Etiket arşivi: Fırat Tanış

BU SON OLMASIN!

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Arkadaşım ve meslektaşım Serdar Akbıyık ile oturmuş sohbet ederken, yahu hep sinema üstüne yazıyoruz, acep niye film çıkışı, bizde yarattığı hissi ve aklımıza geleni, bik bik anlatmıyoruz dedik ve video çekmeye karar verdik. Adı da 2 Arada 1 Derede olsun bari dedik ve hoppppp kolları sıvadık. İşte kameramanlığımızı ve yönetmenliğimizi Yavuz Gayberi üstlenmeden önce, teknoloji fukarası cep telefonlarıyla kaydettiğimiz, arada sallanan, kadraja oturmayan ve sesi çok iyi duyulmayan, yani tam amatör işi videoları, zorbela internete yükledik.

 

Çoğu geyik, azı ciddiyetti, baksan süsü komedi ve ironi idi, elbette deneyimlerimiz, hayattan koparabildiklerimiz vardı, anlatılanlar film kadar; bizi biz eden şeylerdi.  Her neyse… Orçun Benli ve Şükrü Üçpınar ekürisinin yazdığı, Orçun’un çektiği ilk film “Bu Son Olsun” da, bizden kurtulamadı, dilimize dolandı, hatta hatırlıyorum, harbiden bu son olsun demiştim, Serdar da gevrek gevrek gülmüştü, klasik! Bu Orçun’a dert olmuş, arayıp bizi bulmuştu, sonra bir video daha çektik, gönlünü aldık. Sonra dost olduk, haaaa nice arkadaşım dediğim yönetmen, filmini beğenmediğim için selamı kesti, arkamdan konuştu, o başka. Lakin Orçun, böyle egosantrik bir eleman değil, yani bana hiç değil, başkalarını bilemem, ben doğallık, samimiyet, işini savunan ve hakkını arayan insanı severim, abi, filmin neresini ve neden beğenmedin diye sorana kapım hep açık, arkadan iş çevirene ise asla!

 

Hayda! Biz şimdi buraya, harbiden nasıl geldik? Konuyu dağıtma ustasıyım resmen. Hah! Aradan seneler geçti, Orçun’un çektiği (Şükrü, seni de unutmadım birader) beşinci film geldi. Ver Kaç, bu ay gösterime girecek. Bunaltan, daraltan, yaşama azmini azaltan sanat sepet filmleri de ortada hazır yokken, dedim sevdamız futbol üzerine, laf edeyim, film de vesile olsun. Öyle işte!

 

Ver Kaç, semt kültürü, mahallelilik bilinci ve futbol sevgisi üzerine bir film. Lanet olası beton manyaklığı, kadim semtlerimizi dümdüz ederken, eskiye dair tüm güzellikleri, bir bir çirkinliğe çevirirken, tulumbacıların efsane semti Kadırga’ya uzanmak, iyi geldi bünyeye, yalan yok! Modern futboldan nefret ettiğimi söylemiş miydim?  Çok sevdiğim tribünlerden uzaklaşmamın asıl nedeni, yağmurda ıslanan, güneşte kavrulan, üşüyen, terleyen, sevdası için yollara düşen taraftarların, hızla tenis seyircisine dönüşmesine katlanamadığımdan olsa gerek. Filmde Metin Kurt da var, hani “Futbol borsada değil, arsada güzeldir!” diyen güzel abi, daha ne olsun?

