Etiket arşivi: love

Yürek duymuyorsa, kulak neylesin

 

 

 

Alper Turgut

 

Müzik kulağı denen bir zımbırtı var, yetenek filan da diyorlar buna, işte bu kabiliyet zamazingosu bende harbiden yok. Hatta ve daha fenası, kulaklarım da pek duymuyor, sanırım dedeme çekmişim, gelecekte işime geldiği zaman açıp, kapayacağım afili bir işitme cihazım olursa şaşırmayacağım, umarım tıp kısa sürede bir çözüm bulur, yoksa ömrünün son deminde sağırlaşan müzik dehası Ludwig van Beethoven gibi, “Tanrı, sizin kulaklarınıza fısıldıyor, bana ise haykırıyor” diyebilirim. Haaa tutarsa, amenna.

Kulak demişken, çoksatar Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini romanında geçiyordu, anımsayabildiğim kadarıyla anlatayım. İhtiyar adamın kulağını muayene eden hekim, duyum organının içinden, ta haylaz velet iken yerleşen nohutları (leblebi, bezelye de olabilir) çıkarıyordu, birden sıfır kilometre kulaklara sahip olan dede, hop sevinçle koşar eve… Ertesi gün bizim kocamış, direkt doktorun yanında alır soluğu… Hayda der tabip, ne arıyorsun kuzum burada? Yaşlı adam, nohutlar duruyorsa, tekrar koy yerine der, eve gittim, hanım senelerdir alışmış duymamama, bağıra çağıra konuşur olmuş. Gürültüden resmen başım zonkladı, kısaca ben, her şeyi duymak yerine, sakin, huzurlu ve sessiz hayatıma dönmek istiyorum. İşte benimki de o hesap!

Espri zorlama ve şaka kanırtma teşebbüsüm sona erdiğine göre, geleyim mevzuma… Şimdi efendim, sinemalarımız müzikli filmler akınına uğradı, uğramaya da devam edecek. Bakınız müzikal demedim, çünkü onda merhabaaaaaaa, ne haberrrrrrr, iyi günlerrrrrr falan filan derken bile şakır oyuncular, şarkılarla aktarılır tüm dertler, tüm sevinçler, tüm meseleler. Hah! Bizim filmler, kurgulanan veya gerçek hayattan damıtılan ve uygun gördükleri an ve olayları, sinemaseverlere sunan yapımlar, özetle. Yan yana iki salondan Müslüm Baba ve Bohemian Rhapsody filmlerinden çıkıyordu insanlar, yüzlerinde tarifsiz bir hüzünle… Arabesk veya rock, Türkiye veya İngiltere, o anda hiçbirinin önemi yok, efsaneleri hadsiz bir şekilde yarıştırmanın, elma ve armut gibi karıştırmanın da. Müslüm Gürses ve Freddie Mercury’e dair filmleri, eleştirmeye kalkarsam, sonu gelmez, her iki filmde de, hatalar, sarkmalar, kopukluklar ziyadesiyle mevcut. Lakin ayrıntıya ve bilcümle yanlışlara saplanmadım, yaşanmışlıklardan etkileneyim istedim, o güzelim duygu geçsin bana dedim, o da sağ olsun, iliklerime dek hissettirdi.

Yoksa Müslüm filminin ilk yarısının aktığını, ikinci yarısının saptığını görmüyor değilim. Sonra sosyal medya üzerinden tartışmalara, atışmalara şahit oldum. Bir kısım yeni keşfettiniz diyordu, bir bölüm, şarkılarını niye o söylememiş diyordu, biri suçluyordu, biri burun kıvırıyordu, çoğu alkışlıyor ve hatta ağlıyordu. Saçma sapan gündelik politika yerine, Müslüm Gürses konuşmak ne iyi geldi, bunu fark edemediler, hakkının teslim edilmesi, yeni yeni insanlar tarafından keşfedilmesi, “ben bunca seni severken, sen benden nefret edemezsin” diyen ahir zaman dervişine, geç de olsa sıkı bir selam çakılması, fena olmadı be!

