Etiket arşivi: İstanbul

Biricik derdimiz kayıtsızlık

 

 

 

Alper Turgut

 

Nihayet “Çirkin Kral Efsanesi” adlı belgeseli seyredebildim, yapım, iki saat iki dakika boyunca, memleket sinemasının ezber bozan en bildik insanı Yılmaz Güney’i anlatmaya çabalıyordu. Belgeseli yöneten Hüseyin Tabak, Aşık Veysel’in pek güzel, pek meşhur halk türküsünün dizesi “Güzelliğin On Par’ Etmez” adını verdiği kurmaca uzun metraj filmiyle, 2012’de Antalya’dan altı, Ankara Film Festivali’nden de iki ödülle dönmüştü.

Hüseyin Tabak, kendine film yapma aşkını aşılayan, unutulmaz yapıtlarıyla sinema yolculuğuna hazırlayan, büyük bir hayranı olduğu adamın peşine düşmüş. Bizim yurt dâhilindeki yönetmenlerimiz, her ne kadar Yılmaz ekolünden geldiklerini savunsalar da, sorgulama, anlama, ortaya koyma mevzusundan bihaber olsalar gerek, bu hayli gerekli iş, gurbetçi bir rejisöre kalmış.

Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’i, hem kendi hocası Michael Haneke’ye, hem de Costa-Gavras’a sormuÅŸ, onların yanıtları, nasıl bir büyük bir sinemacıya sahipmiÅŸ bu kadim coÄŸrafya, anlamamıza yetiyor aslında… Åžimdi 47 senelik ömrünün, 12 yılını cezaevinde, üç yılını da sürgünde geçiren bir insanın, 104 filmde baÅŸrol oynayıp, 24 film yönetmesinin, dahası 50 filmin senaryosunu yazıp, altı filmin de senaryosuna yardım etmesinin, aslında normal koÅŸullarda, mantıklı bir izahı yok. Bu büyük bir gayret, büyük bir güç, büyük bir emek, büyük bir adanmışlık iÅŸte, bir dava adamına dair, tastamam…

Şekilden öteye geçemeyen, önce vitrin deyip, içerikle pek ilgilenmeyen sinemamız adına, ne önemli bir kayıptır. Yakışıklı jönler döneminde, çirkin bir adamın başrolü üstlenmesi, insanlara yapay değil, sahici gelmesi, kendilerinden biri gibi gören halk tarafından sahiplenilmesi de değil tüm mesele… Adı gibi Yılmaz kişiliğinin, onu var eden devrimci bilincinin, kimselerin dokunmak istemediği alanlara, kamerasını çevirmesinin, gayet farkındayız. Ve onun arayışındayız hala, halkının dertlerini dert edecek, acı gerçeklerimizin peşine düşecek sinemanın ve sinemacıların…

Hah! Haneke demiÅŸken; onun sevdiÄŸim bir sözü var; “SoÄŸukluk… Bize en çok sorun yaratan ÅŸey iÅŸte bu! Kendimize ve baÅŸkalarına karşı esnekliÄŸimizi yitirmemize neden olan bu kayıtsızlık! Bütün filmlerim bu temayı ele alıyor.” Evet, bu kayıtsızlık ikliminde, paylaÅŸmaktan muaf, imeceden azade, birlik ve beraberlikten fersah fersah uzak olan bu gündelik hayatta, aradığımız çözüm, sıcaklıkta, belki de… Uzun lafın kısası; Bedel ödemekten çekinmeyenler azaldıkça, soÄŸukluk artıyor, ne acıdır.

Memlekette, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle, birlikte, ne çok dedektif yaşıyormuş, öğrenmiş olduk. Herkes, her şeyin uzmanıysa, biz neden bu haldeyiz, bu vasatlık çemberinde, resmen debelenip duruyoruz, belli değil! Eskiden futbol ve gündelik siyaset ahkâm kesme alanıydı, şimdi hepimiz istisnasız bilirkişiyiz. Sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre sarmasıyla, çalışmadan uzmanlaşan, çabalamadan ustalaşan, yanılsa da inatlaşan insanlar, bu işlere harbiden emek ve gönül vermiş, dişiyle, tırnağıyla kazımış olanların, arada kalmasına, seslerini duyuramamasına, nihayetinde bıkmalarına sebep oluyorlar, üstelik.

Kitap okumayan, incelemeyen, araştırmayan ve soruşturmayanların sayesinde, hayli zamandır, duyar kasmak denen illetle de haşır neşir olduk, cımbızla seçiyor ve direkt üstüne yürüyorlar. Nefret kusuyor, kavga çıkartıyor, sürekli saçmalıyor, yargılıyor ve hüküm veriyorlar. Misal, Yılmaz Güney’in sert mizacı, Müslüm Gürses’in eşiyle ilişkileri, hop masaya yatırılıyor. Bu insanlar neler yaşadılar, bugünün algısıyla dün yargılanır mı, tüm üretimlerini, sırf birileri uygun bulmuyor diye, çöpe atmak neyin nesidir? Tonla soru sorulabilir, lakin yanıtlar, onları mutlu etmeyecektir, çünkü yaşayanlar kadar, ölenlerle de hesaplaşmaları bitmeyecek, asla tükenmeyecektir. Kendileri ise adeta melektirler, hayatları boyunca hiç hata yapmamış, hiç savrulmamış, hep çiçek gibi kalmışlardır. Ben bu tiplerden harbiden bıktım, umarım herkes bir gün bıkar ve bulaşmaya meyilli elemanlar, salt kendileriyle uğraşır dururlar.

Ha! Buradan, eleştirilmesin mi hiçbir şey gibi, bir çıkarımda bulunanlar olabilir, bakın her şey eleştirilebilir, uygun yolla, düzgün bir üslupla, hakaret ve küfür etmeden, yapıcılığı esas alan, yıkıcılıktan uzan duran bir anlayışla, elbette.

Göklere çıkarmanın da, yerin dibine sokmanın da, aynı kapıya çıkacağını bilenler için değil benim sözlerim, sevgisini abartan, nefretini kabartanlar, üstlerine alabilirler, çünkü onların artık, bir adım ilerisinin, trolleşmek olduğunu kavramaları gerek! Kendi adıma, iktidarın gölgesinde serpilenlerle, her koşulda bedel ödeyenleri nasıl bir kefeye koyamazsam, hak arayanlarla, hak gasp edenleri nasıl bir tutamazsam, bildiğini anlatanla, bilmediğini savunanı da denkleştiremem, haliyle.

Yine sürüklendik, bambaşka mecralara… Dağıtmayacak, tane tane Yılmaz Güney. Müslüm Gürses anlatacaktım oysa. Durun! Aklıma gelmişken söyleyeyim; Yahu, Ahmet Kaya filmi de çekse ya birileri, bakın, önümüzdeki ay, Bohemian Rhapsody girecek gösterime, efsane müzisyen Freddie Mercury tekrar canlanacak. İnsanlar, değer verdiklerini, unutamadıklarını, vazgeçmediklerini, beyazperdede görmek istiyor. Özlüyoruz gözüm, duygularımızı ayaklandıran sözleri, sesleri, gerçekten özlüyoruz.

