Etiket arşivi: nazi

Herkesin diktatörü kendine güzel!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Açılın! “Stalin’in Ölümü” (The Death of Stalin) filmi üzerine söyleyeceklerim var. Bir eleştirmen olarak, aman şunu ıskalayalım, bunu görmeyelim, ona nazik olalım, ötekine dalalım, diğerine hak etmediği değerler katalım şeklinde bir düşüncem hiç olmadı ve ötesinde şu hayattaki her şeyin itinayla eleştirilebilmesi gerektiğini savundum, savunurum. İllaki siyasi görüşüm, hayata bakışım, bilcümle yaşanmışlıklar, eleştirimde baskındır ve kuşkusuz belirleyicidir. Çünkü beni ben eden şeyler bunlardır, elbette algılayışımı, kavrayışımı, anlamlandırışımı da, derinden etkilemiştir. Yani solculara dokunulmasın, sağcılara ise abanılsın gibi meylim olsa, kabul buyurun, bu saçmalığın daniskası olur. Lakin Büyük Britanyalı sinemacılardan, önce “En Karanlık Saat” (Darkest Hour) ile, Winston Churchill güzellemesi seyredip, ardından da Stalin ve tüm saz arkadaşlarıyla dalga geçilmesini, kısa aralıklarla izlemek, Batı’nın klasik tavrı konusunda, beni yine ve yeniden şaşırtmadı. Kapitalist, emperyalist, işgalci, sömürgeci tayfasının, ölümünün üzerinden 65 yıl geçse de, SSCB yıkılıp, tarihe karışsa da Çelik Adam (Stalin) ile dertlerinin bitmediğini görmek, şüphesiz sola dair ideallerin ve görüşlerin hala korkutucu olduğuna dair değilse, nedir?

 

Film, Yosif Visaryonoviç Cugaşvili nam-ı diğer Josef Stalin dışında, Nikita Kruşçev, Lavrenti Beria, Vyaçeslav Molotov, Georgi Malenkov ve Mareşal Georgi Jukov gibi gerçek ve tarihi kişilikleri de öyküsüne katıyor ve karikatürize edilmiş karakterle, seyirciyi hiciv bombardımanına tutuyor. Yönetmen Armando Iannucci’nin, Jeffrey Tambor, Steve Buscemi, Andrea Riseborough, Olga Kurylenko, Rupert Friend, Michael Palin, Paddy Considine ve Simon Russell Beale gibi isimlerden oluşan sağlam bir kadroyla, siyasetten bağımsız olarak, ortaya izlenebilir ve kıs kıs gülünebilir bir işçilik çıkarttığı gerçeği, elbette su götürmez. Yalan yok, seyir boyunca, hayli kıkırdadım, özellikle adı geçen ünlü simalar konusunda bilgi birikimine sahip olmayanlar, beyazperdeye yansıyan bu tiyatro oyunu tadındaki yapıttan daha çok keyif almışlardır, lakin konuya hakim olanlar, mübalağanın dozu kaçmış, yok artık! demişlerdir, zannımca…

 

Herkes kötü, herkes çıkarcı, herkes üçkâğıtçı, herkes ezik, herkes ahmak, koskoca Moskova, ziyadesiyle dingillerin kıskacında… Ehi ehi ehi, çok komik! Saddam diktatör, Esad diktatör, Kaddafi diktatör, Suudi Arabistan kralı ise çok cici, Katar emiri çok tatlış, Kuveyt emiri çok minnoş… Bu hesap, o hesap. Diktatörler konusunda bile ahali hemfikir değil! Çünkü mesele, diktatör değil, mevzumuz ideoloji, tastamam. Stalin’i batı medyasının gazı ve yönlendirme gücüyle, kafasında şekillendirenlerin hezeyanı, ama bu kendi çıkarımlarımız iddiası kadar gülünç. Sana zerk edildi be o bebeğim, tanımadın, tanıştırıldın yani. Stalin’in her şeyini savunduğumuz gibi bir mana uyduracak olanlar, kendi bilgisizliklerine kılıf da uydursunlar ha, eşzamanlı… Biz hiç değilse neyi savunup, neyi yargılayacağımızı, neyi koruyup, neyi suçlayacağımızı araştırdık ve bulduk. Yemeği ısmarlamadık, oturduk ve kendimiz yaptık. Peki, muktedir olmuş her liderle dalga geçelim, mavra yapalım, alay edelim, kıyasıya çemkirelim, hunharca eğlenelim, haydi, var mısınız? Efendim, sizi duyamadım!

 

Film kötü değil ha, yanlış olmasın, tarafgirlik hali fena, o kadar! SSCB, bir örnektir, sosyalist bir dünya kurmaya dair, ancak tek ve bariz gerçeklik değildir. Birçok örnek, birçok farklı uygulama, teoriden pratiğe yine geçiş yapabilir. Çünkü vahşi kapitalizm, eninde sonunda kendini tüketecek, gelecekte elbet, onun alternatifi hayata sirayet edecektir, siz istesiniz de, istemeseniz de. Sovyetlerin, müthiş ve mükemmel bir sistem kurduğunu öne süren de yok, öyle olsaydı, zaten dimdik ayakta olurdu. Seri yanlışlar ve hatalar yapıldı ve tüm bunlar, tek kutuplu dünyanın kapılarını ardına dek açtı.

 

Stalin, Çelik Adam değildi, süt dökmüş kediydi, ne çeliği, havaydı, cıvaydı. He canım, he, Nazi Almanya’nın başkenti Berlin’e, orak çekiçli kızıl bayrağı diken de onun iradesi değildi, gamalı haçın gölgesinde korku içinde bekleşen Batı’yı, 22 milyon yurttaşını yitirme pahasına kurtarmaya girişen korkak, zayıf ve ürkek bir herifti. ABD, Kızılderili soykırımı yapmadı, siyahileri köle etmedi, dünyanın en çok savaş çıkartan devleti de olmadı, İngiltere desen, Güneş Batmayan İmparatorluğu tatlı dille sağladı, şiddet değil, sevgiyle büyüttü topraklarını… Misal Fransa, daha 1994’te iki milyon insanın canından olmasının sebebi değildi Afrika’da… Özetle, kendi baskı, zor, şiddet, katliam ve soykırım tarihinizle de dalga geçeceğiniz gün, her taş, yerli yerine oturmuş olacak. Aksi takdirde, basit ve kolay yoldan, başkalarının tarihiyle oynaşır durursunuz.

