Etiket arşivi: ken loach

Andrey Tarkovski kâfi, artık Ken Loach isteriz.

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Nasıl bir işse bu, sürekli can alıyor, yoksulların teriyle, ruhuyla, kanıyla besleniyor. Dur durak bilmiyor, halden anlamıyor. Resmen obur mu obur, doyumsuz bir canavar. İş kazası deyip geçmeyin ha, her birinin altında insana dair bir büyük dram yatıyor. Zaten iş kazası, vicdansız, insafsız bir patron söylemi, öyle ya parayı veren düdüğü çalıyor. Zengine kaza, fukarayı koy mezara, varsıla sefa, yoksula cefa… İş cinayeti de karşılamaz, böylesi vahim mevzuyu, iş katliamı bunun adı, ötesi berisi yok. “Babamın Kanatları”, emek cephesinin yanında saf tutmuş, gündelik hayat gerçeğini ve sistem eleştirisini, sinema sanatıyla bütünleştirmiş, doğru ve haklı yerde durabilmiş bir film. İyi bir film, güzel bir film, olmuş bir film, her ne kadar, mesele derin bir sızı, dinmeyen sancı, bitmeyen acı olsa da…

 

Hak denince, işçi gelir hatırıma der Orhan Veli… Haksızlığa pek çok uÄŸrayan emekçilerin, hak ile anılması, yaÅŸamın en acımasız ironilerinden deÄŸil midir? Bakınız Bertolt Brecht; “OkumuÅŸ Bir İşçi Soruyor” ÅŸiirinde ÅŸunları söyler; “Yedi kapılı Teb ÅŸehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuÅŸlar, altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar, Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?” Evet, geçen sene (2015), ayda ortalama 133 işçi, tatlı canlarından oldular. 2015’te katledilen toplam 1730 emekçinin, yüzde 27’si, inÅŸaat sektöründendi. Yani nasırlı elleriyle, insanlık tarihi boyunca, dünyaya harç katanlar. İşte onlar, adları, öyküleri, umutları bilinmeyen yapıcılar, bize yuva kuranlar, tepemize dam koyan, evimize pencere açanlar… Hiç oturamayacakları pahalı konutları diken, emeÄŸi sömürülen, örgütlenmelerine izin verilmeyen, asri zaman köleleri… Ücretli kölelik düzeninde, duvarlar onların kanlarıyla sıvanıyor, binaların temelinde, onların ölü bedenleri var, bilesiniz.

 

Film, güncel Rüzgar Çetin meselesine cuk oturuyor, kan parası, illet gibi, yakasını bırakmıyor insanlığın, kuşkusuz modern çağın da belası… Zengin olan her koşulda kazanıyor, fakir olan, önce ahlar vahlar, sonra unutulan ölü canlar. İşte o kadar! Yeryüzünün lanetlileri, en alttakiler, onlar hakkında ne yazsak, karşılık bulamayacak, bari filme geçelim. İşçi filmleri, memleketim yönetmenlerinin, nedense uzak durduğu bir mevzi, varsa yoksa bunalmış, sıkılmış, daralmış insanların, saçma sapan hezeyanları, tuhaf, oturmamış, yabancılaşmış halleri… Sabun köpüğü muadili, komedi, korku, romantik türlerindeki tırt ve ucuz projeleri hadi geçtim, bari sanat-festival filmleri kuşağında, emekten ve emekçiden yana yapımlar görelim, Tarkovski Abimizi biraz rahat bırakalım, Ken Loach Abimiz, bu sefer ne çekti diye beklemeyelim. Aslında bir kımıldama var, hakkını verelim, Toz Bezi, Kalandar Soğuğu ve şimdi de Babamın Kanatları… İşte gönlümüzden geçen, daha çok olsun, bol bol çekilsin, havada kalmış tiplerin değil de, gerçek insanların hikâyelerini görelim. Geçenlerde inat ettim, yerli işi dizilere bakayım dedim, lan arkadaş, herkes mi yalıda oturur, Boğaz’a nazır? Bu denli gerçeklikten ve hayattan kopuş mu olur? Özentilik, ergenlerin can simididir, kocaman adamlar ve kadınlar oldunuz, büyüyün gardaşım artık!

 

Helal olsun Kıvanç Sezer’e, gerçek bir haberden yola çıkarak Babamın Kanatları’nı hem yazmış, hem de çekmiş. Menderes Samancılar, Musab Ekici, Kübra Kip, Tansel Öngel de rollerinin hakkını ziyadesiyle vermiş, müzikler de filmin temposuna, inşaatın gürültüsüne eşlik etmeyi bilmiş. Örgütsüzlüğün, hukuksuzluğun, insani hasletlerden muaf tavırların, davranışların, yalakalığın, fakirliğin Özbek veya Kürt dinlememesinin, depremin, sigortanın, zor kazanılanın, hatta kolay paranın, iyinin, kötünün, lanet sistemin buruk ve düşündürten öyküsü bu… Araya aşk-meşk karışmasaymış, senaryo daha bütünlüklü olurmuş ya, neyse, o kadar kusur, bu filmi bozmaz, bozamaz. Üstelik bu bir ilk film, çokça yapıta imza atan yönetmenlerin bile dibi gördüğü ülkemizde, olsa olsa çıtayı yükseltmek denir buna. Babamın Kanatları, şimdiden ödülleri toplamaya başladı, ne diyelim, analarının ak sütü gibi, bir emekçinin alınteri gibi helal olsun.

“Çocukluk, hayatın cennetidir”

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Ünlü Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer; “Çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet” demiş. Ne kadar doğru söylemiş, biz yetişkinler, siz çocuklara çok özeniyoruz, ancak çaktırmıyoruz. Nereden mi belli? Elbette, bizim zamanımızda, şu oyuncak yoktu, bu park yoktu, sonra efendim, bilgisayar da yoktu gibi söylemlerimizden… İşte tam da bu yüzden, büyümeyen çocuklar, aslında ne şanslılar… Evet, çizgi roman kahramanları ve animasyon karakterleri asla büyümüzler. Her yeni nesil, onların arkadaşıdır, tüm çocukları, maceralarına katarlar.

