Etiket arşivi: Müslüm Gürses

Roma; yılın en iyi filmi

ALPER TURGUT

Roma, bu sene seyrettiğim en iyi film, sıradan insanlara dair, siyah-beyaz bir sinema destanı, tastamam. Belki küçük bir öykü bu, lakin inadına derin, kadın sorunu, sınıf sorunu, aile sorunu, ziyadesiyle mevcut. Ötesinde hem ölüm, hem yaşam, hem düğün, hem ayrılıklar, hepsi var.

Dedem anlatmıştı, bundan yaklaşık 70 sene evvel, köyümüz Kadıköy’de yaşadıklarını… Kadıköy, eskiden Adana’nın deniz gören ilçesi Karataş’ın köyüydü, 1986 yılında Yüreğir ilçe olunca, hop oraya bağlandı. Çukurova, malumuz bereketli yer, toprak ağaları, sınırsız tarlara sahip olunca, ırgat mı dayanır, mevsimlik işçiler akın akın geliyor, yeni bir hayat aşkına da değil ha, resmen boğaz tokluğuna… Köy desen büyüdükçe büyümüş, nah kasaba kadar olmuş. Hah! Çalışmanın da yaşı yok, çocuklar bile pamuk peşinde… Kaytaran, yaramazlık yapan, haylazlık eden yoksul çocuklar, köyün eskileri ve sözü geçenleri tarafından, meydanda göstere göstere dövülmekte, diğerlerine ders olsun diye, ezilmeyi öğrensinler diye.

Bu saçmalık, gelenek haline dönüşmüş, benim delifişek dede de, o dönem ırgatbaşıymış, artık dayanamamış ve almış silahı, çıkmış eziyetçi güruhun karşısına. Demiş ki; bu benim ilanımdır, sözümden dönmem, bir daha böyle bir şey yaşansın, bir yoksul çocuğa, bir garibana bir fiske atılsın, görün bakalım neler olacak. Kimse karşı çıkamadı, böyle bir şey bir daha yaşanmadı ben oradayken dedi dedem, çünkü yapacaklarımı biliyor ve beni tanıyorlardı. Torunum dedi sonra, zenginin ettiği zulümden daha fenadır, fakirin fakire ettiği zulüm, insanı daha çok yaralar. 

Evet, Roma filmini seyrederken bunu düşündüm, zenginler bir avuç şu yalan dünyada, üflesen mumları söner, peki, nasıl zulmedebiliyorlar hala ve ısrarla? Fukaralar yüzünden, elbette. Bilinçlenmekten, örgütlenmekten kaçan, dengini bulunca ezmeye çabalayan, düşküne direkt abanan, varsılı görünce el pençe divan duran, işte nice ‘insan’, lanet sömürünün sigortası değilse, nedir? 

Meksika’nın sinemaya armağanı üç dâhiden biri olan Alfonso Cuarón (diğerleri Alejandro González Iñárritu ve Guillermo del Toro), yine kendisiyle yarışmış ve yine kendisini geçmiş. Böylesi yaratıcılar aşkına, hala küllenmiyor sinema sevdamız, hiç kuşkusuz. Netflix platformu ve sinemalar, önceki gün ayrı anda gösterime başladı, Roma’yı kaçırmayın derim. Ha! Roma deyince, İtalya’nın başkenti gelmesin aklınıza, bu Roma, Meksika’da bir mahalle, o kadar. Mahallenin resmi adı da değil hani, halkın koyduğu isim o. Hani bizim meşhur 1 Mayıs Mahallesi gibi, adı bambaşka oysa. Ve film bizi, 1970’lere taşıyor, orta sınıfının konuşlandığı, hiyerarşinin bariz hissedildiği bir eve ve ona açılan sokaklara da. 


Evin hizmetçisi ve çocukların bakıcısı Cleo, fakir bir yerlidir, kökeni kıtanın ta en eski sahiplerine kadar dayanır, onun sevgi dolu ve saf dünyasına konuk oluruz, onca adaletsizliğin ve aşınmanın tam ortasında, o çırpınır durur. Sonra film akar ve dünya birden genişlemeye başlar. Öyle ki, içine katliam bile sığar. 