İnsan kasabını gebertmek

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Anthropoid, insanlık tarihinin tanıklık ettiği en büyük ve en acımasız canilerinden, “Prag Kasabı” lakabı verilen, führeri Hitler tarafından ‘Demir Yürekli Adam’ denilen Reinhard Heydrich’e yönelik suikastı anlatmayı deneyen ve bunu gayet beceren bir film. Yapımda, şöyle bir diyalog var; “-Heydrich’i öldürmek mi? -Hayır, hayır. HHHHKKHkjmcemleikkmmmmmzazzaemlmOna suikast düzenlemek. Çünkü cinayet, onun yaşamaya değer bir hayata sahip olduğu anlamına gelir.” Evet, bu gönüllük isteyen ve kelleyi ortayı koymayı gerektiren bir zorlu görev, karanlık planlı, soğukkanlı, vicdansız ve eli kanlı bir pisliği gebertmek, yeryüzünden yok etmek için…

 

İkinci Dünya Savaşı’na dair, bugüne dek pek çok film seyrettik, çoğu soykırım içerikliydi, kalanı da militarizmin goygoyuydu, yani “anlı, şanlı müttefiklerin kahramanlığına” göndermeydi. Danimarka’daki cüretkâr direnişleri anlatan 2008 tarihli Ateş ve Limon gibi filmler ise tek tük idi. Anthropoid, işte bu nadide eserlerden, yeraltına çekilen Çeklerin, savaş aygıtına karşı mücadelesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Sean Ellis’i, aklımızda kalan Zamana Güzellik Kat ve Metro Manila ile hatırlıyoruz. Başrollerde de Jamie Dornan, Cillian Murphy, Charlotte Le Bon ve Anna Geislerova var. Lafın özü; kadro sağlam, oyunculuklar aksamıyor. Finale doğru, tempo da giderek artıyor, hatta resmen koşuyor, yani aksiyon cayır cayır… Neredeys 42 yıllık Operation Daybreak filmi de, aynı meseleyi kendine dert edinmişti, karşılaştırmak isteyen, bulup seyredebilir.

 

Evet, bu lanetli Heydrich, ortadan kaldırıldığında 38 yaşındaydı, bir başka büyük belanın, SS’lerin başkomutanı Heinrich Himmler’in sağ koluydu. Hitler, Berlin’de Heydrich için düzenlenen törende; “Zırhsız araçla dışarıya çıkmak aptallıktır ve lanetlenmiş olan korunmasız sokaklarda seyahat etmek gibi kahramanlık hareketleri, suikast yapılmasına fırsat doğurmuştur. Heydrich gibi yeri doldurulamaz bir adam gereksiz tehlikeye kendini maruz bırakması, sadece aptalca ve saçma bir harekettir” demiştir. NAZİ’lerin onunla ilgili önemli planları vardı, çünkü toplama kampları, soykırım, katliam, nerede bir insanlık suçu mevcutsa, bu uğursuzluğun arkasındaki isim oydu. Ve suikastın ardından, Çekleri büyük bir yıkım bekliyordu, misilleme kaçınılmazdı, 10 bini aşkın insan idam edildi, köyler yakıldı, masum siviller, yaşlısından çocuğuna katledildi.

 

İngiltere’deki sürgün Çekoslovakya hükümetinin emriyle, orada eğitim gören paraşütçüler görevlendirilir, ülkedeki bir avuç direnişçinin desteği dışında, saklanma ve hareket alanı yoktur. Kabine üyelerinin kararları, direnişçilerin düşüncesiyle çelişse de, Prag Kasabı simge bir isimdir, hedef olması hayli gereklidir. Elbette savaş ve direniş, aşktan muaf olamaz. Peki, bu kan ikliminde filizlenen aşkın ömrü ne kadar olacaktır?

 

Film, bir baÅŸyapıt deÄŸil, kliÅŸeler ve bazı karakterlerin derinlemesine irdelenmemesi, en önemli handikapları…  Ancak her ÅŸeye raÄŸmen sıkı ve iyi bir yapım, belirtelim. Özellikle iÅŸkence ve çatışma sahnelerinde, gerilimi, seyircinin iliklerine dek hissettiriyor. Kahramanlık ve ihanet, baskı ve özgürlük, korku ve umut, her ÅŸey iç içe… Bedel ödemeyi ve kendini feda etmeyi bilenler yüzünden, hala ve her koÅŸulda kurtuluÅŸ mümkün.

Gökte yıldız, yerde hendek savaşları

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Memleketin bir ucu, hendek savaşlarında, diğer ucu Yıldız Savaşları’nda… Bir yanımız, sokağa çıkma yasağıyla ya evlerine hapsolmuş, ya da göç yollarına koyulmuş, diğer yanımız, sıcacık koltuklarda, dev perdeyi seyreyliyor, gözünde 3D gözlük, elinde patlamış mısırla… Bir tarafta, gerçek silahlar, ölümler ve tarifsiz acılar, öte tarafta, oyuncak ışın kılıçları, büyümemiş çocuklar ve kahkahalar. İstikbal göklerde midir bilemem, öyle olsa bile, meşhur Yıldız Savaşları’na daha çok vakit var, yerde ise hendekler, barikatlar, sıra sıra tabutlar var, şimdi var, bugün var, görmesek de var, sırtımızı dönsek de var, kabullenmesek de var.

 

‘İlk ‘Yıldız Savaşları’ (Star Wars) filmini, seyretmiştik maaile, çekirdek çitleyerek, bir yazlık sinemada, yıldızların altında… Zaman, boyutlar, yerçekimi, uzay, pek de umurumuzda değildi hani, ışın kılıcına, lazere, garip yaratıklara, yaratılan müthiş atmosfere kilitlenmiştik. Sinema büyüsü işte buydu, Bilge Yoda, sanki hepimize dokunmuştu’ daha önce anlatmıştım bunu, bizim kuşak işin önemi büyüktü serinin, arsalarda, bostanlarda, sokaklarda boy veren neslimiz, bilimkurguyla haşır neşir olmuştu. Haliyle etkisi, kaçınılmazdı, ne güzel işte, tıka basa melodram yerine… Hem basit şeytan uçurtmasından ve afili kasnaklıdan, ünlü ve dost uzay gemisi Milenyum Şahini’ne ve düşman güçlerin, avcı filosunu oluşturan X Kanatlılar’a geçmek için, zaten bize gereken, ışık hızıydı. Elbette, hayranlık meselesini abartanlar da oldu, Jedi dini ve çocuklarına Ceday adını koyanlar gibi.

 

Basın gösterimi iptal edilince, Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor’u (Star Wars: The Force Awakens), Perşembe sabahı seyredebildim. Neden basın gösteriminden bahsettim, çünkü filmleri, reklamsız ve aralıksız izlemeye alışmış bünye, başta yarım saat reklam, antrakta da on dakika reklam, ağır geldi haliyle… Seyirciye, harbiden yazık değil mi, hem filme para veriyorlar, hem de reklam bombardımanına tutuluyorlar. Evet, güzelim sinema keyfinin, ticaret kaygısıyla bozulması, pek hoş olmasa gerek. Ötesinde serinin yaratıcısı George Lucas, yapıtlarının tüm haklarını, Disney’e satmıştı, üç milyar dolara, biliyorsunuz. Yılların Disney’i, bilir işini, hemen kolları sıvadı, ortalığı resmen galaksinin arka bahçesine çevirdi. Süper marketler, oyuncakçılar, kafeler, aklınıza ne gelirse, genişletilmiş evrenin askerleriyiz diye bas bas bağıracaklar neredeyse… Star Wars çılgınlığı, gündelik hayata daha fazla sirayet etmez, canım seriden soğutmazlar umarım. Gençler, karanlık taraf kadar koyu kahveleriniz geldi veya aaa aşkitom, ne güzel bak, ışıl ışıl ortam, güç (force), aydınlatıyor mekânı derlerse, yandığımızın resmidir. Hazzo Pulo Pasajı denen eski han, bitik Beyoğlu’nun, ender sosyalleşme alanlarından ve çay tiryakileri için vaha gibi. Bu durum, serseri pilot Han Solo’nun çayları gibi bir girişime yol açmasın da, Çaykovski çaycısı gibi dumur olmayalım.

