Etiket arşivi: gezi parkı

Gezi Ruhu, hâlâ korkutuyor güruhu…

 

 

 

Alper Turgut

 

Bir elmanın iki yarısı; Kuzey ile Güney Kore, yeter ulan bu kadar ayrı gayrı diyerek, kardeşliğe tekrar adım atarken, bizlerin kamplaşma serüveni tam gaz sürüyor, ne yazık ki… Sebebi ve müsebbibi elbette bizler değiliz, muktedirin keyfine göre hemen her şey, kâh suni gündemlerle oyalayarak, kâh kendi tarafını daha da sabitleyip, karşı tarafı resmen ve alenen çıldırtarak… Bu oyunu ıskalamak ve doğal, gerçek ve yakıcı gündemde ısrarcı olmak varken, inadına tuzağa düşüyor olmamız, bizim hatamız, hiç kuşkusuz. Kaderimizi belirleyecek seçim günlerine sayılı günler kalmışken, farklılıklarımıza karşın koşulsuz birleşmemiz, baskın hali çaresizlik olan ruh halinden de, artık kurtulmamız gerekmiyor mu?

İşte bu yazıyı, güneşli bir başkent gününde, gençlerle cıvıl cıvıl olan Kızılay’ın bildik sokaklarından birinde yazıyorum. Samimi ve mütevazı Ankara Film Festivali’ne gelmişken, iki film arasında ve baharın tam ortasında, siyasetten kopamamak, haliyle saçmalık, yine de umut var, bilmiyorum ve adını tam olarak koyamıyorum, ancak içimden bir his, bu kez olacak diyor, bu kez olacak. Çalışırsak, çabalarsak ve asla vazgeçmezsek, elbette… Festival demişken, İstanbul Film Festivali’nde seyrettim, Taksim Hold’em adlı filmi, “Gezi” odaklı yapıt, bu hafta da gösterime girdi.

Eskiden kanal kanal gezerken, spor, siyaset ve sinema konuşurken, ne ara hopppp birader dendi, ne oldu da, muhaliflik bunca sakıncalı hale geldi, bilen varsa aydınlatsın beni… Üstünden çok da zaman geçmedi hani, şimdi Oscar hakkında bik bik etmemden bile çekiniyor ahali… Aslında gayet farkındayım, Gezi süreci, gerçekten erk çevresinin, kabusu haline geldi. Absürt ve fantastik yalanları da, endişelerini azaltmadı, aksine daha da çoğalttı. Korku öyle büyüktü ki; asla unutamadılar, hala ve ısrarla, bedel ödetmenin peşindeler. Bakın iktidarın gazetelerine, Taksim Hold’em filmi eleştirisine yer verebilmişler mi? Kurmacadan dahi, bariz çekiniyor, görmezden geliyor, üstünü örtmeyi deniyorlar, oysa ne gülünç bir durumdalar, haberleri bile yok! Kabataş yalancılarını da gördü bu memleket, ömrünün son deminde, ihtiyar bedenlerini, gelecek kuşaklar aşkına, sokaklara taşıyanları da. Tarih, hangilerinin hakkını teslim edecek sizce? Rezilliğin ve ezikliğin, tarihte bir hükmü yoktur!

Daldan dala atlamak yerine, direkt filmimize geçelim. Tek mekânda ve aynı gün diliminde geçiyor mevzu, aslında tiyatro oyunu da olabilirmiş, kurmaca uzun metraj yapalım demişler, neyse sağlık olsun. Dört eski arkadaş, Gezi’nin en ateşli gecesinde, evde oturup poker oynamaya karar verirler. Kumar masasına oturmak kolay da, vicdan muhasebesine girmek zor olsa gerek, salt kendini düşünmek basit de, başkaları adına hareket etmek, karmaşık, karmakarışık elbet! Çoğu zaman, değerli ve önemli olan, zevkini, bilinçli bir şekilde, gerektiğinde kenara iteklemek, cici keyfinden bile isteye mahrum kalmaktır. Zor ve baskı koşullarında, seçimler, hareketler, karar vermeler, daha bariz iz bırakır, insanlığımıza dair.

