Etiket arşivi: Hitler

İnsan kasabını gebertmek

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Anthropoid, insanlık tarihinin tanıklık ettiği en büyük ve en acımasız canilerinden, “Prag Kasabı” lakabı verilen, führeri Hitler tarafından ‘Demir Yürekli Adam’ denilen Reinhard Heydrich’e yönelik suikastı anlatmayı deneyen ve bunu gayet beceren bir film. Yapımda, şöyle bir diyalog var; “-Heydrich’i öldürmek mi? -Hayır, hayır. HHHHKKHkjmcemleikkmmmmmzazzaemlmOna suikast düzenlemek. Çünkü cinayet, onun yaşamaya değer bir hayata sahip olduğu anlamına gelir.” Evet, bu gönüllük isteyen ve kelleyi ortayı koymayı gerektiren bir zorlu görev, karanlık planlı, soğukkanlı, vicdansız ve eli kanlı bir pisliği gebertmek, yeryüzünden yok etmek için…

 

İkinci Dünya Savaşı’na dair, bugüne dek pek çok film seyrettik, çoğu soykırım içerikliydi, kalanı da militarizmin goygoyuydu, yani “anlı, şanlı müttefiklerin kahramanlığına” göndermeydi. Danimarka’daki cüretkâr direnişleri anlatan 2008 tarihli Ateş ve Limon gibi filmler ise tek tük idi. Anthropoid, işte bu nadide eserlerden, yeraltına çekilen Çeklerin, savaş aygıtına karşı mücadelesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Sean Ellis’i, aklımızda kalan Zamana Güzellik Kat ve Metro Manila ile hatırlıyoruz. Başrollerde de Jamie Dornan, Cillian Murphy, Charlotte Le Bon ve Anna Geislerova var. Lafın özü; kadro sağlam, oyunculuklar aksamıyor. Finale doğru, tempo da giderek artıyor, hatta resmen koşuyor, yani aksiyon cayır cayır… Neredeys 42 yıllık Operation Daybreak filmi de, aynı meseleyi kendine dert edinmişti, karşılaştırmak isteyen, bulup seyredebilir.

 

Evet, bu lanetli Heydrich, ortadan kaldırıldığında 38 yaşındaydı, bir başka büyük belanın, SS’lerin başkomutanı Heinrich Himmler’in sağ koluydu. Hitler, Berlin’de Heydrich için düzenlenen törende; “Zırhsız araçla dışarıya çıkmak aptallıktır ve lanetlenmiş olan korunmasız sokaklarda seyahat etmek gibi kahramanlık hareketleri, suikast yapılmasına fırsat doğurmuştur. Heydrich gibi yeri doldurulamaz bir adam gereksiz tehlikeye kendini maruz bırakması, sadece aptalca ve saçma bir harekettir” demiştir. NAZİ’lerin onunla ilgili önemli planları vardı, çünkü toplama kampları, soykırım, katliam, nerede bir insanlık suçu mevcutsa, bu uğursuzluğun arkasındaki isim oydu. Ve suikastın ardından, Çekleri büyük bir yıkım bekliyordu, misilleme kaçınılmazdı, 10 bini aşkın insan idam edildi, köyler yakıldı, masum siviller, yaşlısından çocuğuna katledildi.

 

İngiltere’deki sürgün Çekoslovakya hükümetinin emriyle, orada eğitim gören paraşütçüler görevlendirilir, ülkedeki bir avuç direnişçinin desteği dışında, saklanma ve hareket alanı yoktur. Kabine üyelerinin kararları, direnişçilerin düşüncesiyle çelişse de, Prag Kasabı simge bir isimdir, hedef olması hayli gereklidir. Elbette savaş ve direniş, aşktan muaf olamaz. Peki, bu kan ikliminde filizlenen aşkın ömrü ne kadar olacaktır?

 

Film, bir baÅŸyapıt deÄŸil, kliÅŸeler ve bazı karakterlerin derinlemesine irdelenmemesi, en önemli handikapları…  Ancak her ÅŸeye raÄŸmen sıkı ve iyi bir yapım, belirtelim. Özellikle iÅŸkence ve çatışma sahnelerinde, gerilimi, seyircinin iliklerine dek hissettiriyor. Kahramanlık ve ihanet, baskı ve özgürlük, korku ve umut, her ÅŸey iç içe… Bedel ödemeyi ve kendini feda etmeyi bilenler yüzünden, hala ve her koÅŸulda kurtuluÅŸ mümkün.

