Etiket arşivi: kadıköy

Roma; yılın en iyi filmi

ALPER TURGUT

Roma, bu sene seyrettiğim en iyi film, sıradan insanlara dair, siyah-beyaz bir sinema destanı, tastamam. Belki küçük bir öykü bu, lakin inadına derin, kadın sorunu, sınıf sorunu, aile sorunu, ziyadesiyle mevcut. Ötesinde hem ölüm, hem yaşam, hem düğün, hem ayrılıklar, hepsi var.

Dedem anlatmıştı, bundan yaklaşık 70 sene evvel, köyümüz Kadıköy’de yaşadıklarını… Kadıköy, eskiden Adana’nın deniz gören ilçesi Karataş’ın köyüydü, 1986 yılında Yüreğir ilçe olunca, hop oraya bağlandı. Çukurova, malumuz bereketli yer, toprak ağaları, sınırsız tarlara sahip olunca, ırgat mı dayanır, mevsimlik işçiler akın akın geliyor, yeni bir hayat aşkına da değil ha, resmen boğaz tokluğuna… Köy desen büyüdükçe büyümüş, nah kasaba kadar olmuş. Hah! Çalışmanın da yaşı yok, çocuklar bile pamuk peşinde… Kaytaran, yaramazlık yapan, haylazlık eden yoksul çocuklar, köyün eskileri ve sözü geçenleri tarafından, meydanda göstere göstere dövülmekte, diğerlerine ders olsun diye, ezilmeyi öğrensinler diye.

Bu saçmalık, gelenek haline dönüşmüş, benim delifişek dede de, o dönem ırgatbaşıymış, artık dayanamamış ve almış silahı, çıkmış eziyetçi güruhun karşısına. Demiş ki; bu benim ilanımdır, sözümden dönmem, bir daha böyle bir şey yaşansın, bir yoksul çocuğa, bir garibana bir fiske atılsın, görün bakalım neler olacak. Kimse karşı çıkamadı, böyle bir şey bir daha yaşanmadı ben oradayken dedi dedem, çünkü yapacaklarımı biliyor ve beni tanıyorlardı. Torunum dedi sonra, zenginin ettiği zulümden daha fenadır, fakirin fakire ettiği zulüm, insanı daha çok yaralar. 

Evet, Roma filmini seyrederken bunu düşündüm, zenginler bir avuç şu yalan dünyada, üflesen mumları söner, peki, nasıl zulmedebiliyorlar hala ve ısrarla? Fukaralar yüzünden, elbette. Bilinçlenmekten, örgütlenmekten kaçan, dengini bulunca ezmeye çabalayan, düşküne direkt abanan, varsılı görünce el pençe divan duran, işte nice ‘insan’, lanet sömürünün sigortası değilse, nedir? 

Meksika’nın sinemaya armağanı üç dâhiden biri olan Alfonso Cuarón (diğerleri Alejandro González Iñárritu ve Guillermo del Toro), yine kendisiyle yarışmış ve yine kendisini geçmiş. Böylesi yaratıcılar aşkına, hala küllenmiyor sinema sevdamız, hiç kuşkusuz. Netflix platformu ve sinemalar, önceki gün ayrı anda gösterime başladı, Roma’yı kaçırmayın derim. Ha! Roma deyince, İtalya’nın başkenti gelmesin aklınıza, bu Roma, Meksika’da bir mahalle, o kadar. Mahallenin resmi adı da değil hani, halkın koyduğu isim o. Hani bizim meşhur 1 Mayıs Mahallesi gibi, adı bambaşka oysa. Ve film bizi, 1970’lere taşıyor, orta sınıfının konuşlandığı, hiyerarşinin bariz hissedildiği bir eve ve ona açılan sokaklara da. 


Evin hizmetçisi ve çocukların bakıcısı Cleo, fakir bir yerlidir, kökeni kıtanın ta en eski sahiplerine kadar dayanır, onun sevgi dolu ve saf dünyasına konuk oluruz, onca adaletsizliğin ve aşınmanın tam ortasında, o çırpınır durur. Sonra film akar ve dünya birden genişlemeye başlar. Öyle ki, içine katliam bile sığar. 

Meksika’nın başkenti Meksiko’da 10 Haziran 1971’de, İsa’nın Bedeni Festivali yapılır, o gün kendilerine Şahinler (Los Halcones) adını veren ve ABD tarafından eğitilen yarı askeri (paramiliter) güçler, sol görüşlü göstericilere ve öğrencilere saldırırlar. Ve gün boyu yaşanan saldırı dalgası, katliamla sonlanır, yaklaşık 120 insan, bu eğitimli katillerin kurbanı olur. Peki, ölenler kadar, öldürenlerin de yoksul insanlar olduğundan dem vurmaya gerek var mı? Haliyle yok! Müslüm Gürses, yakarsa dünyayı garipler yakar demiş ya, kendilerini yakmaktan, dünyayı yakmaya fırsat buladıklarını hesaba katmamış sanırım. 

Film, bir yandan öznel, Alfonso Cuarón’un çocukluğuna ve onun dadısına dair. Lakin bu muazzam çekim tekniği, kamera açısı, sesin kullanımı ve işleyiş dili, kesinlikle evrensel. Böyle bir sonuca ulaşabiliyorsa, kişisel de neymiş? Çocukluk hatıraları, bizleri bambaşka bir dünyaya taşıyorsa, bizi inandırıyor, bizleri sarıp sarmalıyorsa, daha da ne ister insan? Yani bir araba bile anlatıma kuvvet katabiliyor, bir adam, daracık yerde usta manevra, bir kadın, iki aracın arasına, hasar pahasına dalma, sonra büyük araba gider, küçük araba gelir. Hayat daha da hafifler. 

Şöyle ki; evin hizmetçisi, en uzak ve en yakın olabiliyor, sınıfsal fark, onun dertleriyle değil, verdiği hizmetle ilgileniyor, onun yaşadığı travmalar, bir yere kadar, çok da umurlarında değil hani. Emek sömürüsünün, hayatın gerçeği olduğunu, yoksulların, temizlik işleri kadar, kirli işler için de rahatlıkla kullanabileceğini bize gösteriyor. Bağırıp çağırmıyor, slogan atmıyor, anlatıyor, göstererek anlatıyor. Ne güzel!

Arkadaş, en çok bozulduğum şey, insanlar, sinemayı daha gerçekçi bir hala nasıl getirebiliriz uğraşında, kafa patlatıyorlar resmen, biz ise sinemada sigarayı da yasaklayalım, filmlerde artık hiç olmasın gibi gizli sansürlerin peşindeyiz. Misal ağır dertlenmiş eleman, ya işten kovulmuş, ya da sevdiğinden ayrılmış, üzüntüden avokado mu yesin, suşi mi yutsun gidenin ardından. Veya ayran içip, acıklı türkü mü çığırsın, harbi harbi ezber bozmak uğuruna ne yapsın bu insanlar?

Kimsenin aklında ‘sarı yelek’ giymek yok, iktidara yakın cenah, sürekli giymeyin ha, sokağa çıkmayın ha, şöyle yaparız, böyle ederiz, gününüzü gösteririz tiradı atıyor, hep bir ağızdan. Hayır, evimize ani baskınla dalıp, bize zorla sarı yelekleri giydirir ve sokağa, güvenlik güçlerinin ta ortasına atarlarsa, şaşırmayalım. Meksika’dan niye memleketimin gündelik ucuz politikasına geçtim ki şimdi, filmin tadını da bozuyorum. Haydi, iyi seyirler.

“Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm”

 

 

 

Alper Turgut

 

Demek kâfi gelmemiş olsa gerek, anaakım medyanın omurgası olan Doğan Medya’nın, iktidar destekçisi Demirören Grubu’na geçmesinin ardından, D&R (Doğan Müzik Kitap Mağazacılık Pazarlama A.Ş.) ve İdefix de pes etmiş ve hop diye meşhur havuza katılmış. Vay babam vay! Daha 10 ay önce kurulan TveK (Turkuvaz TK Kitap ve Kırtasiye A.Ş.), resmen kitap âleminin reyizi oldu, hay maşallah! Bu bir milattır, bilmediği konular hakkında dahi cayır cayır yazan pek sayın halkımızın, aynı mahareti, okuma mevzusunda göstermediği zaten malumunuz idi, artık kitap okuma işini tamamen rafa kaldırabiliriz, oh be!

Hâkim zihniyetin, derinlemesine araştırmaya, incelemeye, irdelemeye, eleştirmeye mecali var mı sizce? Peki, ya edebi metinlere, zengin içeriklere, farklı fikirlere tahammülü var mı? Yanıt belli, besbelli… Yani çoksatar kitap adıyla söyleyecek olursak; “Allah de ötesini bırak” kafası, haliyle saracak her yanı… Hah! Yakında ‘bağzı’ yazarlar, önce hizaya, sonra da saflara çekilme girişimlerine hazır olsunlar. “Sen muhalif takılıyormuşsun, hayırdır?” “Araştırdık (trollerce sosyal medya geçmişi taranması), Gezi’de gaza gelmişsin, bol bol tivik atıyormuşsun?”, “Yerli ve milli içerikten neden sakınıyorsun?” ve benzeri sualler de yakalara yapışacaktır, hiç kuşkusuz. “Halkımızın anlayacağı mevzuları yaz, maneviyatı da ıskalama” derlerse de şaşırmam, gücün ve cüretin, yapamayacağı şey yoktur çünkü.