Taksim Hold’em filminin senaryosunu yazan ve yöneten Michael Önder, oyuncu kadrosunda da Kenan Ece, Damla Sönmez, Emre Yetim, Berk Hakman, Nezih Cihan Aksoy, Tansu Taşanlar, Ege Kökenli ve Irmak Ecem Aydemir var. Rollerinin hakkını vermişler, müzikler ve diyaloglar da hiç fena değil, film kendini izlettiriyor. Kaçırmayın derim.
Şimdi elemanlardan biri, haddinden fazla konuşuyor, resmen insanları gaza getiriyor, sosyal medyada sürekli tibitliyor. Oysa korkak ve kaypak bir adam bu, kendisi hep geri planda, ortalığı karıştırmaksa mesele, anında orada bitiyor, aksiyonda ise direkt araziye uyuyor. Bir diğeri, az konuşuyor, mesele hareketse hakkını veriyor. Elemanın, özü, sözü bir, bedel ödemiş, ödemeyi de sürdürecek, besbelli. Bir diğeri boş vermiş, toplum böyle, dünya şöyle, ne lüzumu var üstüne üstüne gitmenin diyor, korunaklı alanda kal, kendini küçük dünyanda şımart, hayatın tadını çıkart. Aman zorlama, çok da yorulma… Bir başkası bunalmış, kaçışların, kaçamakların peşine düşmüş, kendince soluklanmanın peşinde… Diğer karakter ve tiplemeleri de katınca, al sana şehirli okumuş çocuklara dair: halet-i ruhiye…

Teori kasalım, pratikte bocalayalım, sınırlarımızı aşmayalım, sokağa taşmayalım deseydi herkes, Gezi ruhu diye bir şey olmazdı, olamazdı. Kimi istedi, kimi gerek görmedi, işte geldik bugüne. Kazanmak ve kaybetmek değil mesele, olmaz denilen şey oldu, bu yaşandı, bize ne kaldı, ne ders aldık, hatalarımız neydi, biz süreci neden kötü işlettik, yenilgi psikolojisi nasıl doğdu ve benzeri sorulara yanıt bulmaktır asıl mevzumuz. Güzellemelerden sevmem, hatta nefret ederim. Gezi güzellemesi de yapacak değilim. Lakin emmim, solun en güçlü olduğu yetmişli yıllarda dahi, biz Taksim’i zapt edemedik, bu gözler bunu gördü, bu halk şayet isterse, imkânsızı başaracağını gösterdi demişti. Evet, hepimiz resmen tarihe tanıklık ettik, öyle bir İstanbul gördük. Demek ki hakim zihniyet de farkında, bu tanımsız ruhun… Gerçeğin asıl tarifi budur.

Bir evin içerisinde, tüm memleketi tartışmak, eksik gedik olsa da önemli, iyi ki sinema var, unutturmamak için var, tazelemek için var, hep hatırlatmak için var. Hatta çoğu insanın yanlış bildiği konformizm kelimesini, doğru anlattığı için bile değerli bu film. Evet, konformist, konforuna düşkün, rahatına düşkün, oh sefam olsun tipi değildir, otoriteye uyum sağlamaktır, itaattir, biattir, işte o kadar.

Çok zamanım yok, bu yazıya burada nokta koyayım, birazdan birkaç gençle çay içeceğiz, film konuşacağız, kesin siyasete de gelir konu, nabız yoklarım, kendimce seçim çalışması yapmış olurum. Hepimize düşen görev de bu, zahmete girmeli, gençleri, gelecekleri için ikna etmeli. Üstelik az vakit kaldı, dönüşüm ve değişim için, çok çok az.

Bir, iki, üç, daha fazla Gezi

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Gezi iyiydi, iriydi, diriydi, güzeldi güzel! Kim ne derse desin, aklı sıra ve isterse kirletmeye didinsin, hani uyduruk lobiyle, tuhaf fanteziyle, elinin körü, zıkkımın köküyle… Yalanlar söylesinler hala, ıkına sıkına da değil, üstüne basa basa, bağıra çağıra, saçmalaya saçmalaya… Gerçeği dilediklerince çarpıtsınlar, kin tutsunlar, intikam ateşiyle kavrulsunlar, bedel ödetmeye çabalasınlar, öfke kussunlar. Çare yok, bu vicdana tutunan, zekâyla çoğalan büyük inat, kâbusları oldu, olmaya da devam ediyor, edecek. Haklılık ve meşruiyet, her türlü zulümden güçlüdür, yüreğin ferah, kafan da rahatsa, tüm hasletlerden yoksun olan ve karşında çıkarı için saf tutan, isterse çıldırabilir, sorun yok. Kesinlikle…

 