 

Filmin çıkışında, yönetmen JJ Abrams, ağır Yahudi, doldurmuş Nazi’leri, uzayda da hesap sormak için diyen mi ararsın, ya çok reklam var derken, üstü gerçek bir reklam panosu gibi olan ergenlere mi şaşarsın, bu eser, klişe deposu gibi, serinin eski filmine benziyor derken, tarif ettiği filmin, aslında bambaşka bir seriye, Uzay Yolu’na (Star Trek) ait olduğuna mı yanarsın, harbi harbi bilemedim. Film, çok hızlı aktı diyor eleman, neye göre hızlı aktı, beylik laflar var, ezberlenmiş, bolca saçılıyor etrafa, filmin felsefesi yok diyor bir diğeri, neredeyse serinin yarı yaşında, arkadaşı soruyor, her filmi seyrettin mi, yok diyor, bu henüz ilk deneyimim, kâbus gibi, şaka gibi, yeminle… Bizim en fiyakalı derdimiz, kafa patlatmadan bir mevzuya, direkt bilmişlik hastalığına yakalanmamız, kesinlikle. Dur bir dinle, dur bir anla, dur bir oku, dur bir düşün kardeşim be, acelen ne, kimse seni bilmediğin şey için yargılamaz, yanlış bildiğin şeyde ısrar ettiğin için eleştirir, olsa olsa.

 

Jedi ustası bilge Yoda artık yoktu, kötülüğün karizmatik lordu Darth Vader de, benim çok sevdiÄŸim karanlık tip Darth Maul da… Lakin sevgili Han Solo (Harrison Ford), gıcık olduÄŸum Luke Skywalker (Mark Hamill), garip saçlı Prenses Leia – General Organa (Carrie Fisher), iÅŸte beyazperdedeydiler, zaman su gibi akıp geçmiÅŸ, yaÅŸlanmışlardı, eski dostlar. Sonra Chewbacca, C-3PO, R2-D2, Stormtrooper ahalisi ve diÄŸerleriyle karşılaÅŸtık, geçmiÅŸimizle kucaklaÅŸtık, kavuÅŸmuÅŸ olduk. Yeniler de vardı elbette, Rey, Finn, Poe Dameron, Kylo Ren derken, en akılda kalan, hayli ÅŸirin yeni kahraman minik robotumuz BB-8 oldu, kanımca. Teknolojinin geliÅŸiminin, tüm efektleri, daha da gerçekçi kıldığı, şüphe götürmez. Åžimdi yedinci, gelecekte, yetmiÅŸ yedinci film çekilse, belki öyküye de ihtiyaç kalmayacak, daya görseli, gitsin. O kadar malzeme var mı diye sorarsanız, geniÅŸletilmiÅŸ evren bu, istediÄŸin kadar kahraman, robot, uzay gemisi, silah, aparat ekleyebilirsin, üstelik tiplemelerin sayısı arttıkça, maÄŸazalarda satılacak ürünlerin sayısı da artar, sonra hop paralar cukkaya.

 

Evet, beğenenlerin, beğenmeyenlerin, çok sevenlerin, hiç sevmeyenlerin, burun kıvıranların, gaza geldik filme gittik, keşke bileti Düğün Dernek 2 için alsaydım, daha çok eğlenirdim, bol bol gülerdim diyenlerin olduğu bir film, Güç Uyanıyor. Doğruya doğru, bilimkurgu, herkesin harcı değil, haliyle bu bilimkurgu da değil, aslında tastamam fantastik kurgu, insanın uzaya ve uzaylılara dair fantezilerinin yansıması, o kadar.

 

Yani çok abartılacak, çok büyütülecek bir mesele değil, elbette çocuktuk, etkilendik, dünyamız genişledi, George Lucas abimize saygımız sonsuz, ancak bu, onun düşleri… Ve bizim düşlerimiz bambaşka olabilir artık, ergenlikten çıktık sayılır, çok şükür. Şimdi biraz gerçeğe dönme vaktidir, can yangınları sürerken, tek derdimiz Yıldız Savaşları olmasın, mümkünse. Öğretmenlerinden ve okullarından olan çocuklar var coğrafyamızda, onların düş kurmaya mecali yok, önce onlar düze çıkacak, sonra hep birlikte göğe bakarız, yine…

“Çocukluk, hayatın cennetidir”

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Ünlü Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer; “Çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet” demiş. Ne kadar doğru söylemiş, biz yetişkinler, siz çocuklara çok özeniyoruz, ancak çaktırmıyoruz. Nereden mi belli? Elbette, bizim zamanımızda, şu oyuncak yoktu, bu park yoktu, sonra efendim, bilgisayar da yoktu gibi söylemlerimizden… İşte tam da bu yüzden, büyümeyen çocuklar, aslında ne şanslılar… Evet, çizgi roman kahramanları ve animasyon karakterleri asla büyümüzler. Her yeni nesil, onların arkadaşıdır, tüm çocukları, maceralarına katarlar.

 

Sinema veya televizyon fark etmez, bu güzelim süper kahramanlar, çocuk ruhlu insanlar tarafından üretildiler. Misal lazanyaya bayılan, çok iri ve vurdumduymaz kedi Garfield, artık 37 yaşında… Sahibi, kucağına aldığı Garfield’e; “Avustralya kıtası kadar ağırsın” der, o anında cevabı yapıştırır; “Hımmm, ufak kıtalardan biri yani…”Sevimli Hayalet Casper, Garfield’den 30 yaş daha büyük. Bu cana yakın hayalet, insanların ondan korkmasına çok üzülür, arkadaş edinmek ister. Kuşkusuz, Casper’dan korksa korksa yetişkinler korkar, çocuklar ise onunla dostluk kurar. Çocukların önyargısı yoktur, yoksa doymak nedir bilmeyen, hep yemek yiyen Tazmanya Canavarı, bu denli sevilmezdi, değil mi? Haylazlık, yaramazlık, hem çocuk kahramanların, hem de siz çocukların hakkıdır. Hem ne demiş büyük deha Goethe; “Yaramazlık kimde mi hoşuma gider? Çocuklarda; çünkü dünya onlarındır”

 

İlk çizgi film, 109 yaşında…

 

Çizgi karakterlere sonra yine döneceğiz, şimdi ilk çizgi filmi anlatalım. ABD ve İngiltere’de, neredeyse aynı tarihlerde, yani 1906 senesinde, ilk çizgi film, perdeyle buluştu. Amerikalı James Stuart Blackton tarafından yaratılan eserin adı; “Humerous Phases of Funny Faces” idi. Tam sekiz bin çizimden oluşan bu film, bir ressamın çizdiği resmin canlanmasını anlatıyordu.  Günümüz teknolojisini bir an için unutun, çünkü ilk çizgi film, bir çemberden atlayan köpek gibi basit hareketlere can veriyordu. İngiltere’de ise Walter Booth, “Sanatçının Eli” adlı filmi yarattı. Anlaşılacağı üzere, görünen kendi eliydi. El, bir kadın ve bir erkek çizdi, sonra bu çift dans etmeye başladı.