 

Sinema veya televizyon fark etmez, bu güzelim süper kahramanlar, çocuk ruhlu insanlar tarafından üretildiler. Misal lazanyaya bayılan, çok iri ve vurdumduymaz kedi Garfield, artık 37 yaşında… Sahibi, kucağına aldığı Garfield’e; “Avustralya kıtası kadar ağırsın” der, o anında cevabı yapıştırır; “Hımmm, ufak kıtalardan biri yani…”Sevimli Hayalet Casper, Garfield’den 30 yaş daha büyük. Bu cana yakın hayalet, insanların ondan korkmasına çok üzülür, arkadaş edinmek ister. Kuşkusuz, Casper’dan korksa korksa yetişkinler korkar, çocuklar ise onunla dostluk kurar. Çocukların önyargısı yoktur, yoksa doymak nedir bilmeyen, hep yemek yiyen Tazmanya Canavarı, bu denli sevilmezdi, değil mi? Haylazlık, yaramazlık, hem çocuk kahramanların, hem de siz çocukların hakkıdır. Hem ne demiş büyük deha Goethe; “Yaramazlık kimde mi hoşuma gider? Çocuklarda; çünkü dünya onlarındır”

 

İlk çizgi film, 109 yaşında…

 

Çizgi karakterlere sonra yine döneceğiz, şimdi ilk çizgi filmi anlatalım. ABD ve İngiltere’de, neredeyse aynı tarihlerde, yani 1906 senesinde, ilk çizgi film, perdeyle buluştu. Amerikalı James Stuart Blackton tarafından yaratılan eserin adı; “Humerous Phases of Funny Faces” idi. Tam sekiz bin çizimden oluşan bu film, bir ressamın çizdiği resmin canlanmasını anlatıyordu.  Günümüz teknolojisini bir an için unutun, çünkü ilk çizgi film, bir çemberden atlayan köpek gibi basit hareketlere can veriyordu. İngiltere’de ise Walter Booth, “Sanatçının Eli” adlı filmi yarattı. Anlaşılacağı üzere, görünen kendi eliydi. El, bir kadın ve bir erkek çizdi, sonra bu çift dans etmeye başladı.

 

Fransalı karikatür sanatçısı Émile Cohl, animasyonun bir başka ilk ustasıdır. 20. Yüzyılın başında yaptığı Fantasmagorie ise tarihin ikinci animasyon filmidir. Büyük resimler çizen ve bu resimleri tek tek fotoğraflayan Cohl, örneğin Fantasmagorie’yi 700 resimle oluşturdu. 15 yılda 250 film yapan sanatçı, tarihin ilk çizgi film karakteri “Sncokums”a da hayat verdi. 250 film yaptı demiştik, ancak sadece 37 tanesi günümüze ulaşabildi, ne yazık ki…

 

Peki, ilk çizgi hayvan kahraman kimdi? 102 yıl önce yaratılan “Old Doc Yak” adlı kısa pantolon giyen bir keçiydi. Haliyle çok tuttu ve bir seriye dönüştü. Çocuklar çizgi filmi, çizgi filmler çocukları sevmişti. Çizgi filmlere giderek artan ilgi, 1919 yılında meyvelerini verdi. Ve Pat Sullivan’ın “Felix the Cat” adlı yapıtı, pek çok çocuğun sevgilisi haline geldi.

 

Aşağıdaki linkte; ilk çizgi filmlerin nasıl yapıldığına dair kısa bir videolar var.

http://www.izlesene.com/video/ilk-cizgi-filmler-nasil-yapildi/7140193

http://www.izlesene.com/video/sinemanin-ilkleri-ilk-cizgi-film/8137692#

https://www.youtube.com/watch?v=DfOmxAtI00Q

https://www.youtube.com/watch?v=7D6nOddKc0Y

https://www.youtube.com/watch?v=zr58Gka6KTI

 

Önce renk, sonra da ses geldi…

 

İlk renkli çizgi film, tersten boyanan bir eserdi, adı “The Debut of Thomas Kat” idi ve 8 Şubat 1920′de gösterime girdi. İlk sesli çizgi film ise Paul Terry tarafından hayata geçirildi. 1928’de çekilen bu film, Meşhur Ezop’un fabllarından yola çıkılarak yaratılmıştı. Çizgi Film Kralı Walt Disney, filmi beğenmedi ve “bu bir yığın patırtı” dedi. Kıskanmış olsa gerek. Çünkü aynı yıl, yani 18 Kasım 1928’de, kendi sesli çizgi filmi “Steamboat Willie”yi New York’ta gösterime soktu. Bu tatlı rekabet, aslında tüm çocuklara yaramıştı. Çünkü tüm zamanların en bildik kahramanı Miki Fare, artık aramızdaydı. Uzun metrajlı ve sesli ilk çizgi film ise 1937’de çekilen ve yine Walt Disney yapımı olan, herkesin çok iyi bildiği “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” idi.

 

Türkiye’de çizgi film…

 

Türkiye’nin en ünlü karikatüristlerinden Cemal Nadir, 1932 yılında “Amcabey Plajda” adlı bir çizgi film denemesinde bulundu. Tek başınaydı, stüdyosu ve ekibi yoktu. Teknik yetersizlik yüzünden bu ilk proje, gerçekleÅŸemedi. Ülkemizin karikatürist ve animatörleri Vedat Ar, Yalçın Çetin, Mıstık, OÄŸuz Aral, Tekin Aral, Nihat Bali, Tonguç YaÅŸar, Orhan BüyükdoÄŸan, Erim Gözen, Tunç İzberk, AteÅŸ Benice, Ali Murat Erkorkmaz, Cemal Erez, Meral Erez, Emre Senan ve DerviÅŸ Pasin, bizim de çizgi film sektörümüz oluÅŸsun diye mücadele ettiler. TRT için Karınca Ailesi, Tek Bıyık, Tekir Noktalama İşaretlerini Öğretiyor, Bay Burun, Polis Amca, Evliya Çelebi, Dede Korkut gibi çizgi filmler üretildi. Son yıllarda TV kanallarında yayınlanan Pepee, büyük ilgi uyandırdı, hatta oyuncakları da raflarda yerini aldı. Sinemada gösterilen ilk çizgi filmimiz Ayas ise 2013 tarihliydi. Animasyon alanında dünyanın çok gerisindeyiz, umarım gelecekte birbirinden güzel animasyonlar, beyazperde ile buluÅŸur.