 

Oyuncu kadrosu hayli geniş; Kenan Ece, Bülent Çolak, Aslıhan Güner, Fırat Tanış, Fatih Koyunoğlu, Perihan Ünlücan, Özgün Çoban, Mehmet Ali Kaptanlar, Cenk Ertan, Levent Tülek, Eray Özbal, Murat Şahan, İsmail Oral, Serdal Genç ve Sefa Zengin var. Bülent ve Fırat, zaten komik adamlar, Sefa da sert çehresine bakmayın, o da güldürmeyi biliyor. Beni Kenan Ece şaşırttı, jön delikanlıdan, rolü için göbekli oyuncuya çevirmiş rotayı, valla iyi de olmuş. Sinemanın emektarlarından Yılmaz Guruda, Kayahan Yıldızoğlu, Ercan Yazgan ve Ahmet Fuat Onan’ı görmek de güzel! Vefa, iyidir iyi…

 

Filmde şurası olmamış, burası olmuş demeyeceğim, ne de olsa dayanışma, halkların inceliği ve zarafetidir demişler, üstelik zengin kız, fakir erkek falan filan hayatın ta gerçeği, tıpkı iyi insanlar, kötü insanlar gibi… Müzikler, Kadırga, futbol… Seyredin işte… Özetle; Bu son olmasın Orçun Kardeşim, devam, aynen devam.

Oyuncu el deÄŸil, eldivendir…

 

 

“Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.”

 

ALPER TURGUT

 

Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan. Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu, neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği, nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan söyleşiye geçelim.

 

-TV dizilerine devam mı, tamam mı?

 

Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre, zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz dışında kışın da film çekebileceğim.

 

– Yönetmen ya da baÅŸka bir ÅŸey konusunda ayrımın var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna der, senaryo da senin kafana yatar…

 

Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle ilgili.

 

– Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?

 

Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı. Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok. Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir parçasısın.

 

– O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen ise maestro.

 

Eldivensin sen, el deÄŸilsin.

 

– Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.

 

Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.

 

– Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.

 

Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.

 

– İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oÄŸlunun ve torunun da olacak.

 

Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor. Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…

 

– Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana “Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı var.

 

O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge Ceylan’dır. Müthişti.

 

– Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiÅŸ kareler çıkarttın konuÅŸmadan.

 

Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor, sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun. Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.

 

– Son film “Sürgün İnek”, 28 Åžubat meselesiyle ilgili sanki… İneÄŸin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28 Åžubat’ta gösterime gireceÄŸiz, onu biz belirledik” dedi.

 

Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı yapılan şey aslında toplumların üzerindeki korku, kaygı, endişe. Zannedersem buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde, yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor. Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.

 

– Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.

 

Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış. İneği önce kesecekler, kesmiyorlar. Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve endişe uyandırıyor.

 

– Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?

 

Kampanya oluyor ya.

 

– Gezi Parkı deÄŸil mi bu?

 

Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.

 

– AÄŸacı, hayvanı… Aslında tüm bunların ötesindeki olan ÅŸey, adalet arayışı ve toplulukta baskı içinde yaÅŸamama isteÄŸi… Gençler “Biz hür bir toplumda yaÅŸamak istiyoruz” dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.

 

Süper olmadı mı?

 

– Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü anlaşıldı.

 

İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri. Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne… Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem yaşanıyor.

 

– Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var sırada, Ferhan Åžensoy’un “Muhalif BaÅŸkan” yine baÅŸka bir örnek. Bence Hükümet Kadın ve Muhalif BaÅŸkan, çıtayı aÅŸamayan projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla büyüdük. Åžimdi oynasa, yine izlerim, izleriz. Çünkü o, hem güldürüyor hem faÅŸizmi de eleÅŸtiriyor. AÅŸireti eleÅŸtiriyor, faÅŸizmi eleÅŸtiriyor, baskıyı eleÅŸtiriyor. En nihayetinde mizah, güçlü bir izah türü. Hani Gırgır’ın beÅŸ yüz bin sattığı dönemler gibi… AÄŸlayan toplumların birazcık gülmeye ihtiyacı vardır. Günümüzde çoÄŸu mizahçı, siyasetten sıyrıldı ben iÅŸte bunu anlamıyorum.

 

Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.