 

Fransalı karikatür sanatçısı Émile Cohl, animasyonun bir başka ilk ustasıdır. 20. Yüzyılın başında yaptığı Fantasmagorie ise tarihin ikinci animasyon filmidir. Büyük resimler çizen ve bu resimleri tek tek fotoğraflayan Cohl, örneğin Fantasmagorie’yi 700 resimle oluşturdu. 15 yılda 250 film yapan sanatçı, tarihin ilk çizgi film karakteri “Sncokums”a da hayat verdi. 250 film yaptı demiştik, ancak sadece 37 tanesi günümüze ulaşabildi, ne yazık ki…

 

Peki, ilk çizgi hayvan kahraman kimdi? 102 yıl önce yaratılan “Old Doc Yak” adlı kısa pantolon giyen bir keçiydi. Haliyle çok tuttu ve bir seriye dönüştü. Çocuklar çizgi filmi, çizgi filmler çocukları sevmişti. Çizgi filmlere giderek artan ilgi, 1919 yılında meyvelerini verdi. Ve Pat Sullivan’ın “Felix the Cat” adlı yapıtı, pek çok çocuğun sevgilisi haline geldi.

 

Aşağıdaki linkte; ilk çizgi filmlerin nasıl yapıldığına dair kısa bir videolar var.

http://www.izlesene.com/video/ilk-cizgi-filmler-nasil-yapildi/7140193

http://www.izlesene.com/video/sinemanin-ilkleri-ilk-cizgi-film/8137692#

https://www.youtube.com/watch?v=DfOmxAtI00Q

https://www.youtube.com/watch?v=7D6nOddKc0Y

https://www.youtube.com/watch?v=zr58Gka6KTI

 

Önce renk, sonra da ses geldi…

 

İlk renkli çizgi film, tersten boyanan bir eserdi, adı “The Debut of Thomas Kat” idi ve 8 Şubat 1920′de gösterime girdi. İlk sesli çizgi film ise Paul Terry tarafından hayata geçirildi. 1928’de çekilen bu film, Meşhur Ezop’un fabllarından yola çıkılarak yaratılmıştı. Çizgi Film Kralı Walt Disney, filmi beğenmedi ve “bu bir yığın patırtı” dedi. Kıskanmış olsa gerek. Çünkü aynı yıl, yani 18 Kasım 1928’de, kendi sesli çizgi filmi “Steamboat Willie”yi New York’ta gösterime soktu. Bu tatlı rekabet, aslında tüm çocuklara yaramıştı. Çünkü tüm zamanların en bildik kahramanı Miki Fare, artık aramızdaydı. Uzun metrajlı ve sesli ilk çizgi film ise 1937’de çekilen ve yine Walt Disney yapımı olan, herkesin çok iyi bildiği “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” idi.

 

Türkiye’de çizgi film…

 

Türkiye’nin en ünlü karikatüristlerinden Cemal Nadir, 1932 yılında “Amcabey Plajda” adlı bir çizgi film denemesinde bulundu. Tek başınaydı, stüdyosu ve ekibi yoktu. Teknik yetersizlik yüzünden bu ilk proje, gerçekleÅŸemedi. Ülkemizin karikatürist ve animatörleri Vedat Ar, Yalçın Çetin, Mıstık, OÄŸuz Aral, Tekin Aral, Nihat Bali, Tonguç YaÅŸar, Orhan BüyükdoÄŸan, Erim Gözen, Tunç İzberk, AteÅŸ Benice, Ali Murat Erkorkmaz, Cemal Erez, Meral Erez, Emre Senan ve DerviÅŸ Pasin, bizim de çizgi film sektörümüz oluÅŸsun diye mücadele ettiler. TRT için Karınca Ailesi, Tek Bıyık, Tekir Noktalama İşaretlerini Öğretiyor, Bay Burun, Polis Amca, Evliya Çelebi, Dede Korkut gibi çizgi filmler üretildi. Son yıllarda TV kanallarında yayınlanan Pepee, büyük ilgi uyandırdı, hatta oyuncakları da raflarda yerini aldı. Sinemada gösterilen ilk çizgi filmimiz Ayas ise 2013 tarihliydi. Animasyon alanında dünyanın çok gerisindeyiz, umarım gelecekte birbirinden güzel animasyonlar, beyazperde ile buluÅŸur.

 

En sevilen kahramanlar…

 

Çizgi filmlerin tarihçesine bir son verelim, biz yine kahramanlarımıza dönelim. İşçi karınca Z, en sevilen kahramanlardan biridir. Gösterimi 1998’de yapılan filmin karakterlerini, Hollywood ünlüleri Woody Allen, Sharon Stone, Sylvester Stallone, Jennifer Lopez, Gene Hackman ve Christopher Walken seslendirdiler. Böylelikle animasyon seslendirmesi ünlülerin katıldığı bir geleneğe dönüştü. Ve bu sadece ABD ile sınırlı kalmadı. Her ülkenin meşhurları, çizgi film seslendirmesi için kollarını sıvadılar.

 

Sevilen karakterler biter mi? Asla bitmez! Karaca Bambi, Fare Remy, Tavşan Roger Rabit, Homer Simpson, Ceset Gelin Emily, Kung Fu Panda, Kaptan Hook, Totoro, Caroline, Çizmeli Kedi, Gromit, Optimus Prime, Bumblebee akılda kalan tiplemelerdir, kesinlikle… Sonra Afacan Çocuk Denis, He-Man, Jetgiller, Taş Devri, Cedric, Scooby Doo, Sünger Bob, resmen saymakla bitmeyecek.

 

Benim en sevdiğim karakter ise Buz Devri serisinin fenomeni, firavun faresi Scrat’tır. Onun, meşe palamudu ile ilişkisine ve büyük mücadelesine, hayran olmamak elde değildir!