Misal sinemada ve televizyonda, iki ayrı Pablo Escobar seyrettim, neredeyse üst üste geldi. Birini Oscarlı yetenek abidesi aktör İspanyol Javier Bardem canlandırıyordu, diğerini Brezilyalı oyuncu Wagner Moura… Çok sevdiğim Bardem, kesinlikle olmamış, Moura ise resmen dönüşmüş, büyümüş ve yürümüştü. Yani diyeceğim o ki; yeni yeni Müslüm veya Freddie filmleri çekilebilir, oldu da bitti maşallah durumu yok ortada, müzik nasıl ruhun gıdasıysa, sinema da, özgün işler kadar, yeniden çevrimlerle de var olmasını bilir. Hop! Buna örnek, Bir Yıldız Doğuyor filmine geçeyim. İlk üç filmi de seyrettiğim yetmezmiş gibi, dördüncü ve şimdilik son uyarlamasını da izledim sinemada… Hatta varlık sebebinden (ilk film, 1937 tarihlidir) de, önceki denemelerden de iyi bir yapıt çıktı karşıma. Ödülleri toplamak için Oscar’a da koşarsa, asla ve kata hayrete düşmem. Yahu şarkıcı Lady Gaga’dan oyuncu, oyuncu Bradley Cooper’dan şarkıcı mı olur dedim, sonra lafımı bir güzel yedim. Oluyormuş.

Durun! Bu senenin en çok konuşulan ayrıksı projelerinden Climax’e geçiyorum. Gaspar Noé denen aykırı arkadaş, yine çekmiş, zihni tokatlayan bir şey daha, bu kez Love gibi porno ve tutku değil meselesi, dümeni, dansa, müziğe ve insanın bilinçaltına kırmış. Çoğunluk Dönüş Yok filmini beğenir, bense illa Enter de Void derim. Beklentim çok yüksekti Climax’e dair, arkadaşlar öyle bir gazla anlattılar ki, hatta kısa bir süre sonra dayanamayıp, ikinci kez gittiler, haliyle benim çıta, arşa dayandı. Ancak festivale yetiştireyim gayretiyle, aceleye getirilmiş, hızla bağlanmış, çokça anlam yüklenmiş, metne değil, görüntüye abanmış bir proje çıktı karşıma… Ha rahatsızlık hissini aldım mı, elbette ziyadesiyle… Az duyan kulaklarım bile, cıstak cıstak diye dikeldiyse, içim de dışıma çıktıysa, işinin hakkını vermiş demek ki herif! Belki de çay ve kahve içip koltuğa yerleşmek yerine, güzel bir kafayla seyretmek gerekirdi, bilemedim.

Durmuyor müzik, durmayacak! Whitney Houston’ın hayatından demlenen, tacizden, uyuşturucuya, onca şatafatın içinden geçen acıları resmeden Whitney belgeseli de, önümüzdeki Cuma günü vizyonda. Amy Winehouse için çekilen Amy belgeseli gibi, sinema ve müzik tutkunlarına dokunabilecek mi, göreceğiz. Leto (Yaz) da başka bir müzik filmi, o da gösterime girecek bu ayın 23’ünde… Sovyetler Birliği’nde rock müziği ve aşk üçgeni… Siyah-beyaz bir 1980’ler, gerçeklikten kopup gelen, baskıya rağmen yükselen nağmeler… Ne diyeyim, seyretmek şart oldu. Yine siyah-beyaz bir müzik filmi olan Soğuk Savaş, ne vakit girecek gösterime bilmiyorum. Güzelim İda filmiyle dikkatlerimizi çeken Pawel Pawlikowski, bu kez Polonya’ya götürüyor bizi, ta 1950’lere, müthiş bir eserle…

Müzik işi, kulaktan çok yürek işi, tıpkı filmler gibi, gözlerimin gördüğü çoğu şeyi unuttum, kalbimde yankı bulmamış meğer. Öyle ya, yüreklerin kulakları sağır diye boş yere dememiş koca şair Nazım… Beynimize yerleşip, yüreğimize kazınan filmler hatırınadır sinema sevdamız, çoğu çöp iş, bize hiç ilişmesin yeter. Temennim odur ki; iyi ve güzel müziklerle dolsun sinemalar, haydi cümleten iyi pazarlar!