 

– Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor. Gezi’nin ardından milletin devletten önemli olduÄŸunu anlayacağımız bir sürece gireriz, umudum bu. Kolay bir iÅŸ deÄŸil. Ama devlet bizim yarattığımız sanal bir ÅŸey ve her ÅŸeyi onun üzerine yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz, “Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet senin ona uydurduÄŸun bir kılıf. Burada da “baskı toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken bunu mu hissettin?

 

Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne numaralar ne taklalar attıracağını… Benim karakterim burada “köyün omurgasızı”. Fantastik bir köy burası. İşte bu ineÄŸin sahiplerinin daha doÄŸrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeÅŸiyim ben. Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba sevdalısı… Mesela bu taraftan da okunabilir bu hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiÅŸ. Araba, manita, öğretmen de güzel, aÅŸk meÅŸk, falan filan. Yani iÅŸsiz güçsüz takımı var köyde. Bunlar niye iÅŸsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının arkasında adamın bu iÅŸsizliÄŸi, bu güçsüzlüğü de var. Sabahtan akÅŸama kadar kahvede okey oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için simgelediÄŸi sadece bir hayvan sevgisi deÄŸil, sütü, eti, ederi, en önemli ÅŸey. Ama bakıyorsun meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her birinin yıllık geliri beÅŸ bin lira var mıdır? Yoktur. Ben geldim burada çekim yaptığımız yere soruyorum herkesle konuÅŸuyorum, nedir, ne yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineÄŸe mahkum bırakan da bu devlet.

 

-Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.

 

Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu kameranın açısı ve gördüğü resim gereği. Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken kıçı da sola yapışmış oldu.

 

– Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten ülkeyiz denirdi. Ama ÅŸu an tarımda kendini yetemeyen, ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya ya da baÅŸka bir ÅŸeye tabi olan ve giderek kalabalıklaÅŸan, üçer çocuk istenen bir ülkede yaşıyoruz. Sorum ÅŸu; bu köyden Türkiye’nin profili çıkabiliyor mu?

 

Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin zaten kurgusunu yapması gereken bir şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.

 

– Bir ÅŸey diyeceÄŸim peki, gözüme battığı için söylüyorum, Åžebnem (Sönmez) var oyuncular arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular arasında, kendi aranızda tartışma oluyor mu? Yoksa burada iÅŸimizi yapıyoruz ÅŸeklinde mi?

 

Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor. Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa niye burada olalım.

 

– Ben de onu söylüyorum konuÅŸup tartışamayacağımız hiçbir ÅŸey olmamalı.

 

Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak, bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim mi belki de bu tablonun hoş ve güzel yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani. Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste atıyorum türbanlı birini görmekse mesele, yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum. Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor, mesele bu.

 

– Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eÄŸitmenlik sürüyor mu?

 

Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en keyif aldığım ÅŸeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar ki… Evet, bu bizim baÅŸrolümüz ve bence geleneksel yerlerden oyunculuÄŸun, sanatın hemen kurtulması lazım. Åžimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet Akademi içinde aslında. Aynı zamanda yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy Blok” diye bir çalışma mekânı var. Bayağı 140 metrekare acayip bir yer. Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece çalışma ve prova için yapılmış bir yer. Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine geri dönersek, Åžehir Tiyatrosu’nun özelleÅŸtirilmesi pek çok buluÅŸmayanı, birleÅŸmeyeni bir araya getirdi. İşte ne oldu, “Sanat Maratonu” diye bir ÅŸey yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes kendi içinde takılacaktı. SaÄŸolsunlar bütün perdelerimizi açtılar. Buna da ihtiyacımız vardı, saÄŸolsunlar. Tabii tam da o dönemde ÅŸu çok dikkat çekici bir ÅŸeydi yani. ArkadaÅŸ nasıl bir eÄŸitim? Oyuncu eÄŸitiyorsun da nasıl bir oyuncu eÄŸitiyorsun? Burada karşıdan gelen bir ÅŸikayet var daha doÄŸrusu karşı tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı bir ÅŸikayet, “Elinizde içki kadehleriyle sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”. Meseleye bu karikatür hatlarını kesip biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?” diye baktığınız zaman aslında birdenbire AKP kültür sanat politikasından daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet tiyatrolarına oyuncu yetiÅŸtiren devlet konservatuarlarının konuÅŸma derslerine bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiÅŸ gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü bütün konuÅŸma dersleri İstanbul ÅŸivesi üzerine kurulu. İstanbul ÅŸivesiyle doÄŸru dürüst konuÅŸabiliyorsan, sen oyuncu olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın. Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç bozulmamış ÅŸivesiyle bir Zaza alsınlar, bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir TekirdaÄŸlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki bunun temeli buymuÅŸ gibi. Ben bunu söylediÄŸim zaman etrafımda yıllarca oyunculuk yapıp, İstanbul ÅŸivesiyle konuÅŸup “Ama benim ÅŸivem yok” deme cahil cesaretini gösterenler oldu. Dil varsa ÅŸive de var. Bu dil meselesinden baktığın zaman aslında devlet tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada durduÄŸunu görüyorsun. Peki, devlet konservatuarlarında ne yetiÅŸtiriyorlar? Oyuncu. Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan kastınız ne yani. Herkesten herkese deÄŸiÅŸir. Bizim akademimizde de iç yönetmeliÄŸinde yazar ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro bölümünde amaç oyuncu yetiÅŸtirmek deÄŸildir, amaç farkındalığı geliÅŸmiÅŸ birey yetiÅŸmektir.”

 

– İster oynar, ister oynamaz…

 

Evet, bu birey isterse oyunculuk da yapabilir, isterse başka bir şey yapabilir ya da hiçbir şey yapmaz ama baş tacımızdır, bizim arkadaşımızdır. Kendinin kim olduğu konusunda meselelere ayıkmayan biri ile sen izleyici arasında empati kurabilir misin, katarsis oluşturabilir misin? Yapamazsın. Ama bakıyorsun sokaktaki insan gibi konuşmayan, bırak insanı insan gibi konuşmayan, tuhaf bir şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf bir edayla hareket eden kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor. Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey… Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın. Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli” yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan, doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında hepiniz sanatçısınız ama bu gerçek hepinizden saklanıyor.” Sonra Gezi Direnişi’nden sonra şöyle dönüştü; “Aslında hepiniz siyasetçisiniz ama bu gerçek sizden saklanıyor.”

 

– Tiyatro, binalardan kurtulmalı, özetle…

 

Bence asıl yapılacağı yer sokaklardır. Sen, “Ses Kumpanyası Şiir Korosu”nu duydun mu? Bizim koromuz. Elli kişilik bir şiir koromuz var. Geçen yıldan beri çalışıyoruz. Youtube’a “Ses Kumpanyası Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun, aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor. Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını anlamıyorsun.

 

– EskiÅŸehir’de baÅŸladılar, mesela tramvayda, çay bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diÄŸerleri ona katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.

 

Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.

 

– Son soru müzik… Nasıl gidiyor?

 

Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil, Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin sözlerini yazdığı var.

 

 

http://www.cinedergi.com/ Bu sohbet, Cine Dergi’nin Eylül 2013 sayısında yer aldı.

 

DİLBER’İN SEKİZ GÜNÜ

ALPER TURGUT
Zeynep, Ali ve Dilber… Sırasıyla kalp, akıl ve ruh… Zeynep ve Ali, kentli, Dilber ise taÅŸralı… Yeni Sinemacılar’ın kurucularından senarist-yönetmen Cemal Åžan’ın nihayete eren üçlemesinde, Dilber’in Sekiz Günü, hiç kuÅŸkusuz en tepe noktayı oluÅŸturuyor. Mardin’in Nusaybin ilçesinde çekilen bu iyi kotarılmış, özgün ve çarpıcı film, -diÄŸer iki kardeÅŸine inat- olgun ve yetkin bir sinema dilini kuÅŸanıyor ve ziyadesiyle alkışı hak ediyor. İzlemenizi öneririm.