Meksika’nın başkenti Meksiko’da 10 Haziran 1971’de, İsa’nın Bedeni Festivali yapılır, o gün kendilerine Şahinler (Los Halcones) adını veren ve ABD tarafından eğitilen yarı askeri (paramiliter) güçler, sol görüşlü göstericilere ve öğrencilere saldırırlar. Ve gün boyu yaşanan saldırı dalgası, katliamla sonlanır, yaklaşık 120 insan, bu eğitimli katillerin kurbanı olur. Peki, ölenler kadar, öldürenlerin de yoksul insanlar olduğundan dem vurmaya gerek var mı? Haliyle yok! Müslüm Gürses, yakarsa dünyayı garipler yakar demiş ya, kendilerini yakmaktan, dünyayı yakmaya fırsat buladıklarını hesaba katmamış sanırım. 

Film, bir yandan öznel, Alfonso Cuarón’un çocukluğuna ve onun dadısına dair. Lakin bu muazzam çekim tekniği, kamera açısı, sesin kullanımı ve işleyiş dili, kesinlikle evrensel. Böyle bir sonuca ulaşabiliyorsa, kişisel de neymiş? Çocukluk hatıraları, bizleri bambaşka bir dünyaya taşıyorsa, bizi inandırıyor, bizleri sarıp sarmalıyorsa, daha da ne ister insan? Yani bir araba bile anlatıma kuvvet katabiliyor, bir adam, daracık yerde usta manevra, bir kadın, iki aracın arasına, hasar pahasına dalma, sonra büyük araba gider, küçük araba gelir. Hayat daha da hafifler. 

Şöyle ki; evin hizmetçisi, en uzak ve en yakın olabiliyor, sınıfsal fark, onun dertleriyle değil, verdiği hizmetle ilgileniyor, onun yaşadığı travmalar, bir yere kadar, çok da umurlarında değil hani. Emek sömürüsünün, hayatın gerçeği olduğunu, yoksulların, temizlik işleri kadar, kirli işler için de rahatlıkla kullanabileceğini bize gösteriyor. Bağırıp çağırmıyor, slogan atmıyor, anlatıyor, göstererek anlatıyor. Ne güzel!

Arkadaş, en çok bozulduğum şey, insanlar, sinemayı daha gerçekçi bir hala nasıl getirebiliriz uğraşında, kafa patlatıyorlar resmen, biz ise sinemada sigarayı da yasaklayalım, filmlerde artık hiç olmasın gibi gizli sansürlerin peşindeyiz. Misal ağır dertlenmiş eleman, ya işten kovulmuş, ya da sevdiğinden ayrılmış, üzüntüden avokado mu yesin, suşi mi yutsun gidenin ardından. Veya ayran içip, acıklı türkü mü çığırsın, harbi harbi ezber bozmak uğuruna ne yapsın bu insanlar?

Kimsenin aklında ‘sarı yelek’ giymek yok, iktidara yakın cenah, sürekli giymeyin ha, sokağa çıkmayın ha, şöyle yaparız, böyle ederiz, gününüzü gösteririz tiradı atıyor, hep bir ağızdan. Hayır, evimize ani baskınla dalıp, bize zorla sarı yelekleri giydirir ve sokağa, güvenlik güçlerinin ta ortasına atarlarsa, şaşırmayalım. Meksika’dan niye memleketimin gündelik ucuz politikasına geçtim ki şimdi, filmin tadını da bozuyorum. Haydi, iyi seyirler.

Yürek duymuyorsa, kulak neylesin

 

 

 

Alper Turgut

 

Müzik kulağı denen bir zımbırtı var, yetenek filan da diyorlar buna, işte bu kabiliyet zamazingosu bende harbiden yok. Hatta ve daha fenası, kulaklarım da pek duymuyor, sanırım dedeme çekmişim, gelecekte işime geldiği zaman açıp, kapayacağım afili bir işitme cihazım olursa şaşırmayacağım, umarım tıp kısa sürede bir çözüm bulur, yoksa ömrünün son deminde sağırlaşan müzik dehası Ludwig van Beethoven gibi, “Tanrı, sizin kulaklarınıza fısıldıyor, bana ise haykırıyor” diyebilirim. Haaa tutarsa, amenna.