 

Korku sinemasında çocuk etkisi…

 

Çizgi filmler ve animasyonlardan artık çıkalım. İlgi çekici bir konuya göz atalım. Önce ebeveynlerinizden izin alalım. Çünkü yeni konumuz, korku sinemasındaki çocuk karakterler. Efendim, belki aileleriniz gerilim filmlerini seyretmenizi istemiyordur, haliyle haklı olarak. Sizler ÅŸanslı nesilsiniz, bizim zamanımızda anne ve babalarımız, çocuk psikolojisi üzerine pek kafa yormazdı, üstelik her çocuk gibi meraklıydık. Yazlık sinemada, bir korku filmi seyrederek, ilk travmamı yaÅŸamıştım. Neyse bu bambaÅŸka bir hikaye… YaÅŸ sınırları konuyor filmlere, iÅŸte ÅŸu yaÅŸta seyredebilir, bu yaÅŸtaysa ailesiyle izleyebilir gibi… Ancak aynı özeni, çocuk oyunculara göstermiyorlar. Yani çocuklar korku filmi seyretmesin ama korku filminde oynasın. Evet, kesinlikle tuhaf… Bu büyüklerin iÅŸlerine de akıl sır erdirilemiyor. Bir festivalde, yabancı bir yönetmene sormuÅŸtum. Çocuklar neden korku filmlerinde oynatılıyor diye, yanıtı; Çünkü onlar masum, çoÄŸu yetiÅŸkin için masumiyet korkutucudur demiÅŸti. Biz yetiÅŸkinlerin, masumiyetten korkması, harbiden çok ilginç… Sinema tarihinin en korkunç filmi, Åžeytan’dır (The Exorcist / 1973), filmdeki Regan karakterini canlandıran Linda Blair ise, henüz 14 yaşındadır. Artık nasıl bir kaderse, onun sinema hayatı korku filmlerinde oynamakla geçer.

 

Hayvan Mezarlığı filmindeki Gage tiplemesi, Omen’deki JDamiens karakteri, sonra Yetimhane’deki Victor, Orphan’daki Esther, şiddet sever Oyuncak Bebek Chucky’e rahmet okuturlar. Hah! Bizde de Öksüzler filminde Nuri adlı korkunç bir karakter vardır, “Binicem üstüne, vurucam kırbacı” repliğiyle bilinir.

 

Çocuk eli değen filmler…

 

Çocukların sürüklediği, yetişkinleri dönüştürdüğü filmlerini de anlatmadan olmaz. Misal Alice in the Cities (Alice in den Städten, Wim Wenders, 1974). Bu yol hikayesinde, Philip Winter adında yazamayan bir yazar vardır. O tıkanıp kalmıştır. Ve bir gün küçük kız Alice’le tanışır. Onların yolculuğu, yeniden hayata dönmek ve yine üretmek demektir.

 

Çocukluk halleri üzerine…

 

Portekizli yönetmen Monoel de Oliviera, yakında 107 yaşına girecek. Evet, yanlış okumadınız, yüz yedi ve o hala film çekiyor. Aniki Bóbó ise onun 73 sene evvel çektiği bir film. Aynı okulda arkadaş olan çocukların, rekabetlerini, gruplaşmalarını anlatan, onların üzüntülerini ve sevinçlerini yansıtan, etkileyici bir yapıt bu…

 

En sevdiğim film…

 

Sovyet Sineması’nın doruk yapıtlarından biridir Gel ve Gör (Come and See (Idi i Smotri, Elem Klimov, 1985), benim de en sevdiğim ve etkilendiğim filmdir. Savaş karşıtıdır, barış yanlısıdır. Savaş dehşetini, bir çocuğun gözünden yansıtır. Gel ve Gör der, küçük kahramanımız Florya, büyüklerin yarattığı vahşeti ve şiddeti gel ve gör.

 

Büyümek zorunda kalmak!

 

Cría Cuervos, Carlos Saura’nın 1976’da kotardığı bir film. Anne ve babalarını yitiren üç küçük kız çocuğunun, hayata tutunma çabasını kurgular. Ölüm, yaşam ve büyüme sancısı… Yaşamak, yetişkinler için bazen adil değildir, çocuklara ise hiç değildir.

 

Babalar ve kızları…

 

El Sur (Victor Erice, 1983), babasına hayran olan küçük kız çocuğu Estrella’yı anlatıyor. Kahramanımız ağır ağır serpiliyor, için dünyasının kapılarını, hepimize açıyor. Büyüdükçe hayatı sorgulamaya, sorular sormaya, olup biteni anlamaya çabalıyor. Olgunlaşmak gerçeklerle yüzleşince geliyor. İspanya İç Savaşı’nın yarattığı tahribat, toplum kadar, çocukları da vurmuştur çünkü…

 

Kadere inat, “Hayat Var!”

 

Reha Erdem’in bu öyküsü, küçük kahramanımız Hayat’a (14) dair… O, Göksu Deresi’nin kıyısındaki vahÅŸi bir cazibesi de olan harabe bir yuvada büyümeye çabalar. Bakıma muhtaç dedesi ve evin rızkı için balıkçılık dışında yasadışı iÅŸlere de yönelen babasıyla… Acımasız dünyadaki korunağı derme çatma ahÅŸap kulübesinde, boÄŸazın diÄŸer yakasındaki okulunda ve aklınıza gelebilecek her yerde yalnızdır bu çocuk. Hayat’ı, -içimiz cız ederek- kâh iskelede eve dönmek için büyük bir sabırla babasını beklerken kâh metruk arsada garibim horozu tekmelerken yakalarız. Ama Hayat varsa, umut da vardır.

 

Büyümek istemeyen çocuk

 

The Tin Drum (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979), büyümemeye karar veren bir çocuğun öyküsüdür. Hep üç yaşında kalmak isteyen Oscar’a, annesi teneke bir trampet alır. Halk. Nazi’lere sustukça, o trampetini çalar. O, özgürlüğün susmayan sesidir. Bu büyümekten, büyükleri yüzünden nefret etmenin destanıdır.

 

Uyarmakta fayda var, bu filmlerin çoğu acıklıdır, hayatta gülmek kadar, ağlamak da vardır. Ve ötesinde, sinemanın tüm ölümsüz yapıtlarında çocuklar yer alırlar. Çünkü onların gözleri daha sorgulayıcıdır. Çünkü çocuklar, yetişkinlerin yarattığı anlamsızlığa anlam ararlar.

 

Çocukların, kahramanlığı sırtladığı diğer filmler ise şunlardır; The 400 Blows (Les quatre cents coups, François Truffaut, 1959), Forbidden Games (Jeux Interdits, René Clément, 1952),  Ivan’s Childhood (Ivanovo Detstvo, Andrei Tarkovsky, 1962), Evde Tek Başına (Home Alone, Chris Colombus, 1990) , Where is the Friend’s Home? (Abbas Kiarostami, Khane-ye doust kodjast?, 1987), The Kid with a Bike (Le gamin au vélo,  Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2011) ,The Bad Seed (The Bad Seed, Mervyn LeRoy, 1956),  Stand By Me (Stand By Me, Rob Reiner, 1986), Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990), Nobody Knows (Dare Mo Shiranai, Hirokazu Koreeda, 2004) , Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012), Let the Right One In (Låtten Den Rätte Koma In, Yön: Thomas Alfredson – 2008) , Kikujirō’s Summer (Kikujirō no Natsu, Takeshi Kitano, 1999), Kes (Kes, Ken Loach, 1969)

 

Son olarak şunu söyleyelim. Çinli Filozof Mencius; “Çocukluktaki saflığını kaybetmeyen adama, büyük adam denir” demiş. Dilerim arkadaşlar, saf halinizi ve masumiyetinizi, geleceğe taşırsınız. Hepiniz çocuk ruhlu, büyük insanlar olursunuz.