Güzel şeyler yazmak, güzel şeyler konuşmak istiyorum, Ara Güler’in yakın tarihimizi belleğimize kazıyan, siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp, dalıp gitmek, eski güzel İstanbul’da nasıl yaşanırdı gibi saf hayaller kurmak istiyorum, sonra muktedire dair sözleri geliyor aklıma, ardından bedel ödeyen liselileri, işinden ekmeğinden edilenleri, cezaevlerine doldurulan nicelerini düşünüyorum. Of çekiyorum, kocaman ve derinden gelen bir of! Hani 90 yılın, upuzun bir ömrün finali keşke böyle olmasaydı diyorum; “Olmasaydı sonumuz böyle…”

Sen denetleme mümkünse…

 

 

 

Alper Turgut

 

İktidarın, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) aracılığıyla, internet üzerinden yapılan yayınlara denetim getirmesi, uygulanabilirlik konusunda bariz muğlaklık içerse de, biricik gayenin sansür olduğu apaçık. Erk mekanizmasının işine gelmeyen, haliyle televizyonlarda da gösterilemeyen siyasi, insani, hayati içeriklerin, internet aracılığıyla yayılmasını istemiyorlar, görüntülerin görünür olma ihtimali dahi, tatlı rüyalarını kaçırıyor besbelli.

 

Gazeteci arkadaşımız Ergün Demir’in, evladına pantolon alamadığı için intihar ettiği söylenen babanın ardından yaptığı haberden sonra gözaltına alınması, mevcut vahametin tescili değilse, harbiden nedir? Haber filan istemiyorlar arkadaş, sadece övülsünler, alkışlansınlar, yere göğe sığdırılamasınlar, sürekli pohpohlansınlar, yegâne arzuları bu, haber değil, PR çalışması yapılsın, gazetecilik değil, halkla ilişkiler ve reklam mevzusu alıp başını yürüsün, işte o kadar. Yani televizyon kanallarının hali ortada, internet platformlarını da aynı şekilde, sıkılmış limona benzetecekler.

25 Uluslararası Adana Film Festivali’nde yazıyorum bu yazıyı, aynı gün içerisinde, hem son derece lüks gece kulübünde, su gibi para akıtarak, dünya yansa umurumda değil modunda eğlenen insanları da gördüm, hem de sokak arasındaki çöp konteynırının yanı başında, bulduğu karpuz ve kavun kabuklarını temizleyerek kemiren adamı da…

Doğduğum güzelim kentte, turist pozisyonunda da olsam hayli zamandır, bu büyük değişimi fark etmemi engellemiyor.

İşte bu çöplükte bulduğuyla beslenen, başkalarının artığıyla hayata tutunmaya çalışan çaresiz insanı, televizyonlardaki haber bültenlerinde görmeniz mümkün değil artık! Kaldı mı geriye internet, hah! Mesele tastamam budur, memlekette kriz mriz yok, her şey çiçek, kelebek, herkes memnun, gayet mesut!

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin eylemine gittim, polisler, devletin verdiği sürekli sarı basın kartını göstermeme karşın, inat ettiler ve içeri sokmadılar, ne yaptım, ne ettim, barikatı aşmama engel oldular. Polislere, yahu aranızda yetkili bir kimse yok mu dedim, hop gidip komiserlerini çağırdılar. Komiser, kartımı dikkatle inceledi, GBT’ye bakacaksan, o işi metrobüste çözdük dedim, anlamsızca yüzüme baktı, sonra burada haber falan yok diye geçiştirmeye çabaladı. Diretince, bu kez takip edilmesi yasak dedi, haydaaa OHAL bile kalktı, neyin yasağıymış bu diye sordum. Ben bilmem müdürüm bilir dedi. Eee müdür nerede, barikatın öteki tarafında, oraya nasıl gideceğim, yanıt; tısssss! Aynasızlar, çeyrek asır önce, sarı basın kartım olmadığı için engel oluyorlardı, şimdi olması da fark etmiyor. Hemen her şey yenileniyor ve gelişiyor, zaman inadına ilerliyor, lakin mevzu en temel haklar olunca, yakıcı gerçeğimizin özeti; bas geri!

Adana Film Festivali demişken, son yıllarda attığı deparla, memleketimizin en gözde, en önemli ve değerli film festivaline dönüştüğünü vurgulamak isterim. Hele hele bu sene, yurdumuz adına bir ilki yaratmışlar, resmen dijital devrim yapmışlar, cep telefonuna uygulamayı indiriyorsun, filmini ve koltuğunu seçiyorsun, işlem tamam. Ulusal uzun metraj kurmaca için tam 42 film başvurmuş, ön jüri aralarından 15 finalist yapımı belirlemiş. Elbette iyi film sayısı az, vasatlar çoğunlukta, bu festivalin derdi değil. Sorun, memleketimizin sinemasında, muhalefetin durumuna benzeşiyor haliyle, bir türlü üretemiyor, üzerindeki ölü toprağını atamıyor, silkelenip ayağa kalkamıyor. Ne yazık ki… Hal böyleyken, ne etsin sayın halkımız, işte birçok sinemasever, ister istemez yabancı filmlere meylediyor, haksız da değiller hani.

Evet, Adana iyi ve doğru bir yol tutturmuş, peki, Türkiye’nin en eski film festivali olan Antalya ne durumda? Bakın, 55 yıl, dile kolay, Yeşilçam’ın kalesi, sinemamızın vitrini olan Antalya’nın, kısaları, belgeselleri, ardından da ulusal uzun metraj kurmaca yarışmasını kaldırması, gerçekten kimsenin umurunda değil mi? Bir de bu yıl, sanki Antalya’yı, Adana’yla birleştirmeye karar vermişler, çünkü resmen biri bitmeden daha, diğeri başlıyor. Antalya’nın sorumluları, şu gereksiz restleşmeye artık bir son verin, dev gibi kentten, minicik Cannes çıkartma çabası, hem komik, hem de dramatik çünkü. Ha aklıma gelmişken, sinemacılarımız, babaları ve güvercinleri çok seviyor sanırım, dört baba, iki güvercin filmi, yeni bir moda başlatmaz umarım. Meramımı dile getirdiğime göre, Adanaca soralım o vakit; Ayıktın mı?