Aslında tam da ÅŸimdi, gündelik hayatın içerisinde, var olan koÅŸullar, Gezi’den bile daha yakıcı ve yıkıcı ise, doÄŸru yerdeymiÅŸsin sen be kardeÅŸim, sakın ha, bocalama, ÅŸaşırma, kendini salma, gönlünü hoÅŸ tut, huzurlu hisset, elbette savrulmadıysan ve yani korkuya kapılıp dağılmamışsan, erk nimetleri için yanlış safa katılmamışsan… Fidel Abimiz, mahkemedeki efsanevi savunmasında, “Tarih, beni beraat ettirecektir” der. Azim, hedef, mücadele ruhu, bilinç, direnç, iÅŸte adını, ne koyarsan koy, haliyle bir gün, yoluna girer her ÅŸey, bunca acı, kahır ve üzüntünün ardından, vazgeçmezsen ÅŸayet. Çünkü bedel ödeyenlere, benden bu kadar diyemezsin, bildiÄŸin yoldan dönemezsin, bırak baÅŸkaları ne der diye, kendini kendine rezil edemezsin. Elbette istersen.

 

Hah! Bunca kuşatılmışken, işinden gücünden edilmişken, birileri hala, sen o dönemde ne yaptın, ne konuştun, ne yazdın diye geçmişi didiklerken, dayanışma ruhuyla gönderdiğin bir iletiyi dahi eşelerken, insan, inat eder yahu, ben geçmişimi sileyim demez, yanıldım demez, aldandım, aldatıldım demez. Sattığın salt seninle gaz yiyenler olmaz, el ele, yürek yüreğe bir hengâmeden kaçtığın olmaz, bir derme çatma barikatın başında, ekmeğini bölüştüğün, suyunu paylaştığın olmaz, sen kendini satmış olursun arkadaş, güzel yarınlara dair inancını, canım düşlerini, biricik bilincini, işte her şeyini…

 

Peki, hatalar yok muydu? Oho, tonla. Her kafadan bir ses çıkmadı mı? Kesinlikle çıktı, hem de öyle böyle deÄŸil! Örgütlü, örgütsüz, politik, apolitik, dindar, dinsiz, genç, yaÅŸlı, kadın, erkek, LGBTİ, futbol taraftarı, çalışan, iÅŸsiz… Özetle; iktidar partisi hariç, her türlü görüşten insan, birbirlerinden nefret edenler bile, mesele tek aÄŸaç deÄŸil, kocaman bir orman, tak etti lan canımıza, yaÅŸasın dayatılmamış hayat diyerek Taksim’e aktılarsa, gürül gürül, üstelik tanımsız ÅŸiddete raÄŸmen, eee haliyle, olacak o kadar. Siz önce Kabataş’ı, camiyi, lobiyi, penguenleri ve diÄŸerlerini açıklayın, “Çapulcu” dediklerinizin özeleÅŸtirisi vermesi, sonraya kalsın. Hani mümkünse…

 

Özeleştiri demişken, kendimi katmamak olmaz. Bu uzun soluklu insanlık görevinde, bazı dersleri kaçırmış olabilirim, yurdumun ve dünyanın güzel günler görebilmesi için, şu şapşal kafamı zorlamam, saksıyı daha çok çalıştırmam gerekiyordu, müzmin miskinliğime, artık ayrılalım be bebeğim, aksiyona ayıp oluyor, daha çok üretmeli, daha çok mücadele etmeliyim demeliydim. Çünkü borçluyuz her birimiz, bizi biz eden amansız sevdaya, yeni ve bambaşka bir dünyaya.

 

Bakın, harbiden çok seslilik iyidir, lakin fazlası, kakafoniye girer. Mühim olan, ortak bir sese ve bilince ulaşabilmektir. Gezi sırasında, gencecik kızların, delikanlıların gözlerinde gördüğümüz umuttu, biz yaşı büyüyenlerin, aynada hep karşısına çıkan yılgınlıktan eser yoktu. Sizler, sakın ha aldırmayın, korku imparatorluğunun borazanlarına, endişeyi virüs gibi yayan orta yolculara, onların ruhunda teslimiyet vardır, biat etmek, itaat etmek, kula kulluk etmek, vazifeleri budur, ne yazık ki.

 

Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam, nasıl bir kuşağın şiarı olmuşsa, bir, iki, üç, daha fazla Gezi, Berkin’e, Ali İsmail’e bin selam, neden olmasın? Bırakın, kamu malı masalını, size karanfil atan çocukları bile dövdünüz, polis devletini kutsadınız, döner bıçaklı esnafı alkışladınız. Nasıl bir ülke istediğiniz belli, TOKİ’ye yaptırılmış, kocaman bir yarı açık cezaevi. Biçtiğiniz donu giymek istemeyenler var hala, tek tipleşmeye karşı olanlar var, inadına… Çok şey de istenmiyor ha, her şeyimize karışmayın, burnunuzu sokmayın, yani mevzu hayli basit; dilediği gibi yaşamak.