Çocukları katlederek özgürlük götürmek…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Küresel emperyalizm, vahşi kapitalizm ve neoliberalizmin merkez üssü ABD’nin diğer adı da dünyanın jandarmasıdır. Bu militarist sevda, düşman bellediği ülkelere, üstün teçhizat ve donanımlı ve deneyimli birliklerle demokrasi ve özgürlük götürmek gibi, saçma sapan bir misyon edinmiştir. Japonya’ya iki atom bombası atacak kadar gözü dönen, Latin Amerika’daki devrimci yükselişi, darbecileri destekleyerek geriletmeyi deneyen, Ortadoğu’yu resmen yol eyleyen Amerikan Ordusu, Vietnam’dan Irak’a, Afganistan’dan Panama’ya pek çok ülkeyi işgal etti, can aldı, kan döktü, terör estirdi. Şimdi neden bunları anlatıyorum? Çünkü ABD, hem kendi milletini ikna etmek, hem de dünya halklarına korku salmak için sinemayı kullandı, kullanıyor ve elbette kullanacak. Evet, 7. sanat dalı olan sinema, çok eskiden beri, propaganda aracı olarak da işlev görmektedir. Mevzuyu şöyle açalım; Meşhur Potemkin Zırhlısı, 90 sene önce çekildi ve ne yazık ki; Hitler’in sağ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkiledi; “Eşi benzeri olmayan şaheser. Bu filmi izleyen insan bir Bolşevik olabilir.” ABD, hiç geri kalır mı, hemen kolları sıvadı, bir yandan “Amerikan Rüyası”nı, diğer taraftan da çok güçlüyüz, aşırı kuvvetliyiz, en kahraman biziz destanını beyazperdeye taşıdı.

 

11 Eylül meselesinden sonra, Savunma Bakanlığı, tedbir planı hazırladı, hazırlanan listede, zombi saldırısı da var. Gülmeyin, tuhaf bir memleket bu ABD, savaşacak şey bulamayınca, Battleship ve Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı gibi filmlerle uzaylılarla çatışıyorlar. Çünkü dünyayı kurtarmakla mükellefler, kim onlara bu görevi verdi, belli değil oysa…

 

Yaşı 85’e dayanan, 60 yıldır sinemanın içinde olan 1.93’lük ünlü kovboy dedemiz Clint Eastwood, kesinlikle sağcı, harbi militarist ve silah sevdalısı Hollywood yıldızlarından biridir, belki de en ünlüsüdür. Gerçek bir yaşam öyküsünden uyarladığı son filmi “American Sniper” (Keskin Nişancı), gösterime girdi. American Sniper, en iyi film dâhil, altı dalda Oscar’ı kapmak izin yarışacak. Yaşayan en büyük sinemacılardan demiştim, onun için altı yıl önce yazdığım bir yazıda, işgale kılıf uyduran şu son eserine ne kadar kızsam da, canım sıkılsa da fikrim değişmiş değil!

 

Clint Abi hakkında yazmayı keseyim ve filme geçeyim. Ama öncesinde, Oscar’ın, militarizmi nasıl sevdiğini vurgulayayım. Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) 2009’da, Operasyon: Argo (Argo) da 2010’da, Akademi’nin en iyi film ödüllerini kazanan iki yapım, biri ABD ordusunun sevgilisi, diğeri de CIA güzellemesi… Hele Ölümcül Tuzak, Akademi üyelerine mektup yazdı filmin yapımcısı, aman Avatar’a değil, lütfen bize ödül verin diyerek, resmen yalvardı. Eh çabaları da sonuç verdi, heykelciği kaptılar. İşte Keskin Nişancı, onlar yaptıysa, ben de yaparım kafasında, deniz piyadelerini kahramana, işgal altındaki ülkenin insanlarını da cellada ve barbarlara benzeten, haksız ve anlamsız bir film aslında… Dürbünlü tüfeğinden kan damlayan, 168 ila 255 arasında can alan (rivayet muhtelif), Amerikan tarihinin en çok insan öldüren askeri sıfatıyla, efsane ilan edilen Chris Kyle adlı ağır arıza bir askeri, allıyor pulluyor, göklere çıkartıyor.

 

Başroldeki Bradley Cooper, hakkını yemeyelim iyi oynamış, ancak canlandırdığı karakter, Teksaslı despot babasından 8 yaşında geyik avlamayı öğrenen, babası, yırtıcı olma, av olma, koruyucu ol dediği için, koruma güdüsüyle harekete geçen, rodeocu olmak kesmeyince, askerlikte karar kılan ve geyikten insan avlamaya terfi eden, kanatsız bir melek adeta… Donanma SEAL komandolarından Chris’in biricik görevi, Irak’ta ev baskınları yapan silah arkadaşlarını, çatıya yerleşip, saatlerce bekleşip, şüphelendiğine ateş edip, korumaktır. Askerleri kurtarmak için kadınlara, hatta çocuklara kurşun sıkar. Gözümü kırpmadan adam öldürürüm, benim için insan vurmak çok kolay diyen, Irak’ın direnen bölgelerine (Felluce gibi) dört kez giden ve bin günü savaşarak geçiren usta nişancı, evde de sorunlar yaşamaktadır, çünkü aklı fikri cephededir. Adı duyuldukça, düşmanı da artar, lakabı Ramadi Şeytanı olur, hatta Irak’ta kafasına ödül konur. Karşı cephede de bir keskin nişancı vardır, Suriyeli Mustafa, olimpiyat şampiyonu bir atıcıdır, komşu ülkeyi işgalcilerden korumak için tüfeğine sarılmıştır. Lakin o kötü adamdır, “Kimseyi geride bırakma” sözüne tutunan bizim Chris ise iyi adamdır, haliyle… Lan arkadaş, memleketini korumak isteyenler ve onlara yardıma koşanlar pislik herifler diye gösterilecek, işgalciler ise güzel insanlar olarak baş tacı edilecek. Hadi oradan! Film, elbette fena değil, bir şekilde izlettiriyor kendini, ancak yolu sakat, yorumu sakat, ana fikri sakat…

 

Gerçek hikayeden esinlenilmiş ya, spoiler verdin demeyin, Teksas’a geri dönen bu seri katil, iki yıl önce, bir başka savaş gazisi tarafından, evinin yakınındaki poligonda öldürüldü. Aman vatanım, aman silah arkadaşlarım diye, binlerce kilometre uzakta sivilleri, direnişçileri öldürürsen, silah arkadaşın da kalkar seni, atış talimi yerinde vurur. Nede olsa atış serbest, oh olsun!