Anons adlı çokça konuşulan filmi, dün gece seyrettim nihayet, bir dönem işi, 1963 yılında yaşanan ve daha sonra ayaklanma olarak adlandırılan başarısız darbe girişiminden yola çıkıyor. Tasfiye edilmiş dört subayın, İstanbul Radyoevi’ne baskın düzenleyip, anons ile halka seslenme gayretinin, gündelik hayatla karşı karşıya kalması, filmin kısa hikâyesi… Yer yer komik, bir parça absürt bir yapım ve ziyadesiyle kara mizah. Kendi adıma, eleştirilerim de olsa, filmi iyi buldum, salondan çıkarken, insanların, cunta girişimi gibi ciddi bir konunun, sulandırıldığından bahsediyorlardı. Bir avuç rütbelinin, milyonlarca sivilin geleceğiyle oynama çabasına girmesi, şuursuzluğun dibidir ve bu hal, kabul buyurun absürttür. Halktan kopuk, insanlıktan uzak bu anlamsızlıklar silsilesi, çok canını yaktı bu güzelim coğrafyanın, tarife lüzum bile yok!

Eller aya, biz yaya, bizim en bildik klişelerimizdendir, bunu aşacak ne yaptık, işte meselemiz budur. Ancak tüm bunların da ötesinde, adı sanal olsa dahi, sınırların kalktığı bir dünya yaşanıyor internette, özgürlüklere düşman olanların, tüm tepkisinin, başkaca bir sebebi de haliyle namevcut! Güvenli internet istiyoruz ile başlar bu süreç, sonra sansür, oto-sansür, ceza ile devam eder. İhbarcı yurttaşların zaten hoşuna gider mevzu, burada geleneklerimize laf söylendi, şurada öpüştüler, aaa içki içtiler, neeeeee seviştiler mi, ülkemizi kötülüyor hayınlarr gibi ve benzeri coşma halleri, mekanizmayı harekete geçirmeye yeter de artar bile… Çocuk, hayvan istismarına, kadınlara yönelik tacizlere, nefret söylemine karşı çıkmak, salt devletin değil, hepimizin en asli yükümlülüğü, bu suçtur ve cezası vardır, gerekçe bu olursa ve potansiyel aranırsa, lanet fişleme devreye girer. Bakın denetleme dedik, fişlemeye kadar geldik. Sorarım, yönetenlerin amacı hakkında hala şüpheleriniz mi var?

“Ben yandım, siz yanmayın, Allah aşkına!”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Salt evler, arabalar değil ha, ağaçlar, hayvanlar, insanlar yanıyor, tutuşuyor her şey, tanımsız afet, hızla yayılıyor, önüne düşeni yakıyor, kavuruyor, anında kül ediyor. Ateş ilişmesin diye ete, can havliyle denize atlıyor insanlar, büyük yönetmen Theodoros Angelopulos’un güzelim filmlerindeki sahneleri andırsa da görüntüler, kurgu murgu değil bu, hepsi yalın gerçek, tüm iyi olanları, şüphesiz sarsan, burkan, içlerini acıtan… Sosyal medya denen, zalim, acımasız, hadsiz ve tarifsiz alanda, kötüler yine yaptı yapacağını, yazmadılar, kustular, susmadılar, irinlerini akıttılar, “oh kebap oldular” diyen de vardı, “su veren itfaiyenin hortumunu bilmem ne edeyim…” diyen de…

 

Utanmaz, arlanmaz, halden anlamaz tipler, aslında öyle az buz değildir, hep vardılar, sanılanın aksine, çoktular, çok! Daha da ötesinde; gazeteden ziyade paçavraya benzeyen bir neşriyatta (adını anmaya gerek yok), “Yananistan” gibi, kan donduran bir başlık atmayı da becerdiler, başkalarının yarasıyla, acısıyla, ağrısıyla, kaybıyla, hunharca eğlenmesini bildiler. Çürümenin keyfini sürdüler, büyük bir zevk aldılar, yine ve yeniden… Ahmet Kaya’yı dinleseydiniz keşke; “Ben yandım, siz yanmayın, Allah aşkına!”

 

Oysa hemen hemen aynı zaman zarfında, futbolcu Mesut Özil’in, haklı serzenişine destek olanlardı bunlar, “Almanya zaten faşik yaaaaa, ırkçılık çok kötü bir şeydir laaaaaaa” diye söylendiler, işte bu kafa, en tehlikeli kafadır, işte bu zihniyet, insanın en karanlık yanıdır. Kuşkunuz mu var?

 

Bu saçmalık, bu tuhaflık, bu anlamsızlık, her toplumun belasıdır, kiminde çokça yaşanır, kimi biraz, kimi kısmen törpülenmiştir, o kadar. Yoksa Kızılordu, Berlin’e girdiğinde, Almanya’daki milyonlarca Nazi Partisi sempatizanının, bir anda, sıradan insanlara dönüşmesini, aidiyetlerini hızlıca reddetmesini, komşularımızı ihbar etmedik, mallarını ele geçirmedik, onları ölüme göndermedik, suçlu değiliz, hepimiz masumuz demesini, asla açıklayamayız. Yani insanlar, beklerler, şekle bürünürler, tam tersi bir rolü üstlenirler. Ama zamanla değiştiler, dönüştüler, hadi canım, hadi, yok öyle bir dünya! Son Almanya gezimde, havalimanındaki orta yaşı geçmiş ve hayli suratsız görevli, sarışın ve mavi gözlü olmayan herkese kaba davranıyordu, sonra bir Alman çift geldi, eleman, gülücükler saçtı, nezaket gırla, zarafet o biçim! Bunu bir lokanta da, servis sırasını beklerken de şahit oldum, toplu ulaşım aracında da, kiraladığımız evin sahibi, ağır faşo herifte de… İşte tanık olmasanız dahi, hissedersiniz ya, içeride bambaşka şeylerin gizlendiğini, suretin, sırrını saklama çabasını… İşte o hesap!

 

Arenalarda, kölelerin, aslanlara yem edilmesini alkışlayan, birbirini kesen ve biçen gladyatörleri gördükçe, kendinden geçen, çoğunluk olmanın cesareti ve sadece bir el işaretiyle, yaşam ve ölüm kararını veren, yine bizim gibi, hepimiz gibi insanlar değil miydi? Boğaları kılıçla öldüren, kuma kanını döken matadorları kutsayanlar, sınırımızda kısa bir süre önce, binaların tepesinden, eşcinsel oldukları gerekçesiyle insanların atılmasını, tezahüratla karşılayanlar, linç girişimlerine katılanlar ve bu insanlık dışı eyleme destek sunanlar, kötülüğün cisimleşmiş hali değilse, harbiden nedir? Normal karşılamayı, onaylamayı, geneli bağlamaz kafa yapısını, adaletle, hakla, hukukla, insanlıkla bağdaştırmayı başaran varsa, bizleri de aydınlatsınlar, yol yordam göstersinler. Çünkü bir başıma, çare ve çözüm bulamıyorum, dürüstlük ve samimiyetin yok edilmesinin, vicdan kaybının, mantığın iflasının, alışılagelmiş gösterilmesine…

 

Hiç unutmuyorum, buz gibi bir bayram günü gecesiydi, Mart ayıydı, sene 1994 idi. Kıbrıs Rum bandıralı iki gemi, İstanbul Boğazı’nın Hamsi Limanı-Filburnu hattında çarpıştılar. Biri ham petrol yüklü dev bir tanker (Nassia), diğeri de kuru yük taşıyan şilepti (Shipbroker), iki gemi alevler içerisinde kaldı, birçok denizci can verdi, yangın, insanüstü bir gayretle, ancak dört günde söndürülebildi. Fotoğraf makinelerimizi donduran ayaza rağmen, karada ve denizde yangını takip ettik, haberi geçtik.