Küfür, seks, alkol, sigara, yasakları asla sevmez sinema…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Efendim, kaç zamandır üstüne yazıyorum, tane tane anlatıyorum, bizim memleketin biricik meselesi, sinema, şu, bu, o değil, samimiyettir diye… Elbette, pes etmedim, baştan söyleyeyim, çözüm getirmek gibi derdim yok, buna gerek de yok. Lakin mevzu önemli, yasak fitilini ateşlemek, zaten kısıtlı olan özgürlüklerin, tamamen tutuşması demektir. Cayır cayır yanan sinemanın ruhu olacak, geriye is, geriye küller, geriye kocaman bir enkaz kalacak. Hah! Samimiyetle, yasakların ve sinemanın alakasını kuramadım diyeceksiniz, o vakit gündelik hayatta, insanların oynadıklarından, rol yaptıklarından bihabersiniz, bırakalım oyuncular oynasın, sahnede, sette. Ama nerede? Tabu bellenen hemen her şeyde, insanlar, toplumun baskısından sakınarak, hiç olmadıkları insanlara can veriyorlar, oysa toplum, bireylerden oluşuyor, bireyler rol yapıyorsa, toplum yapmıyor mu, haliyle yapıyor, çok güzel oynuyor, oynanıyor. Açıklık başka şey, gizlilik bambaşka şey oluyor, misal bir filmde küfürler havada uçuşuyor, yönetmene sorulan ilk soru, niye bu kadar çok sövgü var. Elinin körü var.

 

Buna dair komik bir anım var, işte bir festivalde, bir film seyrettik, sonra soru-cevap faslına geçildi. Küfrün çocuklara kötü örnek olduğunu söyleyen ve filminizi salt bu yüzden beğenmedim diyen bir adamla, çıkışta karşılaştık. Eleman, açtı telefonu, telefonun diğer ucundakine saydırdı, işte 40 kez aramışsın, sinemadaydım diye başladı ve küfürleri ardı ardına sıraladı. Yanımızda da çocuklu aileler vardı, arkadaşım, az önce şov mu yapıyordun, kibarlık budalası gibiydin, külhanbeyi mertebesine ne çabuk geçtin, yani hikâye bunlar, hep hikâye…

 

Peki, bunu yazma sebebim ne, anlatayım efendim, geçen gün sinemanın haylaz yönetmenlerinden Gaspar Noe’nin Aşk (Love) adlı filmini seyrettim. Film, seks ile başladı, seks ile bitti, arada iki sohbet, üç tartışma, bir kavga, hop yine seks. Öyle erotik kafasında, estetik tafrasında da değil, bildiğin sanatsal porno, hatta hard porno. Bu film, Türkiye’de gösterilse (yalan o, yok öyle bir lüksümüz), yönetmene kalkıp, neden seks diye mi soracaksınız. Ee adam kendini öyle ifade ediyor, hayatta ne varsa, sinemada da olsun, seks, tabu olmasın, aşın bunları diyor. İzlemek sana kalmış, izlememek de, lakin sen başkaları da seyretmesin dersen, işte o özgürlüklerin ihlali, yasakların başlangıç noktası oluyor. Demek istediğim şey şu, küfre bile karşı olanlar, seks mevzusunda ne diyecekler, özetle; biz neredeyiz, onlar nerede, işte öyle. Samimiyetsizlik bunun neresinde diyeceksiniz, o vakit şöyle açıklayayım, porno sitelerini geçtim, sosyal medya ve iletişim aparatlarında, Periscope, WhatsApp, Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, vesaire vesaire, cinselliğin yükselişi, gaz kesmeden sürüyor, yani seks her yerde… Kimi kendine nick, lakap buluyor, kimi kendi adıyla sanıyla gizli gizli takılıyor, Rus kızların fotoğraflarının altına, düşmanın güzelse, teslim bile olunur diye yazan delikanlının sayfasına bakıyorsun, ayet paylaşıyor, hayırlı Cumalar diyor, işte samimiyet burada yatıyor. Şimdi insanlar ne yaparsa yapsın, sana ne de diyebilirsiniz, karşı değilim ki, elbette istedikleri gibi yaşasınlar, ancak başkalarının ne seyredeceğine, nasıl giyineceğine falan filan karışmasınlar, meramım budur.