Kulak demişken, çoksatar Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini romanında geçiyordu, anımsayabildiğim kadarıyla anlatayım. İhtiyar adamın kulağını muayene eden hekim, duyum organının içinden, ta haylaz velet iken yerleşen nohutları (leblebi, bezelye de olabilir) çıkarıyordu, birden sıfır kilometre kulaklara sahip olan dede, hop sevinçle koşar eve… Ertesi gün bizim kocamış, direkt doktorun yanında alır soluğu… Hayda der tabip, ne arıyorsun kuzum burada? Yaşlı adam, nohutlar duruyorsa, tekrar koy yerine der, eve gittim, hanım senelerdir alışmış duymamama, bağıra çağıra konuşur olmuş. Gürültüden resmen başım zonkladı, kısaca ben, her şeyi duymak yerine, sakin, huzurlu ve sessiz hayatıma dönmek istiyorum. İşte benimki de o hesap!

Espri zorlama ve şaka kanırtma teşebbüsüm sona erdiğine göre, geleyim mevzuma… Şimdi efendim, sinemalarımız müzikli filmler akınına uğradı, uğramaya da devam edecek. Bakınız müzikal demedim, çünkü onda merhabaaaaaaa, ne haberrrrrrr, iyi günlerrrrrr falan filan derken bile şakır oyuncular, şarkılarla aktarılır tüm dertler, tüm sevinçler, tüm meseleler. Hah! Bizim filmler, kurgulanan veya gerçek hayattan damıtılan ve uygun gördükleri an ve olayları, sinemaseverlere sunan yapımlar, özetle. Yan yana iki salondan Müslüm Baba ve Bohemian Rhapsody filmlerinden çıkıyordu insanlar, yüzlerinde tarifsiz bir hüzünle… Arabesk veya rock, Türkiye veya İngiltere, o anda hiçbirinin önemi yok, efsaneleri hadsiz bir şekilde yarıştırmanın, elma ve armut gibi karıştırmanın da. Müslüm Gürses ve Freddie Mercury’e dair filmleri, eleştirmeye kalkarsam, sonu gelmez, her iki filmde de, hatalar, sarkmalar, kopukluklar ziyadesiyle mevcut. Lakin ayrıntıya ve bilcümle yanlışlara saplanmadım, yaşanmışlıklardan etkileneyim istedim, o güzelim duygu geçsin bana dedim, o da sağ olsun, iliklerime dek hissettirdi.

Yoksa Müslüm filminin ilk yarısının aktığını, ikinci yarısının saptığını görmüyor değilim. Sonra sosyal medya üzerinden tartışmalara, atışmalara şahit oldum. Bir kısım yeni keşfettiniz diyordu, bir bölüm, şarkılarını niye o söylememiş diyordu, biri suçluyordu, biri burun kıvırıyordu, çoğu alkışlıyor ve hatta ağlıyordu. Saçma sapan gündelik politika yerine, Müslüm Gürses konuşmak ne iyi geldi, bunu fark edemediler, hakkının teslim edilmesi, yeni yeni insanlar tarafından keşfedilmesi, “ben bunca seni severken, sen benden nefret edemezsin” diyen ahir zaman dervişine, geç de olsa sıkı bir selam çakılması, fena olmadı be!

Misal sinemada ve televizyonda, iki ayrı Pablo Escobar seyrettim, neredeyse üst üste geldi. Birini Oscarlı yetenek abidesi aktör İspanyol Javier Bardem canlandırıyordu, diğerini Brezilyalı oyuncu Wagner Moura… Çok sevdiğim Bardem, kesinlikle olmamış, Moura ise resmen dönüşmüş, büyümüş ve yürümüştü. Yani diyeceğim o ki; yeni yeni Müslüm veya Freddie filmleri çekilebilir, oldu da bitti maşallah durumu yok ortada, müzik nasıl ruhun gıdasıysa, sinema da, özgün işler kadar, yeniden çevrimlerle de var olmasını bilir. Hop! Buna örnek, Bir Yıldız Doğuyor filmine geçeyim. İlk üç filmi de seyrettiğim yetmezmiş gibi, dördüncü ve şimdilik son uyarlamasını da izledim sinemada… Hatta varlık sebebinden (ilk film, 1937 tarihlidir) de, önceki denemelerden de iyi bir yapıt çıktı karşıma. Ödülleri toplamak için Oscar’a da koşarsa, asla ve kata hayrete düşmem. Yahu şarkıcı Lady Gaga’dan oyuncu, oyuncu Bradley Cooper’dan şarkıcı mı olur dedim, sonra lafımı bir güzel yedim. Oluyormuş.