 

Demokrasi havarisi ABD’de, dün ve bugün, birçok savaş filmi, Pentagon’dan alınan destekle çekiliyor. Yardım isteyip, reddedilenler de cabası… Ancak tam tersi duruşlar da var, haklarını yemeyelim. Misal Oliver Stone, Müfreze ve Doğum Günü 4 Temmuz filmlerini çekerken, ordunun destek önerisini reddetti ve ağır konuştu; “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar. Belirli tipte filmler yapmamızı istiyorlar. Savaşın karanlık yüzüyle uğraşmamızı istemiyorlar. Savaş hakkında gerçeği dile getirmeyen filmlere destek veriyorlar ve savaş hakkındaki gerçeği arayan filmleri desteklemiyorlar. Savaş hakkındaki çoğu film, askere alım ilanlarından farksız”

 

Pentagon ile Hollywood’un yakın ilişkisinin ve işbirliğinin başlangıcı, 1927’de çekilen Oscar’lı The Wings (Kanatlar) filmine kadar uzanır. İnsanlar Yaşadıkça, Patton, Dünyanın Durduğu Gün, Yeşil Bereliler ve diğer birçok yapım, askerden yardım aldı ve bu kanıtlandı. Sansürü coşturan, kendilerine karşı olanlara zorluk çıkartan bu iki büyük oluşum, birbirlerine muhtaçtırlar, birinde araç, gereç ve mühimmat vardır, diğerinde dünyayı etkileyecek ve büyüleyecek beyazperde… Hollywood, etkileyici filmler çekerek, potansiyel belirlemede, asker adaylarını çekmekte kullanılan bir aparat aynı zamanda, ne yazık ki…

Kelebeğin Rüyası; Bir Şiir Sineması…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kelebeğin Rüyası, bir şiir sineması… Tam tekmil hüzün, kalabalık içerisindeki yalnızlık, yarım kalan her şey ve dizelerden peliküle düşen gerçek bir ölümsüzlük. Evet, 1940’larda ince hastalık denilen vereme yakalanan ve peşi sıra ölüme yürüyen gencecik, alınyazıları ortak, dostlukları mutlak iki şairin, Rüştü Onur (1920-1942) ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun (1922-1946) beyazperdeyle buluşan ve bizlere ulaşan hikâyesi bu. Onların iç acıtan, yürek burkan kısacık yaşamöyküleri, büyük şairler yetiştiren bu memlekette, inadına şiirden uzak yaşayan insanlarımızı yakalar ve tokat etkisi yaratır, umarım. Ve slm nbr cnm? misali sesli harf düşmanı, dsakjhaskjhdsakhsdakjs gibi boğulma efektiyle gülen yeni nesil, dizelerin nezaketini, cümlelerin zarafetini, dilerim yetmiş yıl önce yaşayan akranları gibi kavrarlar, şiirin ve güzelim dilimizin ruhunu anlamakta daha da gecikmemiş olurlar.   

 

Filmin adı, Filozof Chuang Tzu’nun 2500 yıllık düşünden geliyor. O rüyasında kelebek miydi, kelebeÄŸin rüyasındaki kendisi miydi? Bilmiyor. KelebeÄŸin ömrü kadar kısa sürüyor onların hayatı, ancak yaÅŸamak sanatı, saate deÄŸil, marifete tabi, çok şükür. Evet, sanat gibi onlar için hayat, ÅŸiir kadar kısa ve net. Orhan Veli: “Son yıllarda Zonguldak üç büyük yetenek yetiÅŸtirdi: Biri Rüştü Onur…”, Behçet Necatigil: “Gamlı gecelerin öncüsü Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti.”, Oktay Rifat: “Rüştü Onur Türkiye’de geç baÅŸlayan bir hareketin bayrağı altında ÅŸiir yazıyordu.”. Cemal Süreya: “Rüştü Onur ÅŸiirleriyle hayatını, daha doÄŸrusu ölümünü, bir arada götürmüş.”

Salah Birsel: “Rüştü Onur’un kısa bir ÅŸiir yaÅŸantısı oldu. Her gün sıtma geçirirdi. Åžiir sıtması.” der ve ekler;

“İnanın sözüme ÅŸairler

Üçer beşer söneceğiz

Yirmi ikiye varmadan

Rüştü gibi öleceÄŸiz”

 

Ama en ağır yazı aynı kaderi paylaÅŸan, can dostu Muzaffer Tayyip Uslu’dan gelir; “Rüştü ölmüş. Demek ki ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baÅŸ baÅŸa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık bu ÅŸehrin caddelerinde dolaÅŸtığımız ve yeni yazdığımız ÅŸiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, aÄŸacı aÄŸaç, denizi deniz olarak seyrettiÄŸimiz saatler, sırf ÅŸiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş… Ve ben daha ÅŸimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük ÅŸehirde yalnızlığımı hissetmeye baÅŸladım.”

Verem illeti, Garip’lerin belasıdır, Rüştü’den sonra Muzaffer’in de peşini bırakmamaya kararlıdır.  

“Kan

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindiüstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama iş işten geçmiş ola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hala

Mesela gökyüzü,

Maviydi alabildiÄŸine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine…”

Muzaffer Tayyip Uslu

 

Åžiirden sinemaya geçmeden önce, Rüştü ve Muzaffer için sözü büyük usta Turgut Uyar’a bırakalım; “Şiirleri de yazgıları gibi açıklanmaz bir biçimde birbirlerine benzeyen bu iki ÅŸairi bir arada anmak gerekliliÄŸini duydum. Åžiirlerinin birbirlerine benzerliÄŸi açıklanabilir bir bakıma: içinde bulundukları toplumsal sınıfı, eÄŸitimlerinin benzerliÄŸi, uzun süre bir arada bulunmanın verdiÄŸi karşılıklı etkilenme – etkilenme bile deÄŸil bu, bir takım ÅŸeyleri birlikte bulma, birlikte düşünme – ÅŸiirlerinde benzerliÄŸi açıklamaya yeter. Ama yazgıları… İkisi de ÅŸair kiÅŸiliklerini saÄŸlamca kuramadan ölüp gitmiÅŸler. Birinin ÅŸiiri rahatça öbürüne mal edilebilir. Yalnız bana göre Muzaffer Tayip, Rüştü Onur’dan biraz daha yetenekli, Rüştü onur, görünüşte daha alçak gönüllü, daha çekingendir. Belki de bu çekingenlik, ÅŸair olarak kendine güvenin, yaptığına inanmanın rahatlığından gelmektedir. Ama Muzaffer de, Rüştü de daha çok dünyayı tanımanın, dünyayı tatmanın ÅŸaÅŸkınlığı ve sevinci içindedirler. Çok ÅŸiir okumuÅŸlardır, okumaktadırlar; saÄŸlam sezgileri vardır, yaÅŸamayı severler. Delikanlılıklarının, ÅŸiiri delikanlıca sevmenin bütün tatları ve acemilikleri vardır ÅŸiirlerinde. İddiaları yoktur. Åžiir okumanın ve dünyayı ÅŸiirden sevmenin verdiÄŸi rahatlıkla, kendilerini etkileyen her konuyu ÅŸiir haline getirirler. Tutsun tutmasın. Åžiirleri, bir bakıma, alışılmış ölçüleriyle ÅŸiir deÄŸil, bir çeÅŸit hatıra defteri niteliÄŸindedir; aslında bütün tatları da buradan gelir. En büyük bahtsızlıkları, erken ölümleridir. YaÅŸasalardı… Ne olurlardı bir ÅŸey söylenemez. Yalnız ölümlerinin peÅŸinden hemen birer “deha” durumuna getirilmeye çalışıldılar. Türkiye’de bir Rimbaud efsanesi… Böylelikle iki tutku karşılığını bulacaktı: birincisi, ÅŸiir geleneÄŸimizde eksikliÄŸi duyulan “genç ölmüş deha”, ikincisi (daha önemlisi) bu dehayı keÅŸfeden baÅŸka dehalar. İkisi de tutmadı sonunda. Onlar sevgileriyle baÅŸ baÅŸa kaldılar. Biri en iyisini yapmış biri daha iyisine özenmiÅŸtir. Bütün toylukları ve sevimlikleri parıldayıp durur ÅŸiirlerinde. Bence, ikisinin de en önemli özelliÄŸi gelecek “güçlü bir ÅŸiiri” sezmiÅŸ ve bunu gerçekleÅŸtirme çabasına girmiÅŸ olmalarıdır. İkisine de sevgi uzaklardan…”

