Etiket arşivi: İsrail

Yıkılsın duvarlar, açılsın tüm sınırlar!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Aksiyona derinlik, detay ve karanlık katan Sicario adlı filmi çok beğenmiştik, yalan yok! Üç sene geçti üzerinden ve devam filmi geldi, Sicario: Day of the Soldado… Ha bu burada da bitmez, üçüncü film de gelir, dizisi de çekilir, Testere 7’i sinema salonunda gördü bu yorgun gözler, dert değil! Hem CIA, karteller, sınır mevzusu, göçmenler, konu işlenmeye gayet uygun, temcit pilavına uyar, bol bol ekmek çıkar. Devam demişken, senarist (Taylor Sheridan) ve birkaç oyuncu sabit, yönetmen de değişti, filmin rengi, sesi ve seyri de… Uyuşturucudan, kaçaklara geçtik, ataları göçmenken, göçmenleri düşman belleyen Donald Trump zihniyeti, hazır beden bulmuşken, yapıt şimdi daha güncel, daha yakıcı. Ve ikinci film, kimi konularda, ilkinden çok daha gerçekçi ve sahici belirtelim.

 

Liberallere göz kırpan, hem devletin içinde, hem de hukuk gukuk peşindeki, ayakları yere basmayan, karikatürize ve mızmız federal ajan Kate Macer karakteri (Emily Blunt), ilk filmin en yumuşak karnıydı, onca amansız sertliğin tam ortasında… Şimdi harbi şahin ve sonuç odaklı bir kadın var öykümüzde, ABD’nin kirli ve karanlık operasyonlarına, savunma bakanlığı adına imza atan yetkili ve etkili ablamız Cynthia Foards (Catherine Keener), hakkın, haksızlığın değil, suçlu ve suçsuzun hiç değil, kendi koltuğunun peşinde, ulusal çıkarın emrinde, sorarım size; bu mevcut gündelik hayata daha uygun değil mi?

 

Müzikler ve kamera da değişti, ıskalamayalım! İlk filmin yönetmeni Kanadalı Denis Villeneuve, Politeknik, İçimdeki Yangın, Tutsak ve Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı’yla, zaten rüştünü ispatlamış bir sinema insanı, eksikliği dolmaz derken, mafya dizi ve filmlerinin usta ismi İtalyan Stefano Sollima, direksiyona geçtiğini öğrendik ve fikrimizi sabitlemeyi geciktirdik, hiç şüphesiz. Evet, Gomorrah, Suburba, ACAB, hemen hemen her projesini seyrettim, İtalya’nın mafya oluşumları, Cosa Nostra, Camorra ve Ndrangheta’yı bilen, elbette Meksika’nın kartellerini, misal Los Zetas, Sinaloa, Juarez, Tijuana ve diğerlerine de yabancı değildir, araştırmacı ve gözlemci olarak… Özetle; Sollima, iyi ve yerinde bir seçimdir. Başta Meksikalı eski avukat, yeni tetikçi-infazcı, CIA ajanı, Kolombiyalı Medellin karteliyle de ilişkileri olan, tuhaf, acılı ve hedefi ıskalamayan tip Alejandro’ya can veren Oscar’lı Benicio del Toro, resmen döktürüyor. İstihbaratçı, organizasyon adamı, kirli ilişkilerin piri, karıştırma ve dönüştürme uzmanı Matt Graver karakterini sırtlayan Josh Brolin de, keza öyle… İşte eski filmden, yenisine taşınan bildik anti-kahramanlar ve onlar, filmin omurgası, gücü, hemen her şeyi, vurgulayalım. Senarist Taylor Sheridan’ın da hakkını teslim edelim, eleman, oynuyor, yazıyor, çekiyor, tam bir görev adamı, Yellowstone, Kardaki İzler, İki Eli Kanda, hepsi birinci sınıf projeler, takipçisiyiz!

 

Filmde, ne gereği vardı, abartmaya lüzum yok, burada amacın ne kanka dediğim sahneler mevcut, lakin öyle çok fazla ve gözü kanatan bir durum da yok! Seriye çevrilmesine de itirazım yok! Ben, oturdum, ilk filmi tekrar seyrettim, unuttuğum yerleri anımsamak, taşların oturmasını sağlamak için. İyi de oldu, birini sinemada, diğerini evde, ikisini de arka arkaya izleyin derim.