Narcos; zirveden, en dibe…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Yabancı dizi tiryakisi güzel kardeşlerim, bana katılır mısınız bilemem, lakin canımız ciğerimiz dizimiz Narcos ara verdi ya… Hah! Haliyle devamında boşluk hissi geldi, ne edeceğiz şimdi biz derken, sekizer bölümlük Stranger Things ve The Night Of, resmen imdadımıza yetişti. Aslında bir kedi sevdalısı olarak, The Night Of’u da yazmak isterim, neyse artık bir sonraki sayıya… Ve Gollumumuzun efendisi, pek kıymetlimisss Yüssük, pardon Narcos geri döndü, ikinci sezon başladı nihayet!

 

Şimdi Pablo Escobar denen pek ünlü adam, salt en bildik uyuşturucu baronu, tereddütsüz kötü ve azılı katil değil, herif, bildiğiniz efsane, ülkesi Kolombiya’da ise bir anti-kahraman… Fakirler, yardımseverliğini görmüş ve harbiden çok sevmiş, zenginler desen, düşmanı değil, dostu olmaya didinmiş, siyasetçiler, muazzam gücün etkisiyle sersemlemiş, kapısına dizilmiş, güvenlik güçleri, bol mangırı görünce, biat etmekten asla çekinmemiş. Eee biricik suçlu, gencecik yaşında, Medellin Karteli’nde bir imparatorluk kuran Pablo mu yani? Tek başına mı yapmış her şeyi, ezbere eğitimin yan etkileri işte, koşullar, zorunluluklar, yancılar, yardakçılar ve çıkarlar, hep es geçilir.

 

Pablo Escobar’ın büyüsünden, unutulmaz öyküsünden, elbette sinema ve televizyon da kaçamadı, kaçamazdı. Hakkında, belgesel, film, dizi, çekildi, çekilecek. Elbette en afilisi, “İki Escobar” adlı belgeseldi, müthiş bir işçilikti, hakkı teslim edildi ve İstanbul Film Festivali’ndeki hıncahınç gösteriminin ardından, ayakta bir alkış tufanı koptu. Sıkı işler çıkartan Netflix’in Narcos’u ise, yitik efsaneyi, yine ve yeniden fenomen yaptı, hiç kuşkusuz.

 

Narcos’un, çekim tekniğine, sesine, rengine, sinematografisine, oyuncularına ve elbette harika müziğine laf etmek, bize yakışmaz. İspanyolca desen, sanki fıkır fıkır, coşturan, yani kısaca etkileyici şarkılar söylenmesi için yaratılmış bir dil, kadife eldiven takmış gibi, kulak okşuyor resmen. Dizinin en önemli derdi, senaryosu, hem kopukluklar ve aksaklıklar var, hem kontrolsüz hızlanmak yaramamış, hem de çok tarafgir. ABD’nin gözünden görülen Escobar yerine, Kolombiyalıların yüreğinden geçen Pablo, enfes bir proje olurdu, şüphesiz. Final zaten belli, ne demeye koşturuyorsunuz, en az beş sezon sürebilecek malzemeyi, hangi akla hizmetle, tek sezonda harcıyorsunuz? Pablo değil ha, siz kendi ayağınıza sıkmışsınız, demedi demeyin, tam da bu yüzden, birçok küfür yediniz, bunu da bilin.

 

Geçenlerde Escobar: Kayıp Cennet (2014) adlı bir film seyrettim, deyim yerindeyse tırt bir şeydi, ayakları yere basmayan, karikatürize bir canavar yaratmışlar, bir çuval incirin içine etmişler. Oscar ödüllü, sevdiğimiz aktör, Porto Rikolu Benicio Del Toro, Escobar rolündeydi, böylesi bir yetenek bile, dikiş tutturamamıştı, ne yazık ki. Oysa Brezilyalı Wagner Moura (Özel Tim ve Özel Tim 2 filmlerinde, aklımızın köşesine yazılmıştı adı) , Narcos’ta, 30 kilo almış Pablo rolü için, resmen destan yazıyor. Pantolonunu çekişi, duruşu, bakışı, konuşması, vesaire vesaire… Hani kazara Escobar gelse, sen benden daha iyi, ben olmuşsun der, tekrar geriye dönerdi, aynen öyle. Tıpkı Bruno Ganz ustanın, Çöküş filminde, Hitler’e dönüşmesi gibi, o hesap.