 

Çekirdeklerini alan İstanbullular da, yangını seyretmeye geldiler, şaşıracak bir şey yok, inşaatı, yol çalışmasını, mahalle kavgasını bile saatlerce izleyebilme başarısı gösteren insanlarız biz, zaten dert de bu değil! Karaya oturan şilep, resmen cayır cayır yanıyor, çok yaklaşmak ne mümkün, direğe tırmanan gemiciler, can havliyle, kendi dillerinde tanrıya yakarıyor, çığlıkları, karaya ulaşıyor, çaresiz kalmak, zor be, harbi zor, adamlar gözünün önünde yanıyor, kurtaramıyorsun, çözüm bulamıyorsun, izlemekle kalıyorsun. Kıyıda ah vah eden insanlar kadar, Kıbrıs Rum gemilerinin yandığını öğrenince sevinen, oh çeken, “Layığınızı buldunuz” diyen gaddarlar da var. İnsan canını da, çevre kirliliğini de, doğa felaketini de düşünmüyor, düşman bellemiş, gözünü kan bürümüş, ötesi fark etmiyor. IŞİD nedir, bu garabet nasıl bedene bürünür, kafa yormaya gerek yok, sıradan insanların içerisinde doğar ve büyür.

 

Daha çok örnek var böyle hatırımda, bir tatil beldesinde, çıkan orman yangınına müdahale için, 16 yaşından büyük tüm erkekleri seferber olmasını istemişti belediye, çağrı üstüne çağrı yaparak, traktörün çektiği römorka doluştuk üstümüzde mayolarımızla, dönüp baktım, istifini bozmayan, güneşlenen, yüzenler ne çoktu. Alevleri de kucaklamadık ha. Verdiler kazmayı, çukurlar kazdık, sirayet etmesin diğer bölgelere diye, işte öyle. İmece, el ele verme, ne güzel şeydir!

 

Büyük Marmara Depremi’nin ardından, felaket bölgesinde bir ay kaldım, orada insanı tanıdım, bir can kurtarmak ve yardımcı olmak için tez yetişini de, ölenleri ve kurtulanları, soyup soğana çevirmeye, koşup gelenleri de… İnsan, karanlık veya aydınlıktır, insan, iyi veya kötüdür, insan, cüzdan veya vicdandır, insan, menfaatçi veya çıkarsızdır. Geçmişten bugüne, bizim biricik derdimiz, aslında besbellidir, bu hem bir yandan kendimizle, hem de öte taraftan fena insanlarla mücadele etme zorunluluğudur. İyi olmak ve iyi kalmak, kötülere asla kanmamak, onların kuytu yoluna sapmamak, insanlık için başkaca yol yoktur!

Devletin mangırıyla, bağımsız sinema olamaz!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şerde bir hayır vardır derler ya, valla kısmen doğrudur, işte bir festival, kendince safraları (aman sahnede protesto şeysi filan olmasın kafası) atmaya çabalarken, resmen ikinci festivale yol açtı, bildiğiniz sınırları aştı, tek kente sığmaz, sığamaz oldu.

Uluslararası yarışma, Antalya’ya, ulusal yarışma da İstanbul’a kaldı, yani bizim meşhur kazan yine doğurdu, buna inanın! Bence gayet iyi oldu, iyi, üstelik alternatif yaratmanın hazzı, seçeneksiz değiliz canım be demenin tadı, haliyle bambaşkadır.

Hah! Gelelim meselenin bam teline… Yerli ve milli olacağım iddiasında olanların, ulusal film yarışmasından vazgeçmesi, yerli ve milli olmamakla suçlananların da ulusal yarışmaya sahip çıkması, bir büyük ironi değilse, harbiden nedir? Memleketimin tuhaf halleri, zaten malumunuz, haaa komiklik olsun diye yapılmıyorsa şayet, durumumuz vahimdir, vahim!

Evet, iki hafta önce Antalya’ya gideceğim ve döndükten sonra izlenimlerimi yazacağım demiştim, o halde, vakit kaybetmeden başlayalım. Öncelikle, Antalya’yı Cannes’a benzeteceğiz, ona dönüştüreceğiz iddiası, kuşkusuz bebelere balon kıvamında bir masaldır, koca koca yetişkinlerin buna inanması ise ayakları yere basmayan hayal ile absürt bir gerçeklik arasında bocalamaktır. Ziyadesiyle pimpirikli, hep başkalarına hevesli, bir türlü tutturulmayan etiketli, elbette bol bol gülme efektli…

Reçeteye gel!

Arkadaş, ABD’nin, Avrupa’daki sinema vitrinidir Cannes, yeni kıta, eski kıtaya, ünlü yünlü isimlerini ve cicili bicili filmlerini taşımak için ilk durak olarak orayı seçmiştir. Sen ise memleketimizin en eski film festivali, Yeşilçam’ın eski kalesi, yerli yapımların hamisisin, varlık ve yaşama sebebin bambaşka, güzelliğin, özelliğin, önemin ve değerin, kırmızı halıdan, yarı-meşhur kaprisinden ve ben yaptım oldu zihniyetinden çok daha büyük, asla unutma, yabancıyı tanıtmak değil, yerliyi geliştirmek, iteklemek, yürütmek senin biricik görevin… Cannes dediğin, el kadar kasaba yahu, sen güneyin incisi, kadim dağlara yaslanmış kocaman bir kentsin, bırak da, o sana benzesin, değil mi ama?

Antalya’dan Altın Portakal adını aldınız, kısa filmi aldınız, belgeseli aldınız, uzun metraj kurmacayı aldınız, geriye salt uluslararası yarışmayı bıraktınız; peki, yerli işi yapımlara para veriyoruz, onlar da bizi ödül töreninde kınıyor diye, birkaç cılız ses çıktı diye, tüm bunlara değdi mi? Onca emek, onca çalışan insan, onca para, onca reklam… Ve bunca bedel karşısında, ortaya çıkan bu sıkıntılı, tartışmalı ve halktan kopuk sonuç, sizce de yazık değil mi? Gerçek kesin ve net, hiç kuşkusuz, film forum ve etkinlikler, harbi harbi film festivalinin önüne geçmiş, film sayısı da azalmış, film seçkisiyse, bırakın katmanı, derinliği, cezbetmekten dahi muaf olmuş. Gelen çaptan düşmüş yabancı ünlüler de, memleket sinemasından bihaber ha, biri deri tasarımında uzmanlaşmak istiyormuş, diğeri iki uçak kaçırıp, üçüncüde yetişebilmiş, herkes bir âlem yani, ben burada ne arıyorum yahu demiyorlarsa şayet, söyleyecekleri şey besbelli; geçiyorduk, uğradık! Hımmm bundan sonra çağıracaklarınıza, bari Türkiye’ye ve sinemamıza dair okuma yaptırın, yine ve yeniden ahaliye eğlence çıkar, aksi takdirde.