 

Klişenin dibi olan sanat, sanat için midir, yoksa sanat, halk için midir tartışmasına bile hasret kaldığımız bugünlerde, sanat da neymiş diyenlerin sayısı giderek çoğalıyor. Ve estetik kaygıyı geçtim, üretime saygı bile kalmadı, mübarek gişe, paralı festival veya destekçi bakanlık sevdalısı bunca vasat filmin, benzer ve kopya işin bolluğunda… Çünkü yaratmaktan muaf olanlar, kötü bir şaka gibi egolarını ön plana çıkarmaya çalışıyor, bir filmi, film eden ekip ruhunun da çanına ot tıkanıyor. Eleştirilemez olduğunu düşünüyor eleman, ben yaptım oldu, çok güzel oldu kafasını yaşıyor, aynen devam edin, haklısınız, daha dibi yok bu işin.

 

Cayır cayır yanan sinemayı, hangi yasak söndürebilir

 

Artık pornoya, pardon sanat pornosuna, yine yanlış oldu, yoğun seks içerikli sanat sinemasına geçebiliriz. Seul contre tous (1998) ile Arjantin doğumlu Gaspar Noe, hey seyirci, ben geldim, seni rahatsız etmeye, ezberinden silkelemeye dedi resmen… Gaspar’ın meşhur Dönüş Yok (Irréversible – 2002) filmini, sinemada seyretmiştim, yeraltı geçidindeki, rahatsız edici ve irkiltici tecavüz sahnesinde, salonun neredeyse yarısı boşalmıştı. Ne kadar kaçarsak kaçalım, dünyanın böylesi kötü, karanlık ve acımasız gerçeği vardı, sırtımızı da dönsek, umursamasak da vardı, yönetmen, bunu gözümüze sokmak istemişti. Tam yedi yıl sonra Enter the Void ile yine seyircinin aklını almayı denedi Gaspar Noe, kimi seyirci şaşırdı, kimi izleyici, bu ne şimdi dedi. Ben, sert, çarpıcı, akılda kalıcı, karışık ve marjinal filmler çekeceğim gibi bir açıklama yapmadı belki, ancak şu, su götürmez bir gerçekti; hazmı çok kolay işlere girmeyi, her nabza göre şerbet vermeyi reddediyordu. Ardından yine videolar, klipler, kısalar, ortak projeler yönetti ve altı sene daha geçti, yeni uzun metrajı Love’a kadar…

 

Love, Michael Winterbottom’un, 9 Şarkı (9 Songs-2004) filmi gibi, 9 Şarkı’da, seksin arasına konserler sıkıştırılmıştı, Aşk ise, seks, öykü, seks, öykü şeklinde ilerliyor. Gaspar’ın en rahat seyredilecek filmi diyebiliriz, niye çekmiş, ne gereği vardı derseniz, haklısınız, konulu porno seyretmek için sinemaya gitmeye gerek yoktu, internet bununla kaynıyor. Ünlü abimiz Tinto Brass bile çok masum, çok erotik kalır, Love’un yanında… Love, Cannes Film Festivali’nde ilk kez gösterildi, sonra festival festival gezdi, birçok ülkede gösterime girdi ve girecek. Peki, ya Türkiye’de? !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Lars von Trier tarafından kısaltılmış versiyonuyla gösterilen Nemfomanyak – İtiraf’ın (Nymphomaniac), iki bölüm halinde vizyona girmesi yasaklanmıştı. Yaş sınırını da dinlememiş idi üst kurul, yani 90 yaşında da olsan seyredemezsin kardeşim demişti. Hal böyleyken, Nemfomanyak’ın yanında hayli mazbut kaldığı Aşk, nasıl gösterim şansı yakalasın? Direkt, malum ortama dadanacak sinemaseverler, internet, sağ olsun, var olsun. Lars Von Trier demişken, onun İdiot (Idioterne – 1998) filmini es geçmeyelim, hatta pornonun estetik arayışı diye not düşelim.