 

Sicario’nun kiralik katil, Soldado’nun da asker demek olduğunu biliyoruz, lanet olasıca insan kaçakçıları da, her iki ismi de karşılar, hatta daha fazlasını hak eder, Meksika’dan ABD’ye bir akın var, her ne kadar Cumhuriyetçilerin iktidarındaki ülke, buna engel olmaya çabalasa da, sınırlar içerisinde 56 milyon akrabası varsa komşunun, bu gidişatı durdurmanın, mevzuyu sıfırlamanın pek imkanı yoktur, belki kısmen azalır, o kadar! Film, insan kaçakçılığı meselesine, cihatçıları da katmaya çalışmış, ABD kentlerinde, halkın yoğun olduğu yerleri hedef alan ve kendini patlatan, Ortadoğu’nun kaderi gibi tiplerin deplasmana gitmesi, Trump işi politikaların doğru olduğu gibi bir anlamı da tetikler, kuşkusuz. Filmin en sevmediğim yanı da bu oldu, göçmenlerin içerisinde düşmanlarımız var kafası, kime hizmet eder, haliyle malum. Neyse sonradan insani mesajlar, kirli siyaset ve kanlı tetikçilere odaklanarak toparlıyor, bu keskin dönüş filmi kurtarıyor ve benzeri ucuzluklardan sıyrılmasını sağlıyor. İsrail, ABD, Türkiye, sınırlara duvar örüyor, keşke duvarın değil, insan olmanın, insan kalmanın bizleri iyileştirebileceğini görebilseydik, keşke.

Ya üç yanlışın götüreceği doğru kalmadıysa…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kusura bakmayın pek sevgili arkadaşlarım, hayli geriden geliyorum, haliyle konuların da çoğu işlenmiş oluyor, yoksa eyyyy portakal, ağırdan al, eyyyy portakal orada kal, eyyyy Helga, işin gücün laga luga eyyyy Hans, yapma bize dans demek istiyordum, hararetle ve hunharca. Neyse kısmet değilmiş, sağlık olsun! Gündelik hayatımız, bulvar gazeteleri başlıkları gibi oldu zaten, her şey harbiden üstünkörü, dizginsiz hamasetle haşır neşir ve ziyadesiyle saman alevi. Koca koca yetişkinler, gazları alınsın diye bekleşen bebekler gibi huysuzlar, haydi gemileri yakalım, ama sonra hemen barışalım kafası, sirayet etmiş, hemen her bünyeye… Siyasi manevralara göre konumlanıyorlar, yönlendirilmeye bayılıyorlar ve üstelik bundan gocunmuyorlar. Aklınızı az başınıza devşirin deyince de kızıyorlar, Avrupa sevdalısı mısın, hainsin değil mi, güçlü Türkiye’yi istemiyor musun ve benzeri sorular, sorular, sorular, yanıt versen, duymak istemedikleri şeyleri söyleyeceğin için, anında kulaklarını tıkıyorlar. Ancak beni en çok güldüren sual, maneviyattan nasibini aldın mı olsa gerek. Çünkü maneviyattan bahsedenlerin neredeyse tamamı, maddiyat için canını bile vermeye hazır! Böylesi bir tuhaflık içerisinde insan, kendini sorguluyor, lan arkadaş diyor, bu cevapları kabul edilmeyen garip bir test mi, gerçekten ben nereye düştüm yahu diyerek… Üç yanlışın götüreceği bir doğru bile yok belki de, dram bu, tam tekmil dram.

 

Bir bakıyorum, üstlerine evet yazılı önlükler geçirmiş, ata binmiş, devlet erkanından, Hollanda’ya at sürme ve orayı zapt etme izni isteyenler, diğer yanda, kılıç, döner bıçağı, pompalı tüfek, tabanca kuşanmış delikanlılar, Hollanda’ya atar yapmakta… Offf offf halkımız, ayar vermek aşkına, inekleri sınır dışı etmek, inek, lale kesmek, portakal sıkmakta yarışmakta… Komikliğine de yapmıyorlar üstelik, ne edek, nasıl edek inanın bilmiyorum, saldım iyice aklımın iplerini… Cumhurbaşkanı, Avrupa’da yaşayan yurttaşlarımızdan beşer çocuk istiyor, oysa yeni nesiller giderek asimile oluyor, son Almanya gezimde, Türkçe bilmeyen Türkler gördüm çokça, yani bu hesap, çarşıya, pazara uymayabilir. Önce Avrupalı turistleri, Ege ve Akdeniz kıyılarımıza gelmeye bir ikna edelim, sonra daha doğmamış olan vatandaşlarımızı da ikna ederiz belki. Haydaaaaaa “Reis” filmine gitmeye bile tav olmamış çoğu insan, onları ıskalıyoruz arada, zaten dünyanın en popüler sinema sitesinde, 10 üzerinden 1,9 puan almış yapım, yeterince ayıp ettik özetle. Sayelerinde televizyonu açmaz oldum, evet dışında bir şey yok diyerek, tüh be güçlü ülke propagandasına aykırı davrandım, bu da samimi bir özeleştirimdir.