Gelecek sene, ulusal film yarışması, tekrar Antalya ile bütünleşebilir, niye mi? Sadece film direktörlerine, koordinatörlerine kalmıyor ki ihale, belediye başkanları da, hoppppppp değişiveriyor, hatta sabit koltuk sahibinin iması bile yeterli oluyor, canım memlekette. Özetle; önümüzdeki yıl, kim öle, kim kala?

Lak lak bittiyse eğer, ben asıl mevzuma odaklanayım, Antalya’nın bana güzelim hediyesi, “Dürüst Bir Adam” (Lerd) filmi oldu. İranlı yönetmen Muhammed Resulof, bedel ödemeyi, yeniden göze alarak, çarpık sistemi, tokatlamış resmen. Zaten kesinlikle ödün vermeyen, zalimlere kamerasıyla hücum eden, baskılara boyun eğmeyen bir sinemacı, bizim en büyük hasretimiz değil mi? Niye hala ve ısrarla bir, iki, üç, daha fazla Yılmaz Güney diyoruz, tam da bu yüzden işte. Düşünün hele, ağır baskıcı bir ülkede yaşıyorsunuz, sansür, ceza, sürgün, alıkoyma, hapislik o biçim, ama susmak bir yana, kadrajınızı konuşturuyor, isyanınızı peliküle döküyorsunuz, çünkü siz, sinema tutkusuyla ve özgürlük aşkıyla yanıyorsunuz ve hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir ceza, size engel olamıyor, doğru bildiğiniz yoldan, asla ama asla vazgeçiremiyor. İşte siz, dürüst bir insansınız, sahici, düzgün ve samimi…

Bize, memleketimize ve biricik yerküremize, düzgün adamlar ve kadınlar lazım, yapmacıksız ve tereddütsüz. Aman devlet bana para versin, ben de muhalif yönetmen olayım, devletten kredi alayım, bağımsız film yaptım diye hava atayım ezik zihniyeti nerede, filmi yüzünden yargılanan, hapis cezası alan, pasaportuna el konulan, uslanmak bir yana, ilk fırsatta yine bildiğini okuyan ve zulümle mücadelesine kaldığı yerden devam eden berrak, aydınlık ve özgün bilinç nerede? Neden İran sineması, yerelden evrensele ulaştı, neden biz bir ekol, bir okul olamadık, şifresi burada canlar, devletin artığıyla beslenen ve devlet aygıtına kafa tutan ayırımında… Öyle ya da böyle, ezber bozmak, herkesin haddi ve harcı değil!

Muhammed Resulof, Dürüst Bir Adam ile 54. Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı, pardon alamadı, çünkü pasaportuna el konulduğu için, çıkışına izin verilmedi, tıpkı Cafer Penahi ve diğerleri gibi, o da bedel ödüyor ve onların varlığı, benzer koşullar altında olan bizlere de umut veriyor. Filmi seyrederken, kendi memleketimden çok şey buldum, yok artık dedirtecek kadar, yalan, dolan, talan, işte ne ararsan, sonra Antalya’da kendine muhalif diyen sinemacılar gördüm, acı acı güldüm, o esnada İstanbul’da olan ve bir küçücük protestoyla bağımsız kaldıklarını sananlara da elbette… Dost acı söyler; İranlı meslektaşlarınızın seviyesine ulaşmak için, sizin daha 40 fırın ekmek yemeniz gerek!

Gece Kralı gelecek, dertler bitecek!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kadim, acımasız ve devasa mahlûk ejderhanın alevli soluğu, resmen zavallı ensemi yalarken, kış geliyooo diyerek feryat figan edesim var. Haydi sıcağı, nemi boş verin kuzum, harbiden G.O.T. (Game of Thrones) evreninde yaşıyor gibi hissetmiyor musunuz kendinizi? Vicdansız ve gaddar yöneticiler, hırslı ve kraldan çok kralcı tipler, azimli yardakçılar, sınır tanımayan şakşakçılar, kurban edilmeyi usulca bekleyen yoksullar, gerzekleri kurtarmak için canından olan salak kahramanlar… Sonra bitmek bilmeyen güç ve hâkimiyet savaşları, ardından gelen bariz adaletsizlik, çözümsüzlük, çaresizlik ve elbette baş tacı edilen gereksizlik… Dünyanın en iyi dizisi mi, kesinlikle hayır! En çok izlenen ve merak edilen mi, işte bunda kuşku yok! Sızdırılan bir bölümün heyecanı dahi, yakıcı, sarsıcı, yıkıcı gündemi altüst ediyorsa, tüm hafta boyunca en çok konuşulan şeye dönüşüyorsa, kurgu, gerçeği bir kez daha tepelemiş demektir. Şimdi kiminiz işte ne yapalım, bu bir gönüllü kaçıştır diyecek, kiminiz saçmalama merkez, Khaleesi’yi seviyor herkes diye söylenecek. Neyse olur öyle.

 

Derdin ne birader, direkt siyaset yazsana diye fırçaladım kendimi az evvel, troll dünyasında politika şey ettirmenin ne kadar anlamsızlaştığı aklıma geldi, salla dedim, salla gitsin. İroniden anlamayan, incelikten yoksun, tarafgirliğin esiri olmuş, zekânın tarifsiz kıvrımlarından da bihaber ibişler, elbette hedef kitlem (bu ne biçim bir laftır yahu, harbi harbi komik) değil! Ancak yine de tadımız tuzumuz kaçtı, ayarımız bozuldu, ruhumuz yara aldı, bunları tek tek söylemek gerek! Sinemada da yazsam siyaseti, spor da yazsam siyaseti, ne yazarsam yazayım siyaseti yediririm metne, bilirim, her şey ekonomidir (din, kültür, sanat, teknoloji, aklınıza ne gelirse), ekonominin, en işlevsel anahtarı ise siyasettir, siyaset de gündelik hayatın belirleyicisi, kolaylaştırıcısı, zorlaştırıcısıdır. Yani ben siyasete uzağım, politikadan ırağım ile olmaz, olamaz, kaçış yok, kurtuluş yok!

 

Eee gardaş, ejderhaların, günümüz dünyasında benzeştiği ne var diye sorarsanız, bende yanıt tükenmez derim, modern savaş ve avcı uçaklarının, kıtalararası nükleer balistik füzelerin, ejderhalardan daha masum olduğunu düşünüyorsanız, ya safsınızdır, ya da … Aman neyse, dilim varmadı. Meşhur Demir Taht kimin, valla dünyanın jandarması ve belalısı ABD’nin olabilir şimdilik, Cersei Lannister Sultan da, Donald Trump niye olmasın, ejderhaların annesi, yedi krallığın peşindeki Daenerys Targaryen ise varsın Putin olsun. Ba ba ba, resmen fotoşok yardımıyla ayının sırtında seyahat ediyor Rusya’nın lideri, diğeri de uyduruk nasılsa, gönül rahatlığıyla, sanal ejderhaya biniyor güvenli stüdyoda.