 

Dünyanın en meÅŸhur porno aktörü Rocco Siffredi bile sanat için soyundu, biz hala neyin peÅŸindeyiz, ÅŸakası bir yana, Rocco, Fransız kadın yönetmen Catherine Breillat’ın, Romance (1999) ve Anatomie de l’enfer (2004) adlı filmlerinde, boy gösterdi, iÅŸte bu espri deÄŸil! Peki, sanatı, pornoyu geçtim, kült mertebesi muamelesi gören, sapkın yapıt, Srpski Film’i (2005) nereye koyacaksınız, istismar sineması diye bir ÅŸeyin varlığından haberdar deÄŸilseniz ÅŸayet, evet, snuff, yamyam filmleri ve dahası, sinemanın bir de karanlık yüzü vardır, üstelik alıcısı da, pardon izleyicisi de çoktur.

 

Hah! Bu dediklerin, ödül mödül kazanamaz derseniz, yanılırsınız, festivallerden 44 ödül kapmış ünlü Meksikalı Yönetmen Carlos Reygadas’ı da mı hiç duymadınız, 2005’te çektiği Batalla en el cielo’yu seyredin o vakit, bir güzel genç kızla, yaşlı, şişman ve çirkin adamın, yani uyumsuzların seks sahnelerini görün (Bu suça teşvik gibi oldu).

 

Kids (1995), Çarpışma (Crash -1996), Pola X (1999), Mahremiyet (Intimacy – 2001), Pornografi (Le pornographe – 2001), Ken Park (2002), Shortbus (2006) derken, say say bitmeyecek, ki bunlar, yakın tarih sayılır, sinemanın aykırı çocuÄŸu Pasolini’nin, Salo ya da Sodom’un 120 Günü’ne veya daha da öncesine de gidebiliriz. Maksadımız, seks içerikli filmler listesi yapmak deÄŸil, böyle bir gerçeÄŸin varlığından rahatsız olanların, küfre, alkole, sigaraya, iÅŸte aklınıza ne gelirse, onları yasaklama tavrına, tepki koymak, o kadar. Neden mi? Aptal kutusu televizyona dönüşmesin diye güzelim beyazperde… Sansürlenen, yasaklanan, buzlanan veya artık senaristlerin ve yönetmenlerin kullanmaktan çekindiÄŸi ve daha da kötüsü akıllarına bile gelmediÄŸi TV iÅŸi ÅŸeylerin, zamanla salonlara sıçramasına, sinemanın ruhundan olmasına, adeta kupkuru kalmasına, tektipleÅŸmesine ve dar alanda kısa paslaÅŸmalar yapmasına sebebiyet vermesine itiraz etmek gerek, yanlış mı düşünüyorum?

 

Yeşilçam’ın sanattan muaf, hatta komik olmaya çalışırken güldürmeyi bile beceremeyen, tuhaf erotik sineması dışında, bizde pek örneği yoktur, beyazperdedeki seks sanatının… Cinsel içerik taşıyan filmlerimiz vardır elbette, az da olsalar, işte Mum Kokulu Kadınlar, Berlin in Berlin, Atıf Yılmaz’ın bazı filmleri, Müjde Ar ve Nur Sürer’in cesur oyunculukları ve benzerleri… Evet, sinema, Yıldız Savaşları serisindeki gibi, iki yönlüdür, gücün aydınlık tarafı olduğu kadar, karanlık tarafı da vardır, bu bir dengedir, bozmak olmaz.

Bu yazı, http://www.cinedergi.com/ için yazıldı

12348118_10153723888188080_8543834906968066626_n