 

En sevilen kahramanlar…

 

Çizgi filmlerin tarihçesine bir son verelim, biz yine kahramanlarımıza dönelim. İşçi karınca Z, en sevilen kahramanlardan biridir. Gösterimi 1998’de yapılan filmin karakterlerini, Hollywood ünlüleri Woody Allen, Sharon Stone, Sylvester Stallone, Jennifer Lopez, Gene Hackman ve Christopher Walken seslendirdiler. Böylelikle animasyon seslendirmesi ünlülerin katıldığı bir geleneğe dönüştü. Ve bu sadece ABD ile sınırlı kalmadı. Her ülkenin meşhurları, çizgi film seslendirmesi için kollarını sıvadılar.

 

Sevilen karakterler biter mi? Asla bitmez! Karaca Bambi, Fare Remy, Tavşan Roger Rabit, Homer Simpson, Ceset Gelin Emily, Kung Fu Panda, Kaptan Hook, Totoro, Caroline, Çizmeli Kedi, Gromit, Optimus Prime, Bumblebee akılda kalan tiplemelerdir, kesinlikle… Sonra Afacan Çocuk Denis, He-Man, Jetgiller, Taş Devri, Cedric, Scooby Doo, Sünger Bob, resmen saymakla bitmeyecek.

 

Benim en sevdiğim karakter ise Buz Devri serisinin fenomeni, firavun faresi Scrat’tır. Onun, meşe palamudu ile ilişkisine ve büyük mücadelesine, hayran olmamak elde değildir!

 

Korku sinemasında çocuk etkisi…

 

Çizgi filmler ve animasyonlardan artık çıkalım. İlgi çekici bir konuya göz atalım. Önce ebeveynlerinizden izin alalım. Çünkü yeni konumuz, korku sinemasındaki çocuk karakterler. Efendim, belki aileleriniz gerilim filmlerini seyretmenizi istemiyordur, haliyle haklı olarak. Sizler ÅŸanslı nesilsiniz, bizim zamanımızda anne ve babalarımız, çocuk psikolojisi üzerine pek kafa yormazdı, üstelik her çocuk gibi meraklıydık. Yazlık sinemada, bir korku filmi seyrederek, ilk travmamı yaÅŸamıştım. Neyse bu bambaÅŸka bir hikaye… YaÅŸ sınırları konuyor filmlere, iÅŸte ÅŸu yaÅŸta seyredebilir, bu yaÅŸtaysa ailesiyle izleyebilir gibi… Ancak aynı özeni, çocuk oyunculara göstermiyorlar. Yani çocuklar korku filmi seyretmesin ama korku filminde oynasın. Evet, kesinlikle tuhaf… Bu büyüklerin iÅŸlerine de akıl sır erdirilemiyor. Bir festivalde, yabancı bir yönetmene sormuÅŸtum. Çocuklar neden korku filmlerinde oynatılıyor diye, yanıtı; Çünkü onlar masum, çoÄŸu yetiÅŸkin için masumiyet korkutucudur demiÅŸti. Biz yetiÅŸkinlerin, masumiyetten korkması, harbiden çok ilginç… Sinema tarihinin en korkunç filmi, Åžeytan’dır (The Exorcist / 1973), filmdeki Regan karakterini canlandıran Linda Blair ise, henüz 14 yaşındadır. Artık nasıl bir kaderse, onun sinema hayatı korku filmlerinde oynamakla geçer.

 

Hayvan Mezarlığı filmindeki Gage tiplemesi, Omen’deki JDamiens karakteri, sonra Yetimhane’deki Victor, Orphan’daki Esther, şiddet sever Oyuncak Bebek Chucky’e rahmet okuturlar. Hah! Bizde de Öksüzler filminde Nuri adlı korkunç bir karakter vardır, “Binicem üstüne, vurucam kırbacı” repliğiyle bilinir.

 

Çocuk eli değen filmler…

 

Çocukların sürüklediği, yetişkinleri dönüştürdüğü filmlerini de anlatmadan olmaz. Misal Alice in the Cities (Alice in den Städten, Wim Wenders, 1974). Bu yol hikayesinde, Philip Winter adında yazamayan bir yazar vardır. O tıkanıp kalmıştır. Ve bir gün küçük kız Alice’le tanışır. Onların yolculuğu, yeniden hayata dönmek ve yine üretmek demektir.

 

Çocukluk halleri üzerine…

 

Portekizli yönetmen Monoel de Oliviera, yakında 107 yaşına girecek. Evet, yanlış okumadınız, yüz yedi ve o hala film çekiyor. Aniki Bóbó ise onun 73 sene evvel çektiği bir film. Aynı okulda arkadaş olan çocukların, rekabetlerini, gruplaşmalarını anlatan, onların üzüntülerini ve sevinçlerini yansıtan, etkileyici bir yapıt bu…

 

En sevdiğim film…

 

Sovyet Sineması’nın doruk yapıtlarından biridir Gel ve Gör (Come and See (Idi i Smotri, Elem Klimov, 1985), benim de en sevdiğim ve etkilendiğim filmdir. Savaş karşıtıdır, barış yanlısıdır. Savaş dehşetini, bir çocuğun gözünden yansıtır. Gel ve Gör der, küçük kahramanımız Florya, büyüklerin yarattığı vahşeti ve şiddeti gel ve gör.