 

Taksim’de özgür alan kurulduğu günlerde, dolaşmıştım her karışını, coşkuyu, dayanışmayı, paylaşmayı anlatmak olmaz, o sevinci yaşamak gerekti, orada soluk almak, görmek, hissetmek gerekti. Bunu bilenler, özlüyorlar o günleri, ah ulan ah diyorlar, ne güzeldi diye dalıp gidiyorlar, zaten laftan anlamayanlar, hariçten gazel okuyanlar, bir sözle, bir emirle evde tutulanlar, malum olanlar.

 

Canından olan gençlerimiz, hepimizin yüreğinde ve aklında, onlar, asla unutulmayacaklar. Peki, ya yaralanan arkadaşlar? Bir, on, yüz değil, tam 8163 insan, 8163 can. Gaza boğulanlar, travmaya mahkûm olanlar, o günlerin izlerini hala ruhlarında taşıyanlar kaç kişidir? Of of, saysan sayılmaz, o denli çok.

 

Kaybettik, yenildik, bu ve bunun gibi söylemler, sadece yıkım getirir. Kazanmak için mücadele etmediler ki, özgürce yaşamak için direndiler. Herkesin talebi farklıydı elbet, kimi ağaç, kimi park, kimi politik, kimi hayat. Bunca farklılığı, bir araya getirmek, bir memleketi, gökkuşağı renkleriyle boyamaya çabalamak değilse, nedir? İşte bu adı konulmuş güzelliktir, benim için Gezi’nin anlamı, el kadar çocukların, gaz fişeklerini, kovaya atmak için çılgınlar gibi koşuşturmasıdır, yaşlı bir amcanın, torunu yaşındakilere destek olmak için barikata yaslanmasıdır, ciğerleri sökülürken gaz sağanağında, elini tuttuğu yabancıya âşık olmasıdır, ezeli rakiplerin, kol kola girebilmesidir.

 

Gezi’yi, kocaman bir park yapan ve tüm memlekete yayan (Bayburt hariç), tüm cevahir yürekli insanlara selam olsun. Hala varlar, biliyorum oradalar, tükenmeyecek bir hasretle yaşıyorlar. Her şeyi geç. Onlar, gelecek kuşaklara, güzel bir gelenek ve iyi bir seçenek bıraktılar. Daha ne olsun?

Alayına isyan!

 

 

ALPER TURGUT

 

Harry Potter ve Alacakaranlık (Twilight) serisinden sonra, ergen sinemasında doğan büyük boşluğu Açlık Oyunları doldurdu, kuşkusuz. Dörtte final diyecek olan serinin ikinci filmi Açlık Oyunları: Ateşi Yakalamak’ı üç günde 222 bin küsur kişi seyretmiş memleketimizde, film, ABD’de ise üç günde 161 milyon dolar hasılat yapmış. Hay maşallah! Ateşi Yakalamak, zengin ve zalim başkent ile fakir ve mazlum mıntıkalar arasındaki mücadeleyi anlatıyor, her ezen ve ezilen öyküsünde olduğu gibi, isyandan demleniyor, devrim düşü kurduruyor. Başkent, insanlara özgürlüklerini vereyim, artık sömürmeyi sürdürmeyeyim, demiyor elbet, düzeni korumak için hemen mıntıka temizliğine başlıyor, klasik olduğu üzere, zalimce…

 

Haydi, mitolojik kahramanımız ‘ateş hırsızı’ Prometheus’u es geçelim, Ahmed Arif’in deyişiyle “cihanın ilk sevgilisi ve ilk gerillası” Spartaküs’ten bu yana, isyan bir gelenek, isyan bir değişmez seçenektir ve her şeyden öte can bedeli bir emektir, tüm ezilmişlerin, ezilenlerin ve ezilecek olanların cephesinde… Evet, isyan; Yeryüzü daha yaşanılabilir olsun, hayatın yoksullara da gülmesini isteyenlerin asi gırtlaklarından çıkan umut dolu sessiz bir çığlıktır, tereddütsüz.