Durun! Bu senenin en çok konuşulan ayrıksı projelerinden Climax’e geçiyorum. Gaspar Noé denen aykırı arkadaş, yine çekmiş, zihni tokatlayan bir şey daha, bu kez Love gibi porno ve tutku değil meselesi, dümeni, dansa, müziğe ve insanın bilinçaltına kırmış. Çoğunluk Dönüş Yok filmini beğenir, bense illa Enter de Void derim. Beklentim çok yüksekti Climax’e dair, arkadaşlar öyle bir gazla anlattılar ki, hatta kısa bir süre sonra dayanamayıp, ikinci kez gittiler, haliyle benim çıta, arşa dayandı. Ancak festivale yetiştireyim gayretiyle, aceleye getirilmiş, hızla bağlanmış, çokça anlam yüklenmiş, metne değil, görüntüye abanmış bir proje çıktı karşıma… Ha rahatsızlık hissini aldım mı, elbette ziyadesiyle… Az duyan kulaklarım bile, cıstak cıstak diye dikeldiyse, içim de dışıma çıktıysa, işinin hakkını vermiş demek ki herif! Belki de çay ve kahve içip koltuğa yerleşmek yerine, güzel bir kafayla seyretmek gerekirdi, bilemedim.

Durmuyor müzik, durmayacak! Whitney Houston’ın hayatından demlenen, tacizden, uyuşturucuya, onca şatafatın içinden geçen acıları resmeden Whitney belgeseli de, önümüzdeki Cuma günü vizyonda. Amy Winehouse için çekilen Amy belgeseli gibi, sinema ve müzik tutkunlarına dokunabilecek mi, göreceğiz. Leto (Yaz) da başka bir müzik filmi, o da gösterime girecek bu ayın 23’ünde… Sovyetler Birliği’nde rock müziği ve aşk üçgeni… Siyah-beyaz bir 1980’ler, gerçeklikten kopup gelen, baskıya rağmen yükselen nağmeler… Ne diyeyim, seyretmek şart oldu. Yine siyah-beyaz bir müzik filmi olan Soğuk Savaş, ne vakit girecek gösterime bilmiyorum. Güzelim İda filmiyle dikkatlerimizi çeken Pawel Pawlikowski, bu kez Polonya’ya götürüyor bizi, ta 1950’lere, müthiş bir eserle…

Müzik işi, kulaktan çok yürek işi, tıpkı filmler gibi, gözlerimin gördüğü çoğu şeyi unuttum, kalbimde yankı bulmamış meğer. Öyle ya, yüreklerin kulakları sağır diye boş yere dememiş koca şair Nazım… Beynimize yerleşip, yüreğimize kazınan filmler hatırınadır sinema sevdamız, çoğu çöp iş, bize hiç ilişmesin yeter. Temennim odur ki; iyi ve güzel müziklerle dolsun sinemalar, haydi cümleten iyi pazarlar!

Biricik derdimiz kayıtsızlık

 

 

 

Alper Turgut

 

Nihayet “Çirkin Kral Efsanesi” adlı belgeseli seyredebildim, yapım, iki saat iki dakika boyunca, memleket sinemasının ezber bozan en bildik insanı Yılmaz Güney’i anlatmaya çabalıyordu. Belgeseli yöneten Hüseyin Tabak, Aşık Veysel’in pek güzel, pek meşhur halk türküsünün dizesi “Güzelliğin On Par’ Etmez” adını verdiği kurmaca uzun metraj filmiyle, 2012’de Antalya’dan altı, Ankara Film Festivali’nden de iki ödülle dönmüştü.

Hüseyin Tabak, kendine film yapma aşkını aşılayan, unutulmaz yapıtlarıyla sinema yolculuğuna hazırlayan, büyük bir hayranı olduğu adamın peşine düşmüş. Bizim yurt dâhilindeki yönetmenlerimiz, her ne kadar Yılmaz ekolünden geldiklerini savunsalar da, sorgulama, anlama, ortaya koyma mevzusundan bihaber olsalar gerek, bu hayli gerekli iş, gurbetçi bir rejisöre kalmış.

Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’i, hem kendi hocası Michael Haneke’ye, hem de Costa-Gavras’a sormuÅŸ, onların yanıtları, nasıl bir büyük bir sinemacıya sahipmiÅŸ bu kadim coÄŸrafya, anlamamıza yetiyor aslında… Åžimdi 47 senelik ömrünün, 12 yılını cezaevinde, üç yılını da sürgünde geçiren bir insanın, 104 filmde baÅŸrol oynayıp, 24 film yönetmesinin, dahası 50 filmin senaryosunu yazıp, altı filmin de senaryosuna yardım etmesinin, aslında normal koÅŸullarda, mantıklı bir izahı yok. Bu büyük bir gayret, büyük bir güç, büyük bir emek, büyük bir adanmışlık iÅŸte, bir dava adamına dair, tastamam…

Şekilden öteye geçemeyen, önce vitrin deyip, içerikle pek ilgilenmeyen sinemamız adına, ne önemli bir kayıptır. Yakışıklı jönler döneminde, çirkin bir adamın başrolü üstlenmesi, insanlara yapay değil, sahici gelmesi, kendilerinden biri gibi gören halk tarafından sahiplenilmesi de değil tüm mesele… Adı gibi Yılmaz kişiliğinin, onu var eden devrimci bilincinin, kimselerin dokunmak istemediği alanlara, kamerasını çevirmesinin, gayet farkındayız. Ve onun arayışındayız hala, halkının dertlerini dert edecek, acı gerçeklerimizin peşine düşecek sinemanın ve sinemacıların…

Hah! Haneke demiÅŸken; onun sevdiÄŸim bir sözü var; “SoÄŸukluk… Bize en çok sorun yaratan ÅŸey iÅŸte bu! Kendimize ve baÅŸkalarına karşı esnekliÄŸimizi yitirmemize neden olan bu kayıtsızlık! Bütün filmlerim bu temayı ele alıyor.” Evet, bu kayıtsızlık ikliminde, paylaÅŸmaktan muaf, imeceden azade, birlik ve beraberlikten fersah fersah uzak olan bu gündelik hayatta, aradığımız çözüm, sıcaklıkta, belki de… Uzun lafın kısası; Bedel ödemekten çekinmeyenler azaldıkça, soÄŸukluk artıyor, ne acıdır.

Memlekette, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle, birlikte, ne çok dedektif yaşıyormuş, öğrenmiş olduk. Herkes, her şeyin uzmanıysa, biz neden bu haldeyiz, bu vasatlık çemberinde, resmen debelenip duruyoruz, belli değil! Eskiden futbol ve gündelik siyaset ahkâm kesme alanıydı, şimdi hepimiz istisnasız bilirkişiyiz. Sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre sarmasıyla, çalışmadan uzmanlaşan, çabalamadan ustalaşan, yanılsa da inatlaşan insanlar, bu işlere harbiden emek ve gönül vermiş, dişiyle, tırnağıyla kazımış olanların, arada kalmasına, seslerini duyuramamasına, nihayetinde bıkmalarına sebep oluyorlar, üstelik.

Kitap okumayan, incelemeyen, araştırmayan ve soruşturmayanların sayesinde, hayli zamandır, duyar kasmak denen illetle de haşır neşir olduk, cımbızla seçiyor ve direkt üstüne yürüyorlar. Nefret kusuyor, kavga çıkartıyor, sürekli saçmalıyor, yargılıyor ve hüküm veriyorlar. Misal, Yılmaz Güney’in sert mizacı, Müslüm Gürses’in eşiyle ilişkileri, hop masaya yatırılıyor. Bu insanlar neler yaşadılar, bugünün algısıyla dün yargılanır mı, tüm üretimlerini, sırf birileri uygun bulmuyor diye, çöpe atmak neyin nesidir? Tonla soru sorulabilir, lakin yanıtlar, onları mutlu etmeyecektir, çünkü yaşayanlar kadar, ölenlerle de hesaplaşmaları bitmeyecek, asla tükenmeyecektir. Kendileri ise adeta melektirler, hayatları boyunca hiç hata yapmamış, hiç savrulmamış, hep çiçek gibi kalmışlardır. Ben bu tiplerden harbiden bıktım, umarım herkes bir gün bıkar ve bulaşmaya meyilli elemanlar, salt kendileriyle uğraşır dururlar.

Ha! Buradan, eleştirilmesin mi hiçbir şey gibi, bir çıkarımda bulunanlar olabilir, bakın her şey eleştirilebilir, uygun yolla, düzgün bir üslupla, hakaret ve küfür etmeden, yapıcılığı esas alan, yıkıcılıktan uzan duran bir anlayışla, elbette.