Dilber’in Sekiz Günü’nün görsel yönetmeni Cengiz Uzun… Müzikler ise Nail Yurtsever’e ait. BaÅŸrolleri sırtlayan Azeri kökenli aktris Nesrin Cavadzade ve aktör-müzisyen Fırat Tanış ise dörtdörtlük oyunculuklarıyla göz kamaÅŸtırıyorlar. Not; vizyona giremeyen “Ali-Sakın Arkana Bakma” ile “Muhallebicinin OÄŸlu”nu çeken, “Uçurtmayı Vurmasınlar” ve “Piyano Piyano Bacaksız”da yönetmen yardımcılığı, “Dönersen Islık Çal” ve “Işıklar Sönmesin”de senaristlik yapan Åžan’ın (aynı zamanda karikatürist) son yönettiÄŸi filmin adı ise “Acı”…

DoÄŸu’da güneÅŸin kavurduÄŸu kıraç bir köy… Yoksul insanları, virane evleri ve aÅŸksız bir hayatı dayatan töreleriyle… Köyün en güzel kızı Dilber, çocukluk aÅŸkı Ali ile mutlu bir yuva kurmanın hasretiyle yanıp tutuÅŸurken bir kara haber gelir. Ali’nin babası, oÄŸlunu -uzun yıllar önce söz verdiÄŸi üzere- yakın bir dostunun kızıyla evlendirecektir. Söz ağızdan çıkmıştır bir kez, geri dönüşü yoktur. Dilber’in dünyası yıkılır, isyanı büyür. Elinde orağıyla -peÅŸinde köy halkıyla- Ali’nin kapısına dayanır. Ali’nin babası ürkse de kararından vazgeçmez (Ali ise hükmü boyun eÄŸerek onaylamıştır), ÅŸimdi yemin etme sırası Dilber’dedir. Der ki; “beni isteyen ilk adamla evleneceÄŸim.” Sonra kendisini ahıra kapatır, yemekten içmekten kesilir. Kasabadaki okulda hademelik yapan topal Mehmet, Dilber’i isteyen ilk adam olmak için köye gelir. Topal diye kimse ona kız vermeyince garibim Mehmet, çevresinde “Allah’ın emri peygamberin kavliyle” diyecek tek bir adam bile bulamaz. O da Dilber’i tek başına istemek zorunda kalır. Dilber’in inadı galip gelir ve ailesi, kızlarını Mehmet’e verir. Yeni evli çift, yanlarına Dilber’in çeyizini tıkıştırdığı küçük bavulu alarak kasabaya dönerler. Mehmet’in nasıl bir adam olduÄŸunu (iyi veya kötü) uzun bir süre anlamayız. (Tanış’ın harika oyunculuÄŸunun katkısıyla) Kıza acaba ne zaman zalimlik yapacak diye düşünürken yavaÅŸ yavaÅŸ altın kalpli Mehmet ile tanışırız. Gün geçtikçe Dilber’in çekingenliÄŸi biter, kendisi için pervane olan kocasını sevmeye baÅŸlar. Sekizinci gün Ali çıkagelir, o zamana dek susan delikanlı ÅŸimdi Dilber’i alıp götürmek istemektedir.

Cumhuriyet Gazetesi / 25 Nisan 2009

Biri gayet komik diÄŸeri harbi trajik

Bu hafta gösterime giren yerli yapımlardan “Yangın Var”, gerçek hayattan kurguladığı bir yol hikâyesini, “Selvi Boylum Al Yazmalım” ile süsleyen keyifli bir komedi… Necati Cumalı’dan uyarlanan, Şerif Gören gibi bir ustanın çektiği “Ay Büyürken Uyuyamam” ise son yıllarda izlediğim en kötü film. “Dünyayı Kurtaran Adam” nasıl çöp (tresh) film kategorisinde zirvedeyse Ay Büyürken Uyuyamam da ileride kötü filmler arasında bir kült olabilir, tanımsız bir yapım bu, anlaşılır ve anlatılır gibi değil…