 

Yani asilik, bir yeniyetme oyunu değildir, son yıllarda tırmanışa geçen Hollywood’un isyan merakı da pek hayra alamet değildir. Kitabı okumadım, ahkâm kesmek istemem, lakin hislerime de güvenirim, heyecan biter, umut ölür, devrim çocuklarını yer, isyan tü kakadır gibi bir finale bağlanır diyedir biricik çekincem… Ha! Diyeceksiniz ki; gerçek hayatta da bu böyle değil midir? Öyledir, ne yazık ki… Gezi’yi iktidar bir yandan, muhalefet bir yandan çekiştirdi, herkes kendi çıkarının, kendi hesabının peşine düştü. Bugün Taksim Meydanı’ndaydım, dünyada bu kadar çirkin, bu kadar beton ve bu kadar insandan ve hayattan uzak bir alan görmedim, hani bir polis, ‘ne yapayım osurayım mı?’ demişti hani, osurmak nedir affedersiniz, sıçılmış resmen meydana…

 

Evet, sen ‘savaÅŸma seviş” dersin, kapitalizm hem savaşı, hem de seksi pazarlar, isyanı ve devrimi bile kullanır, fırsatı asla kaçırmaz, deÄŸerleri deÄŸersizleÅŸtirmek ister ve tüketim çılgınlığına çevirmekte gecikmez. Misal geçen gün Kadıköy’de bir erkek donu gördüm, Gezi’den aparma bir ÅŸekilde üzerinde “Bu mal bir harika dostum” yazıyordu. Pek komik deÄŸildi, hatta iÄŸrençti. Antalya’da gördüğüm “kırmızılı kadın” çakmakları, her yerde karşıma çıkan Gezi tişörtleri, vs. vs. Piyasa iÅŸleri iÅŸte, say say bitmez… Che marka ayakkabılar, içkiler filan varken ÅŸaşırmamak gerek ya aslında…

 

İsyanın sembolü olan Guy Fawkes, nam-ı diÄŸer “V for Vendetta” maskelerinin, fakirler tarafından seri olarak üretildiÄŸini ve kazananın yine zengin olduÄŸunu söylemeye gerek var mı? Hatta Amazon.com’da hala en çok satan maske unvanını koruyor, ne diyelim, tam tekmil trajikomik…

 

Filme gelecek olursak, bence seri; Harry Potter ve Alacakaranlık’tan çok daha iyi… Ara bölüm olduğu için tempo sorunu yaşanıyor, sendelediği yerde Oscar’lı hanım kızımız Jennifer Lawrence’a top atılıyor, öte yandan görselliğin hakkı ise ziyadesiyle veriliyor. Bazı sahneler, hayli epik, haliyle gaza getiriyor. Aptal kutusu televizyonun karşısında hepimizi esir alan yarışma programlarına gönderme yapması dahi, elbette kayda değer. Kitleleri uyutmak için yarışmalar, harbiden hayati önem taşımaktalar… Kapitalizmin en bayıldığı şeydir yarıştırmak, çünkü kazanma ihtimaliyle senin aklını çelecektir, bundan hiç kuşkun olmasın. Evet, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Başkent, mıntıkaları sömürdükçe oburlaşıyor, hatta burjuvalar yediklerini kusturacak içkiler içiyorlar, diğer nimetleri de mideye indirebilmek, tıka basa doymak için… Mıntıkalar ‘Alaycı Kuş’tan güç olarak isyan ediyorlar, başkentin karşılığı gecikmiyor, şiddeti tırmandırıyor ve can alıyorlar. Haliyle tanıdık geldi, değil mi? İsyan edenler ve muktedirler arasındaki mücadele öyküleri, masal da olsalar, film de olsalar, gerçek de olsalar, her zaman benzeşirler, sorun yok!

Oyuncu el deÄŸil, eldivendir…

 

 

“Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.”

 

ALPER TURGUT

 

Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan. Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu, neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği, nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan söyleşiye geçelim.

 

-TV dizilerine devam mı, tamam mı?

 

Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre, zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz dışında kışın da film çekebileceğim.

 

– Yönetmen ya da baÅŸka bir ÅŸey konusunda ayrımın var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna der, senaryo da senin kafana yatar…

 

Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle ilgili.

 

– Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?

 

Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı. Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok. Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir parçasısın.

 

– O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen ise maestro.

 

Eldivensin sen, el deÄŸilsin.

 

– Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.

 

Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.

 

– Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.

 

Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.

 

– İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oÄŸlunun ve torunun da olacak.

 

Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor. Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…

 

– Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana “Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı var.

 

O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge Ceylan’dır. Müthişti.

 

– Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiÅŸ kareler çıkarttın konuÅŸmadan.

 

Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor, sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun. Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.

 

– Son film “Sürgün İnek”, 28 Åžubat meselesiyle ilgili sanki… İneÄŸin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28 Åžubat’ta gösterime gireceÄŸiz, onu biz belirledik” dedi.

 

Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı yapılan şey aslında toplumların üzerindeki korku, kaygı, endişe. Zannedersem buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde, yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor. Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.