Göklere çıkarmanın da, yerin dibine sokmanın da, aynı kapıya çıkacağını bilenler için değil benim sözlerim, sevgisini abartan, nefretini kabartanlar, üstlerine alabilirler, çünkü onların artık, bir adım ilerisinin, trolleşmek olduğunu kavramaları gerek! Kendi adıma, iktidarın gölgesinde serpilenlerle, her koşulda bedel ödeyenleri nasıl bir kefeye koyamazsam, hak arayanlarla, hak gasp edenleri nasıl bir tutamazsam, bildiğini anlatanla, bilmediğini savunanı da denkleştiremem, haliyle.

Yine sürüklendik, bambaşka mecralara… Dağıtmayacak, tane tane Yılmaz Güney. Müslüm Gürses anlatacaktım oysa. Durun! Aklıma gelmişken söyleyeyim; Yahu, Ahmet Kaya filmi de çekse ya birileri, bakın, önümüzdeki ay, Bohemian Rhapsody girecek gösterime, efsane müzisyen Freddie Mercury tekrar canlanacak. İnsanlar, değer verdiklerini, unutamadıklarını, vazgeçmediklerini, beyazperdede görmek istiyor. Özlüyoruz gözüm, duygularımızı ayaklandıran sözleri, sesleri, gerçekten özlüyoruz.

Güzel şeyler yazmak, güzel şeyler konuşmak istiyorum, Ara Güler’in yakın tarihimizi belleğimize kazıyan, siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp, dalıp gitmek, eski güzel İstanbul’da nasıl yaşanırdı gibi saf hayaller kurmak istiyorum, sonra muktedire dair sözleri geliyor aklıma, ardından bedel ödeyen liselileri, işinden ekmeğinden edilenleri, cezaevlerine doldurulan nicelerini düşünüyorum. Of çekiyorum, kocaman ve derinden gelen bir of! Hani 90 yılın, upuzun bir ömrün finali keşke böyle olmasaydı diyorum; “Olmasaydı sonumuz böyle…”

Müslüm Gürses ve zaptı zor delikanlılar…

 

 

Arabesk ile aram hiç iyi olmadı, Müslüm Gürses ile tanışıklığım ise biraderlerim sayesindeydi, onlar dinlerdi, bana da kulak misafiri olmak kalırdı. Bundan 20 yıl evvel, bir Gülhane konserinde ilk kez gördüm onu, ilginçtir, onu deÄŸil, hayranlarını takip etmek için oradaydım. TaÅŸkın bir grup, konser öncesinde olay çıkartmıştı, zil zurna sarhoÅŸtular, ot çekiyor, ÅŸaka maka deÄŸil, resmen jiletliyorlardı kendilerini… Kan, gözyaşı, itiÅŸ kakış, haykırış, feryat figan… Müslüm Gürses’e bakıyorum, görülebilecek en sakin, en mütevazı adam, hayranlarına bakıyorum, çoÄŸu fakir, yaralı, coÅŸkun, isyankar, kaderci, deli, zırdeli… Cehennemin kapılarını kırıp gelmiÅŸ gibiydiler. Bir bilgenin hüznünü taşıyordu belki, boÅŸ baÅŸak dik durur ya hani, onun başı eÄŸikti, anlayışlı ve hoÅŸgörülü idi karşısındakini dinlerken… Sonra Müslüm Gürses, ÅŸarkılarını söyledi, içten, samimi ve yanık sesiyle, arada da yapmayın, etmeyin, sakin olun çocuklar dedi, bunlar o konuÅŸtukça uysallaşıyor, sonra yine deliriyorlardı. Konser sürüyordu, parkı dolaÅŸmaya karar verdim, arka taraflarda içki alemi sürüyordu, beni de davet ettiler, eyvallah dedim. PaylaÅŸmasını biliyorlardı, ‘kenar mahalle’ insanları, ortada kibir yoktu, ego yoktu, zengin yoktu, sosyetik tip yoktu, henüz. Kanlı gömleklerini çıkartmış, beyaz fanilaları ile çıldıran bir topluluk… Harbiden deÄŸiÅŸik bir deneyim idi. Sanki o, ruhu huzur bulmayanlara gönderilmiÅŸ gibiydi. Åžimdi Müslüm Baba’ları gitti ve o zaptı zor delikanlılar, yetim kalmış gibi hissedecekler, ben en çok onlara üzüldüm.