 

Büyümek zorunda kalmak!

 

Cría Cuervos, Carlos Saura’nın 1976’da kotardığı bir film. Anne ve babalarını yitiren üç küçük kız çocuğunun, hayata tutunma çabasını kurgular. Ölüm, yaşam ve büyüme sancısı… Yaşamak, yetişkinler için bazen adil değildir, çocuklara ise hiç değildir.

 

Babalar ve kızları…

 

El Sur (Victor Erice, 1983), babasına hayran olan küçük kız çocuğu Estrella’yı anlatıyor. Kahramanımız ağır ağır serpiliyor, için dünyasının kapılarını, hepimize açıyor. Büyüdükçe hayatı sorgulamaya, sorular sormaya, olup biteni anlamaya çabalıyor. Olgunlaşmak gerçeklerle yüzleşince geliyor. İspanya İç Savaşı’nın yarattığı tahribat, toplum kadar, çocukları da vurmuştur çünkü…

 

Kadere inat, “Hayat Var!”

 

Reha Erdem’in bu öyküsü, küçük kahramanımız Hayat’a (14) dair… O, Göksu Deresi’nin kıyısındaki vahÅŸi bir cazibesi de olan harabe bir yuvada büyümeye çabalar. Bakıma muhtaç dedesi ve evin rızkı için balıkçılık dışında yasadışı iÅŸlere de yönelen babasıyla… Acımasız dünyadaki korunağı derme çatma ahÅŸap kulübesinde, boÄŸazın diÄŸer yakasındaki okulunda ve aklınıza gelebilecek her yerde yalnızdır bu çocuk. Hayat’ı, -içimiz cız ederek- kâh iskelede eve dönmek için büyük bir sabırla babasını beklerken kâh metruk arsada garibim horozu tekmelerken yakalarız. Ama Hayat varsa, umut da vardır.

 

Büyümek istemeyen çocuk

 

The Tin Drum (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979), büyümemeye karar veren bir çocuğun öyküsüdür. Hep üç yaşında kalmak isteyen Oscar’a, annesi teneke bir trampet alır. Halk. Nazi’lere sustukça, o trampetini çalar. O, özgürlüğün susmayan sesidir. Bu büyümekten, büyükleri yüzünden nefret etmenin destanıdır.

 

Uyarmakta fayda var, bu filmlerin çoğu acıklıdır, hayatta gülmek kadar, ağlamak da vardır. Ve ötesinde, sinemanın tüm ölümsüz yapıtlarında çocuklar yer alırlar. Çünkü onların gözleri daha sorgulayıcıdır. Çünkü çocuklar, yetişkinlerin yarattığı anlamsızlığa anlam ararlar.

 

Çocukların, kahramanlığı sırtladığı diğer filmler ise şunlardır; The 400 Blows (Les quatre cents coups, François Truffaut, 1959), Forbidden Games (Jeux Interdits, René Clément, 1952),  Ivan’s Childhood (Ivanovo Detstvo, Andrei Tarkovsky, 1962), Evde Tek Başına (Home Alone, Chris Colombus, 1990) , Where is the Friend’s Home? (Abbas Kiarostami, Khane-ye doust kodjast?, 1987), The Kid with a Bike (Le gamin au vélo,  Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2011) ,The Bad Seed (The Bad Seed, Mervyn LeRoy, 1956),  Stand By Me (Stand By Me, Rob Reiner, 1986), Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990), Nobody Knows (Dare Mo Shiranai, Hirokazu Koreeda, 2004) , Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012), Let the Right One In (Låtten Den Rätte Koma In, Yön: Thomas Alfredson – 2008) , Kikujirō’s Summer (Kikujirō no Natsu, Takeshi Kitano, 1999), Kes (Kes, Ken Loach, 1969)

 

Son olarak şunu söyleyelim. Çinli Filozof Mencius; “Çocukluktaki saflığını kaybetmeyen adama, büyük adam denir” demiş. Dilerim arkadaşlar, saf halinizi ve masumiyetinizi, geleceğe taşırsınız. Hepiniz çocuk ruhlu, büyük insanlar olursunuz.

Küçücük bir salona, kocaman dünya sığar

 

 

 

ALPER TURGUT

 

“Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” demiş anarşist ablamız ‘Kızıl’ Emma Goldman, hani özgürlük olmadan, eşitlik olmadan, adalet olmadan, paylaşmak, bölüşmek olmadan, yaşamışız ne fayda, işte öylesine yedik, içtik, sıçtık, üredik, öldük, gittik. “Özgürlük Dansı” (Jimmy’s Hall), zalim zenginlerin ve kindar dindarların ezdiği, bezdirdiği gençleri dansa kaldıran, onlara umut olan ve bunun bedelini ödemeyi göze alan bir güzel komünist abiyi anlatıyor. Gerçek bir öykü bu, işte bu yüzden bu kadar içimizi burkuyor, yüreğimize sızı koyuyor, insan yanımızı incitiyor.

 

Ken Loach Usta, artık 78 yaşında, umarım bu son filmi değildir, onun öykülerinde naiflik, zariflik, incelik var, büyük büyük söylemler, boş sloganlar, beylik laflar yok, öteki insanlık var, sokakta dönüp bakmadığınız fakirler var, düşkünler var, gözleri, neden ben diyen, dilenirken elleri titreyen en alttakiler var, entelektüel geçinen züppelerin, cahil dediği, öğrenmeye ve bilmeye aç emekçiler var, karın tokluğuna emeğini, gençliğini, bedenini ve hatta canını veren işçi sınıfı var.