 

– Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.

 

Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış. İneği önce kesecekler, kesmiyorlar. Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve endişe uyandırıyor.

 

– Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?

 

Kampanya oluyor ya.

 

– Gezi Parkı deÄŸil mi bu?

 

Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.

 

– AÄŸacı, hayvanı… Aslında tüm bunların ötesindeki olan ÅŸey, adalet arayışı ve toplulukta baskı içinde yaÅŸamama isteÄŸi… Gençler “Biz hür bir toplumda yaÅŸamak istiyoruz” dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.

 

Süper olmadı mı?

 

– Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü anlaşıldı.

 

İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri. Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne… Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem yaşanıyor.

 

– Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var sırada, Ferhan Åžensoy’un “Muhalif BaÅŸkan” yine baÅŸka bir örnek. Bence Hükümet Kadın ve Muhalif BaÅŸkan, çıtayı aÅŸamayan projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla büyüdük. Åžimdi oynasa, yine izlerim, izleriz. Çünkü o, hem güldürüyor hem faÅŸizmi de eleÅŸtiriyor. AÅŸireti eleÅŸtiriyor, faÅŸizmi eleÅŸtiriyor, baskıyı eleÅŸtiriyor. En nihayetinde mizah, güçlü bir izah türü. Hani Gırgır’ın beÅŸ yüz bin sattığı dönemler gibi… AÄŸlayan toplumların birazcık gülmeye ihtiyacı vardır. Günümüzde çoÄŸu mizahçı, siyasetten sıyrıldı ben iÅŸte bunu anlamıyorum.

 

Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.

 

– Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor. Gezi’nin ardından milletin devletten önemli olduÄŸunu anlayacağımız bir sürece gireriz, umudum bu. Kolay bir iÅŸ deÄŸil. Ama devlet bizim yarattığımız sanal bir ÅŸey ve her ÅŸeyi onun üzerine yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz, “Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet senin ona uydurduÄŸun bir kılıf. Burada da “baskı toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken bunu mu hissettin?

 

Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne numaralar ne taklalar attıracağını… Benim karakterim burada “köyün omurgasızı”. Fantastik bir köy burası. İşte bu ineÄŸin sahiplerinin daha doÄŸrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeÅŸiyim ben. Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba sevdalısı… Mesela bu taraftan da okunabilir bu hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiÅŸ. Araba, manita, öğretmen de güzel, aÅŸk meÅŸk, falan filan. Yani iÅŸsiz güçsüz takımı var köyde. Bunlar niye iÅŸsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının arkasında adamın bu iÅŸsizliÄŸi, bu güçsüzlüğü de var. Sabahtan akÅŸama kadar kahvede okey oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için simgelediÄŸi sadece bir hayvan sevgisi deÄŸil, sütü, eti, ederi, en önemli ÅŸey. Ama bakıyorsun meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her birinin yıllık geliri beÅŸ bin lira var mıdır? Yoktur. Ben geldim burada çekim yaptığımız yere soruyorum herkesle konuÅŸuyorum, nedir, ne yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineÄŸe mahkum bırakan da bu devlet.

 

-Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.

 

Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu kameranın açısı ve gördüğü resim gereği. Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken kıçı da sola yapışmış oldu.

 

– Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten ülkeyiz denirdi. Ama ÅŸu an tarımda kendini yetemeyen, ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya ya da baÅŸka bir ÅŸeye tabi olan ve giderek kalabalıklaÅŸan, üçer çocuk istenen bir ülkede yaşıyoruz. Sorum ÅŸu; bu köyden Türkiye’nin profili çıkabiliyor mu?

 

Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin zaten kurgusunu yapması gereken bir şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.

 

– Bir ÅŸey diyeceÄŸim peki, gözüme battığı için söylüyorum, Åžebnem (Sönmez) var oyuncular arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular arasında, kendi aranızda tartışma oluyor mu? Yoksa burada iÅŸimizi yapıyoruz ÅŸeklinde mi?

 

Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor. Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa niye burada olalım.

 

– Ben de onu söylüyorum konuÅŸup tartışamayacağımız hiçbir ÅŸey olmamalı.

 

Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak, bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim mi belki de bu tablonun hoş ve güzel yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani. Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste atıyorum türbanlı birini görmekse mesele, yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum. Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor, mesele bu.

 

– Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eÄŸitmenlik sürüyor mu?

 

Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en keyif aldığım ÅŸeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar ki… Evet, bu bizim baÅŸrolümüz ve bence geleneksel yerlerden oyunculuÄŸun, sanatın hemen kurtulması lazım. Åžimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet Akademi içinde aslında. Aynı zamanda yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy Blok” diye bir çalışma mekânı var. Bayağı 140 metrekare acayip bir yer. Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece çalışma ve prova için yapılmış bir yer. Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine geri dönersek, Åžehir Tiyatrosu’nun özelleÅŸtirilmesi pek çok buluÅŸmayanı, birleÅŸmeyeni bir araya getirdi. İşte ne oldu, “Sanat Maratonu” diye bir ÅŸey yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes kendi içinde takılacaktı. SaÄŸolsunlar bütün perdelerimizi açtılar. Buna da ihtiyacımız vardı, saÄŸolsunlar. Tabii tam da o dönemde ÅŸu çok dikkat çekici bir ÅŸeydi yani. ArkadaÅŸ nasıl bir eÄŸitim? Oyuncu eÄŸitiyorsun da nasıl bir oyuncu eÄŸitiyorsun? Burada karşıdan gelen bir ÅŸikayet var daha doÄŸrusu karşı tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı bir ÅŸikayet, “Elinizde içki kadehleriyle sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”. Meseleye bu karikatür hatlarını kesip biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?” diye baktığınız zaman aslında birdenbire AKP kültür sanat politikasından daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet tiyatrolarına oyuncu yetiÅŸtiren devlet konservatuarlarının konuÅŸma derslerine bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiÅŸ gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü bütün konuÅŸma dersleri İstanbul ÅŸivesi üzerine kurulu. İstanbul ÅŸivesiyle doÄŸru dürüst konuÅŸabiliyorsan, sen oyuncu olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın. Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç bozulmamış ÅŸivesiyle bir Zaza alsınlar, bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir TekirdaÄŸlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki bunun temeli buymuÅŸ gibi. Ben bunu söylediÄŸim zaman etrafımda yıllarca oyunculuk yapıp, İstanbul ÅŸivesiyle konuÅŸup “Ama benim ÅŸivem yok” deme cahil cesaretini gösterenler oldu. Dil varsa ÅŸive de var. Bu dil meselesinden baktığın zaman aslında devlet tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada durduÄŸunu görüyorsun. Peki, devlet konservatuarlarında ne yetiÅŸtiriyorlar? Oyuncu. Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan kastınız ne yani. Herkesten herkese deÄŸiÅŸir. Bizim akademimizde de iç yönetmeliÄŸinde yazar ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro bölümünde amaç oyuncu yetiÅŸtirmek deÄŸildir, amaç farkındalığı geliÅŸmiÅŸ birey yetiÅŸmektir.”

 

– İster oynar, ister oynamaz…

 

Evet, bu birey isterse oyunculuk da yapabilir, isterse başka bir şey yapabilir ya da hiçbir şey yapmaz ama baş tacımızdır, bizim arkadaşımızdır. Kendinin kim olduğu konusunda meselelere ayıkmayan biri ile sen izleyici arasında empati kurabilir misin, katarsis oluşturabilir misin? Yapamazsın. Ama bakıyorsun sokaktaki insan gibi konuşmayan, bırak insanı insan gibi konuşmayan, tuhaf bir şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf bir edayla hareket eden kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor. Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey… Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın. Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli” yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan, doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.” Sonra Gezi Direnişi’nden sonra şöyle dönüştü; “Aslında hepiniz siyasetçisiniz ama bu gerçek sizden saklanıyor.”

 

– Tiyatro, binalardan kurtulmalı, özetle…

 

Bence asıl yapılacağı yer sokaklardır. Sen, “Ses Kumpanyası Şiir Korosu”nu duydun mu? Bizim koromuz. Elli kişilik bir şiir koromuz var. Geçen yıldan beri çalışıyoruz. Youtube’a “Ses Kumpanyası Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun, aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor. Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını anlamıyorsun.

 

– EskiÅŸehir’de baÅŸladılar, mesela tramvayda, çay bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diÄŸerleri ona katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.

 

Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.

 

– Son soru müzik… Nasıl gidiyor?

 

Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil, Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin sözlerini yazdığı var.

 

 

http://www.cinedergi.com/ Bu sohbet, Cine Dergi’nin Eylül 2013 sayısında yer aldı.

 

Bir filmde yaÅŸamak…

 

 

ALPER TURGUT

 

Efsane aktör Marlon Brando’nun baÅŸrolünü sırtladığı, 1969 tarihli İsyan / Kanlı Ada (Queimada) filmini izlediniz mi? Seyretmediyseniz, kısaca özetleyeyim, Portekiz sömürgesi, hayali bir adayı anlatır, İngilizler, ada sakinlerini ayaklanma için itekler, yerli halk silkelenir ve önce Portekizlilere ardından da İngilizlere isyan ederler. Filmde iki ÅŸey anlatılır, seni yönetenler ve seni isyana teÅŸvik edenlerin amacı ortaktır, elbette sömürmek, ikincisi bir kez isyan baÅŸladı mı, artık durulmaz, sömürenler gidene dek. GeçtiÄŸimiz günlerde de yine İsyan odaklı, L’ordre et la morale adlı 2011 yapımı bir film seyrettim, Fransa’nın Pasifik’teki sömürgesi Yeni Kaledonya’da, emperyalistlere dur diyen mazlum insanları resmediyordu.

 

Şimdi bunları neden anlatıyorum? Gezi Parkı’nda başlayan ve kısa sürede memlekete yayılan protestoların, gündelik hayata yansıması kaçınılmaz oldu. Evet, direniş, apolitik genel eğilimi, tersyüz etti, sıcak yaz günleri, politik gündemle daha da yakıcı bir hale dönüştü. Uykusuz geceler, yaz tatillerini erteleyenler veya tatilini direnişe göre planlayanlar, gündüz işe, gece direnişe giden insanlar, haliyle sokakta, evde, metroda, vapurda, metrobüste, her yerde, konuşulan biricik konu, ne olacak bu memleketin hali?

 

Film, beyazperdeden taştı, sinema salonunu aştı, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir derken, neredeyse her kente ulaştı. Bağımsız sinemacılar salon bile bulamazken, sokaklar ve meydanlar, sinema salonuna dönüştü. Doğaçlama senaryolu bir filmin içerisinde gibiyiz, finalini bilmediğimiz, sürprizlere açık, türden türe zıplayan kah polisiye, kah romantik, kah komedi, kah korku… Cep telefonlarıyla, benim diyen görüntü yönetmenlerine rahmet okutan sahneler çekiyor, insanlar… Çırılçıplak TOMA’ya karşı duranlar, TOMA’nın altına yatanlar, tazyikli suya göğsünü siper edenler, gaz bombası başka insanları etkilemesin diye, üstüne atlayanlar… Başrol yok, yan rol bile yok belki, herkes kendini figüran hissediyor, lakin gocunmuyorlar bu durumdan… Ülkenin bir bölümüyle birlikte, dünya da izliyor bu filmi, dışarıdan bakanlar, benim işimi çoktan üstlenmiş, her biri film eleştirmeni olmuş sanki… Yok, bu sahne gerçekçi değil, olmamış, hakkını verelim iyi kotarılmış, bu sahnede dublör mü kullanılmış gibi… Şakası bir yana, yaklaşık bir aydır, tarih yazılıyor, gelecekte, bugün yeni nesil dediğimiz, eylemlerin ortasında duran kitlenin, torunlarına Play Station oyunları dışında, anlatacak öyküleri de var artık. Neyse…

 

Sinema mevzusuna geri dönelim, siyasi filmlere bile gerek yok, son dönemde Hollywood’dan gelen gişe odaklı, görseli zengin, efekti bol, üç boyutlu yapımlar, emperyalistlerin güç gösterisi, dünyaya meydan okuması ve kapitalizmin reklamlarıyla dolu, bırakın dünyalı isyancıları, uzaylı asilere dahi hadlerini bildirmeye çalışan filmler bunlar… Korkuyorlar hayli, düzenin bozulmasından çekiniyorlar, uyuyan kitlelerin uyanmasından ürküyorlar. Ancak dünya eski dünya değil artık, internetten sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Atina’da motosikletlerinin başında bekleyen gençler görmüştüm iki yaz önce, sonra birden telefonlarına mesajlar gelmeye başladı, hepsi atladı motorlarına ve parlamento binasına yöneldiler, kırmızı boyalı poşetler yağmaya başladı binaya, kıpkırmızı olana dek. Bizi yönetenler, kan dünyasını siz yarattınız diyorlardı, konuşmalarına bile gerek yoktu. Dil ortak değildi ama isyan eden yürekler ortaktı. Bugün Türkiye ve Brezilya, yarın tüm dünya, bunu anlamak için orantısız bir zeka şart değil. Spartaküs öldü ama fikir ve eylem asla ölmez, düşüncelere kurşun geçmez. İki bin yıl sonra yeniçağın köleleri, efendilerine isyan ediyor, böyle gelmiş, böyle gitmez diyerek…

 

Yazı, Yalnızlar Mektebi‘nin Temmuz-AÄŸustos sayısında yer aldı.