 

Hımmm Kuzeyin yeni kralı John Snow, çok iyi, efendi ve sevimli bir adam, olsa olsa İzlanda’ya yönetici olur, o da seçimle… Kötülüğün, karanlığın, dehşetin, vahşetin, şiddetin kol gezdiği bu dünyaya da, fantastik evrene de fazla bu adam, zaten ergen gibi biraz, aman ha büyümesin sakın! Bak ya, ünlü Demir Bankası’nı es geçiyordum az daha, vahşi kapitalizm tastamam budur işte, savaşmadan kazanan, her şeyi ve herkesi kullanmaya bayılan, kana doymayan, yenilenin de, yenenin de muhtaç olduğu, harbiden gerçek bir galip! En tehlikelisi o, en korunaklısı o, en despot o, ancak hedef alınmayan, suçlanmayan, tehdit altında kalmayan, aşınmayan, sarsılmayan, yıkılmayan da o. Hay maşallah!

 

Biraz zorlarsak, GOT dünyasındaki herkesin, yerkürede karşılığını buluruz. Kuzey Kore, Çin, IŞİD, AB, Ortadoğu ve diğerlerine cuk diye oturtur, kalıbına uydururuz. Ama Gece Kralı’nın (The Night King) yeri bambaşka, o gönüllerimizin hakiki ve sahici sultanı, insanlar her türlü pisliği, iğrençliği yapsın, kanı, kiri, zehri dünyaya bulaştırsın, sonra suçlu ölümden (öldürüyor ama geri de döndürüyor) yaşam doğurtan zombilerin efendisi olsun, hadi canım oradan… Benim favori karakterim o, yedi krallığın başına geçsin, doğanın ve hayatın biricik düşmanı insanlığı dizide de olsa, tarihten silsin istiyorum. Hani gerçek hayatta kötüler, filmlerde ise iyiler kazanır ya, bu ezber kolay kolay bozulmaz, yeter gayrı, zamanı ve yeridir. Hem algı mühendisliği de yapmayın, iyiyi kötü, kötüyü iyiye çevirmeyin. Memleketimizde uzun süredir yaşanan da bu değil mi zaten, hepimizin derdi, sorunu, ağzını açanı, sesini çıkartanı, ifşa etmek, hedef göstermek, bedel ödettirmek, ezmek, sürmek, hapsetmek olan zihniyet değil mi? Gelecek kuşaklar da tekrar tekrar aynı tuzaklara mı düşsün, biri gülerken, diğeri ağlasın mı? Eşitsizliğin ve adaletsizliğin panzehri, işte bizim maviş gözlü, karizmatik ve suskun Gece Kralı, hepimizi zombi edecek, tüm acılar bitecek, ortalık resmen şenlenecek. Tey teyyyyy.

Kafanızı şişirdiysem, affedersiniz, Yunan adalarını övmeye gelmiştim, kendimi yine ve yeniden Bodrum’da buldum, bu da benim sınavım, 25 sene evvel ilk kez geldiğimde, bir daha da uğramam sana demiştim, bana lafımı çok kez yedirdi, hakkını vereyim. Sanırım arızalı, tutkulu, iten ve çeken bir sevgi bu, yerleşmeye karar vereceğim son yer desem, inat ya, kendimi buraya çakılı bulurum, abooo! Esnafı mı yersem, tatilcileri mi dövsem, pahalılıktan mı şikayet etsem, zelzele oldu diye tibit mi atsam, bilemedim. Hemen herkesin diline pelesenk olmuş şeyler hakkında bik bik etmek yerine, şamrelimi kapıp, çimeyim en iyisi… Haaa akşama nemli, kalabalık ve mutsuz insanlar diyarı İstanbul’a döneceğim ve oturmuş bir gölgelik yere, bu tuhaflığı yazıyorum, güldürmeyen şaka mıyım, deli miyim, divane miyim, neyim? Allah, bana akıl fikir versin!

 

Kumpas acemisi, haksızlık abidesi havuz medyası tarafından, ben ve gazeteci arkadaşlarım, hedef gösteriliyoruz diye savunma yazısı mı yazaydım yani, saçmalığı itham mı etseydim, akıllara zarar ziyan, mantığın direkt iflası, gerçekliğin acıklı ölümü olmaz mıydı bu? Örgütlü cahillik ve saf kötülük, yeterince azmadı mı? Onları ciddiye almak, mutlu etmektir, sevindirmektir, kendimize güldürmektir. Yeter artık, bu hileli oyunda, asla yokuz.

Bağımsızlık derken…

 

 

ALPER TURGUT

 

Şimdi efendim, vicdanımın reddetmesi bir yana, askere gitmekte, miskinlik ettiğim için, hop diye davayı açtı askeri mahkeme. Üstelik kaçmıyorum da, gazetede nal gibi imzam çıkıyor, hay maşallah! Bir garibim polis var, sabahları ilk görevi, karakolundan çıkıp, gazetenin danışma masasına gelmek ve beni sormak. Arada bana rastlıyor, gidip teslim ol artık, yahu kurtar beni, bu ayak işi vazifeden diyor. Eee haklı adam, onu savuşturmaktan ben de yoruldum, sonrasında jandarmayla da muhatap oldum. Neyse dostlar, Adana’daki 6. Kolordu açmış davayı, İstanbul’daki 1. Ordu’da duruşmam görüldü, hani şu meşhur Selimiye Kışlası’nda… Bir sivil olarak savunmamı yaptım, haliyle reddetti onca hazırlandığım söylevimi, bol yıldızlı kasıntı hâkim, savcı ise saçların da uzunmuş, sakalın da var dedi. Bağlantıyı kuramadım, ama içimden yav he he dedim. Cezayı yedim özetle, Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Tümeni’ne çıktı tayinim, şaka şaka zorunlu ikametgâh işte.