 

Efendim, Sihirbazın (lakaplarından biri) etkin olduğu 1970’ler ve 1980’lerde, Kolombiya’da, tehdit çok ve tehlike büyükmüş, özetle yaşanmaz bir yermiş diyor ahali, sanki 2016’da Türkiye’de, her şey normal, huzur, refah, güvenlik o biçim. Bomba patlamazsa şayet, darbe girişimi oluyor, baskın, katliam, her türlü melanet yakamıza yapışmış, hala bik bik peşinde bağzı arkadaşlar, her neyse… 44 yıllık ömründe yapmadığı kalmamış, adam neredeyse ergenken, racon kesmeye başlamış, henüz 26 yaşındayken ABD’deki uyuşturucu trafiğinin beşte dördünü ele geçirmiş, sonra dünyanın en zengin dokuzuncu insanı olmuş, memleketinde meclise girmiş. Tarlalara gömdükleri paranın ne kadar olduğunu geçin, defnettikleri dolarları bile unutmuş. Kızı üşümesin diye, milyon dolar yakmış şöminede, yani elemanın, hayatında gördüğü yegâne kâğıt, neredeyse paraymış, yani o kadar.

 

Meclis, siyaset demişken, şöyle bir diyalog geldi aklıma; Pablo: Siyasetçilerle buluşmaya gidiyorsun, haydutlarla değil! -İkisi aynı şey değil mi patron? Pablo: Siyasetçiler daha çabuk korkar. Tabanca alsanız yeter. Politikacıları da çözmüş hınzır, oh ne ala! Birde dizide, halkını seven ve onlar tarafından sevilen adam, hangi ara ve ne tür bir hızla dostlarını gözünü kırpmadan öldürten manyağa dönüştü, nedenlerini açıklamazsan, tane tane anlatmazsan, bu kamyon deviren keskin dönüşü de, kazaya sebebiyetten senin hanene yazarlar, hiç acımadan.

 

Umarım, ikinci sezonda, hatasıyla, sevabıyla sevdiğimiz dizimiz, eksik ve gediklerin farkına varmış ve toparlamıştır. Yoksa başyapıt dediğimiz işlerde bile, ararsan tonla hata ve yanlış bulursun. Misal bir trafik polisi, seni durdursun, ceza kesmek isterse, kurtuluşun olmaz, istediğin kadar tedbirli ol, kesinlikle yetmez.

 

Dünya tuhaf bir yerdir, Pablo Escobar, elbette kötüdür, imrenilecek, yolundan gidilecek bir insan değildir, ancak ondan daha kötü olan insanlar, yasal kılıf altında, zehri zerk edip durur, küresel sermayenin koruması altında semirir. Emperyalist ve kapitalistlerden daha tehlikelisi yoktur, Escobar gibileri, zirveyi de, en dibi de görebilir, lakin sonu bellidir, ya tepe tepe kullanılır, ya çemberi daraltılır, haliyle günü gelince de fişi çekilir. Kolombiya’da, onu hala kurtarıcı olarak görenler var, elbette çoğu fakir, çünkü zenginler, çoktan yeni dostlar bulmuştur bile.

Ya Trumbo, ya da vatan, millet ve Alamo

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Meşhur senarist Dalton Trumbo, vuracaksan bana, gözlüğümü çıkartayım der, karşısındaki dev gibi adama. Ve çıkartır gözlüğünü, gazeteciler, büyük bir hevesle sert yumruğu beklemektedirler. Küçümser ve alay eder gibi bakar Trumbo’ya, afili, karizmatik ve kocaman aktör, kısa süreli bir tereddüt ve ardından hasmını pataklamaktan vazgeçer. Evet, kahramanlık öyküleri düzen, sürekli vatan, millet, Alamo edebiyatı yapan, ABD’nin militarist figürüne dönüşen pek ünlü oyuncu John Wayne, askere dahi gitmemiştir. Vatana ihanet ile suçladığı senaristler ise, ‘askerlik görevi’ni yapmışlar, savaşın getirdiği yıkıma ve acılara tanıklık etmişlerdir. Boyun posun devrilsin emi, Pazar sabahlarımızın kovboy abisi, faşonun gediklisi çıktı resmen. Tüh be! Ama benziyor değil mi, ne çok örneği var değil mi, sanal komandolara, klavye savaşçılarına, mangalda kül bırakmayan, askerlik desen, bedelli ne zaman diyenlere…