 

Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği, ön hazırlıkları iki yıl süren, çekimleri tam dört ay boyunca Zonguldak ve İstanbul’da gerçekleşen Kelebeğin Rüyası’nın oyuncu kadrosunda; Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah ve Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil ve Servet Pandur var. Görüntü yönetimi Gökhan Tiryaki’ye, müzikler Rahman Altın’a, kurgu da Bora Gökşingöl’e ait.

 

Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız, müthiş bir açılış sekansıyla başlıyor film, dönem filmi çekmek hayli zordur. Çok para, ince işçilik ve yoğun emek ister. Zeki Demirkubuz’un 1930’lar Zonguldak’ını anlattığı Kıskanmak, harbiden kötü bir projeydi. Lakin aynı kentin on yıl sonrasını anlatan Kelebeğin Rüyası, üstün bir başarı yakalıyor ve bizi geçmişe, kara elmas diyarına götürmeyi beceriyor. Bu büyüyü gerçek kılan sanat yönetimine ve kostümcülere tebrikler.

Gökhan Tiryaki, memleketin en iyi görüntü yönetmenlerinden, ustalığını konuşturmuş resmen, müzikler enfes, geçişler sağlam ve güzel. 138 dakikalık uzunluk ile gelen tempo sorunu, senaryodaki yer yer sallanmalar, mevzu şiir olunca çok da göze batmıyor, bariz hataların olmaması ise sevindirici… En büyük problem kastta… 30 yaşındaki Belçim Bilgin’den liseli kız yaratmaya çabalamak, filmin ağırlığı ve edebi diliyle örtüşmüyor, ne yazık ki… Kıvanç Tatlıtuğ, yok 20 kilo vermiş, öyle filme hazırlanmış. Bunlar hikâye… Veremli bir delikanlıyı canlandırmak için veriyor kiloyu, keyfine diyet yapmıyor. Ve kilo vermek ile oyuncu olunmuyor. Mankenlikten gelme Kıvanç, resmen döktürüyor. Bir büyük aktör kazanıyor ülke, dilerim dizileri azaltır, sinemaya yoğunlaşır. Beyazperdenin bu tür performanslara ihtiyacı var, sinemaseverler lay lay lom tiplemeler yüzünden sinemadan soğudu, bize karakterlere can verecek Kıvanç gibi oyuncular gerek. Mert Fırat da kariyerinin en iyi işini çıkartmış, lakin Kıvanç çok iyi olunca, o biraz geride kalıyor, varsın olsun, her film, performanslar gösterisine dönüşsün. Keşke…  Son olarak Zeynep Farah Abdullah’a gelelim, tifo hastası genç kadın rolünde büyüyor, büyülüyor. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde beğenmiştim, şimdi sevdim, henüz 21 yaşında, iyi projeleri seçerse mükemmel bir aktris kazanır ülke.

Maden ocağına kurt köpekleriyle götürülen, zincirli mahkûmlar bana biraz ABD’nin raylarla örüldüğü yılları anımsattı, onca yoksulluk varken, zenginlik içinde yaşayan, balolar yapan Zonguldak… Bir kentin iki yüzü, yoksul ve varsıl, ikinci dünya savaşına girmeyen ve yine de sürünen bir halk, mükellefler ve tek parti hükümetine göndermeler, sonra verem, sonra Tanrı Uludur, sonra şiir, bir büyük dostluk ve gencecik iki şair. Hükümet Kadın filmi, BKM’nin Adnan Menderes dönemi güzellemesi idi, burada da kah alt metinle, kah inceden inceye CHP’ye, Nazi hayranlığı ve din karşıtı göndermeleri var. Elbette haklılık payı da bulunuyor.

 

Tek parti dönemi çok mu iyiydi? Elbette hayır, aynen bugün her şeyin güllük gülistanlık olmadığı gibi… Benim tercihim, her dönemi eleştirmek olurdu, BKM’nin seçimi bu yönde değil. Onların seçimi, onların tercihi, en nihayetinde… “Aşk, en güzel bahanesidir şiirin…”, haliyle erke yakın durmak da, en güzel bahanesidir, siyasetin…    

 

45 yaşındaki Yılmaz ErdoÄŸan, Rüştü ve Muzaffer’in öğretmeni, ÅŸair ve çevirmen Behçet Necatigil’i canlandırıyor. İyi de oynamış. Lakin Behçet Necatigil, 1941 yılında henüz 25 yaşında, o baÅŸka… Kıvanç ve Mert de, onar yaÅŸ büyükler, canlandırdıkları ÅŸairlerden… Bu liseli Belçim kadar, göze batmıyor, doÄŸrusunu söylemek gerekirse… NiÅŸanlı Rüştü’nün, filmde evlendirilmesi de sorun deÄŸil. Ancak, ben gerçeÄŸin birebir yansıtılması gerektiÄŸini düşünüyorum, bu da benim fikrim. Yalnızlığı, hastalığı, fukaralığı ve aÅŸkı anlatan film, öpüşmekten ve seviÅŸmekten bihaber… Muhafazakâr deÄŸildir oysa ÅŸiir, tutkulu, sıcak ve arsızdır, çoÄŸu zaman… “Kız ÅŸiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun” diyen güzel adamlar hatırına, daha da fazla eksik gedik aramayacağım. Çünkü bu film, Yılmaz ErdoÄŸan’ı, benim gözümde, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Zeki Demirkubuz’un önüne geçirmiÅŸ, memleket sinemasının en iyi yönetmeni olarak gördüğüm Reha Erdem’in seviyesine getirmiÅŸtir. Vizontele dönemi bitti, ustalık devri baÅŸladı. Yukarıda saydığım sebeplerden dolayı, KelebeÄŸin Rüyası’nı baÅŸyapıt ilan etmeyeceÄŸim, sadece bir sinemasever olarak daha iyi kotarılmış filmlerini bekleyeceÄŸim.

Behçet Necatigil; “Bir ÅŸair yaÅŸamıştı Zonguldak’ta, adı Rüştü Onur’du. Bilseydi hatırlanacağını, ölümünden sonra, memnun olurdu.” diyor. Åžimdi sinemaya gitmek için, bundan daha güzel bir davet olur mu?