 

Siyah bereyi hak etmek için, kamuflajı giyip, kepi takıp, taşa, kuşa, ağaca, bulduğumuz her şeye selam vererek başladık işe, pardon vatani göreve. Ardından yanlış hatırlamıyorsam, 50 maddelik yasaklar listesini imzaladım. Hamamda şaka yapmayacağım, elektrik direklerine tırmanmayacağım, prize fiş niyetine parmağımı sokmayacağım gibi harbi absürt ve fantastik maddeler idi. Askerliğin, mantığın bittiği yerde başladığını kısa sürede öğrendim, sağ olsunlar. Yüzlerce erkek, höyküre höyküre, sarışın, kumral, esmer fark etmez, çünkü biz tankçıyız, tankçılar affetmez diye koşturuyoruz, nizami adımlarla. Herkes birbirine istisnasız sesini yükseltiyor, sesi düşük çıkana, aramızda kadın yok, utanma, bağır, çağır, haykır deniyor. Arkadaş, başkentte askerlik ne zormuş, herkes ya yıldızlı, ya da çubuklu, affedersiniz, helaya gideceğiz, acelen var, motor bozulmuş, koştur, hayda yine çıktı karşına üst rütbeliler, hop dur, selam ver, yavaştan hızlan ve kaybol! Sanki Ankara’nın göbeğinde, çok önemli bir işimiz varmış gibi şekil şekil hareketler, sağ el, kafayla bütünleşmiş, görsen çakı gibi asker, tüm yükü taşıyor, dünyayı kurtarıyor. Yok be canım, kantine gidiyoruz, çay içmeye, maksat görüntü, o kadar. Evet, şekil disiplini ile tanışmış oluyoruz. Askerlik, şekil demek, içerik olmasa da olur. Dolabının önü düzgün olsun, arkası isterse Çarşamba pazarına dönsün, fark etmez. Komutan, jilet gibi yatak görecek, etek tıraşını görecek. Üç, beş kişi, küçücük aynaya kafalarımızı sığdırmaya çabalayıp, resmen tıraş olmaya debeleniyoruz, soğuk suyla, Ankara’nın zalim ayazında… Harbiden zemheri, buz, buz, buz, dize kadar kar var, Etimesgut’a Sibirya diyor erat, erbaş, kendi aralarında, valla tam isabet. Kısa dönem askerim diye, poşet diyor uzun dönem erler, yine de asteğmenlerden daha çok saygı görüyoruz. Aynı yatakhaneyi, ranzaları paylaşıyoruz, aynı yat ve kalk saatinde hep birlikteyiz, yedek subaydan daha çok havamız olsun, mümkünse.

 

En nihayetinde, acemilik bitiyor, usta birliği de yine aynı tümende, lakin başka bir alayda sürecek. Ve tank çavuş oldum, sonrasında yaşadıklarım, beni militarizmden yine ve yeniden soğuttu. Halkı askerlikten soğutma kanunu, hiç kusura bakmasın, askerlik zaten soğutuyor kendisini, tüm yoksulluğuna rağmen ordunun parasını ödeyen, üstüne ona gözü gibi baktığı çocuğunu veren milletin ne suçu var? Hiç unutmam bir gün, kuvvet komutanı gelecek diye, tüm acemi erleri sakladılar tümende, kimini depolara, kimini arka bahçeye, buldukları her yere. Komutanlar, acemi görmesin diye, sanki salgın hastalık taşıyorlar, sanki suç işlemiş gibi güzelim çocuklar.

 

Bir gün, belge geldi, sen sakıncalısın, karargâha girmeyeceksin, istihbaratın (S-1) önünden bile geçmeyeceksin denildi. Hay hay, bana uyar, hatta mutlu olurum dedim. Ardından beni dış posta yaptılar, sabah kahvaltıdan sonra sivilleri çekiyorum, zorunlu sporu da, nöbeti de bıraktım, benden mesai saatleri içinde kurtulmaya çabalıyorlar. İşte çıkıyorum tümenden, sivil oluyorum gün boyunca, dolaşıyorum başkenti, akşam 17.00’de geri dönüyorum askere dönüşüyorum. Akşam ne yapacağım dedim, alay komutanına, sana kütüphaneyi verelim, sen sorumlu ol, kapat kapıyı, akvaryumdaki balıkları besle, bol bol kitap oku. Yaşasın böyle askerlik! Kitap okuyacağım lan, oh ne güzel! diyorum. Abooo, kitapların hemen hepsi, tank kullanımına, askerliğin inceliklerine, planlara ve harekâtlara dair. Tüh! Kahretsin. Ne yapayım, askerlikte zaman duruyor, hain saatin akrep ve yelkovanı, kımıldamamakta ısrar ediyor. Bari kitap okuyayım, militarizmin inceliklerini öğreneyim diyorum. Ah! Şaşkınlar, her yer gizli ve çok gizli belge dolu. Beni, sakıncalı diye istihbarata sokmayan zihniyet, gazetecinin önüne tüm gizli belgeleri döküyor. Okudukça soğudum, soğudukça okudum her şeyi, memleketin bağımsızlığı çoktan bitmiş, her şey ABD olmuş, NATO olmuş, tanklar zaten hibe, düşünsenize, M-48, 1948’de, M-60’lar, 1960’ta yapılmış, istediğin kadar modernize et, çelik yorgun, demir bıkkın. Ordu, ABD’nin yan kolu gibi, tüm kitaplar, çeviriler, buna dair, eğitim, eğilim, yönelim, hemen her şey.

 

O yüzden kimse beni inandıramaz, darbe giriÅŸiminin, salt Cemaat iÅŸi olduÄŸuna… Arkasında CIA, Pentagon, NATO olmadan, cunta mı olurmuÅŸ? Tamam, siyasi iktidarlar, 40 yıldır bunların bitini kanlandırmış, erk tüm rüyalarını süslemiÅŸ. Sızıntı, zaten bu çetenin, ÅŸifresi… Gizlilik, sinsilik, o biçim. Ancak teknik, yönlendirme, plan, proje, aÄŸlayan bir adama, hipnoz olmuşçasına bağımlı olmuÅŸ bu tuhaf din merkezli kitlenin, çözeceÄŸi iÅŸler deÄŸil! Sivilleri bombalamak, insanları taramak, tam ABD iÅŸi, Irak’tan biliriz, dün gibi aklımızda.

 

Darbe giriÅŸimin ardından, Genelkurmay binasına “Hakimiyet Milletindir!” sözü asıldı, sokaklarda bunu yazan tişörtler, oldu son moda… Hakimiyet Allah’ındır diyenler dahi, milleti keÅŸfetti. Darbeciler de bildirilerini Atatürk ile süsledi. “Yurtta Sulh” koymuÅŸlar idi kanlı giriÅŸimin adını, korkunç bir ironiyle. Memlekette barış, bomba, jet, tank, ölüm demekmiÅŸ öğrendik. Tıpkı Hayata Dönüş operayonunda, mahkûmları katletmek gibi. Hah! Darbecilerin de, darbe karşıtlarının da kullandığı vecizeler, Atatürk’ten. Her yol, onu kullanmaktan geçiyor. Hâlâ ve ısrarla. Ne yazık ki.

