı ve sevinci içindedirler. Çok ÅŸiir okumuÅŸlardır, okumaktadırlar; saÄŸlam sezgileri vardır, yaÅŸamayı severler. Delikanlılıklarının, ÅŸiiri delikanlıca sevmenin bütün tatları ve acemilikleri vardır ÅŸiirlerinde. İddiaları yoktur. Åžiir okumanın ve dünyayı ÅŸiirden sevmenin verdiÄŸi rahatlıkla, kendilerini etkileyen her konuyu ÅŸiir haline getirirler. Tutsun tutmasın. Åžiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle ÅŸiir deÄŸil, bir çeÅŸit hatıra defteri niteliÄŸindedir; aslında bütün tatları da buradan gelir. En büyük bahtsızlıkları, erken ölümleridir. YaÅŸasalardı… Ne olurlardı bir ÅŸey söylenemez. Yalnız ölümlerinin peÅŸinden hemen birer “deha” durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi… Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı: birincisi, ÅŸiir geleneÄŸimizde eksikliÄŸi duyulan “genç ölmüş deha”, ikincisi (daha önemlisi) bu dehayı keÅŸfeden baÅŸka dehalar. İkisi de tutmadı sonunda. Onlar sevgileriyle baÅŸ baÅŸa kaldılar. Biri en iyisini yapmış biri daha iyisine özenmiÅŸtir. Bütün toylukları ve sevimlikleri parıldayıp durur ÅŸiirlerinde. Bence, ikisinin de en önemli özelliÄŸi gelecek “güçlü bir ÅŸiiri” sezmiÅŸ ve bunu gerçekleÅŸtirme çabasına girmiÅŸ olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan…”

 

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, ön hazırlıkları iki yıl süren, çekimleri tam dört ay boyunca Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen Kelebeğin Rüyası’nın oyuncu kadrosunda; Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur var. Görüntü yönetimi Gökhan Tiryaki’ye, müzikler Rahman Altın’a, kurgu da Bora Gökşingöl’e ait.

 

Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız, müthiş bir açılış sekansıyla başlıyor film, dönem filmi çekmek hayli zordur. Çok para, ince işçilik ve yoğun emek ister. Zeki Demirkubuz’un 1930’lar Zonguldak’ını anlattığı Kıskanmak, harbiden kötü bir projeydi. Lakin aynı kentin on yıl sonrasını anlatan Kelebeğin Rüyası, üstün bir başarı yakalıyor ve bizi geçmişe, kara elmas diyarına götürmeyi beceriyor. Bu büyüyü gerçek kılan sanat yönetimine ve kostümcülere tebrikler.

Gökhan Tiryaki, memleketin en iyi görüntü yönetmenlerinden, ustalığını konuşturmuş resmen, müzikler enfes, geçişler sağlam ve güzel. 138 dakikalık uzunluk ile gelen tempo sorunu, senaryodaki yer yer sallanmalar, mevzu şiir olunca çok da göze batmıyor, bariz hataların olmaması ise sevindirici… En büyük problem kastta… 30 yaşındaki Belçim Bilgin’den liseli kız yaratmaya çabalamak, filmin ağırlığı ve edebi diliyle örtüşmüyor, ne yazık ki… Kıvanç Tatlıtuğ, yok 20 kilo vermiş, öyle filme hazırlanmış. Bunlar hikâye… Veremli bir delikanlıyı canlandırmak için veriyor kiloyu, keyfine diyet yapmıyor. Ve kilo vermek ile oyuncu olunmuyor. Mankenlikten gelme Kıvanç, resmen döktürüyor. Bir büyük aktör kazanıyor ülke, dilerim dizileri azaltır, sinemaya yoğunlaşır. Beyazperdenin bu tür performanslara ihtiyacı var, sinemaseverler lay lay lom tiplemeler yüzünden sinemadan soğudu, bize karakterlere can verecek Kıvanç gibi oyuncular gerek. Mert Fırat da kariyerinin en iyi işini çıkartmış, lakin Kıvanç çok iyi olunca, o biraz geride kalıyor, varsın olsun, her film, performanslar gösterisine dönüşsün. Keşke…  Son olarak Zeynep Farah Abdullah’a gelelim, tifo hastası genç kadın rolünde büyüyor, büyülüyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde beğenmiştim, şimdi sevdim, henüz 21 yaşında, iyi projeleri seçerse mükemmel bir aktris kazanır ülke.

Maden ocağına kurt köpekleriyle götürülen, zincirli mahkûmlar bana biraz ABD’nin raylarla örüldüğü yılları anımsattı, onca yoksulluk varken, zenginlik içinde yaşayan, balolar yapan Zonguldak… Bir kentin iki yüzü, yoksul ve varsıl, ikinci dünya savaşına girmeyen ve yine de sürünen bir halk, mükellefler ve tek parti hükümetine göndermeler, sonra verem, sonra Tanrı Uludur, sonra şiir, bir büyük dostluk ve gencecik iki şair. Hükümet Kadın filmi, BKM’nin Adnan Menderes dönemi güzellemesi idi, burada da kah alt metinle, kah inceden inceye CHP’ye, Nazi hayranlığı ve din karşıtı göndermeleri var. Elbette haklılık payı da bulunuyor.

 

Tek parti dönemi çok mu iyiydi? Elbette hayır, aynen bugün her şeyin güllük gülistanlık olmadığı gibi… Benim tercihim, her dönemi eleştirmek olurdu, BKM’nin seçimi bu yönde değil. Onların seçimi, onların tercihi, en nihayetinde… “Aşk, en güzel bahanesidir şiirin…”, haliyle erke yakın durmak da, en güzel bahanesidir, siyasetin…    

 

45 yaşındaki Yılmaz ErdoÄŸan, Rüştü ve Muzaffer’in öğretmeni, ÅŸair ve çevirmen Behçet Necatigil’i canlandırıyor. İyi de oynamış. Lakin Behçet Necatigil, 1941 yılında henüz 25 yaşında, o baÅŸka… Kıvanç ve Mert de, onar yaÅŸ büyükler, canlandırdıkları ÅŸairlerden… Bu liseli Belçim kadar, göze batmıyor, doÄŸrusunu söylemek gerekirse… NiÅŸanlı Rüştü’nün, filmde evlendirilmesi de sorun deÄŸil. Ancak, ben gerçeÄŸin birebir yansıtılması gerektiÄŸini düşünüyorum, bu da benim fikrim. Yalnızlığı, hastalığı, fukaralığı ve aÅŸkı anlatan film, öpüşmekten ve seviÅŸmekten bihaber… Muhafazakâr deÄŸildir oysa ÅŸiir, tutkulu, sıcak ve arsızdır, çoÄŸu zaman… “Kız ÅŸiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun” diyen güzel adamlar hatırına, daha da fazla eksik gedik aramayacağım. Çünkü bu film, Yılmaz ErdoÄŸan’ı, benim gözümde, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un önüne geçirmiÅŸ, memleket sinemasının en iyi yönetmeni olarak gördüğüm Reha Erdem’in seviyesine getirmiÅŸtir. Vizontele dönemi bitti, ustalık devri baÅŸladı. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, KelebeÄŸin Rüyası’nı baÅŸyapıt ilan etmeyeceÄŸim, sadece bir sinemasever olarak daha iyi kotarılmış filmlerini bekleyeceÄŸim.

Behçet Necatigil; “Bir ÅŸair yaÅŸamıştı Zonguldak’ta, adı Rüştü Onur’du. Bilseydi hatırlanacağını, ölümünden sonra, memnun olurdu.” diyor. Åžimdi sinemaya gitmek için, bundan daha güzel bir davet olur mu?

Ülke sinemasının üstünde bir film

 

ALPER TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali’nde memleket dâhilinde ilk gösterimi yapılan ve bugün tüm Türkiye’de vizyona girecek olan “Bir Zamanlar Anadolu’da”, Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi “Üç Maymun” ile başlayan kendi sinemasındaki acemi dönüşümü, resmen bir mucizeye imza atarak ustalık mertebesinde tamamlayan müthiş bir yapıt. Zamanın durmaya yemin ettiği bozkırın vahşi güzelliğinde, gizemli bir suç öyküsünü kara mizah destekli taşra eleştirisiyle süsleyen, geri plandaki güçlü kadınların ve öne çıkan aciz erkeklerin ilişkilerini de didikleyen Nuri Bilge Ceylan’ın bu en geveze filmi, aylardır yerli işi yapımlara hasret kalan sinemaseverler için bulanmaz bir nimet. Mutlaka izleyin.

 

Cannes’da verilen ödüllere adeta ipotek koyan Nuri Bilge Ceylan, uzun bir süre neredeyse salt fotoğrafa abanan, genel izleyiciden uzak, suskun, durağan ve hazmı zor filmler çekti, kendi adıma, Tarkovski esinlenmesi bu temposuz ve haliyle ruhsuz sinema seçeneğini sevmedim, sevemedim. Ancak şimdi gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, yeni bir dönemece giren Nuri Bilge Ceylan sineması, görseline söylemi de kattı, ivme, tempo ve ruh kazandı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çok sevdim, çünkü şimdi sanat, gerçek hayat ile buluştu.

 

Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde çekilen filmin senaryosu, Ercan Kesal, Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan’a ait. İki saat 37 dakikalık filmi dikkatli izlemek gerek, çünkü suça dair muğlak bir çember var, biraz da akıl yürütmeyle bu daire tamamlanıyor, döngüden çıkılabiliyor. Böyle bir senaryoya ancak şapka çıkartılır. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, kuşkusuz Türkiye’nin en iyisi, onun kamerasından bozkırı seyretmek, büyük bir keyif. Filmin oyuncu kadrosunda Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Erol Eraslan, Nihan Okutucu, Cansu Demirci ve Kubilay Tunçer var. Oyuncuları yönetmek ayrı bir mecra ve maceradır, Ceylan, bu konuda yetkin ve oyuncularından neredeyse kusursuz performanslar almayı başarabilmiş. Karakterler dışında, meslek tahlilleri de amansız, şık ve isabetli olmuş. Uzuner iyi, Erdoğan iyi, Birsel iyi, Tanış iyi ama en iyileri Ercan Kesal ve Kubilay Tunçer.

 

İzleyiciyi geceden alan ve gündüze bırakan, karamsar ama inandıran, sırlar için kafa yorduran ve tempoyu düşürmeyerek bizi öyküye katan, üç kağıtçı karakterler ile neşelendiren, hem katili hem de polisi ve savcıyı kadınların oyuncağı yapan (Erk peşindeki erkek, perde arkasında da olsa muktedirin kadın olduğunu asla unutmasın, özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da bu böyleydi) yapıt, Neşet Ertaş’ın, Hacı Taşan’ın türküleri gibi içten ve katıksız bir bozkır güzellemesi, hiç kuşkusuz. Çoğu karanlıkta çekilen, asker, polis ve adliye aracıyla, yanlarına bir cinayetin faillerini de katarak, suç mahalli çeşmeyi bulmak için bizleri, çeşme çeşme gezdiren Bir Zamanlar Anadolu filminde, asıl yolculuk ise taşrada doğan ve görev icabı orada olmak zorunda olan insanları keşfetmeye ve anlamaya dair. Hemen her erkeğin kadınlarla ilgili bir yarası var, kimi açıkta kimi çok derinlerde bu yaralanmalar, asla kapanmıyor. Gölgedeki kadınlar, bozkırdaki tüm erkeklerden daha baskın. Erkek filmi gibi görünse de, ana merkezde kadınlar var. Erkeklerin kadın tutkusu, başa bela getiriyor, arzu ve ısrar, sadece aptallıkları ve pişmanlıkları büyütüyor. Ve devamında kaçışlar, boş vermişlik, uğruna suç işlemek, Hipokrat yeminini bozmak, suç ortağı olmak, suskun kalmak, yeni yaralar açmak, ceza olarak sonsuz bir kederi kabullenmek… Sonuçta ne yaparsan yap faydasız, Bir Zamanlar Anadolu’da hayat inadına duruyor ve hiçbir şey unutulmuyor.

 

Zefir; Türk işi bir ‘kara film’ denemesi

 

ALPER TURGUT

“Zefir”, Tarkovski gibi başla Haneke gibi bitir. Müthiş bir görüntü yönetimi ve fonda nefes kesici bir Karadeniz… Bir kız çocuğunun şahsında betimlenen şiddet ve dünyayı kurtarma heveslisi bir annenin geride bıraktığı nefret. Bu film, tepeden tırnağa, kaybetme korkusuna dair. Zaman duruyor ve ölüme ait bir ritüel hayat buluyor. Evet, Zefir’e bir şans tanıyın, gerçekten sizi şaşırtabilir.

Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nden ilginç ve tuhaf bir ÅŸekilde eli boÅŸ dönen Zefir, ÅŸimdi de ÅŸansını 30. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’da deneyecek. Nisan sonunda gösterime gidecek olan film, çevirmen Belma Baş’ın ilk kurgusal uzun metrajlısı… Zefir’in senaryosunu da kaleme alan Baş’ın 10 ödüllü “Poyraz” adlı kısa filmi beÅŸ yıl önce Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmıştı.

Zefir’in görüntü yönetmeni Mehmet Y. Zengin, oyuncu kadrosunda ise Şeyma Uzunlar, Vahide Gördüm, Sevinç Baş, O. Rüştü Baş, Fatma Uzunlar, Harun Uzunlar, Oktay Kaptan, Tülay Kaptan, Cemile Kaptan ve Niyazi Koyuncu var. Vahide Gördüm dışında filmde profesyonel oyuncu yok, yönetmenin ailesi ve yakın dostlar, tam da bu yüzden acemilik bariz. Filmin yumuşak karnı oyuncu performansları, kesinlikle… Zefir, bir belgesel özeninde çekilmiş, Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun filmlerinden esinlenmiş, Türk Sineması’nda pek kurcalanmayan anne-kız ilişkisini kurgulamış ve şok bir finali tercih etmiş farklı ve özgün bir seyirlik. Börtü böcek dünyasına kamerasını çevirip doğaya yaslanan ve insan davranışlarıyla tabiatı özdeşleştiren Zefir’in aile olmaya, sevgiye, sevgisizliğe, dostluğa, yalnızlığa ve terk edişlere dair söyleyeceği yeni şeyler var.

Bunun dışında Zefir gibi ağır tempolu filmleri pek sevmiyorum, yoksa Bela Tarr vazgeçilmezim olurdu. Az diyalog, uzun plan, ruhu alınmış ve stabil insan portreleri, bana basite kaçmak gibi geliyor. Fazla deneysel ve duyguyu veremediği için belgesele dönüşen filmler yerine meselesi olan, kanlı, canlı, heyecanlı yapımlar, en az benim kadar çoğu seyircinin de beklentisi, özetle. Güzel kareler görmek istiyorsak, fotoğraf sergisine gideriz, sinemada ise sadece ve sadece film izlemeyi arzuluyoruz.

TABİAT ANA, BİR ANNE VE ZEFİR

Zefir, Batı’dan esen rüzgârın adı, küçük kahramanımız ismini, bu yumuşacık yelden almış. Ancak küçük kızın tam tersi bir ruh hali var, sert ve olabildiğince haşin. Babasız büyümüş Zefir, Ordu’da güzelim bir yaylada, anneannesi ve dedesi ile birlikte yaşıyor. Annesi dünyayı kurtarma derdinde, bu uğurda yapamayacağı şey yok, biricik yavrusunun serpilişini görmek istemeyecek kadar da duygusuz. Çatışma işte tam burada başlıyor. Yoksa Zefir, el bebek gül bebek büyüyor, yeşil bir dünyada, dağ çileği, taze süt ve sevgiyle. Ama Zefir, annesine hasret, içine dönüyor sürekli, hep onun yolunu gözlüyor, bu büyük bir travma, küçücük bir kişiliği çelikleştiriyor, hissizleştiriyor. Doğayı gözlüyor Zefir, yaşam kadar ölümü de fark ediyor. Kâbusları var onun, zaman geçiyor ve gerçeğe dönüşmesine ramak kalıyor.