Yangın Var, “120”, “O. Çocukları”, “Deli Deli Olma” ve “72. Koğuş”u çeken Murat Saraçoğlu’nun beşinci uzun metrajlı kurmaca filmi. Yangın Var, onun en beğendiğim filmi oldu. Çünkü daha ağdasız bir dille kotarılmış, anlaşılırlığı artmış ve ortaya gayet temiz bir iş çıkmış. Ustalaşmak, karmaşaya değil basit ve öz bir sinemaya götürüyor, kesinlikle… Gerçek bir öyküden esinlenilen filmin senaryosunu Murat Batgi ve Koray Çalışkan yazdı. Osman Sonant ve Nesrin Cavadzade’nin başrolleri paylaştığı filmin diğer oyuncuları ise Yavuz Bingöl, Şerif Sezer, Erkan Can, Reha Özcan ve Gaffur Uzuner… Türkan Şoray ve Kadir İnanır kadar olmasalar da Sonant ve Cavadzade ikilisi, beyazperdeye yakışmış. İyi oyunculuklar filmin en büyük artısı, bazı yan rollerin sırıtmasına rağmen. Sonuçta Yangın Var, Diyarbakır’dan Trabzon’a aşkı stepnesine alan, mesaj veren ama kasmayan, 1200 kilometrelik yol boyunca dilin, iklimin, renklerin değiştiği güzel ve içten bir komedi. İzlenesi…

Trabzon’un Çayırbağı beldesine, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bir itfaiye aracı hibe eder. Artvinli Koşman itfaiye arabasını teslim almak için Diyarbakır’a gelir, dönüşte itfaiye aracında yalnız değildir, güzel Asya da onunla birliktedir.

AY BÜYÜRKEN UYUYAMAM

Yılmaz Güney’in yarattığı, Şerif Gören’in çektiği “Yol” filminden bahsetmeyeceğim, ya da diğer Gören filmlerinden de… En son 18 yıl önce “Amerikalı”yı yöneten Gören, keşke “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı kusura bakılmasın, film diyemeyeceğim şeyi çekmeseydi. Bunun beklentiyle alakası yok, yeni yönetmenler dahi bu kadar olmamış ve bu kadar fena film çekmiyorlar. Bir sinema salonu düşünün, eleştirmenler film izliyor ve en duygusal sahnelerde kimse kahkahasını engelleyemiyor. Diyalog, senaryo, oyunculuklar, hangi birini ele alalım, doğru olan bir şey yok ki… Ayvalık’ta çekilen filmin oyuncu kadrosunda Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Fırat Çelik, Selin Şekerci, Fırat Tanış, Hakan Boyav, Serdar Yeğin ve Ali Düşenkalkar var. Hadi Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Fırat Çelik çeşitli dizilerin ünlüleri, oyunculuk performansına laf etmeyelim, Fırat Tanış ödüllü bir aktör, bu kadar kötü oynadığı bir filmi hatırlamıyorum, oyuncu yönetimi yoksa o ne yapsın. Ve son söz; Necati Cumalı iyi ki bu filmi izlemedi.

Ülke sinemasının üstünde bir film

 

ALPER TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali’nde memleket dâhilinde ilk gösterimi yapılan ve bugün tüm Türkiye’de vizyona girecek olan “Bir Zamanlar Anadolu’da”, Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi “Üç Maymun” ile başlayan kendi sinemasındaki acemi dönüşümü, resmen bir mucizeye imza atarak ustalık mertebesinde tamamlayan müthiş bir yapıt. Zamanın durmaya yemin ettiği bozkırın vahşi güzelliğinde, gizemli bir suç öyküsünü kara mizah destekli taşra eleştirisiyle süsleyen, geri plandaki güçlü kadınların ve öne çıkan aciz erkeklerin ilişkilerini de didikleyen Nuri Bilge Ceylan’ın bu en geveze filmi, aylardır yerli işi yapımlara hasret kalan sinemaseverler için bulanmaz bir nimet. Mutlaka izleyin.