Ha! D&R’ın eski hali çok mu matah idi? Elbette, kocaman bir hayır! Kendi adıma, havalimanlarında şöyle bir gezerdim dükkânları, yeni ne çıkmış, neyi ıskalamışız, neyden mahrum kalmışız diye. Heyecanlandıracak ve alacak kitap bulamaz, yine ve yeniden dadanırdım sahaflara, eskimiş kâğıdın, güzelim kokusuyla ve huzur bulmuş, huysuzluğunu unutmuş kafamla… Lakin şu hal, daha vahim, daha elim oldu, kendine roman seçecek olan, dara ve zora düştü, şüphe götürmez.

Romandan söz açmışken, adını anmayacağım bir hanım kızımız, esinlenmekle hiç uğraşamam, kendime durduk yere düşünmek gibi bir meşgale yaratamam deyip, Zülfü Livaneli’nin kitabını, resmen kopyalamış. Lakin bu hummalı gayreti, açığa çıkmakta pek de gecikmemiş. Özgün kitabın yayımcısı Doğan Kitapçılık, bu kadarına da pes be gardaşım demiş ve tak basmış davayı… Ancak ve ancak, bu kurnaz arkadaşımızın mükerrer muadili romanı, D&R’da satılıyormuş. Kusura bakmayın ama, gülme efekti eklemek durumundayım; Hahahahahaha ve ha!

Memleketle olan sıkıntılı, çıkıntılı, takıntılı ilişkimiz, Neşet Ertaş’ın şarkı sözü gibi resmen; “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm!” Hem seviyoruz, hem de ölüyoruz uğruna. Yaşamak bir gerekçe de değil hani, bildiğin bahane bu kadim coğrafyada… Neyse, baharda hayat var, karamsarlığa yuvarlamayalım yazıyı, her ne kadar, gündemimiz bize her gün çüş, oha, yuh dedirtse de… Hem sadece bizde mi bu tuhaf haller, dünya aklıselim olmayı unuttu iyice ve üçüncü dünya savaşı çıkacak neredeyse…

Peruk gibi absürt saçları olan bir herif tivit atıyor, tüm dünya çalkalanıyor, sonra dolar alıp başını gidiyor, dünyanın yoksul halklarının cebindeki eriyor. Ancak iktidarın nimetlerine dadananlar, hiç de oralı değil, dolar artarsa artsın, bizim liramız var diyor ahali. Keşke bunlara uysaydım ya, misal yazıya kartuş gerekiyor, ateş pahası zaten meret, her gidişimde, otuz, kırk lira zam geliyor. Satıcının yanıt, dünden hazır; “Döviz yükselişe geçince, bunların fiyatı da zıplıyor ağabey…” Ne demek döviz, bizim cici liramız var, hem yerli ve milli ürün satmıyorsun, hem de yurtdışından getiriyorsun, bana çözüm üret, zam, pardon güncelleme yapma! Eee yurtiçinde bu ürün yok, dışardaki de lirayla satmıyor malını haliyle… Eyyyy aktroll halkı, harbiden nasıl olacak bu işler?

Ve kasvet, müjdeli bir haberle dağılıverdi, gam yükü hafifleyiverdi. Reyizin oğlu, at binmede ve okçulukta birinci olacağız dedi de, içimize su serpildi. Bariz ferahladık! Yerli araba, yalan oldu galiba, yerli ve milli atlara biner ve gideriz artık, tırıs tırıs… Ok ve yay konusuna da açıklık getirilse iyi olacak, malum OHAL’deyiz. Haki renkli palto giydiğim ve sırt çantasını omuzlarıma geçirdiğim her seferinde GBT (Genel Bilgi Toplama) manyağına dönüşüyorum, Taksim’den Kadıköy’e gelene dek, üç kez polis tarafından çevrildiğim oldu. Şimdi elimde yay ve oklarla ve elbette canım ciğerim atımın üzerinde, garip bir görüntü hâsıl olacak. Heyyyy nereye böyle derse aynasızlar, ava gidiyorum diye cevap verirsem, hani başımızı belaya sokmayalım, durduk yere… Değil mi ama? Şakası bir yana, OHAL, yedinci kez uzatılıyormuş, özetle normal hale geçmemiz pek mümkün görünmüyor. Meşhur Gemide filmindeki replikle soralım bakalım; “Nabıcaz be Kamil?”

Benzin altı lirayı aştı, çeyrek altın 300 liraya dayandı ve sorun yokmuş gibi davrananlar var hala ve inadına… Silkelenip kendinize gelmeniz için, daha nasıl emareler istersiniz ey yoksul halkım? Tekrar ve tekrar aynı hataya düşmek, fakirin kaderi midir? Erke yapışanlar, keseyi doldurdu, eyvallah! Peki, sen ne kazandın? Hiç! Malum partiye oy vererek, geldin bugüne… Elin gitmesin artık, mümkünse…

Evet, unuttum sandınız, lakin unutmadım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, imam hatip öğrencilerinin, deizme kaydığı şeklindeki görüşle ilgili; “Bizim milletimizin hiçbir ferdi, böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın” deyiverdi. Her yerden taarruza geçen ‘dinci’ tayfası, resmen dinimizi büktü, bu karmaşa, gençlerimizin zihnini çürüttü diyemezdi elbette, kolayca sapıklık dedi, çıktı işin içinden. Şimdi biri, inançlı mısın diye sorduğunda, ateist ve deist arkadaşlar, direkt ben sapığım canım mı diyecekler yani? Memleketin muhalifleri ve farklı düşünenleri, her şey oldu. Çapulcuya filan gülüp geçtik insanlar, sapığa da aynı tepkiyi verirler mi, işte bunu bilemedim. Çocuklara dadanan ve onların tatlı canlarını yakan yaratıklara deniyordu o, ağır bir kelime, harbiden çok ağır. Gerçek sapıklara sapık demeyip, inanmıyorum diyene sapık demek, çok kolay ve kesinlikle baş ağrıtmıyor çoğunluk himayesinde, haliyle… Oh ne ala!

Gençliğimizin başı sağ olsun!

 

 

 

 

 

 

Alper Turgut

 

 

Kadıköy’de amaçsızca dolaşmak, senelerdir en sevdiğim meşgalemdir, yine yürüyordum dalgın dalgın, bir grup beyazperde sevdalısı genç çıktı karşıma, abi dediler, daha çok sinema yazsana… Sizi mi kırayım arkadaşlar dedim ve bu hafta meşhur Christopher Nolan’ın uzun süredir beklediğimiz Dunkirk filmine dair, bir şeyler geveleyim istedim. Yanı başımızda bitmek bilmeyen bir çatışma yaşanırken, gerçek ve büyük bir dram, hayat bulmuşken, savaş filmi yazmak, hayli tuhaf gelse de, elbette… Sonra kabine değişikliği, sonra deprem, sonra Almanya krizi derken, film aklımdan çıktı gitti ve birden hatırladım, yarın (24 Temmuz pazartesi), aylardır tutuklu bulunan Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının, ilk duruşması vardı. Tam 267 gün sonra, dava başlamış olacak, yaklaşık dokuz ay, mahkemeyi görmek için beklemek, yazması bile zorken, bunu yaşayanların hali nicedir, dışarıda kalan ailelerinin, dostlarının, arkadaşlarının hali nicedir, haydi varın siz hesap edin.

Sonra dışarıda kalan ve meslektaşlarının özgürlüğüne kavuşması için, farkındalık yaratmaya didinen, davaya dikkat çekmeye çalışan bir avuç gazeteci için hop başladı mı bir iktidar medyasından, saçma sapan, akıllara ziyan asparagas dalgası… Ve bunu yapanlar da kendilerine ‘gazeteci’ diyor, daha çok gazeteci tutuklansın diye, kendilerinden geçiyor, keyiften uçuyor bu ibişler, poliste de değişen bir şey yok, yine yalan yanlış besleme faaliyetleri, yeni hakikati büken sızdırma işleri, sonra adalet, he yavrum he… Bunca mantık dışı şeyle boğuşmak, aklı yerinde olan her insanı yorar, bu anlamsızlığı üretmek ise onları yormadığı gibi, daha da gaza getiriyor, harbi harbi coşturuyor, biz yalakalık yapmak için, daha ne kadar saçmalayabiliriz, tuhaflık sınırımızı aşabiliriz diyerek… Kaç gazeteci tutuklu şimdi, 160’ı aştı mı, iyice hesap şaştı, hele gözaltına alınıp, sonra bırakılanları da eklersek, yakında karakol, hapishane, adliye görmemiş gerçek gazeteci kalmayacak memlekette, burası kesin.

 

Ve tüm bu gündem karmaşasının üzerine, Harun Kolçak’ın vakitsiz gidişi eklendi, resmen dert bin idi, bin bir oldu. Hepimizi üzdü, düşündürdü, o güzelim geçmişe sürdü. Harbiden “Girdi Kanımıza”, en naif, en zarif yanımıza vurdu da gitti. Yeşilçam’ın yaşayan efsanesi, Ediz Hun’un en büyüğümüz dediği 90 yaşındaki Eşref Kolçak, ilaçlarını almıyordu dedi, sonra her an yakınında olan bir arkadaşım yazdı, gitmek istedi ve gitti diye… Her şey yerli yerine oturdu o an kafamda, bu karmaşada, bu kaosta, bu saçmalığın tam ortasında, daha fazla kalmak istemedi, direnmekten, mücadele etmekten vazgeçti, acıları, ağrıları, sızıları, sancıları usulca bıraktı. Ne diyelim, canım gençliğimizin başı sağolsun. Evet, vatkalı ekose ceketim, alacalı bulacağı gömleğim, şalvar gibi absürt kotum, rugan kovboy çizmelerimle, kendimi şu an görsem tanıyamazdım, bir ihtimal! Her şey garipti, fantastiğin dibiydi, lakin şunu gayet iyi biliyorduk, 80’ler ve 90’larda, hakkını teslim etmeli, müzik çok iyiydi, ruhumuzu besliyordu, hiç kuşkum yok. Darbe yıllarından, yaprak kımıldamayan o meşum zamandan, yeniden yaşam, yeniden örgütlenme, yeniden farkındalık doğuyordu. Yeşeriyordu her şey, itaat etmeye hevesli olmayan sivil bir hayat, beden buluyordu.

Şimdi diyeceksiniz, bununla pop ne alaka diye, eee gardaşlar, arabesk ile uyuşmak yerine, acıları zincir edip, kendini jiletlemek yerine, harekete geçmek, enerjiyi yedeklemek, hoplayıp zıplamak yeğdir be! Hele hele ilk sevmelerin, sevda baharının ilk yellerinin, damarlı kasvet moduna geçmesi yerine, Harun Kolçak’ın sesiyle, sözüyle, ezgileriyle, tatlı bir rehavet turuna yönelmesi ne güzeldi. Hep kahır, hep azap, hep kader, hep keder, nereye kadar? Bir de şu var, ölenin arkasından konuşulmaz derler ya, niye konuşulmasın, gaddar ise, zalim ise, can yakan ise, hakkımıza el koymuş ise, hepsi bitmiş gitmiş mi olacak, hâlâ hayatta kalan diğerleri ne güne duruyor, onlar da bilsin işte, biri bir mazlumu uluorta döver, o da haliyle arkandan söver. İşte o kadar. Hah! Bir de Harun Kolçak gibi hatırlanmak, anılmak, anımsanmak var, iyi bir insandı yahu, güzel adamdı, hayvanları severdi, bunca kabalık arasında, inceydi, kırılgandı, duygusaldı diye… İnsan başka ne ister, geriye ne ün, ne şan, ne para, ne pul, ne araba, ne banka hesabı, ne ev, ne de yazlık kalacak, hayat sonlanınca, hiçbir şeyin bir ederi, değeri olmayacak. Sadece iyi insan, güzel insan hatırlanacak, bir de elbette şarkılar. Kiminin gençliği, kiminin çocukluğu, tereddütsüz eksiliyor, azalıyor, her kıymet verdiğimiz, bizden gittikçe…

Bir süre önce, 17 yaşında bir delikanlıyla karşılaştım, meraklı, ilgili, hep soran, kafasını geliştirmeye yoran, Ahmet Kaya’nın da resmen tutkunu… Eee birader dedim, o en uzak sürgüne gittiğinde doğmuşsun sen, ne fark eder be abi dedi, her şarkısını, türküsünü ezbere biliyorum, jestlerini, mimiklerini, bakışını, gülümsemesini de… Yani, Ahmet Kaya’yı dinlemeyi, salt bizlere değil, gelecek kuşaklara da emanet ettiniz, o hor görmeleriniz, ötekileştirmeleriniz, yargılama halleriniz, hüküm verme manyaklığınız, uzaklaştırma çabanız, daha çok sevenle karşılık buldu, bulacak. Bu da size dert olsun. İşte Harun Kolçak’ı da sevsin isterim, yeni yeni kuşaklar, çünkü o bunu ziyadesiyle hak ediyordu.

Harbiden merak ediyorum, tehdit ve tehlike altındaki birkaç mecra dışında, bu memlekette, gazetecilik yapıldığına inanıyor musunuz? Haberlerin size ulaştığını, sorunlara parmak basıldığını, bilgilenme hakkınızın giderildiğini düşünüyor musunuz?

Kötü niyetli değilseniz şayet, bu kadar saf olabilir misiniz? Sadece reklam, sadece PR, sadece goy goy, sadece yıkama yağlama faaliyeti, sadece övgü, sadece her şey çok güzel nakaratı… Yok! Orada durun, bu kadarla kalsaydı, yine de iyi, bambaşka şeyler çevriliyor, yalan ve yanlış hevesle köpürtülüyor. Pusu gibi, kumpas da bir geleneğe dönüşüyor, ne yazık ki. Birileri kandırıldık deyip işin içinden rahatça ve kolayca çıkarken, diğerlerinin canı yanıyor, ömrü çürüyor. Gocunma yok, utanma yok, hatadan ders almak yok. Durdurun memleketi, inecek var.

Beyoğlu’nda gezerken, gözlerini süzerken…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

 

Kaç haftadır, kahverengi ve beyaz arasında yaşanan, koşulları bile eşit olmayan fantastik ve absürt çekişme yüzünden, tuhaflıklara şaşırmaya, sabrımızı taşırmaya, iyiden iyiye sıyırmaya başladık, güzelim baharı bile ıskaladık. Hal böyleyken… Oh! Nihayet bugün bitiyor, biraz kendimize gelelim, stresi bitirelim, harbiden yorulduk be, içimiz şişti, dışımız pişti. Yıllar sonra geçmişe bakıp, siyah-beyaz film tadındaki, kahverengi-beyaz günlerimizi hatırlar mıyız? Bence unutalım gitsin, hayatın tüm renklerinin, ikiye indirilmesini, içlerinden birinin de ısrarla dayatılmasını anımsasak ne olur? Neyse, akşama netice belli olur, yine ve yeniden önümüze bakarız, her koşulda, zaten yılgınlık, bıkkınlık gibi bir lüksümüz yok. Kısa süreli sevinçlere çok zaman ayıracak vaktimiz de…

Festivali yazmayı düşünüyordum, ancak o da bu sene gümbürtüye gitti, son düzlükte film seyretmek yerine, memleketin şuurumuzu kaybettirme meyilli gündemini izledik. Sizler de, ah nerede o ilkyaz müjdecisi, canımın içi festivaller demiyor musunuz? Beyoğlu’nde gezerken, gözlerini süzerken diye şarkı söyleyelim, nostaljiyi köpürtelim demiyorum ha, Cadde-i Kebir’de (İstiklal) şöyle bir yürüyelim, nereden nereye savrulduk anlarsınız. Kadim bir dostun başına gelenler karşısında hüzünlenmemek elde mi? Tepeden tırnağa bir dönüşüm bu, iyiye ve güzele de değil, dibe, en dibe… Kuzum be, Asmalı Mescit’in hali nedir öyle, gülücüklerin, kelebek etkisiyle yayılıp, kahkaha tufanına dönüştüğü, endişenin değil, neşenin giderek büyüdüğü, yürümenin bile marifet ister bir hale geldiği, Sofyalı’nın olabildiğince daracık, sıkışık ve kalabalık yolunda, birlikteyken mutlu ve mesut insanlar, gerçekten neredeler? Mekânlar ya kapanmış, ya taşınmış, ya da kiralık, bizim gözde yaşam alanına yakışmamış bu tenhalık.

 

 

İki film arasında, bize kalan dar vakitte, kendimizi hızlıca attığımız, meşhur sokaklarında soluklandığımız, şöyle karşılıklı veya yan yana oturup, iki sohbet, bir muhabbet, beş çay, biri açık, üstüne kahve, elimizde de kötü alışkanlık. Ah ulan! Bir filmi anlatarak, katarak, azaltarak, kurguyla gerçeği harmanladığımız, kafalarımızı açan, içine duygusunu da katan o anlar, şimdi tarih mi oldu? Bir tek sinemaya olan aşkımız da değil ha, resimden, şiirden, edebiyattan, işte ne ararsan, orada bulurdun, sokak da, insan da, hayat da vardı. Zaman, su gibi gürül gürül akardı. Ne olacak bu memleketin hali, yine sorulurdu, lakin bunca gündelik politika, bunca sıkışmışlık hissi, bunca umutsuzluk, bunca saçmalık yoktu. Geleceğe dair siyaset, yarınlara ait düşler, ileriye yönelik fikirler, yerini bugünün karmaşasına, kaosuna ve dolambaçlı yollarına bıraktı çoktan…

 

Kadıköy’ün merkezinde oturunca, yeni Taksim’in, İstiklal’in, Tünel’in, artık burası olduğunu, bariz fark ediyor insan, bir yandan da, kendine soruyor, benzer akıbet, bu yakayı da mı bekliyor diye… Bu canlılık, bu hareket, bu devinim, bu gençlik, yerini çölleşmeye, yıkıma ve yok olmaya mı bırakacak, hatalarımızdan ders almamakta üstümüze yok, başa gelen çekilir modumuz da hep açık. Belki karamsarlığa sebep yok, belki her şey, çok güzel olacak. Ancak bu bize bağlı, Beyoğlu’nu kaybettiysek, ondan vazgeçmeyelim, üstümüzde çok emeği var, geri kazanalım, Beşiktaş ve Kadıköy’ü de yitirmeyelim, hayat dolu kalması için çabalayalım, bir kenti güzel kılan şey, alışveriş merkezleri, lüks siteler, beton yığınlar değil, insanın insanla kaynaştığı, kedilerin baş tacımız, köpeklerin dostumuz, martıların arkadaşımız, kumruların, serçelerin ve güvercinlerin ahbabımız olduğu yerdir, şüpheniz mi var? Karga yoldaş, seni hiç unutur muyuz, ayıp ettin!

 
İşte Taksim’de bir soluklanayım dedim, birkaç gün önce, içeride oturmak da bana göre değil, sevmiyorum ev ve sinema harici, kapalı yeri, bulamadım kafama göre bir yer, hani bizim kültürümüze de ait değil, bir acayip dükkânlar, ya nargile iç, ya da tatlı ye, eee ikisini de sevmiyorsak, Taksim’e hiç çıkmayalım mı? Şöyle arkamıza yaslansak, bacak bacak üstüne atsak, gelip geçeni seyretsek, olmaz mı ya? Eskiden bir sandalye bulup, İstiklal Caddesi’nin tam ortasına koymak ve oturup, insanları izlemek isterdim. Memleketin en kozmopolit yeriydi, her milletten, her görüşten insan, durmadan akardı, bir romana değil, bin romana sığmayacak karakter, önünden geçerdi, kimi dalgın, kimi düşünceli, kimi hüzünlü, kimi şen şakrak, öylece…
Cumartesi Anneleri’nin ilk eylemlerini takip ettiğimiz 1995’te ve sonrasında, her sokağında, memleket için kafa yoran insanlarla karşılaşmak, tanışmak, Taksim’in, salt eğlence ve zaman geçirme yeri değil, politik bir bilinç yeşertme alanı olduğunu kafamıza çakmıştı, ter içinde koşarken, bir eylemden diğer eyleme, bir ucundan diğer ucuna… Hepimiz Taksim’e çıktık, şimdi inmemizi istiyorlar ve bizler, bunu uysallıkla kabul ediyorsak, sorun biraz da bizlerde değil midir? Elbette bağzı esnafların açgözlülüğü, kendini iktidarın askeri sanması, saldırganlığı, yaşandı, yaşanıyor. Lakin hiç pireye kızılıp, yorgan yakılır mı?

Bakıyorum, seküler gençler dışında, muhafazakâr gençler de Kadıköy’e doluşmakta… Kimi buz gibi bira içiyor, kimi eritilmiş çikolata yiyor. Ancak iki taraf da, birbirine karışmadan, kavga etmeden, ötekileştirmeden duruyor, durabiliyor. Kimse kimseyi sorgulamıyor, yargılamıyor. Dayatmıyor, abartmıyor, kanırtmıyor. Soruyorum gençlere, nereden geliyorsun, biri diyor Üsküdar, diğeri Sultanbeyli, öteki Ümraniye… Diyorum, gençler için o ilçelerde, rahat ve huzur yok mu? Yok, ağabey, yok diyorlar.

 

 

Karışan, izleyen, ayıplayan, parmağını sallayan ise çok… Demek ki; Kadıköy, sizler için bir liman, sığınılacak, kaçılacak, saklanacak, soluklanılacak, onaylıyorlar, beş, on da değil ha, örnek hayli fazla. İşte mesele, mevzu, dert belli, tek tipleşme, o kozmopolit Taksim, sıradanlığa, tek renge, tek sese, bile isteye teslim edildi. Kadıköy’ü yaşanır kılan, her rengi ve sesi kucaklaması. Bize düşen de malum; bir iki üç daha fazla Kadıköy!

Nem var kuzum?

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Affedersiniz ÅŸansıma tüküreyim, en bunaltıcı, bayıltıcı, kavurucu sıcakları hedeflemişçesine, birkaç gün önce Adana’ya gittim. Burası püfür püfür idi, sen geldin, resmen cehenneme döndü dediler. İhale, Afrika üzerinden gelen çöl sıcaklarına deÄŸil, bana kaldı, neyse saÄŸlık olsun. Hadi gölgedeki, güneÅŸ altındaki sıcaklığı geçtim, hissedilen 51 ile 61 derece arasındaysa, dayanmak ne mümkün, biri gaz verse, vantilatör ve klima asri zamanlar tanrısıdır dese, neredeyse tapınacak ahali. Artık fantastik sıcaklıktan olsa gerek, bizim ‘gavur’ Kadıköy’e dönmüş memleketim Adana… Bıkkın taksici, abi be, pek oruç tutmuyor kimse, herkes serinleme peÅŸinde diyor. İşte gündüz sokaklar boÅŸ, gece baraj yoluna akın var akın. Neden mi bunu anlatıyorum, geçenlerde bir video seyrettim, sosyal medyada yayınlanan, Erzurum’da ramazan günü, yiyecek bir ÅŸeyler arıyordu eleman, deney yapıyordu sanırım. İyi bari dayak yemedi, lakin açık bir lokanta da bulamadı. Adana’da tüm kebapçılar açık, meÅŸhur mahalle baskısını, tınlayan yok, terli bir zulüm altında, sevap da benim, günah da, kime ne diyorlar. Åžimdi buradan, ekstra sıcaklığın, insanı ateist ettiÄŸini çıkartan birileri olursa, hani ÅŸaşırmam, çünkü iyice sıyırdık, dolduk ve taÅŸtık, kabımıza sığamadık.

 

Aslında yazacak tonla mevzu var, balonu patlayan egolar, yani milli maç, pardon utanç var, Gezi’ye tarihi eser yapmak var, Türkiye, 3000 yılına dek AB’ye giremez diyen İngiltere’nin, açıklamadan bir ay sonra AB’den çıkması var, orucu ne bozar adlı 1400 yıldır çözemediğimiz havuz problemi var. Yani say say bitmez, bizde ilginçlikler hiç tükenmez. Güney Koreli plakçının dükkânını, hoyratça basanların serbest bırakıldığı, Özgür Gündem gazetesine destek olanların ise cezaevine konulduğu bir ülkede, konuşmanın da, yazmanın da, anlatmanın da abes olduğu aşikâr, insan yine de umut ediyor işte demeyeceğim, içimizi döküyoruz, o kadar.

 

Tarihi eser yapmak, iyi fikirmiÅŸ aslında. Düşünsenize dünyanın en tarihi yeri, Mezopotamya, Anadolu ve OrtadoÄŸu deÄŸil, kumarhaneler diyarı Las Vegas olurdu. Eksantriklik aÅŸkına, otellerini, yerkürenin eski harikalarına benzetiyorlar. Neyse yahu, hem Vegas’ta yaÅŸanan, Vegas’ta kalır. Adana’nın hayli eski ve güzelim Atatürk Parkı’nda soluklandım, keÅŸke dedim, ‘ucube’ Taksim, meydan olmaktan çıksa, Gezi ile birleÅŸip, kocaman ve yemyeÅŸil bir park olsa. Valla dünyanın en çirkin alanı, harbiden var mıdır hiç hayranı? Bir kiÅŸi de çıkıp ortaya, ben bayılıyorum oraya derse, kesin arsızdır, şüphesiz dayaklıktır.

 

Benim üniversiteli cici oyum, ilkokul terk ‘cahil’ oydan 10 kat deÄŸerlidir dersem, gerçeÄŸi söyleyin, ciddiye alır ve tepki verir misiniz? Yoksa git, hortumla su tut kendine gardaşım, güneÅŸ geçmiÅŸ senin gafana mı dersiniz? Nenem çok yaÅŸlı ve kaç yıllık hacı, ömrü boyunca halk partiye atmış reyini, okuma yazması da yok, eee ne yapacağız bu durumda? Okumamışlar şöyle kötüdür, okuyanlar böyle iyidir, bik bik, vik vik… Geçiniz efendim, sadece yıldızlara bakarak, güzelim hayaller kurmuÅŸ, gerçeÄŸi, ilmi, bilgiyi, topraktan, doÄŸadan almış, fukara yaÅŸamış ama asla yoksun-yoksul olmamış deÄŸerler de var hayatta. Ve ne eÄŸitimli insanlar var, kibirden kasılan, egosuyla yaÅŸayan, onların başımıza çorap örmekten baÅŸka bir marifetleri yok. Hâliyle genellemeler yanlıştır, çözüm de getirmezler. Üstelik yeni derdi, lümpenlik bu memleketin, yozluk da, kaos da buradan doÄŸuyor, ÅŸimdi moda diye inançtan yürüyor bu dev kitle, baÅŸka bir güç gelse, devir deÄŸiÅŸse, anında oraya meylederler. Lümpenlikten önce de seçkincilik idi sorunumuz, ortayı bulayım diyen yok, elit, münferit, hepten bıktık be!

 

Dedeme sordum, ÅŸoförlükten, motor ustalığından önce, köyde tarladaydın, aÄŸa ve maraba ile haşır neÅŸir idin, bereketli topraklar üzerinde, dünden bugüne ne deÄŸiÅŸti diye? Dedi artık buÄŸday ve pamuk kalmadı, üretici karpuz ve narenciyeye döndü. Pamuk tamam da, buÄŸday, ekmeÄŸimiz, yaÅŸama nedenimiz, iÅŸte bu en büyük yanlış. Sonra iki de örnek verdi, aÄŸalara dair. Üç, dört bin dönüm toprağı olan bir aÄŸanın oÄŸlu, har vurup, harman savuran bir delikanlı imiÅŸ, bu gece barda, gönlüm hovarda yani. AÄŸa, günlerden bir gün, küt diye düşüp ölmüş. Mirasyedi oÄŸul, üç senede, tüm tarlaları satmış ve yemiÅŸ. Åžimdilerde dilenci imiÅŸ, iÅŸte nereden nereye… Sonra bir baÅŸka aÄŸadan bahsetti, daha büyük, daha güçlü, daha zengin. Tam 18 bin dönüm toprağı ve dört fabrikası olan aÄŸa, sevimsiz bir herifmiÅŸ, pek yakını da yokmuÅŸ. Marabaya kök söktürür, eziyet eder, bol bol beddualarını alırmış. Hayat kısa, kuÅŸlar uçuyor, haliyle ömür de tez tükenmeye meyilli. Bu aÄŸa da, hop mevta. Cenazesine neredeyse kimse katılmamış, iÅŸte birkaç ırgat, istemeye istemeye götürmüşler mezarlığa, ayaklarının ucuyla da atmışlar çukura. Özetle; “Ölülerinizi hayırla yad ediniz” minvalindeki peygamber buyruÄŸu bile, kar etmemiÅŸ. Adını anan, küfrü basmış, sövmüş de sövmüş.

 

Affedersiniz, ota b.ka kayyum atanacağına, sıcaklık illetine atansın. Nem var kuzum diye sorsun kayyum efendi, hakikaten olmuyor böyle, sürekli yıkanmaktan su kaynakları da kuruyacak, ısı ve nem, hesap versin, israfa sebebiyetten… Ya akıllı olsunlar, ya cezaevine konsunlar.

 

Kusura bakmayın, daldan dala sıçrayan bir yazı oldu, lakin Antalya Belek’teki esnaf ve taksici eylemini es geçemeyeceğim. Kontak ve kepenk kapatmışlar, son 20 senenin en kötü turizm sezonu için isyan etmişler, hain otellere, turistlerden nasiplenmek bizim de hakkımız demişler. Rus savaş uçağı düşürüldüğünde, turist de neymiş, yaşasın büyük ve yeni Türkiye diye nara atıyordunuz, ne oldu canlarım, aniden ne değişti? Yav he he, kutsal bellediğiniz istikrar işte, harbi harbi ne bekliyordunuz? Unutmazsınız artık, su gelir iz bırakır, turist gelir döviz bırakır sözünü.

 

Gösterdiğiniz sabır ve anlayış için, eyvallah! Daha uzatmayacağım, bitiyor yazı, son olarak, şunu söylemek istiyorum; memleket, kültür, sanat, spor, gündelik hayat, aklınıza artık ne gelirse, tükenmişliği ve kirlenmeyi yaşıyor, iliklerine dek. Ekonomik kriz de kapıda, duyduklarım, gördüklerim, hissettiklerim bu yönde. Her şey geçer, elbette bir gün yoluna girer. Sakın ha, arada sağlığınızı kaybetmeyin, hele hele akıl sağlığınızı asla! Bu absürt süreç, bizi ya deli, ya da veli edecek olsa da.

BoÅŸ baÅŸak dik durur!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Akademi (Oscar) ödüllerinden sonra, görece iyi film izleme zevkinden de mahrum olduk, haliyle. Son birkaç haftadır vasat yapımlar, beyazperdeyi resmen ele geçirmiş durumdalar, neyse ki önümüz bahar, film festivalleri, sinemaseverlerin imdadına yetişir. Filmlere bakıyorum, salt kötü değiller, üzerlerine yazılacak öyküleri de pek yok! Hele yerli yapımlar, sanki bir yarış var, en saçma şeyi hangimiz çekecek diyerek. Yani evlerden ırak, pardon solanlardan… Bir aile, tonla para dökecek AVM’ye, hem sağlıksız yiyecekler yiyecek, hem markalara para basacak, hem de şaşkın filmler seyredecek, acımak diye bir şey asla yok, asıl eğlenenin kapitalizm olduğu, paket sisteminde. Hah! Hal böyleyken, ne yaptım kendi adıma, televizyonun karşısına geçtim, yok, yok, aptal kutusu ile fazlaca mesaim yok. Zaman tüketmek aşkına, bilgisayarımı karşıma aldım, dizilere dadandım.

 

Birkaç tane uzun soluklu, bol sezonlu dizim var, meşhur işler, büyük prodüksiyonlu projeler. Arada reklam da olmayınca, 40 dakika, bilemedin 50 dakika, hadi sizin güzel hatırınıza bir saatlik dizi bölümleri, su gibi akıp gidiyor. Uzun bakışmalar, zamanı donduran sahneler, tuhaf diyaloglar, garip tiplemeler de yok, elemanlar, zombi dizisinde dahi, karakteri derinleştiriyor, zenginleştiriyor, ayakları yere basan, kökü olan, inandıran, içine alan bir donanım bu, son tahlilde. Şimdiye kadar yazdıklarımdan, yerli işi dizileri anlatmadığımı anlamışsınızdır, şüphesiz. Akşam sekizde özeti başlayan, bir saatlik bıktıran tekrarın ardından, saat dokuzda, yeni bölüme başlayan ve neredeyse tüm akşamı kapatıp, gece yarısında tamamlanan bizim dizilerle, inanın işim olmaz. Keşke hiç kimsenin olmasa, devamında hayat bayram olsa… Burun kıvırmıyorum, küçümsemiyorum, rencide etmek gibi bir vazifem de, görevlerim arasında değil! Elbette daha iyi olsun, en iyisi olsun, biricik beklentim bu, bak ya, harbiden saf olsam gerek, Godot’u beklemek bile daha mantıklı çünkü.

 

Yerli işi dizilere göz gezdiriyorum, hani bir umut, belki yeni bir dizi, bu kördüğüme bir düğüm daha atmaz, özgün ve düzgün bir işçilik ile tiryakisi eder, yeni bölümü iple çektirir. Nerede be arkadaş, biraz iyice, biraz ışıltılı, biraz memnun eder gibi başlasa dahi, biliyorsun ki, reyting kaygısıyla affedersiniz sapıtacak, kendine yeni istasyon ararken, raydan çıkacak. Oyunculuklar dökülüyor, komedi desen güldürmüyor, yıl olmuş 2016, hala arabesk damar arayışı, kanırtmaya çabalanan aşırı duygusallık hali, mesele desen, ara ki bulasın, konu açmıyor, bildik şeylerden şaşmıyor. Öykülerin takati yok, hikaye ya çok zorlama, ya da lan gardaş, ben bunu bir yerlerden hatırlıyorum tadında. Seyirci ne versem yiyor, benim çöplerle besleniyor diyorsun belki, lakin izleyici bu, bir anda sıkılır, ne bileyim, başkaca bir meşgale bulur, yepyeni bir şeye dadanır, hani yazlık sinemalardan, nasıl vazgeçtiyse, birden seni de bırakır, çölde kaktüs gibi kalırsın bir başına. Kendine öyle büyük anlamlar yükleme, gel buyur, bu açıdan bak, boşluk hala yerli yerinde. İşte her neyse…

 

Mevzuyu nereye bağlayacaksın diyorsunuz, durun hele, mini yabancı diziler var, altı bölümlük, yedi bölümlük, işte tek sezonluk. “American Crime Story”, “11.22.63”, “The Night Manager” derken, polisiyeye, gerçek bir davaya, bilimkurguya doyuyor insan. Peki, yetti mi? Yetmez, kesinlikle. Misal geçen gün “Ófærð” (Trapped) adlı bir İzlanda dizisine başladım, şaka maka değil, gayet sürükleyici… İzlanda diyorum arkadaş, İzlanda, Atlantik’te tek başına, küçümen, soğuk mu soğuk adalar diyarı yani, bizim Kadıköy’ün nüfusu, daha fazladır, tüm ülkeden. Çok üşüdük, bari iyi bir dizi çekip ısınalım mı demişler, bilemem, belki bizim dizi sektöründekiler bilir. Az önce aşağı indim, bakkala, ohho tonla insan birikmiş, sahte polisler, set emekçileri, oturanlar vardı, onlar sanırım ekabir, işte dizi çekiyorlarmış, zaten haftada bir, iki, binanın dibine dayanıyorlar. Lak lak ediyorlardı, keşke sorsaydım, ne olacak bu dizi işleri? diye, geyiklerini bölmek istemedim. Geçenlerde kavga sahnesi vardı, bizim kedi Mumu, ürktü, kendini dolaba sakladı, sadece bağır çağır, dövüş koreografisi, sizlere ömür, camdan bakmıştım, amatörlük harbi güldürdü, ciddi bir diziymiş sanırsam, komedi sanmıştım oysa.

 

Nereye mi bağlayacağım, Füsun Demirel, Nurgül Yeşilçay, Erkan Petekkaya ve cümleten oyunculara ve memleketin çanına ot tıkayan dizi düzenine elbette. Dizilerle derdin mi var diye sorabilirsiniz, evet, meselem var, bu lümpen kültürü özendiren, mafya tipi organize işleri, sanki gündelik yaşam biçimiymiş gibi dayatan, ne yazık ki sokakta da yansıması olan, bu zehirli ve irinli işlerin yanında durmak bile abes, benim kitabımda. Göç dizisi gibi başlıyor, hop köyden indim şehre öyküsü oluyor, sonrası şive kasmak, ağalık, dayılık, fakirler, zengin olmak için yırtınır, zenginler, onları aşağılar durur. Herkes silahlı, külahlı, kadınlar meze, erkekler tepişmede… Sonra bakıyorsun aile dizisi, hayda evin tüm kızları, aşk meşk peşinde, sonra bir başkası, liseli kız, sürekli kötülük izinde. Bir başka dizide, eşcinsel karakter, hep abidik gubudik komiklikte. Kadınları da, eşcinselleri de, yoksulları da aşağılıyor, bu projeler, erkek egemen sistemin saltanatını sürmesi için destek ünitesi gibiler. Ben anlamıyorum, bu dizileri izleyen bir kadın, nasıl isyan etmiyor, böyle gelmiş, böyle gider mi diyor? İnanılmaz!

 

Düşünün, sektör, Erkan Petekkaya’nın tuhaf açıklamalarına rağmen, yanında duruyor, bu memleketin birçok filminde, kalburüstü roller sırtlamış bir kadın oyuncuyu, üstelik hayli yetenekli de olan bir aktrisi, dışlamayı deniyor, taciz gibi iddialara rağmen. İnternet olmasa, mevzu bu kadar büyümeyecekti bile, ha büyüse ne olacak, sektörde dayanışma namevcut, yardımlaşma sıfır, adı geçen dizideki kadınlar, biz artık yokuz diyebiliyorlar mı? Ya diğer dizede yaşananlar nedir? Füsun Demirel, bu ülkenin yüz akı oyuncularından, yan rolleri sırtladı, karakter oyunculuğuna can verdi. Görüşleri yüzünden, yani kendini ifade etmesi sebebiyle, düpedüz günah keçisi ilan edildi, diziden çıkartıldı, kim bilir, belki de bundan sonra pek çok kapı yüzüne kapanacak. Sormak gerek, suçu neydi, gerilla annesini oynamak istediğini söylemek mi? Seri katili bile oynar oyuncu, Hitler’i de, yamyamları da, hatta uzaylıları da. Ankara’daki üçüncü patlamanın, söyleşinin üstüne gelmesi, gerçek failleri unutup, al işte suçluyu da bulduk demek değilse nedir? Oyuncu ahalisini geçtim, ya rol arkadaşları? Susmaktan ve pısmaktan başka ne yaptılar?  Haliyle kocaman bir hiç! Bu oyuncuların çoğunu, halklarımızın hayranlığı şımartıyor, onlara büyük ve gereksiz anlamlar yükleniyor. Harbiden kendini geliştirmemiş, küpünü doldurmayı, sadece çok para sanmış, hiçbir bedel ödememiş insanları, ünlü diye bol mangıra, aşırı övgüye, taşkın ilgiye boğmak da nedir? Bu anlamsızlık, kibirli, kasıntı tipleri, dizilerden, magazin programlarına taşıyor, o kadar. Üstelik lan biz nerede hata yaptık diye, kafayı biraz öne eğme ve düşünme de yok! Boş başak dik duruyor işte, yüklenen anlamlar da, kafatası denen minicik boşluğu dahi dolduramıyor.

Nereden nereye…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Taksim’e çıkmak, eskiden vazgeçilmezimiz idi, sürekli oraya koÅŸardık, tereddütsüz. Åžimdi BeyoÄŸlu’na gitmek, zulüm gibi bir ÅŸey, mecburen orada isek, bitse de gitsek moduna geçiyoruz, ister istemez. Bizim bildiÄŸimiz BeyoÄŸlu, elbette tarihi Pera ile boy ölçüşemezdi, lakin Pera diye bir yer artık yoktu. Çünkü bundan 145 sene evvel, Büyük Pera Yangı’nında 65 cadde ve 163 mahalle içerisindeki çoÄŸu ahÅŸap toplam 8.000 bina kül oldu, tarihe savruldu. Londra’nın kaderini deÄŸiÅŸtiren, 13287 binayı yok eden, o tarihte 80 bin nüfuslu kentte, 70 bin kiÅŸiyi evsiz bırakan Büyük Londra Yangını (1666) ile yarışır bir felaket. Åžimdi AVM’ler çağındayız, betonun tutsağıyız, yeÅŸili de, rüzgarı da sevmeyen bir kent. İstanbul, sonbaharın kahverengi tonunu, dökülen yapraklarda görmek için, ÅŸehirden çıkmamız gerekiyor resmen. Neyse… Osmanlı’yı örnek alacaksanız ÅŸayet, estetiÄŸi, sanatı, müziÄŸi, kültürü de örnek almanız gerekiyor, oysa siz ne kadar haslet varsa, yok etmek peÅŸindesiniz, resimdeki meÅŸhur Naum Tiyatrosu, az önce zikrettiÄŸim yangında yok oldu, güzelliÄŸe bakın, ahÅŸap, 1500 kiÅŸilik, localı, padiÅŸahlı, operalı, bir eser, 1844’te yapılmış, ömrü uzun olmamış. Åžimdi arsasında Çiçek Pasajı ve Aynalı Pasaj var. Bu ikinci tiyatromuz, bundan önceki Fransız Tiyatrosu, o da sizlere ömür, Elhamra Pasajı geçti yerine.

 

Peki, karşısında ne vardı? MeÅŸhur St. Antoine Kilisesi mi? Yok, kilise sonradan oldu, o bina da tiyatroydu, Concordia Tiyatrosu idi. Daha öncesinde de kumarhane ve batakhaneydi, günahlarından arındırmak için yıktılar, yerine kilise yaptılar. Amerikan Alkazarı, KuÅŸlu Tiyatro, Pirinççi Gazinosu, Apollon Tiyatrosu, Avrupa Tiyatrosu, Ahali Tiyatrosu, Tekke Yazlık Tiyatrosu, hepsi ahÅŸap idi, cayır cayır yandı. Hah, bunları niye yazdım, uzun bir aradan sonra bugün tiyatroya gittim, Kadıköy’deki Tiyatro Ak’la Kara’ya, Üç Nokta adlı oyunu seyrettim, sonra çıkınca saÄŸda baÅŸka bir tiyatro çıktı karşıma, solda baÅŸka bir sahne, Kadıköy, tiyatrolar merkezine dönüşüyor, ne güzel! Peki, kentin kalbi, güzelim Pera, pardon BeyoÄŸlu ne halde? İşte BeyoÄŸlu’na yazık oldu, Kadıköy resmen rol çalıyor.

Anlatılmaz, yaşanır.

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

33. İstanbul Film Festivali’nin en merak edilen filmlerinden biri olan ve biletleri kısa sürede tükenen “Büyük Budapeşte Oteli” (The Grand Budapest Hotel), seyretme şansı bulamayan sinemaseverlerin arzusu duyulmuş olsa gerek, henüz festival bitmeden gösterime girdi. Siyasetle mizahı, absürtle ayrıntıyı harmanlayan ve sıra dışı bir atmosfer yakalamayı başaran Wes Anderson, yine görsel bir güzellik sunuyor seyirciye ve ötesinde bu benim ustalık filmim diyor, kesinlikle…

 

Festival süresince adeta Kadıköy’ün Emek Sineması’na dönüşen Rexx Sineması’nda izledim filmi, tıklım tıklım salonun, merdivenlerine oturarak… Çıkışta şunu düşündüm, bazı filmlerin üstüne konuşulmaz, hatta yazılmaz, sadece seyredilir, detaylar düşünülür, yönetmenin mükemmeliyetçilik takıntısına ve simetri saplantısına şapka çıkartılır, o kadar. İşte leziz bir pasta gibi, renk cümbüşü gibi, işitmek dışında görebildiğimiz bir masal gibi, bitmesini istemeyeceğimiz bir rüya gibi… Sırasıyla; Bottle Rocket, Çılgın Liseliler, Steve Zissou ile Suda Yaşam, Tannenbaum Ailesi, Küs Kardeşler Limited Şirketi, Yaman Tilki, Moonrise Kingdom… Genel izleyicinin burun kıvıracağı, sinemaseverlerin ise bayılacağı, resmen 7. sanatın has örnekleri bunlar, lakin Büyük Budapeşte Oteli, hepsinin ilerisinde ve zirvesinde kanımca, polisiyeden romantizme, komediden trajediye, savaştan insan doğasına, yalnızlıktan kalabalıklara, o denli çok şey anlatıyor ki aslında… Zaten Wes Anderson da “Büyük Budapeşte Oteli, bu zamana kadar yaptığım filmlerin tamamının ruhunun buluştuğu bir yapım oldu” diyor“, kendi çıtasını daha da yükseltiyor. Hele hele filmin oyuncu kadrosu, tam bir bomba… Anlı şanlı Hollywood yıldızlarını, bildiğin figüran gibi kullanmak, her sahneden bir ünlünün fırladığını görmek, gayet eğlenceli… Ancak filmin kilit noktası, Ralph Fiennes, herkes ona pas atıyor, o da hakkını veriyor, golleri peş peşe sıralıyor.

 

Her ne kadar, şimdi olmayan bir ülke denilse de, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’dur bahsi geçen ve işte bu memlekette doğan büyük yazar Stefan Zweig ile ruhunu bulan Büyük Budapeşte Oteli, hatıraları müşteri yapan, hayli eski ve kudretinin son demindeki bir sığınaktır. Her şey, otelin gizemli sahibinin, gerçekle, gerçeküstünün iç içe geçtiği, hikâyesini anlatmasıyla başlar. Sonra hep birlikte geçmişe gideriz, Avrupa’da faşizmin yükselmesini, savaşı, işgali, zenginliği, fakirliği, suçluyu, suçsuzu görür, tüm bu kargaşada ve büyük kaosta, birbirinden apayrı iki adamın, hayatlarının kesişmesini izleriz. İhanet ve sadakat, dost ve düşman, kumpas ve dayanışma, zaten absürt denen şey, bütün zıtlıkların kaynaşma çabası değil midir?

‘Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!’*

 

 

 

 

Alper TURGUT**

 

İnsan, kendine acımakta o kadar becerikli ki, inanılmaz. Dertlerinden şikâyet etmek de neyin nesi, eskiden kan kusup, kızılcık şerbeti içtim denirdi. Sosyal medyadan sonra işler resmen değişti, şimdi çoğu insan, yaralarını uluorta sergilemekle meşgul! Vay, vay! Tam tekmil hicran… Arabeskin dibine nasıl da vurulmuş, hani ağlak bir insan olsam, gözpınarlarım kururdu, tereddütsüz. Soruyorsun derdin ne, hani yapabileceğimiz bir şey varsa, derman olalım. Saklamıyor, şakıyor, abooo ortada ciddiye alınacak bir mevzu yok, yani pireyi deve yapmak dışında… Sen, bunca minicik sorunu büyütürsen, acilen dayanışacağımız, neyimiz varsa paylaşacağımız, yarasına merhem olacağımız, gerçek dert sahiplerini nasıl göreceğiz? Beni duyan varsa, vazgeçin bu dertlerimi zincir yaptım, birbirine ekliyorum tiradından, dünyanın tüm yükünü, siz taşımıyorsunuz. Neyse… Mevzuyu bağlayalım, ‘kestim kara saçlarımı’ diyen ve ömrü, soyadına inat, bir yaşam öyküsüyle yürüyen Aslı Gülümser’i anlatalım.

 
O, doğuştan engelli, tekerlekli sandalyesi ile Üsküdar’da mendil satıyor, dükkândan bozma tek göz oda bir yerde, ‘Pamuk’ ve ‘Leydi’ adlı iki köpeğiyle yaşıyordu, üç hafta öncesine kadar… Mülk sahibi, Aslı’nın hayattaki tek gerçek dostları olan, yalnızlığını paylaşan, canı kadar sevdiği köpeklerini gerekçe göstererek, onları sokağa attı. Komşun açken, sen tok yatamazsın sözüne uymak için, zengin mahallelerine taşınanlarınız, elbette görmedi onu, ötekiler de harıl harıl çatı adayı arıyordu, o ve dostları, çatısız kalırken… Aslı’nın derdi, bir tek bu değil, hep hor görülen, aşağılanan bir Roman o, içinizdeki faşist, bunu bilince ortaya çıkıveriyor işte, ne kadar demokrat, ne kadar özgürlükçü, ne kadar vicdan sahibi rolü oynasanız da, bu saçmalık değişmiyor. Şimdi ötekilerini suçlayarak, vicdanımızı temize çekmeye çalışmayalım, üstelik genelleme de yapmıyorum, gizlenen, saklanan bir şey bu, sen böylesin desem canım kardeşim, elbet reddedeceksin, neyse nefret suçu da, başka bir öyküye kalsın. Ancak bilinsin, bir stant açmak istiyorsa Aslı, izin verilmeme sebebi engelli ve köpekli olması değil, Roman olması… Şimdi, onlara da açılım başlatıldı diyecek birileri, yurtlarından sürmek ve onları dağıtmak isteğine açılım denmez, ucuza kapatmak denir. Tam da yeri gelmişken söyleyelim ve bırakalım artık martavalı, kentsel dönüşüm adına, mahalleleri, semtleri, zenginlere peşkeş çekiliyor, beton imparatorluğu TOKİ, arsalarını parselliyor.

 
Aslı, Doğancılar Parkı’nda sabahlıyor, eşim Fatma ve kız kardeşi Emine, kaç gündür ona ve yoldaşlarına, bir yuva arıyor, paylaşımlar, yüzleri, hatta binleri buluyor, ancak elini gerçekten, taşın altına sokmak isteyenlerin sayısı, vücudumuzdaki parmak sayısını geçmiyor, ne yazık ki… Diyeceksiniz ki, Aslı’nın kimsesi yok mu? Var, ancak o, görüşmek istemiyor. Biricik anacığını, 12 yıl önce yitirmiş, sonra köpekleri onu korumuş, kollamış, güvende tutmuş. Detaya pek girmeyeceğim, sonuçta onun özeli bu, lakin zor ve belalı bir yaşam öyküsü var, içerisinde yakınlarına dair cezaevi var, ölümler var, onlardan kaçmak isteği var, kirli işlere bulaşmama azmi var. Belediyeden, seni sığınma evine, köpeklerini de barınağa bırakalım teklifi geldi, o tereddütsüz reddetti, onlar olmadan asla dedi. Haklarını verelim, güzel insanlar da var, misal biri geçici olarak evinde tutuyor, diğeri arabasına alıp, ev ev gezdiriyor, kiralık uygun yer bakıyorlar. Hadi yaz ayında, yıldızların altında, uyumak fikri, çekici gelebilir, bunun karakışı da var, havalar soğumadan ona bir yuva bulmak, hepimizin boyun borcudur.

 
Aslı, 30 yaşında, onun öyküsünü duyunca, kendi anılarım üşüştü aklıma, o henüz dünyaya gelmeden, Üsküdar’da yaşıyorduk, Selamsız’a sırtını veren bir binada, Gacoların deyimiyle ‘Çingene Mahallesi’nde… Sokak düğünleri, çalgılar, şarkılar, türküler… Ve güzelim atlar… İnadına eğlenmeyi, eğlendirmeyi severler, girersen içlerine geri çevirmezler, buyur ederler. Kentin en sarp yokuşlarından biri çıkardı oraya, işte herkes çıkardı, sadece faşizm çıkamazdı. Üsküdar faşistlerin kontrolündeydi, cunta daha kapımızı çalmamıştı. Selamsız’a selamsız girilmezdi, tuhaf, şamatalı, sımsıcak bir yerdi. Ortanca biraderim bir gün kayboldu, ailecek aradık, taradık bulamadık, yer yarılmış ve sanki içine dalmıştı afacan, endişemiz büyüyor, telaşımız artıyordu. Bizlerin deliler gibi koşuşturduğunu gören Romanlar, hayırdır, ne arıyorsunuz diye sordular, dedik ki, kayıp Devrim’i arıyoruz. Gülümsediler, “Adı Devrim mi?” dediler, evet, dedik, sonra birden çoğaldılar, gruplar halinde aradılar ve sonunda kaybolmuş haylazı buldular, güzel insanlardı, güzel!

 
Kadıköy’den Üsküdar’a giderken meşhur Paris Mahallesi vardı bilir misiniz, bu kentin rengiydi, gecekondular vardı dizili ve ara sokaklarında koşuşturan çocuklar, resmen dümdüz ettiler, yol geçirdiler. Sulukule zaten malumunuz, sırada Tarlabaşı ve diğer yaşam alanları var. Memleketin renklerini, tek renge çevirmekteki ısrarları malumunuz, bu yol, beton ve AVM sevdası, fakirleri sürmekle, zenginleri beslemekle, bir kültürün içine etmekle meşgul, yeni Türkiye’niz, hayırlı olsun!

* Ahmed Arif
** Gazeteci – Yazar

6 Temmuz 2014 / Evrensel

Oyuncu el deÄŸil, eldivendir…

 

 

“Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.”

 

ALPER TURGUT

 

Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan. Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu, neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği, nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan söyleşiye geçelim.

 

-TV dizilerine devam mı, tamam mı?

 

Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre, zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz dışında kışın da film çekebileceğim.

 

– Yönetmen ya da baÅŸka bir ÅŸey konusunda ayrımın var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna der, senaryo da senin kafana yatar…

 

Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle ilgili.

 

– Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?

 

Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı. Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok. Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir parçasısın.

 

– O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen ise maestro.

 

Eldivensin sen, el deÄŸilsin.

 

– Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.

 

Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.

 

– Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.

 

Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.

 

– İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oÄŸlunun ve torunun da olacak.

 

Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor. Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…

 

– Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana “Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı var.

 

O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge Ceylan’dır. Müthişti.

 

– Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiÅŸ kareler çıkarttın konuÅŸmadan.

 

Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor, sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun. Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.

 

– Son film “Sürgün İnek”, 28 Åžubat meselesiyle ilgili sanki… İneÄŸin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28 Åžubat’ta gösterime gireceÄŸiz, onu biz belirledik” dedi.

 

Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı yapılan şey aslında toplumların üzerindeki korku, kaygı, endişe. Zannedersem buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde, yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor. Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.

 

– Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.

 

Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış. İneği önce kesecekler, kesmiyorlar. Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve endişe uyandırıyor.

 

– Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?

 

Kampanya oluyor ya.

 

– Gezi Parkı deÄŸil mi bu?

 

Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.

 

– AÄŸacı, hayvanı… Aslında tüm bunların ötesindeki olan ÅŸey, adalet arayışı ve toplulukta baskı içinde yaÅŸamama isteÄŸi… Gençler “Biz hür bir toplumda yaÅŸamak istiyoruz” dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.

 

Süper olmadı mı?

 

– Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü anlaşıldı.

 

İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri. Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne… Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem yaşanıyor.

 

– Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var sırada, Ferhan Åžensoy’un “Muhalif BaÅŸkan” yine baÅŸka bir örnek. Bence Hükümet Kadın ve Muhalif BaÅŸkan, çıtayı aÅŸamayan projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla büyüdük. Åžimdi oynasa, yine izlerim, izleriz. Çünkü o, hem güldürüyor hem faÅŸizmi de eleÅŸtiriyor. AÅŸireti eleÅŸtiriyor, faÅŸizmi eleÅŸtiriyor, baskıyı eleÅŸtiriyor. En nihayetinde mizah, güçlü bir izah türü. Hani Gırgır’ın beÅŸ yüz bin sattığı dönemler gibi… AÄŸlayan toplumların birazcık gülmeye ihtiyacı vardır. Günümüzde çoÄŸu mizahçı, siyasetten sıyrıldı ben iÅŸte bunu anlamıyorum.

 

Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.

 

– Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor. Gezi’nin ardından milletin devletten önemli olduÄŸunu anlayacağımız bir sürece gireriz, umudum bu. Kolay bir iÅŸ deÄŸil. Ama devlet bizim yarattığımız sanal bir ÅŸey ve her ÅŸeyi onun üzerine yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz, “Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet senin ona uydurduÄŸun bir kılıf. Burada da “baskı toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken bunu mu hissettin?

 

Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne numaralar ne taklalar attıracağını… Benim karakterim burada “köyün omurgasızı”. Fantastik bir köy burası. İşte bu ineÄŸin sahiplerinin daha doÄŸrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeÅŸiyim ben. Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba sevdalısı… Mesela bu taraftan da okunabilir bu hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiÅŸ. Araba, manita, öğretmen de güzel, aÅŸk meÅŸk, falan filan. Yani iÅŸsiz güçsüz takımı var köyde. Bunlar niye iÅŸsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının arkasında adamın bu iÅŸsizliÄŸi, bu güçsüzlüğü de var. Sabahtan akÅŸama kadar kahvede okey oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için simgelediÄŸi sadece bir hayvan sevgisi deÄŸil, sütü, eti, ederi, en önemli ÅŸey. Ama bakıyorsun meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her birinin yıllık geliri beÅŸ bin lira var mıdır? Yoktur. Ben geldim burada çekim yaptığımız yere soruyorum herkesle konuÅŸuyorum, nedir, ne yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineÄŸe mahkum bırakan da bu devlet.

 

-Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.

 

Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu kameranın açısı ve gördüğü resim gereği. Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken kıçı da sola yapışmış oldu.

 

– Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten ülkeyiz denirdi. Ama ÅŸu an tarımda kendini yetemeyen, ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya ya da baÅŸka bir ÅŸeye tabi olan ve giderek kalabalıklaÅŸan, üçer çocuk istenen bir ülkede yaşıyoruz. Sorum ÅŸu; bu köyden Türkiye’nin profili çıkabiliyor mu?

 

Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin zaten kurgusunu yapması gereken bir şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.

 

– Bir ÅŸey diyeceÄŸim peki, gözüme battığı için söylüyorum, Åžebnem (Sönmez) var oyuncular arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular arasında, kendi aranızda tartışma oluyor mu? Yoksa burada iÅŸimizi yapıyoruz ÅŸeklinde mi?

 

Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor. Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa niye burada olalım.

 

– Ben de onu söylüyorum konuÅŸup tartışamayacağımız hiçbir ÅŸey olmamalı.

 

Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak, bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim mi belki de bu tablonun hoş ve güzel yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani. Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste atıyorum türbanlı birini görmekse mesele, yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum. Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor, mesele bu.

 

– Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eÄŸitmenlik sürüyor mu?

 

Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en keyif aldığım ÅŸeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar ki… Evet, bu bizim baÅŸrolümüz ve bence geleneksel yerlerden oyunculuÄŸun, sanatın hemen kurtulması lazım. Åžimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet Akademi içinde aslında. Aynı zamanda yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy Blok” diye bir çalışma mekânı var. Bayağı 140 metrekare acayip bir yer. Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece çalışma ve prova için yapılmış bir yer. Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine geri dönersek, Åžehir Tiyatrosu’nun özelleÅŸtirilmesi pek çok buluÅŸmayanı, birleÅŸmeyeni bir araya getirdi. İşte ne oldu, “Sanat Maratonu” diye bir ÅŸey yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes kendi içinde takılacaktı. SaÄŸolsunlar bütün perdelerimizi açtılar. Buna da ihtiyacımız vardı, saÄŸolsunlar. Tabii tam da o dönemde ÅŸu çok dikkat çekici bir ÅŸeydi yani. ArkadaÅŸ nasıl bir eÄŸitim? Oyuncu eÄŸitiyorsun da nasıl bir oyuncu eÄŸitiyorsun? Burada karşıdan gelen bir ÅŸikayet var daha doÄŸrusu karşı tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı bir ÅŸikayet, “Elinizde içki kadehleriyle sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”. Meseleye bu karikatür hatlarını kesip biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?” diye baktığınız zaman aslında birdenbire AKP kültür sanat politikasından daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet tiyatrolarına oyuncu yetiÅŸtiren devlet konservatuarlarının konuÅŸma derslerine bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiÅŸ gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü bütün konuÅŸma dersleri İstanbul ÅŸivesi üzerine kurulu. İstanbul ÅŸivesiyle doÄŸru dürüst konuÅŸabiliyorsan, sen oyuncu olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın. Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç bozulmamış ÅŸivesiyle bir Zaza alsınlar, bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir TekirdaÄŸlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki bunun temeli buymuÅŸ gibi. Ben bunu söylediÄŸim zaman etrafımda yıllarca oyunculuk yapıp, İstanbul ÅŸivesiyle konuÅŸup “Ama benim ÅŸivem yok” deme cahil cesaretini gösterenler oldu. Dil varsa ÅŸive de var. Bu dil meselesinden baktığın zaman aslında devlet tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada durduÄŸunu görüyorsun. Peki, devlet konservatuarlarında ne yetiÅŸtiriyorlar? Oyuncu. Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan kastınız ne yani. Herkesten herkese deÄŸiÅŸir. Bizim akademimizde de iç yönetmeliÄŸinde yazar ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro bölümünde amaç oyuncu yetiÅŸtirmek deÄŸildir, amaç farkındalığı geliÅŸmiÅŸ birey yetiÅŸmektir.”

 

– İster oynar, ister oynamaz…

 

Evet, bu birey isterse oyunculuk da yapabilir, isterse başka bir şey yapabilir ya da hiçbir şey yapmaz ama baş tacımızdır, bizim arkadaşımızdır. Kendinin kim olduğu konusunda meselelere ayıkmayan biri ile sen izleyici arasında empati kurabilir misin, katarsis oluşturabilir misin? Yapamazsın. Ama bakıyorsun sokaktaki insan gibi konuşmayan, bırak insanı insan gibi konuşmayan, tuhaf bir şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf bir edayla hareket eden kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor. Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey… Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın. Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli” yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan, doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.” Sonra Gezi Direnişi’nden sonra şöyle dönüştü; “Aslında hepiniz siyasetçisiniz ama bu gerçek sizden saklanıyor.”

 

– Tiyatro, binalardan kurtulmalı, özetle…

 

Bence asıl yapılacağı yer sokaklardır. Sen, “Ses Kumpanyası Şiir Korosu”nu duydun mu? Bizim koromuz. Elli kişilik bir şiir koromuz var. Geçen yıldan beri çalışıyoruz. Youtube’a “Ses Kumpanyası Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun, aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor. Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını anlamıyorsun.

 

– EskiÅŸehir’de baÅŸladılar, mesela tramvayda, çay bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diÄŸerleri ona katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.

 

Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.

 

– Son soru müzik… Nasıl gidiyor?

 

Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil, Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin sözlerini yazdığı var.

 

 

http://www.cinedergi.com/ Bu sohbet, Cine Dergi’nin Eylül 2013 sayısında yer aldı.