 

Aslında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC), Sovyet Devrimi, Avrupa’dan gelen son göç dalgaları, 1929’daki Büyük Buhran’ın ardından hak, hukuk, adalet, ekmek ve özgürlük söylemlerinin çoÄŸalması üzerine, korkuya kapılan egemenler tarafından 1934 yılında kuruldu. Ancak yakıcı ve cezalandırıcı etkisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan (Komite, Nazi’ler yüzünden askıya alınmıştı) sonra, 1947’de baÅŸladı. Hitler gitti, hedefimiz Sovyetler tepkisi, düşman bulmadan yaÅŸayamayan bir iktidar zihniyetiydi. SoÄŸuk SavaÅŸ endiÅŸesi, korkuyu daha da büyüttü, dışarıda düşmanla savaÅŸamayanlar, içeride düşman aramaya koyuldular. 1947 ve 1954 arasında 300 üzerinde sinemacı da, bu anlamsız karalama kampanyasının kurbanları oldular. Cadı avının amacı, Hollywood’u, komünistlerden temizleme, film endüstrisini, anti-komünist faaliyetlere teslim etmekti.

 

Doğu Avrupa’dan gelen Yahudi sinemacılar başta olmak üzere, yeni bir kuşak, sektörün ufkunu genişletmeye soyunmuş, sosyal mevzuları işlemeye çalışmış, benim seyircim, okuma yazma bilmez, ne versen onu yer, ne göstersen onu izler diyen patronlara rağmen, onlar, iyiliği, yaşama sevincini, düşünce gücünü ve elbette bilinci yükseltmeye çabalamıştı. Suni tehlike, bertaraf edilmeliydi, propagandaya hız verilmeli, farklı ve aykırı düşünenlerin, emdikleri süt, burunlarından getirilmeliydi. Öyle de oldu. Kimi ülkeyi terk etti, kimi cezaevine girdi, hastalanıp yataklara düşen de vardı, intihar eden de. Hemen hepsi işsiz ve parasız kaldı, bildik ‘mahalle baskısı’, yakalarını bırakmadı, eziyet gördüler, toplumdan dışlandılar. Peki, bu acımasız ve vicdansız saldırı karşısında, Hollywood ne yaptı? Kırktan fazla anti-komünist propaganda filmi çekti ve bu saçma sapan yapımlar, gişede çakıldı. Stüdyolar, bu cinnet halinden büyük zarar gördü, patronlar, korkudan seslerini çıkartamadılar. Ne kadar klasik, ne kadar bildik.

 

Senatör Joseph McCarthy ve FBI Başkanı J. Edgar Hoover ikilisinin yediği naneleri uzun uzun anlatmayalım, bizim memlekete dönelim. Türkiye Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi kurulur mu bilemem, Komünizmle Mücadele Derneği kurulmuştu, en nihayetinde. Diyeceğim o ki, akademisyenlerin barış bildirisinin ardından yaşananlar, iç düşman arayışının asla rafa kaldırılmamasıdır, görünen bu, ne yazık ki. Bıktıran dış mihraklar söylemi ve yanında da iç odaklar hediyesi. Arkadaş, elbette düşmanlar vardır, müttefikler de. Trumbo filminde, Dalton abi öyle diyor, benim, düşmanlarım ve müttefiklerim var, dostum yok, sonra bir küfür savuruyor. Evet, dostlara ihtiyacı var insanların ve insanlığın, çünkü düşman da, müttefik de sürekli değişiyor, asla kalıcı olmuyor. Bu arada, ABD başkan yardımcısına, haklar ve özgürlüklerin teminatıymış gibi sarılan gazeteci ve ‘aydın’ tiplere, dünyanın jandarmasını, barış güvercini mi sandınız diye sorsan, mühim mevzuları, Biden’e değil, bidona anlatır gibi anlatsan, yine de fayda etmez. Memlekette aklıselim insan kalmadı mı yahu, eyvahlar olsun! Her neyse…