 

Cannes’da verilen ödüllere adeta ipotek koyan Nuri Bilge Ceylan, uzun bir süre neredeyse salt fotoğrafa abanan, genel izleyiciden uzak, suskun, durağan ve hazmı zor filmler çekti, kendi adıma, Tarkovski esinlenmesi bu temposuz ve haliyle ruhsuz sinema seçeneğini sevmedim, sevemedim. Ancak şimdi gönül rahatlığıyla diyebilirim ki, yeni bir dönemece giren Nuri Bilge Ceylan sineması, görseline söylemi de kattı, ivme, tempo ve ruh kazandı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çok sevdim, çünkü şimdi sanat, gerçek hayat ile buluştu.

 

Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde çekilen filmin senaryosu, Ercan Kesal, Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan’a ait. İki saat 37 dakikalık filmi dikkatli izlemek gerek, çünkü suça dair muğlak bir çember var, biraz da akıl yürütmeyle bu daire tamamlanıyor, döngüden çıkılabiliyor. Böyle bir senaryoya ancak şapka çıkartılır. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, kuşkusuz Türkiye’nin en iyisi, onun kamerasından bozkırı seyretmek, büyük bir keyif. Filmin oyuncu kadrosunda Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal, Erol Eraslan, Nihan Okutucu, Cansu Demirci ve Kubilay Tunçer var. Oyuncuları yönetmek ayrı bir mecra ve maceradır, Ceylan, bu konuda yetkin ve oyuncularından neredeyse kusursuz performanslar almayı başarabilmiş. Karakterler dışında, meslek tahlilleri de amansız, şık ve isabetli olmuş. Uzuner iyi, Erdoğan iyi, Birsel iyi, Tanış iyi ama en iyileri Ercan Kesal ve Kubilay Tunçer.

 

İzleyiciyi geceden alan ve gündüze bırakan, karamsar ama inandıran, sırlar için kafa yorduran ve tempoyu düşürmeyerek bizi öyküye katan, üç kağıtçı karakterler ile neşelendiren, hem katili hem de polisi ve savcıyı kadınların oyuncağı yapan (Erk peşindeki erkek, perde arkasında da olsa muktedirin kadın olduğunu asla unutmasın, özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da bu böyleydi) yapıt, Neşet Ertaş’ın, Hacı Taşan’ın türküleri gibi içten ve katıksız bir bozkır güzellemesi, hiç kuşkusuz. Çoğu karanlıkta çekilen, asker, polis ve adliye aracıyla, yanlarına bir cinayetin faillerini de katarak, suç mahalli çeşmeyi bulmak için bizleri, çeşme çeşme gezdiren Bir Zamanlar Anadolu filminde, asıl yolculuk ise taşrada doğan ve görev icabı orada olmak zorunda olan insanları keşfetmeye ve anlamaya dair. Hemen her erkeğin kadınlarla ilgili bir yarası var, kimi açıkta kimi çok derinlerde bu yaralanmalar, asla kapanmıyor. Gölgedeki kadınlar, bozkırdaki tüm erkeklerden daha baskın. Erkek filmi gibi görünse de, ana merkezde kadınlar var. Erkeklerin kadın tutkusu, başa bela getiriyor, arzu ve ısrar, sadece aptallıkları ve pişmanlıkları büyütüyor. Ve devamında kaçışlar, boş vermişlik, uğruna suç işlemek, Hipokrat yeminini bozmak, suç ortağı olmak, suskun kalmak, yeni yaralar açmak, ceza olarak sonsuz bir kederi kabullenmek… Sonuçta ne yaparsan yap faydasız, Bir Zamanlar Anadolu’da hayat inadına duruyor ve hiçbir şey unutulmuyor.