 

Evet, Özgürlük Dansı, Ken Usta’nın en iyi filmleri sıralamasında gerilere düşebilir, ancak her karesinde onun ve senarist dostu Paul Laverty’nin varlığı hissediliyor, kesinlikle… İrlanda’nın sürgün ettiği Jimmy Gralton’un yaşam hikayesinden esinlenen film, bağnaz din adamlarıyla, fakirlere musallat olan zenginlerin yarattığı soğuk, karanlık ve tek tip ülkede, düşünmeyi, öğrenmeyi, dans etmeyi isteyen gençlerle, aç ve evsiz bırakılmaya çalışılan yoksulları anlatıyor. Bizim Jimmy, 10 yıl kaçak hayatı yaşar, 1932’de İrlanda’ya geri döndüğünde, sevdiği kadın evlenmiş, baskıcı düzen ise aynı kalmıştır. Geçmişte başını belaya sokan salonu, dostlarıyla imece usulüyle çalışarak tekrar açarlar. Tartışarak, kaynaşarak, çoğalırlar.

 

Gezdiği dünyayı, çatı altına taşıyan Jimmy Yoldaş’ın mekânının adı Pearse-Connolly Salonu’dur. Padraig Pearse ve James Connolly, farklı davaların insanıydı, ancak bağımsız ve özgür İrlanda için birlikte savaştılar. Her ikisi de 1916’da, Paskalya Ayaklanması sonrasında, işgalci İngiliz güçleri tarafından katledildiler. Bağımsızlıkçı öğretmen Pearse; “Özgür olmayan bir İrlanda’nın ruhu hiçbir zaman huzura kavuşmayacaktır” derken, yaralıyken, sandalye oturtulan ve kurşuna dizilen büyük devrimci ve sosyalist önder Connolly şunları söyler; “Benim, ülkemiz halkının ideal olarak karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir. İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir.”

 

İşgalci İngilizler defedilmiş, ancak özgürlük gelmemiştir. İşgalci toprak ağaları, zenginlerin oyuncağı politikacılar ve mülkiyetçi rahipler, İrlanda’yı cehenneme çevirmiştir. Kahramanımız, sanatla, boksla, şiirle, şarkıyla, dansla, gençlerin ufkunu açan, onları aydınlatan ve sorgulatan salon yaşasın diye, yeniliğin ve eşitliğin düşmanı peder ile görüşmeye gider. Ceberut peder; “Ben sizleri dinliyorum, günahlarınızı dinliyorum, affedilmenizi sağlıyorum” der. Jimmy, gericilikle asla uzlaşamayacağını anlar ve “Evet, sen bizi dinliyorsun, ama sadece diz çöktüğümüzde…” diye yanıt verir.

 

Sonra savaş başlar, Jimmy Gralton’un ateşli sözleri, büyük tutkusu, baş eğmez ruhu ve yoksul kitleleri etkileme gücü, onları korkutmuştur. Eski tenekeden bir salon, neden bu kadar tehlikeliydi? Çünkü onu inşa edenler, burası bir bina değil, burası biziz demiştir. Salon, öyleyse gelecek ve umut demektir ve bu özgür yapının yok edilmesi gerekir. Jimmy’in yaşlı anası, gezici kütüphanesiyle çocuklara kitaplar taşıyan bir kadındır, oğlunun ikinci kez sürgün edilmesi, bir daha görüşememek demektir. Mahkemede, tarihe seslenir; “Bir adamı yargılamadan evinden alabiliyorsak ve düşüncelerinden dolayı sürgün edebiliyorsak. Ben sadece çocuğumu kaybederim, ancak İrlanda çok daha fazlasını kaybeder”

 

Sürgünlere yolladıklarımızla, sanata ve hayata düşmanlığımızla, bağnazlığımızla, muhafazakârlığımızla, din adına yaşamı daraltmamızla, fakiri daha fakir, zengini daha zengin etmemizle, İrlanda’dan ne farkı var ülkemizin? Ken Usta, biraz da bizim memleketimizi anlatmış, seyretmek gerek. Yazıyı bitirirken gözüme bir mail ilişti, devlet, Caferağa Dayanışma Evi’ni tez boşaltın diyordu, sanat, paylaşma, öğrenme, sorgulama, sistemi, elbette rahatsız eder. Dün de böyleydi, bugün de böyle, yeni salonlar açılsın ki, yarınlar artık böyle olmasın.

 

Cine Dergi…

Politik sinema umut ve yıkımın harmanıdır

ALPER TURGUT
Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün deÄŸildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inÅŸa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’ ne durumda ve yeni kuÅŸak sinemacılar simge isim Yılmaz Güney’i aÅŸabildi mi?” sorularını yöneltmiÅŸtik. Kimi Güney’in çıtasının daha da yükseklere taşındığını, kimi gerilediÄŸimizi, kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri de Türkiye’de siyasi sinema diye bir ÅŸeyin olmadığını söyledi.

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılması beklendi. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuÅŸaklar yetiÅŸmesine neden oldu. Sanırım çoÄŸumuz bu konuda aynı görüşü paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür… Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleÅŸtirmek, önermek, savunmak mümkün deÄŸilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koÅŸullarda politik sinema büyük bir düş idi ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister istemez… Yaprak bile kımıldamayan yılların ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevÅŸemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniÅŸ, ayaÄŸa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peÅŸi sıra geldi.

GeleceÄŸe umutla bakan, tartışma çeÅŸitliliÄŸinin arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli apolitikleÅŸme ilacının etkisinden kurtulduÄŸumuzu öne sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el deÄŸmemiÅŸ nice olay ve kiÅŸinin bulunduÄŸu bu ülkede konu sıkıntısı çekilmeyeceÄŸi yönünde… Demek ki, siyasi sinema adına adımlar atacak cesaret yavaÅŸ yerine geliyor. Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık… Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak denli özgürleÅŸir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir. (ÖrneÄŸin İspanya’da siyasi filmler festivali yapılıyor)

Politik sinema demiÅŸken yelpazenin en geniÅŸ halini görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiÅŸ filmleri baz alırsak; “BeÅŸir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50 Ölü Adam”, “Il Divo”, “AteÅŸ ve Citroen”, “Aleksandra”, “Firaaq”, “Bakış Açısı”… Liste uzayıp gidiyor. MübalaÄŸa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi politika sosuna bulayan bu filmleri görünce gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor, haliyle sinemacılar da derman arıyor.

Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan “Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri, Emile Zola’nın romanından devÅŸirme pek meÅŸhur “Tohum YeÅŸerince”, Fellini-Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma, Açık Åžehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi “ÇocukluÄŸum”, “Benim Üniversitelerim” ve “EkmeÄŸimi Kazanırken”… Sonra Elia Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi kiÅŸiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF, Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang), bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi dillendiren “Nanking Katliamı” konulu yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden “Gel ve Gör”… Sovyet sinemasından “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”, “St. Petersburg’un Sonu”… Siyasetin sol yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın Åžarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”… İspanya İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”, “Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda çok güzel anlattı, SİYAD üyeliÄŸi gerçekleÅŸen meslektaşımı kutluyorum)

Bilcümle savaÅŸ filmlerini atlamayalım. Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız. Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise belki de bunların en tazesi… Ya diÄŸerleri; Milcho Manchevski’nin çemberin asla yuvarlak olmadığını ‘kelimeler’, ‘yüzler’ ve ‘resimler’ ile haykırdığı muhteÅŸem baÅŸyapıtı YaÄŸmurdan Önce (Before the Rain), Balkan sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica’nın acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground) ve sonrasında Bir Mucizedir YaÅŸamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel Coixet’in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın ÅŸahsında savaşı resmettiÄŸi filmi Sözcüklerin Gizli YaÅŸamı (La Vida Secreta de las Palabras) ile Ahmed Imamovic’ten tabiri caizse ‘ortaya karışık’ ve kısmen absürd bir deneme Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler…

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda… Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki… Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri deÄŸil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iÅŸtir… Özetle emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, iÅŸgalin, CIA’nın, iÅŸkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin baÅŸrolü kaptığı bu yapımlara parantezler açmayı sürdüreceÄŸiz. Politik sinemaya –bu kulvar oldukça geniÅŸtir- ileriki aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden vereceÄŸimiz örneklerle dosyamızı ÅŸimdilik kapatalım. Not; Çıkış noktası politika olup, bir süre sonra raydan çıkanlar baÅŸka baÅŸka mecralara savrulan filmler de vardır. Siyasete uzak görünüp alt metinlerle en aÅŸağılık ve ırkçı söylemlere sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın filmler kuÅŸkusuz önceliÄŸimizdir.

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin) politik sinemanın, propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin, ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere hediyesi olan dahi yönetmen Sergei M. Eisenstein, adı geçen başyapıtı tam 84 yıl önce çekti. İşte Stalin’in direktifiyle kotarılan Potemkin Zırhlısı, 1905’te içten içe çürümekte olan çarlık rejimine karşı ayaklanan kahraman denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın 20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur) esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve “Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır. Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim niteliÄŸi -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı, dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen “YurttaÅŸ Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles) önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırırlar. Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı ne yazık ki; Hitler’in saÄŸ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkilemiÅŸtir; “EÅŸi benzeri olmayan ÅŸaheser. Bu filmi izleyen insan bir BolÅŸevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan beÅŸ parça ÅŸunlardır; “İnsanlar ve solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün çekiÅŸi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla randevu”… Özellikle Odessa merdivenlerinde yaÅŸanan katliam bölümü, sinema tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan ÅŸanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek çok ülkede yasaklandı, sansüre uÄŸradı. Ve bundan beÅŸ yıl önce film, hummalı bir çalışmayla yeniden yapılandırıldı.

Eisenstein’in bir diÄŸer politik filmi de, Amerikalı gazeteci John Reed’in, “Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü romanından uyarlanan “Ekim” idi. “YaÅŸasın Meksika” ise Eisenstein’ın “bitmemiÅŸ baÅŸyapıt”ıdır

Evlatların için ağla ey Arjantin

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial), siyasi sinemanın doruklarından… Naif, akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu… .

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici ve bildik gerçek, hiç kuÅŸkusuz ki; ötelenemeyen tüm acıların, tarifsiz yaraların ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur. Åžili cehenneminde yitirilen insanlığın ortak deÄŸerleri Salvador Allende ve Victor Jara’ya birer selam çakalım ve asıl konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976… Köşe baÅŸlarını tutan postallar, bütün renkleri boÄŸan üniformalar ve caddelere kan aÄŸlatan tank paletleri… Hain General Jorge Videla komutasındaki CIA güdümlü ordu, BaÅŸbakan İsabel Peron’u devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo Peron’un üçüncü eÅŸidir. İki kez baÅŸkanlık yapan eski asker Peron, bir dönem sekreterliÄŸini de üstlenen İsabel ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata erken vedasının ardından evlenmiÅŸtir. Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor ve Olivia Newton-John’un seslendirdiÄŸi Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina” (Benim İçin AÄŸlama Arjantin) unutulabilir mi?

Darbenin ardından Arjantin genelinde 650 tutuklama merkezi oluÅŸturulur ve 30 bin kiÅŸi yaratılan bu hayâsız kan gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif bellediklerini, sonsuz iÅŸkencelerin ardından kargo uçakları ve helikoptere bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık baÄŸlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin gözyaÅŸlarıyla izlediÄŸi Arjantin orijinli politik film “Olimpo Garajı” (Garage Olimpo / 1999) son soluÄŸunu azgın dalgalara bırakanları anlatır. Benzer bir canavarlığın yaÅŸandığı Åžili’de suya atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve idealist bir kadın öğretmen için de bir türkü yakılır; “O, denizden geldi”… Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi deÄŸildir; hamile kadınları iÅŸkencede öldürüp, 500’ü aÅŸkın bebeÄŸi evlatlık olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek aileleri tarafından bulunabildiler. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine de metanetini bir kenara bırakma ancak hiç deÄŸilse bir kez olsun, en asil evlatların için aÄŸla ey Arjantin.

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni Alicia, ABD’li ÅŸirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve beÅŸ yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile huzur, güven ve zenginlik içerisinde yaÅŸamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden gün be sıyrılmaktadır ve Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir. Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi. Siyasi filmler kategorisinden kısa bir sürede kült filmler listesine girebilen bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve yetkinliÄŸe sahip bu yapıt, en iyi yabancı film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı. Filmin baÅŸrollerini Norma Aleandro, Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital Kültür tarafından satılıyor)…

Tutkulu bir kadın aşksız da yaşayamazdı

 

“Rosa Luxemburg” (Die Geduld der Rosa Luxemburg) ise devrim hareketinin kuramcısı ve önderi bir büyük kadının öyküsünü resmeden ÅŸiir gibi bir seyirlik. Rosa Luxemburg, eski Çekoslovakya ve Batı Almanya ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu ve takdire ÅŸayan bir eser. Filmin yönetmeni ve senaristi Margarethe von Trotta… BaÅŸrolleri sırtlayanlar ise Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve Otto Sander… 2007’de gerçekleÅŸtirilen 2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini almanızı hararetle öneririm.

Büyük ÅŸair Ahmed Arif’in “Suskun” adlı ÅŸiirinde selamladığı “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküsӟn” iki bin yıl sonraki takipçisidir Rosa Luxemburg… Spartaküs BirliÄŸi’ni birlikte kurduÄŸu ve aynı kaderi paylaÅŸtığı yoldaşı ise Karl Liebknecht’dir.

Polonya’da doÄŸan, genç yaşında teorisyenliÄŸe soyunan ve ardından evlenip Almanya’ya yerleÅŸen “Kızıl Rosa”, her zaman bıçak sırtında yürüdü, cezaevlerine düşmek ve yakasını bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan alıkoyamadı. Clara Zetkin, August Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle ya dostluk kurdu ya da karşılarına dikildi. Lenin de, zaman zaman ters düştüğü Rosa için – her ÅŸeye raÄŸmen – “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır” demiÅŸtir. Leo Jogies, Kostja Zetkin, Paul Levi, Hans Diefenbach… O, aÅŸksız da yaÅŸayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin büyük lideri Rosa Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla anıyoruz.

Provoke edici bir seyirlik

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduÄŸu oranda sarsıcı, etkileyici, provoke edici ve akılda kalıcı bir seyirlik… İngiliz iÅŸgaline karşı Kuzey İrlanda’nın mazlum halkının onurlu ayaklanması ve devamında bu isyanı simgeleyen gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle sonlanan destansı öyküsü…

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50 yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle alakası yok, sadece isim benzerliği) çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde, babası Alman, annesi ise Kuzey İrlandalı olan yetenekli aktör Michael Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı Bobby Sands ile mükemmel bir iş çıkaran Fassbender’i sinemaseverler, “300” ve “Angel” adlı yapımlardan hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan Fassbender’i yakında Quentin Tarantino’nun son filmi “Inglourious Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer önemli rollerini ise Liam Cunningham, Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden 28 ödülle döndü.

“Açlık grevi eyleminde yaÅŸamını yitiren İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi ve İngiliz parlamentosu milletvekili Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan yapım, gıdasını politikadan alsa da kendisine bildik siyasi filmlerden ayrı duran bir kulvar seçmiÅŸ. İşkenceci sadist gardiyanlara ve zulme uÄŸrayan siyasi mahkûmlara eÅŸit oranda yaklaÅŸtığı için suçlanılabileceÄŸi ince bir çizgide yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz bir plan, iÅŸkence sahneleri, duvarları bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü, eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin “Demir Leydi” lakaplı BaÅŸbakanı Margaret Thatcher’ın metalik sesi… Açlık’ın hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici… Tek kelimeyle; kışkırtıcı… Sands ve yoldaÅŸları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız Helen Mirren ve İrlandalı muhteÅŸem aktris Fionnula Flanagan’ın büyüleyici oyunculukları unutulmazdı), iÅŸgal altında sokakları tutuÅŸan ve yüreÄŸi içerdekilerle bir atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise neredeyse diyalogsuz bir ÅŸekilde korkuyu, yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı resmetmeyi deniyor.

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof”

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der Baader Meinhof Komplex), sol gösterip saÄŸ vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Almanya’nın yakın tarihini (1967–1977′) sarsan ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir. Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca, “kaldırım taÅŸlarının altında kumsal var” diyen Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar… Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik sosyalizm düşü kurmakta, sokakların ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın 2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini protesto eden gençler, polis şiddetine (İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin, Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe, Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar. Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi ve becerikli Horst Herold ise peşlerine düşmekte gecikmez.

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen Uli Edel’in devlet ideolojisinden yana taraf tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’ demiÅŸti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan oluÅŸan vahÅŸiler çetesini daha uygun görmüş sanırım) gösterime girdiÄŸi her ülkede tartışma yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir kadın düşmanı yani bildiÄŸiniz yarım akıllı bir maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde… Siyasi bir önderden ziyade mahallenin delisine dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir ev kadını kılığında… Edel’e göre o, resmen saftorik ve sıradan bir maceracı… Örgütün kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun Ensslin ise –sıkı durun- teÅŸhirci bir top modele çevrilmiÅŸ. İkinci kuÅŸak RAF’çılardan Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.

EleÅŸtirilerimiz bitti mi? Ne gezer… Yoldaşına, “cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi seviÅŸelim” diyen devrimci bir kadın militan. İçini boÅŸalt, karikatürize et, kullanabildiÄŸin kadar kullan ve at… İşte al sana yeniçağın ikon kültürü… UzlaÅŸmacılar, hinoÄŸlu hinler, hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar… Çıplaklar kampı sevdalısı, rock yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin, bir tek “ille de birey, birey, birey” diye bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek, filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş. Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini eÄŸiten Filistinli direnişçiler de “hödük” mertebesindeler… İnançlarından kati suretle ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu ÅŸekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!

BaÅŸrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaÅŸtığı Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne dek çekilmiÅŸ en pahalı Alman filmiymiÅŸ. Protesto gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu… Tamam, görsellik 10 numara ancak film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı RAF’tır gibi bir ucubelik çıkıyor.

27 AÄŸustos 2009

 

Cochabamba’dan Hopa’ya, su haktır, su hayattır!

 

ALPER TURGUT

 

“Yağmuru Bile” (También la lluvia), eski sömürgecileri ve soykırıma uğramış Latin Amerika Kızılderililerini anlatayım derken günümüz sömürgecileri ve isyancı yerlilerinin “su savaşları”nın ortasında kalan, film içinde bir film, özetle. Yapıt, bir belgesel özeninde, gerçeği ustalıkla kurgulayıp, aşırı duygusallığa düşmeden ve didaktik bir dil kullanmadan, müthiş bir atmosfer yakalayıp akıcı ve çarpıcı bir sonuca ulaşmasını biliyor. Yeni nesil politik sinemanın bu güzel örneğini, kaçırmamalı.
Bolivyalı fakir ve yerli halkın suyuna yaklaşık 10 yıl önce göz diken çokuluslu şirket, can ve kan pahasına yürütülen ve büyütülen bir mücadele sonucunda kovulmuştu ülkeden, sloganları “Su Hayattır” idi. Asiydiler, inatçı ve inançlıydılar, tüfek ya da silah ile bu halk caymayacak, yeni bir katliam ve soykırım için sömürgecilerinden asla özür dilemeyecekti. Ülkenin üçüncü büyük kenti Cochabamba’yı resmen savaş alanına çevirdiler, barikatlar kurdular, omuz omuza, dayanışmayı ve paylaşmayı gerçek kıldılar. Ve her şeyden önemlisi istilacılara karşı 500 yıllık öfkeleri vardı, atalarından miras kalan, saklı ve haklı bir büyük öfke, işte onu kuşandılar. Suyumuz yerine (biz su diyoruz onlar Yaku) ancak çişimizi alabilirsiniz diye haykırarak…

 

Bugün HES’ler ile memleketimizin güzelim dereleri peşkeş çekiliyor, Hopa’da devrimci öğretmen Metin Lokumcu’nun hayatını ortaya koyduğu, bu amansız ve iç acıtan benzerliğin şiarı da tıpatıp aynı; “Su Hayattır”. Evet, su hayattır, satılamaz. Çünkü ‘dere bizim evimiz, suyu alın terimiz’ diye türküler söylemişiz. “Dereler, doğa anamızın gözyaşlarıdır” demişti bir Karadenizli dede ve eklemişti; “Hayat verir dere, bu yüzden yaşamak kadar kutsaldır. Biz suyu, kanımızla bir saymışız, ötesi yoktur!” Şair Ece Ayhan, “Vücudunun yüzde 70’i su olan bir canlının nasıl olurda içi yanar” demiş ya, deresiz kalan doğa anamızın da içi yanmaz mı be usta? Bolivyalı kardeşler kovduysa suyumuzun düşmanlarını, bize susmak, bize durmak, bize arkada kalmak yakışmaz. Artık bizim sudan sebeplerimiz bile hayatidir.

 

 

İspanya-Fransa-Meksika ortak yapımı Yağmuru Bile’yi, “Gözlerimi de Al” ile oyunculuk ve senaristlik dışında yönetmenlikte de kendini ispatlayan Icíar Bollaín çekti. İspanyanın Oscar adayı, sekiz ödüllü bu filmin senaryosunu ise, Büyük Usta Ken Loach’un yapıtlarını kalemiyle destekleyen Paul Laverty yazdı. Yağmuru Bile’nin Bolivyalı yerlilerin ağırlıkta olduğu geniş bir oyuncu kadrosu var. Misal Meksikalı oyuncu-yönetmen Gael García Bernal ile yetenekli İspanyol aktör Karra Elejalde… Onlar işlerini layıkıyla yapıyorlar, eyvallah. Ancak “Güneşli Pazartesiler”, “Gözlerimi de Al” ve “Hücre 211” ile resmen takibe aldığımız Luis Tosar, tabir yerindeyse döktürüyor. Taş bir kalbin yumuşamasını, bir adamın iyiden, haklıdan ve doğrudan yana dönüşümünü müjdeleyen karakteri Costa’yı sırtlıyor, götürüyor. Ben lanet bir sivil toplum örgütü değilim diyen bu arkadaşa hayat sıkı bir tokat atıyor. Ve gelelim eylemci, bilinçli ve en sahici karaktere… Juan Carlos Aduviri, hem İspanyol istilacılara karşı direnen Kızılderili Hatuey, hem de oyuncu ve su eyleminin lideri Daniel’e can veriyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin “Sinemada İnsan Hakları” bölümünde yarışan Yağmuru Bile nihayet gösterime girdi, tam 3 kopyayla… Hafta sonu 493 kişi izlemiş, eh büyücü Harry Potter var, gereği yok, gerçeğin…

 

Filmin konusu ise özetle şöyle; Takıntılı idealist Sebastian, Kristof Kolomb ile ilgili bir film çekmeye kararlıdır, ama bu ‘Hıristiyan kahramanın’ (soykırımcı doğrusudur) mitini tersine çevirecek, açgözlülüğünü ve vahşi eğilimlerini gösterecektir. En ucuz ve Latin Amerika’da en “yerli” ülke olan Bolivya’daki çekimler sırasında, Kolomb’dan 500 yıl sonra toplumsal huzursuzluk patlar. Halk en temel hayati madde olan su için savaşmaya başlamıştır.