 

Bu memlekette, daha büyük ne belalar olabilir dedikçe, daha büyüğü, daha çetrefillisi, daha can yakıcısı geliyor. Gariplikler hiç bitmiyor, bir süre önce, düşman belleyip bastıkları Doğan Medya Center’ı, tekbirlerle darbeci askerlerden kurtarmak, sizce nasıl? Albayların, komutanları olan paşalara emir vermesi nasıl? 300 darbecinin, eşlerini boşaması, bankadaki paraları çekmesi, dolara yönelmesi nasıl? Köprüye çıkıp, intihar girişiminde bulunan subaya, kendini hücumbota kilitleyen rütbeliye ne dersiniz? Servis edilen, darbeci girişimcilerinin işkence gördüğüne dair fotoğraflar, normal mi? Cumhurbaşkanının, enişteden, başbakanın, eş ve dosttan darbe girişimini öğrenmesi, sizce nasıl? Yani tuhaflık tam gaz sürüyor. Cadı avını, muhaliflerin alacağı pozisyonu sonra konuşuruz. Evet, halk için, it sürüsü dağıldı mı diye askerine soran albay, sizler, en büyük halk düşmanısınız, bilesiniz. Cunta teşebbüsünün ardından yapılan ankette; yüzde 82 çıkmış, darbe karşıtlarının oranı. Bak işte bu güzel haber!

Herkes gider tersine ben giderim Artvin’e

 

 

 

 

Alper TURGUT

 

Herkes gider tersine, ben giderim Mersin’e, pardon Artvin’e… Hadi yazın ilk ayağı haziranı geçelim, lakin temmuzda, İstanbul’da resmen nemde çimdik, sosyal medyada, tatile gidenlerin inadına fotoğrafladıkları hayli çirkin ayaklarını gördük, ya sabır çektik. Sıcakta, nemde, trafikte ve mahşeri kalabalığın içerisinde hararet yapan bedenlerimiz ve memleketin amansız siyasi meseleleriyle pişen beyinlerimiz, harbiden yordu bizi ve üstüne gelen cumhurbaşkanlığı seçimi de, şöyle güzel bir tatil kafası yaşamamızı engelledi, hasret çekilen rahatı ve gecikmeyi seven huzuru, ağustosun ortasına öteledi.
Evet, Gazze’den, Rojava’ya katliamlar yaşanırken, tatil yapma fikri bile, insan için ağır bir yük, başkalarının dramından kolayca sıyrılmak, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, bak hayat sürüyor diye dönüp ardına bakmamak, kimseye yakışmaz, yakışamaz. Neyse… Kafa nereye giderse, sorular ve sorunlar da onunla birlikte taşınıyor, son tahlilde… İstanbul’dan uçakla Batum’a, oradan sınırı geçip Hopa’ya, devamında kara yoluyla Ahıska Türklerinin küçük ve şirin ilçesi Ardanuç’a ve en nihayetinde Aravet (Torbalı) köyüne ulaşana dek, bunları düşündüm, bir hafta boyunca, İnternet’ten ve bin bir çeşit dertten uzak durabilmek mümkün mü, göreceğiz dedim. Nerde? Dakika bir, gol bir İnternet’in ve uğursuz haberlerin peşine düştüm. Merak ne büyük bir hastalık ve üstelik şifası da yok.
İlk sorum köyde yaşayanlara oldu, en büyük meseleniz nedir diye, gece ayılar gelip, mısırlara dadanıyormuş, geçenlerde bir kurt koyunu kapmış, sonra yaban domuzları, çakallar, çeşit çeşit yaban…

 

Biz kentlilerin dertleri de tuhaf be arkadaş, köyde dert, don oldu, inek doğurdu, tavuklar kaçtı, kocaman köpek cesur çıkmadı, arılar bal yapmadı. Sonra toplu nakarat geliyor; barajlar geldi, iklim değişti, hayvancılık öldü, tarım desen sizlere ömür.

 

Oyunuzu kime vereceksiniz diye sordum, kimi Recep Tayyip Erdoğan, kimi de Ekmeleddin İhsanoğlu dedi, Selahattin Demirtaş’a oy çıkmadı. Aday belirleme kriterleri de malumunuz; Başbakan, Ardanuç’a hastane yaptı, yol getirdi, İhsanoğlu ise akıllı, okumuş adam, hoca, muhafazakar, dindar… Eskiden solcuların kalesi olan Ardanuç’ta CHP kazanmış son yerel seçimi, cumhurbaşkanlığı için solcuyu geçtim, bir sosyal demokrat, aday yok muydu kocaman memlekette soruma ise yanıt yok. Büyük kentlerde bile bu soru geçiştirilirken, köyde yanıt aramak ise benim saflığım olsa gerek. Bu kadar siyaset yeter.

 

Köylerde sadece yaşlılar kalmış, görmesek de, gitmesek de o köy, bizim köyümüzdür lafı, yaylalar sağ olsun, yazın sekteye uğruyor. Yayla turizmi diye, festivaller diye bir gerçek var. Lakin kışın, kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere dönüşüyor buralar, ulaşım zor, hayat zor, çok zor. Tek tek kalan gençler var, onlarla konuştum. Yalnızlık zor zanaat dediler, sigortalı değiliz, köylüyüz, bize kız vermezler dediler, ilk fırsatta kaçacaklar, gözlerinden belli, besbelli.
İstanbul’u sormadılar, nerelisin dediler Adanalıyık dedim, merak ettikleri Adana’nın köyleri oldu, orada şu var mı, bu var mı, tarım ne durumda, hayvancılık ne halde, falan filan. Dedim bambaşka bir coğrafyanın ve iklimin insanlarıyız, fark etmez dediler, köylü köylüdür. Sanırım çocuklarını alan, yakınlarını göçe zorlayan kentlere ve dolayısıyla kentlilere gıcıklar, ne diyelim, vallahi billahi haklılar.

 

Köylülük yan gelip yatma yeri değildir, bunu öğrendim, biz kentliler, sabah surat bir karış işe gidiyoruz, akşam tüm enerjisi alınmış evlere dönüyoruz, pelte gibi, robot gibi, çayın posası gibi… Köyde sabah beşte başlıyor hayat, büyükbaş hayvanlar, otlamaya çıkartılıyor, sonra süt sağılıyor, sonra kümes, sonra bahçe, eski evlerin sorunları da bitmek bilmiyor, durmak yok, dinlenmek yok, gece de yaban hayvanları için nöbet tutuluyor. Yaban hayvanlarını öldürmek için değil, havaya ateş açıp kaçırtmak için, yoksa cezası büyük, öyle kafana göre avlanmak yok, bahçene dalanı vurmak yok. Kentler bizleri mızmız hale getiriyor, köyde böyle bir lüks yok, sert, sabırlı ve her an tetikte olmalısın. Ayıyla karşılaşınca, merhaba sevgili ayı, biz kentten geldik, çevreciyiz, sizlerin dostuyuz demeyin sakın, mümkünse direkt kaçın.

 

Kedilere olan sevgimi bilmeyen yok, kedi yok mu diye sordum, o ne işe yarar dediler, eee fare yakalar dedim, ters ters baktılar. Üç yıl önce vardı bir kedi dedim, çoktan kaçtı dediler, o kadar. Yani diyeceğim o ki, bizlerin ezberi, onlarda yok, küçük burjuva zaaf ve eksikliklerinden bihaberler, çetin koşullarda yaşamak için belki doğru olan budur, kim bilir?

 

3 AÄŸustos 2014 / Evrensel