Aşk Tesadüfleri Sever

 

 

ALPER TURGUT

 

“Aşk Tesadüfleri Sever”, adı da üzerinde zaten, sevdaya dair bir kesişme öyküsünü kurguluyor. Üç milyonu aşkın seyirciyi sinemaya çeken “Eyyvah Eyvah 2”den sonra bu yılın en iyi ikinci yerli filmi, şüphesiz. Masum bir dili var öncelikle, yer yer neşeli ve hüzünlü de üstelik. Teknik becerisi gayet iyi, müzikleri ayrı bir güzel… Ankara ve sevda aşkına, izlemeli derim.

 

Filmi Ömer Faruk Sorak çekti, yapımcılığını da Oğuz Peri üstlendi. Senaryo Nuran Evren Şit Erdik’e ait, müzik ise Ozan Çolakoğlu’na… Aşk Tesadüfleri Sever’in görüntü yönetmeni Veli Kuzlu… Filmin başrollerinde Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur var. Bunun dışında Ayda Aksel, Altan Erkekli, Şebnem Sönmez, Hüseyin Avni Danyal, Yılmaz Gruda ve Yiğit Özşener diğer kilit rolleri sırtlamışlar. Oyuncu kadrosu oldukça geniş, hatta Cezmi Baskın, Cansel Elçin, Arif Keskiner ve Ayşe Arman da filmde kısa roller üstlenmişler.

 

Aşk, tesadüfleri seviyor ya, peki, tesadüfler de aşkı seviyor mu? Kader ağlarını örmüşse, insan ne yapabilir, bu yüzden yanıtı biz bilecek değiliz, kesinlikle sorumlu yoldaşa, yani Eros’a sormak gerek. Evet, bizim öykümüz rastlantıya fazla abanmış, hani ana karnındayken, bebekken, çocukken, gençken, olgunluğa demir atmışken, birbirlerinin yakınında dolanıp durmuşlar. Hayat oyununu oynamış ve birbirleri için yaratılmış bu erkek ve dişi, Ankara’dan İstanbul’a sürüklenmişler, çoğunda teğet geçmiş, azında yakalanmışlar.

 

Geri dönüşler ile memleketin, 70’li, 80’li, 90’lı ve 2000’li yıllarına konuğuz. Şans faktörü, Özgür ve Deniz’in hikâyesinde, bazen destek, bazen de köstek oluyor. Başlarında sevda yeli, komik anlar, nostalji takviyesi ve elbette dram. Kısmet ve nasip işleri, zamanlama hatası ve aşkın meşhur senkron kayması… Aşk Tesadüfleri Sever, yazgı ise nihai kararı verir.

 

Başkenti fon alan filmler giderek çoğalıyor, bu güzel bir haber. Sonra aşk filmleri çekmekte adeta özürlü olan ülkemiz sinemasını adına Aşk Tesadüfleri Sever, gayet iyi bir proje. Aşk filmlerinin klişeleri yerinde kullanılıyor, bazı yabancı filmlerden de etkilenilmiş, senaryodaki bazı aksaklıklar, inandırıcılığı sarsmıyor, bütünü bozmuyor, ben başka bir final seçerdim misal ama var olan da sırıtmıyor. Belçim Bilgin, beyazperdeye yakışmış, fena da oynamamış. Mehmet Günsur, alınmasın ama aktörlük ona göre değil, iyi görüntü veriyor, ötesi yok. Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur’un kimyası uymuş, bunu belirtelim. Öte yandan bakın Ayda Aksel, Şebnem Sönmez ve Altan Erkekli’ye, onlar, işlerini gayet güzel yapıyorlar.

 

Şimdi kaderci yaklaşmayalım diyorum ama mukadderat diye de bir şey var, değil mi? Tıpkı sözleri Murat Mungan’a ait, Müslüm Gürses’in seslendirdiği “Aşk Tesadüfleri Sever” şarkısında olduğu gibi;

Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleÅŸmeyi sever
Yollar ayrılmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayrımında
BaÅŸlamak istersen
Yeni bir hayata
Gölgeni yedek
Bırak ardında

Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı
Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı.