Etiket arşivi: gael garcia bernal

Ya kayyumlar, yönetmen olsaydı

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Seçim günü, seçim odaklı filmleri yazarak, şansımı zorlamak (konuyu, meseleyi, mevzuyu zorlamak da olur) istiyorum. Eskiden mahallede büyüklerimiz, ahali geçim derdinde, seçim de neymiş? diyerek, burun kıvırırlardı, sonra da tıpış tıpış sandığa gider ve oylarını atarlardı. Durun! Kimse kıpırdamasın, şimdi aklıma geldi. Aslında tatil filmlerini de yazabilirdim. Çünkü sosyal medyada, bugün tatilde olanlara, resmen savaş açılmış durumda. Tatile gidersen küserim, valla konuşmam bir daha, seni arkadaş listemden atarım (ne büyük bir yıkım), neeee tatil mi?, tatil demeyin, katil olacağım (bunu yazanı da gördüm ya, gam yemem artık) vesaire vesaire. Bakın, tatil dedim, oy atmayacağım diyenler zaten, direkt hedef tahtasında… Rey-Men’ler ve Rey-Girl’ler (kadın demedim, kadınların yaşı sorulmaz, onların yaşı yoktur, her kadın, genç kızdır), çok kararlı ve öfkeliler, onlarda karavana da yok, vururlar tam 12’den, inanın, gözünüzün yaşına bakmazlar. Evet, canım efendim, memlekette devrim filan olacağı yok, yani uzunca bir süre olmaz gibi, yoksa olur mu ya, kendimden bile emin olamadım, ülkeden ve insanlarından nasıl olayım, yurt, yurt değil ki, bildiğiniz tuhafiye dükkanı gibi, harbiden tuhaf yani… Üstelik şaşırmak bize uğramaz oldu, yerkürenin başka bir yerinde, normal insanlar, şaşkınlıktan şaşı kalır, biz, aman bu da bir şey mi canım diyerek, gündem manyaklığımıza devam ediyoruz. Özetle; her türlü alengirli şey olabilir, devrim bile. Mümkündür.

 

Hayda! Kayyum filmleri, hayli ilginç olabilirdi. Bakın çok enteresan, kayyum filmleri diye bir şey yok. İnsan bazen hayret ediyor. Hem kayyum, bir gazeteyi, bir günde, havuza sokuyorsa, kesinlikle sihirbaz gibi bir şeydir. Filmi olsa, bu becerikli arkadaşlar, beyazperdeyi, kapkara perde de yapabilirler, tam da bu yüzden, kayyumlar, bari yönetmen olmasınlar diyor ve geçiyoruz. Hala mevzuya giremedi eleman diyorsunuz, bir ihtimal. Oy vermenizi bekliyorum, oylarınızı kime atacağınıza karışmam, lakin kime atmayacağınız konusu, çok önemli ve değerli. Pişman olmamak için, sandığa gidin, sonra devam edersiniz okumaya, ben de arada bu yazıyı nasıl toparlayabileceğimi düşüneyim. Şaka yapmıyorum, öyle böyle değil, iyice dağıttık.

 

Neyse, biz yine dönelim Pandora’nın Kutusu’na, pardon seçim sandığına. Seçim odaklı filmlerde, ne olur? Elbette, hile olur, ayak oyunları olur, karmaşa olur, şamata olur, şaşaa olur, itinayla hak yenir, hakkı olan kazanmaz, haksız zafere ulaşır. Politik-acıyı ne sandınız? Siyaset, göz boyama, aldatma ve kaşıkla verip, kepçeyle alma sanatıdır. Siyaset, dans gibidir, yasadışı vals gibidir (bu da yasaklanır diye dedim), kefen giymek gibidir, bir yöneticinin, ekranlardan, 24 saat boyunca seni azarlaması gibidir. Sarayın balkonuna, sinema salonu koltuğu koysan, halkın bulunduğu yere de IMAX sistemi yerleştirsen, dev perde, yara bandı gibi görünür, ta o mesafeden…

 

Bizde bir seçim filmi çekilse, fantastik olur, ağır dram olur, absürt komedi olur, ak kediler, trafolara girer, hop elektrikler kesilir, garibim vatandaş, yürüyüp gitmesin diye, oy çuvallarına oturur, gerilim filmi de olabilir bak, plakasız arabalar, okullara sokulur, garip tipler, tuhaf hareketlerle, ortamı gerer ve film, akar. Hem seçim filmi deyince, iyice açmak gerek konuyu, çünkü artık seçim, bu dünyanın biricik gerçeği. Herkes her şeyi seçiyor, güzeller seçiliyor, elbiseler seçiliyor, televizyonlarda her gün, eş seçiliyor, pazarlarda bağırırdı ya satıcılar, seçmece hanım bunlar, seçmece diye, işte öyle.

 

Bizim seçim filminden anladığımız, partilerin, aman görün, en cici biziz, en minnoş biziz, işte şunları yapacağız, bunları yapacağız. Yapmayacaklar elbette, vaat denilen şey, en neticede, bir seçim öncesi aparatıdır, kanmak isteyen, kanar, kanmak istemeyen, çevresinin gazıyla, kanıyormuş gibi yapar, bu trajikomik öykü, böyle sürer gider. Seçim, demokrasi demektir, şaka, şaka, yok öyle bir lüks. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, ileri demokrasi, demokrasi olmayınca, çeşitli adlar takabiliyoruz, üstelik itiraz da etmiyor bu demokrasi, çok cici bir şey. Efendim, demokrasi, zengin sınıfının, biz yoksullarla dalga geçmek için icat ettiği bir zamazingodur, hadi oyuncaktır diyelim. Bari sandıktan, oyuncak çıksaydı, ne güzel oynardık. Ne çıkacak, vergi çıkacak, zam çıkacak, zulüm çıkacak, bir dahaki seçime kadar, goygoy yapma fırsatı çıkacak.

 

Seçim geyiğine, artık bir son verip, filmlere geçeyim, misal 43 sene evvel çekilmiş olan The Candidate, senaryo Oscar’ını da kucaklayan, eli yüzü düzgün bir seyirliktir. Robert Redford abimiz, neredeyse tıfıl sayılabilecek bir yaştadır, canlandırdığı senatör adayı karakter, dürüstlükten pirim vermez ve kısa sürede anketlerde tırmanmaya başlar. Lakin kazanma ihtimali yükselince, her şey, 360 derece, hemen tepki vermeyin, sizleri deniyordum, 180 derece değişir. Siyaset, dürüstlük yeri değildir, kurnaz olmak gerekir. Buyurun size, Hollywood soslu, bir PR işi. Algı yönetimi, sadece siyasetin değil, sinemanın da en sevdiği şeydir, en nihayetinde.

 

Yılın Başkanı (Man of the Year / 2006) , artık aramızda olmayan komik abimiz Robin Williams’ın sırtladığı, bir başkanlık hicvi. Bir TV şovmeni, başkanlığa aday olur, kazanma umudu yoktur, ancak elektronik seçim sistemi, error verir ve bu hata, onu Beyaz Saray’a taşır. Mükemmel bir başkan olacakken, daha fena olan hak etti diye, koltuğunda kalmak istemez. Vay! Amerikan Sineması, yine gizli görevde! Alt-metin ile biz, iyi yanlış yerine, kötü doğruyu seçeriz. En iyi başkanları, suikast kurbanı olmuş, çetrefilli ve alengirli işlerde zirve yapmış bir ülkede, Doğrucu Davut olmak, hay maşallah. Uzatmadan, filmden aklımda kalan yegane şeyi yazayım; “Politikacılar bebek bezlerine benzer. Sık sık aynı nedenle değiştirilmelidir. Bir dahaki sefere oy kullanırken aklınızda olsun.”

 

No (2012), benim en sevdiğim seçim filmi, kuşkusuz. Reklamcılığın ne denli güçlü ve önemli bir meslek olduğunu, sayesinde öğrendim. Yönetmen Pablo Larrain, Şili cuntasından, sivil hayata geçiş dönemine çevirmiş kamerasını. Referandumda, hayırcılar, darbecilere karşı, büyük bir zafer kazanırlar. Ünlü aktör Gael García Bernal’in başrolü üstlendiği film, muhalefetin, imkânsız olanı başarmasın ardında yatanı açıklar. Hayır, hep olumsuz değildir. Bazen umut vardır, pozitif enerji vardır, gelecek vardır, mutluluk vardır. İlginç olan askeri diktatörlük dönemi bitiminde, televizyonda eşit süre alır, evetçiler ve hayırcılar. Şimdi bizim ülkemizde, yaşanan ‘ileri demokraside’, ekrana çıkamıyor, çıkartılmıyor muhalifler. Tek kelimeyle, trajikomedi, haliyle.

 

Wag The Dog (1997), seçim öncesi, başkanın seks skandalı patlar, peki, seçmen bu dikkat çekici mevzuyu, nasıl unutacaktır? Savaş başlatılarak elbette. Anında Arnavutluk’ta sahte bir savaş yaratılır, devamında da bir kahramanlık destanı ortaya çıkartılar. Başrollerde de Dustin Hoffman ve Robert De Niro yer alırsa, oturulur, dönen dolaplar seyredilir.

 

The War Room, Oscar adayı olmuş belgesel, 1992 seçimlerinde, meşhur Bill Clinton’ın kampanyasını hayata geçiren ekibi anlatıyor. Bir seçim sürecinde, neler yaşanır, medya ile ilişkiler nasıl kurulur gibi şeyleri merak edenler, seyredebilirler. Aynı seçimle ilgili, bir de uzun metraj kurmaca yapım da var. Kirli Yarış (Primary Colors -1998), işte adı üzerinde, kirli bir seçimi resmediyor. (kirsiz bir seçim varsa, onu da ben bilmiyorum)

 

Game Change (2012), bir TV filmi, 2008 ABD baÅŸkanlık seçimlerinde, Cumhuriyetçi Aday John McCain’in ile BaÅŸkan Yardımcısı Adayı Sarah Palin’in, demokratlarla yarışını aktarıyor. BaÅŸroller saÄŸlam, Julianne Moore, Woody Harrelson ve Ed Harris, her zamanki gibi döktürüyorlar. TV filmi demiÅŸken Oyun (Recount – 2008) da, Al Gore’un, OÄŸul Bush’a kıl payı kaybettiÄŸi, ÅŸaibeli seçimi dillendiriyor.

 

Sinema tarihine geçen, kült ve klasik Mr. Smith Washington’a Gidiyor (1939) ile yine Frank Capra ustanın, 1948 tarihli State Of The Union adlı yapıtını da, seçim filmleri listemize alabiliriz. Son olarak Bulworth (1998), The Best Man (1964), The Last Hurrah (1958), Zirveye Giden Yol (The Ides of March-2011) yapıtlarını da listemize katıyoruz. Unuttum sandınız değil mi? Elbette, unutmadım. Kemal Sunal’ın hayat verdiği Zübük ile Koltuk Belası, listemizin yerli adayları… Haydi, iyi seçimler.

İnsanoğlunu körlük değil nankörlük öldürecek

ALPER TURGUT
Körlük denilince akla kopkoyu bir karanlık gelir, edebiyatın büyük ustası, Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük’ü ise bembeyaz bir zalimliği resmediyor. Bulaşıcı körlük, karmaşa, karantina, kahredici bir tanıklık ve “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) adlı bıçak sırtı bir gerçeklik. Kült bir eserin sinemaya uyarlanıp beyazperdeyle kucaklaşması ve dörtdörtlük bir beğeniyle sahiplenilmesi hepimizin bildiği üzere çok zordur. İşte Körlük’ü, çoğunluk için orta karar bir seyirlik haline getiren yegâne şey, belki de beklenti çıtasının inanılmaz yüksek oluşundan kaynaklanıyor. Ancak siz yine de hoşgörüyle yaklaşın ve inanılmaz bir emek-efor harcandığı her halinden anlaşılan Körlük’e bir şans tanıyın.

TANRI KENT’TEN KÖRLÜK’E…

 

Körlük’ü (Blindness), debdebeli Rio de Janerio’nun yoksulluğuna yaslanan favelalarında, “Tanrı Kent” (Cidade de Deus / 2002) denilen ve hepimizi derinden etkileyen bir suç masalı kotaran Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles çekti. Reklam sektöründen sinemaya atılan Meirelles bir sonraki filmi “Arka Bahçe” (The Constant Gardener / 2005) ile rüştünü ispatlamıştı. Filmin senaryosunu, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde (2005) “Altın Lale” için yarışan “Çocuk Yıldız”ın (Childstar) yönetmeni Don McKellar kaleme aldı. Sağlam bir oyuncu kadrosunu bağrında barındıran Körlük’ün başrollerinde; Julianne Moore, Mark Ruffalo, Danny Glover ve Gael Garcia Bernal var. Özellikle Julianne Moore deyim yerindeyse döktürüyor.

 

POLİTİK METİN ÇARÇUR EDİLMİŞ

 

Körlüğe dair simgelerin ve kameranın kullanımı, güzelim geçiÅŸler, yakın plan çekimlerindeki ustalık, sıkı ve cezp edici bir atmosfer, kâfi derecede doyurucu bir final… Tüm ekip (baÅŸta yönetmen ve görüntü yönetmeni) alkışı hak ediyor. Romandaki politik metnin çarçur edilmesi eksi bir nota karşılık geliyor. İnsanın dar alana sıkışınca kaosu çare bellemesinin ise sinema tarihinde bin bir örneÄŸini bulunuyor. Cannes Film Festivali 2008’in açılış filmi olan Körlük, Filmekimi 2008 ile Antalya (Danny Glover iÅŸtirak etmiÅŸti) ve Bursa (Gael Garcia Bernal gelmiÅŸti) film festivallerinin ardından nihayet 5 Haziran günü gösterime giriyor.

 

BEYAZ KÖRLÜK VE MEDENİYETİN YIKIMI

 

Metropolde sıradan bir gün… Herkes gündelik hayatın gerekliliklerini yerine getirme derdinde… Sonra sıra dışı bir olay yaÅŸanır, arabasının içindeki bir adam aniden görme yetisini yitirir. Ne yazık ki; körlük bulaşıcıdır. Kısa bir sürede salgın yayılır ve devlet, körlerini toplum saÄŸlığı aÅŸkına karantinaya alır. Askerlerin kontrolündeki eski bir akıl hastanesine tıkılan körlerin yanında hastalığa yakalanmayan bir kadın vardır. Çok geçmeden körlerin dünyasında hâkimiyet savaşı patlak verir. Hadi yazarın hayal gücünden devÅŸirme “beyaz körlük” illetini es geçelim, insanoÄŸlunun ruhuna kazınan nankörlüğe ne kulp takacağız… Hem vicdanın göze de ihtiyacı yok ki… Elinde silah olan kör güçlüdür, doÄŸuÅŸtan kör olan diÄŸerlerinden ÅŸanslıdır. En büyük maÄŸdur ise tüm melaneti gören kadındır. Ahlak, deÄŸer yargıları, acıma hissi… İstisnasız her ÅŸey çoktan çökmüştür. Peki; insanlığın cılkı çıkarsa uygarlığın yıkımı resmi bir hüviyet kazanır mı? MahÅŸer yerine çevrilen dünyaya bakıp yanıtı siz vereceksiniz.

 

Cochabamba’dan Hopa’ya, su haktır, su hayattır!

 

ALPER TURGUT

 

“Yağmuru Bile” (También la lluvia), eski sömürgecileri ve soykırıma uğramış Latin Amerika Kızılderililerini anlatayım derken günümüz sömürgecileri ve isyancı yerlilerinin “su savaşları”nın ortasında kalan, film içinde bir film, özetle. Yapıt, bir belgesel özeninde, gerçeği ustalıkla kurgulayıp, aşırı duygusallığa düşmeden ve didaktik bir dil kullanmadan, müthiş bir atmosfer yakalayıp akıcı ve çarpıcı bir sonuca ulaşmasını biliyor. Yeni nesil politik sinemanın bu güzel örneğini, kaçırmamalı.
Bolivyalı fakir ve yerli halkın suyuna yaklaşık 10 yıl önce göz diken çokuluslu şirket, can ve kan pahasına yürütülen ve büyütülen bir mücadele sonucunda kovulmuştu ülkeden, sloganları “Su Hayattır” idi. Asiydiler, inatçı ve inançlıydılar, tüfek ya da silah ile bu halk caymayacak, yeni bir katliam ve soykırım için sömürgecilerinden asla özür dilemeyecekti. Ülkenin üçüncü büyük kenti Cochabamba’yı resmen savaş alanına çevirdiler, barikatlar kurdular, omuz omuza, dayanışmayı ve paylaşmayı gerçek kıldılar. Ve her şeyden önemlisi istilacılara karşı 500 yıllık öfkeleri vardı, atalarından miras kalan, saklı ve haklı bir büyük öfke, işte onu kuşandılar. Suyumuz yerine (biz su diyoruz onlar Yaku) ancak çişimizi alabilirsiniz diye haykırarak…

 

Bugün HES’ler ile memleketimizin güzelim dereleri peşkeş çekiliyor, Hopa’da devrimci öğretmen Metin Lokumcu’nun hayatını ortaya koyduğu, bu amansız ve iç acıtan benzerliğin şiarı da tıpatıp aynı; “Su Hayattır”. Evet, su hayattır, satılamaz. Çünkü ‘dere bizim evimiz, suyu alın terimiz’ diye türküler söylemişiz. “Dereler, doğa anamızın gözyaşlarıdır” demişti bir Karadenizli dede ve eklemişti; “Hayat verir dere, bu yüzden yaşamak kadar kutsaldır. Biz suyu, kanımızla bir saymışız, ötesi yoktur!” Şair Ece Ayhan, “Vücudunun yüzde 70’i su olan bir canlının nasıl olurda içi yanar” demiş ya, deresiz kalan doğa anamızın da içi yanmaz mı be usta? Bolivyalı kardeşler kovduysa suyumuzun düşmanlarını, bize susmak, bize durmak, bize arkada kalmak yakışmaz. Artık bizim sudan sebeplerimiz bile hayatidir.

 

 

İspanya-Fransa-Meksika ortak yapımı Yağmuru Bile’yi, “Gözlerimi de Al” ile oyunculuk ve senaristlik dışında yönetmenlikte de kendini ispatlayan Icíar Bollaín çekti. İspanyanın Oscar adayı, sekiz ödüllü bu filmin senaryosunu ise, Büyük Usta Ken Loach’un yapıtlarını kalemiyle destekleyen Paul Laverty yazdı. Yağmuru Bile’nin Bolivyalı yerlilerin ağırlıkta olduğu geniş bir oyuncu kadrosu var. Misal Meksikalı oyuncu-yönetmen Gael García Bernal ile yetenekli İspanyol aktör Karra Elejalde… Onlar işlerini layıkıyla yapıyorlar, eyvallah. Ancak “Güneşli Pazartesiler”, “Gözlerimi de Al” ve “Hücre 211” ile resmen takibe aldığımız Luis Tosar, tabir yerindeyse döktürüyor. Taş bir kalbin yumuşamasını, bir adamın iyiden, haklıdan ve doğrudan yana dönüşümünü müjdeleyen karakteri Costa’yı sırtlıyor, götürüyor. Ben lanet bir sivil toplum örgütü değilim diyen bu arkadaşa hayat sıkı bir tokat atıyor. Ve gelelim eylemci, bilinçli ve en sahici karaktere… Juan Carlos Aduviri, hem İspanyol istilacılara karşı direnen Kızılderili Hatuey, hem de oyuncu ve su eyleminin lideri Daniel’e can veriyor.

 

İstanbul Film Festivali’nin “Sinemada İnsan Hakları” bölümünde yarışan Yağmuru Bile nihayet gösterime girdi, tam 3 kopyayla… Hafta sonu 493 kişi izlemiş, eh büyücü Harry Potter var, gereği yok, gerçeğin…

 

Filmin konusu ise özetle şöyle; Takıntılı idealist Sebastian, Kristof Kolomb ile ilgili bir film çekmeye kararlıdır, ama bu ‘Hıristiyan kahramanın’ (soykırımcı doğrusudur) mitini tersine çevirecek, açgözlülüğünü ve vahşi eğilimlerini gösterecektir. En ucuz ve Latin Amerika’da en “yerli” ülke olan Bolivya’daki çekimler sırasında, Kolomb’dan 500 yıl sonra toplumsal huzursuzluk patlar. Halk en temel hayati madde olan su için savaşmaya başlamıştır.