 

Canım gardaşım, solcuların yıllar yılı, Avrupa’nın sömürgeci ve işgalci zihniyetini dillendirmesine, burun kıvıranlar, dalgaya alanlar, didaktik bulanlar, hatta gerçekçi bulmayanlar, şimdi bunu yeni keşfetmiş, sanki bunca zamandır dilimizde tüy bitmemiş gibi, bize anlatıyorlar. Ha gayret diyorum içimden, emperyalizmin ardından kapitalizm eleştirisine de yelken açın, teknolojik yatırımları ıskaladık, bari sanayi devrimini çok geç kalsak da yakalayalım. Tarımda, hayvancılıkta, sanayide, teknolojide, atılım yapalım, ileri, en ileri gidelim dediniz de, üretime ne gerek var, tüketelim işte dedik. Tartıştığımız şeylere bakın hele, başörtüsü, imamlar, cemaatler, köprüler, tüneller, yollar, o kadar. Oysa çocukluğumuzda, bu dev beton kent İstanbul’un, her yeri bostandı yahu, okulda, tarımda ve hayvancılıkta, kendine yetebilen ender ülke diye kitaplar okuyorduk. Şimdi haberler hep aynı, Angus gelsin Arjantin’den, tohum alalım İsrail’den, teyyy teyyyyy.

 

Avrupa’da , hatta dünyada, ırkçılığın yükseldiğini görmek için, alim veya falcı olmaya gerek de yok. Yerküredeki fakirlerin çokluğu, yokluğu hiç yaşamamış zengin ülkelerin gözünü korkutuyor. Ürksünler ve çekinsinler de bir zahmet, sömürdüğünüz, köle ettiğiniz, işgal ettiğiniz insanlar ve toprakların, onlardan çalınanları, geri almaya hakkı yok mudur yani? Sizler petrolü su gibi harcayın, elmaslarla hava atın diye, nice insan, tatlı canını vermişse, bunun da bir bedeli olmalı, değil mi? Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Spartaküs’ten kaçış yok anlayacağınız, eninde sonunda yakasına yapışacak vahşi kapitalist düzenin… Paylaşmayı bilmeyenin, bölüşmeyenin, kendine saklayanın, akıbetine üzülecek mecalimiz yok. Özetle; Avrupa’nın yandaşı değiliz, bağımsızlık ve özgürlük ateşiyle yanıyoruz, sağır sultan bile duydu, yine de anlatamıyoruz.

 

Avrupa’nın nesi güzel dedim, seneler önce oraya sığınan bir arkadaşa, şehircilik dedi. Başka dedim. Tıkır tıkır işleyen bir saat gibi her şey dedi. Daha daha başka dedim. Memleketi çok özledim dedi. Böyle de tuhaftır halkımız, rahat ettiği yere rağmen, kendine ait olduğunu düşündüğü rahatsızlığı özler. Bu kötü bir şey değil ha, Nazım’ın, vapuru okşamak istemesi kadar sahici ve yakıcı. Hasret bu, başkaca adı yok.

 

Avrupa’yı, iç politika malzemesi yapan ve oy potansiyeli var diye mağduriyet tetikleyen iktidarın, çok yakında, hiçbir şey yaşanmamışçasına barış güvercini olacağı da aşikâr. Hadi be, dün şöyle oldu, bugün niye böyle de demeyecek, biat ve itaat kitlesi, yine biz söyleneceğiz, bik bik edeceğiz, geriye çenemizi ve kendimizi yormak kalacak. İşte bu yüzden Hayır demenin, önemi büyük, iş işten geçmeden, tek adama, geleceği teslim etmeden… Yeni bir anayasa kesinlikle gerekli, ancak dayatmayla değil, ortak bir bilinçle ve seçimle, elbette.

 

Son düzlüğe girdik, kendimize anlatacağımız yerler kısıtlı, zorluk ve güçlük var diye, pes etmek bize ters, bu yüzden, geleceğimiz adına, her arkadaş, inadına diretecek ve ilerleyecek. Kararsızlar arasından, tane tane anlatıp ikna ettiklerim oldu, çok da zor değil, peşin hükümlü değilse karşındaki… Pişman olmamak için, kollarını sıvamayan kalmasın, zaman az, çok çalışmalıyız çok. Eyyy Avrupa, sabrımızı taşırma demiş miydim?