 

Bu vatan hainliği müessesesi, yurdunu ve insanlarını en çok sevenleri kapsar genellikle… Yafta hazırdır hep, seni bir şey ilan etme derdinde olan da çoktur, komünistsin sen, tek tipçisin derler, asıl tek tip ülke, onların düşüdür, aman ezber bozulmasın, aman farklı bir ses çıkmasın, aman statüko yok olmasın, aman değişiklikle başımız ağrımasın… Nasıl bir ilişkiyse bu vatan ilişkisi, birilerine hep ihanet kalıyor, diğerlerine her koşulda mağduriyet.

 

Biz, filme dönelim, Trumbo, karalanan ve yok sayılan isminin peşine düşmüş ve adını, yine ve yeniden, saklamadan ve sakınmadan, gururla taşımak isteyen bir adam, çok yazan ve çok üreten bir adam, bir filmin iskeletini kuran, senaryolarıyla, yoktan var eden bir adam.  Biri başkasının adıyla (Roma Tatili), diğeri uydurma isimle (The Brave One) iki senaryo Oscar’ı kazanan bir insan, gerçek adından, hangi hakla ve mantıkla mahrum kalabilir, sorgulanması gereken budur. Breaking Bad ile harikalar yaratan Bryan Cranston, Dalton Trumbo’ya resmen can vermiş, filmin, en güzel şeyi olmuş. Oscar’ı, bu harika performans yerine, heykelciliği almazsa, bırak ayıyı, dayıyı, katil balinayla dövüşecek bir hırs içindeki (çoğu ahalinin gazı, eleman, helak olacak bunca dalga sonunda) Leonardo DiCaprio kaparsa, bence ayıp olur.

 

Salt John Wayne yetmez. Ronald Reagan (sonranın ABD Başkanı işte), Robert Taylor, Gary Cooper ve Elia Kazan gibilerini de unutmamak gerekir. Arkadaşlarını satan, meslektaşlarını karalayan, şarlatan medya ile ortaklaşa saldıran bu isimler dışında, yani kötüler haricinde, iyiler de var, haliyle. Bertolt Brecht, Lewis Milestone, Charlie Chaplin, Orson Welles’i anmadan olmaz. Humphrey Bogart, Gregory Peck ve Burt Lancaster gibi duyarlı olanları da… Kirk Douglas abimiz, bu sene, 100 yaşına giriyor, asırlık ağaç gibi, hala hayatta. Can verdiği Spartaküs gibi, bi toplumsal histeri dalgasının ortasında Roma’ya, pardon Hollywood’a meydan okuyor ve Trumbo’nun (filmin senaryosu da onundur) yanında duruyor, hürmetler ve sevgiler abi.

Barışa şans verin!

 

 

ALPER TURGUT

 

1 Eylül Dünya Barış Günü için 10 yıl önce bugün, eski gazetem Cumhuriyet’in manÅŸetine taşınan “Barışa Åžans Verin” baÅŸlıklı bir yazı yazmıştım, savaÅŸ çanları daha güçlü çalıyordu ve Irak Savaşı için hazırlıklar baÅŸlamıştı. Evet, aradan 10 yıl geçti ve savaÅŸ yine sınırlarımıza dayandı, bugün sıra Suriye’de, belki yarın bize de sıçrayacak. Åžimdi ölüm yerine yaÅŸamı, savaÅŸ yerine barışı savunma zamanıdır, kan, gözyaşı ve ÅŸiddet tacirlerine inat.

 

Arap Baharı, ABD’ye yaradı haberlerini okudunuz birkaç gün önce, ABD’nin bölgede silah satışı üç kat artmış, kapitalistlerin cebine daha çok para girmiÅŸ. Åžaşırtıcı deÄŸil. Emperyalizm, halkların kanından besleniyor, ötesi yok. Arap Baharı’nı bırakıp Suriye’ye geçelim, hükumetin Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) desteklediÄŸi, malumunuz. Esad’a karşı her yol mübah noktasına gitmesinde ise basının büyük becerisi var, hiç kuÅŸkusuz. Özellikle Anadolu Ajansı (AA), haberciliÄŸi bıraktı, resmen ÖSO haber servisine dönüştü. Çünkü Ankara’daki AA Dış Haberler Servisi’nin Arap Baharı ve Suriye haberlerine dokunmaları yasaklandı, bu tuhaf haberler, yeni kurulan Arapça Servisi’ndeki çalışanlara yaptırılıyor. Åžaşırdık mı? Elbette, hayır!

 

SavaÅŸ ekonomisi, yerkürenin geleceÄŸini ÅŸekillendiriyor, dünyada askeri harcamaların toplam deÄŸeri 800 milyar dolar ile bir trilyon dolar arasında… SavaÅŸ sektörü dev bir sanayiye dönüşmüş durumda, bu ranttan beslenen kapitalist ülkeler, dünya barışını tehdit etmeyi sürdürüyor, sürdürecek de… Barış yanlıları, baÅŸta yılda 300 milyar dolarlık askeri harcama yapan ABD olmak üzere kapitalist ülkelerin, yoksul ülkelere ”küreselleÅŸme” adı altında ”emperyalizmi” dayattığı belirtiyorlar. Oysa savaÅŸ sektörüne harcanan paranın sadece yüzde 30’uyla dünyadaki açlık, içme suyu, barınma, saÄŸlık ve eÄŸitim sorunları çözülebiliyor. Uluslararası Barış AraÅŸtırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre, dünyada halen milyonlarca insan 1 dolardan az bir gelirle yaÅŸamaya çalışıyor. Her gün 24 bin insan açlıktan ölüyor. 800 milyon kiÅŸi, beslenme bozukluÄŸu çekiyor. Tarım ilaçları yüzünden günde 603 çocuk, içme suyunun kirliliÄŸi yüzünden 5 binden fazla çocuk ölüyor. 27 bin çocuk önlenebilir bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybediyor. 100 milyon insan barınma imkânlarından tamamen yoksun durumda. 850 milyon insanın ise okuma yazması yok.

 

Peki, neden 1 Eylül? Çünkü faÅŸist Alman orduları, führerleri Adolf Hitler’in emriyle 1 Eylül 1939 günü Polonya’yı iÅŸgal ederek 2. Dünya Savaşı’nı baÅŸlattılar. 10 milyonlarca yaÅŸamın solduÄŸu bu 6 yıllık korkunç paylaşım savaşının baÅŸlangıç tarihi, 1984 yılında BirleÅŸmiÅŸ Milletler’in (BM) kararıyla Dünya Barış Günü olarak ilan edildi. Dünya Barış Günü, bugün 28. kez kutlandı. Åžimdi kutlama deyince yanlış anlaşılmasın, savaÅŸlar sürerken kutlama olmaz, sadece barışın sesi yine ve yeniden daha güçlü haykırılır, o kadar… Neyse…

 

1 Eylül demiÅŸken, memleketimizde savaÅŸa karşı çıkanların, barış giriÅŸimcilerinin başı dertten asla kurtulmadı. 1993 yılında SavaÅŸ Karşıtları DerneÄŸi kuruldu. Duvarlara, ”SavaÅŸa hayır” yazan öğrenciler yargılandı, Körfez Savaşı’na, Afganistan ve Irak iÅŸgaline karşı çıkanlar gözaltına alındı. (1 Eylül Barış Günü’nden önce Kore’ye asker gönderilmesini istemeyen Türkiye Barışsever Cemiyeti kapatıldı, 1977 yılında kurulan Barış DerneÄŸi, 12 Eylül cuntasının hedef haline geldi, yöneticileri, üyeleri yargılandı)

 

1 Eylül Dünya Barış Günü, bazen özgürce kutlanıyor bazen de alanlarda yasaklı duruma düşüyor, Misal ”Musa Anter Barış Treni”, 1997 yılında Diyarbakır’a sokulmazken 620 kiÅŸi gözaltına alındı. Ertesi yıl İstanbul’dan ”barış otobüsüyle” Diyarbakır’a gitmek isteyen 165 kiÅŸi gözaltına alındı, onlarca kiÅŸi yaralandı. 2000’de Diyarbakır, Konya ve Van’da barış eylemlerine müdahale edildi, yüzlerce kiÅŸi gözaltına alındı. 2001’de HADEP Zeytinburnu İlçe Örgütü’ne yönelik polis baskını sırasında Zeynel DurmuÅŸ , parti binasından düşerek öldü. Hatırlayın, daha geçen yıl 1 Eylül’ü kutlamak için Kadıköy’de toplanan barış yanlıları, göz yaÅŸartırcı gazlarla dağıtıldı. El ele barış zinciri oluÅŸturan ve hep bir ağızdan savaÅŸa hayır diyen savaÅŸ karşıtlarına tahammül edemiyor egemen güçler, savaÅŸ ekonomisi hayatı esir alıyor çünkü…

 

Sivil toplum örgütleri, insan hakları savunucuları, barış giriÅŸimcileri ve savaÅŸ karşıtları, 11 Eylül’ün ardından dünyada deÄŸiÅŸen dengelere paralel olarak eylemliliklerini ve etkinliklerini geliÅŸtirip güçlendirmeye çalışıyor, hala ve ısrarla… ‘Paylaşım savaÅŸlarına dur diyelim” diye konuÅŸan savaÅŸ karşıtları, itaat etmeyen yoksul veya petrol zengini ülkelerin topraklarının yeni yeni silahların denendiÄŸi platformlara dönüşmesi riskine deÄŸiniyorlar. Barış giriÅŸimcileri, zengin devletlerin, sömürgeciliÄŸe ”hayır” diyenlere karşı kaos yaratıp hükümet darbelerini desteklediklerini ve onları ”ÅŸer üçgeni” veya ”ÅŸer ekseni” diye adlandırarak hedef aldığını ifade ediyorlar.

 

Tarihçiler ise, insanlık tarihinin aynı zamanda savaÅŸların tarihi olduÄŸunu belirtiyor ve ”SavaÅŸlarda daha çok siviller ölür” tezinin altını çizerek şöyle konuÅŸuyorlar: ”Dünyada her biri bir kenti yok edebilecek kapasitede 40 binden fazla nükleer silah var. Sadece insanları deÄŸil, hayvanları ve bitkileri de ortadan kaldıran ekolojik dengeyi bozan kitle imha silahları üretiliyor. SavaÅŸlarda kayıplar artık milyonlarla ifade ediliyor. Yaklaşık 65 milyon insanın ölümüne yol açan, insanları sakat bırakıp evsiz, yurtsuz kalmasına neden olan 1. ve 2. Dünya Savaşı, 1994’te Ruanda’da yaÅŸanan 1 milyonu aÅŸkın Tutsi’nin Hutu’lar tarafından katledilmesi bunlara örnektir.”

 

Dünyanın belki de en tehlikeli silahı mayınlar… SavaÅŸlar bitse de toplanmayan topukuçuranlar, anti-personel mayınlar ve tank mayınları can almaya devam ediyor. UNICEF raporuna göre, dünyada her yıl mayınlar yüzünden 8-10 bin arasında çocuk ölüyor ya da sakat kalıyor. Mayınlar, Afganistan’da son 10 yılda 400 bin can aldı. Dünyada temizlenmeyi bekleyen 100 milyonu aÅŸkın mayın var.

 

Åžiddet hiç ama hiç durmuyor, Filistin, Lübnan, hala kaynayan kazan, Afrika’daki çatışmalar ve katliamlar sürüyor ve Arap Baharı adı altında kan mevsimi yaÅŸanıyor hala…

 

Nobel Barış Ödülü sahipleri Enver Sedat , İzak Rabin ve Martin Luther King ‘in dahi öldürülmesi, barışın simgesi zeytin dalı ve beyaz güvercin ile serçe ayağının izinden meydana gelen barış iÅŸaretinden baÅŸka silahı olmayan savaÅŸ karşıtlarının karşılarındaki gücün büyüklüğünü gösteriyor. Siz bu yazıyı okurken bile, bombalar yağıyor, insanlığın üzerine… Atom bombası, hidrojen bombasına çevriliyor, kimyasal silahların üretimi durmuyor. Nükleer güç gösterisi tüm doÄŸayı tehdit ediyor. Fosforlu bomba, napalm, kıtalararası balistik füze… Savaşın kanlı oyuncaklarının arasına yenileri katılıyor. Ancak bin yılların düşü barış, bekleniyor büyük bir umutla her ÅŸeye karşın… Sonsuz olsun diye…