Etiket arşivi: fatih akın

Ayla’ya niyet, Fatih’e kısmet!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şeyi ziyadesiyle bilenler, sabah ve akşam büyük resmi görenler, birbirlerine durmadan gaz verenler, zamanı nihayet geldi, Ayla, müthiş bir yapıt ve kesinlikle Oscar’ı alacak diyorlardı. Yabancı dilde en iyi film kategorisinde, akademinin meşhur heykelciğini kucaklamanın yolu, ABD’nin bol yıldızlı bayrağını dalgalandırmakla da olmuyor demek ki… Lobi mevzusuna hâkim olmak, imtihandan başarıyla çıkmak, kendini onlara kanıtlamak filan gerekiyor, çetrefilli işler, özetle. Kuşkunuz olmasın, tam bağlılık ve aidiyet, böylesi büyük beklenti durumlarında, maymuncuk gibi bir şeydir, kurcaladığı hemen her kilidi açar, hay maşallah! Haaa, filminiz dört dörtlükse, ödül alsa ne olur, almasa ne olur, o, sinemaseverlerin, zor bela kabul ettiği gönlündeki köşke, çoktan kurulmuştur, bugünü geçin, resmen gelecek kuşaklara, kültür mirası olarak kalmıştır. Ayla, duygular harbiden şelale, hunharca ağladık, gişede de beş milyon seyirciye yaklaştı diyenler, elbette haksız değiller, onlar, en nihayetinde müşteri ve müşteri, her zaman haklıdır. Oscar bizim diyen yapımcıysa, haliyle haksızdır, insanları, mutlu mesaja hazırlamak, beklentiye sokmak, umutlandırmak, hiç şüphesiz sorumluluk ister.

Bakınız, Almanya adına Paramparça (Aus dem Nichts) adlı son filmiyle katılan Fatih Akın, hem Altın Küre, hem de Oscar’ın favorileri arasında… YönetmenliÄŸine olan sevgimizi, saygımızı, ona bakışımızı paramparça etti, Kesik (The Cut – 2014) filmiyle.

Unutmadık! Oh! Avrupa cepte, Altın Ayı’m da var, diaspora aracılığıyla, lobilerle kaynaşayım, ABD’ye çıkartma yapayım kafası, aslında kendi sinema yolculuğuna ihanet idi, raydan bile isteye çıktı, vagonları devirdi. Elbette eski sevdiğimiz filmlerine, yeni çekeceği işlere, tarafsız bir gözle bakmaya devam edeceğiz, onun düştüğü hataya asla düşmeyeceğiz. Ben, Kesik filmini eleştirdiğim sırada, birçok kişi, vik vik etti, yahu dedim, kafayı mı yediniz, kameranın, coğrafyamızı kanatan büyük acılarımıza odaklanmasıyla sorunum yok, kötü çekilmiş, tarafgir ve karikatürize projelerleyse sonuna kadar var. Sinema sanatı, elbette propagandayı da barındırır, benim meselem, dandik ve ucuz propagandayla, derdini resmedene de, hakkını verene de sözüm yok.

Elbette yaşanmışlıkları, beyazperdeye aktaralım, Ayla, gibi filmlerimiz olmalı, mutlaka! Daha iyilerini, daha etkileyicilerini, daha ses getiricilerini çekelim. Senaryo, diyaloglar, çekim tekniği, oyunculuklar, işte bir film adına her ne varsa, onları ustalıkla harmanlayalım, tüm pelikülleri bir dantel inceliğiyle işleyelim. Buna hiçbir sinema tutkunu karşı çıkmaz, çıkamaz. Ancak ABD’nin savaş ve işgal girişimine koşturmak da, eski bir yaramızdır, hala ve ısrarla sızlar. Kore Savaşı sırasında, ABD’nin dışişleri bakanı olan, ünlü anti-komünist John Foster Dulles, “Türk askeri çok ucuz, günlük masrafı 23 sent demiştir”, o gelir apansız aklımıza… Türkiye’yi, oltaya takılmış balık gibi gören ve bunu dalga geçer gibi söyleyen herife, Büyük Usta Nazım Hikmet, 23 Sentlik Askere Dair şiiriyle yanıt vermişti; “…Sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz, zulüm gibi, hürriyet gibi, kardeşlik gibi sözlerin, dövüştü zulme karşı o, ve istiklal ve hürriyet uğruna…” Aradan onca sene geçti, ne değişti? Yine ABD ve Kuzey Kore arasında ipler gergin, savaş, bir kıvılcımı bekliyor. Hala çok çıkıp, az inen doları konuşuyoruz, yine ve yeniden, hep aynı nakarat!

Sene daha bitmedi, ancak memleket sinemasının gişe rekoru kıracağı şimdiden kesinleşti. Toplam seyirci 70 milyona, gişe hasılatı da bir milyar liraya yürüyor. 2014’te 61 milyon 245 bin kişiyle, zirveye ulaşmış, sonra düşüşe geçmişti. Bu yıl, büyük bir sıçrama gerçekleşti, sinema salonu sahipleri ve bazı yapımcılar, mutluluktan uçuyor. Lakin bu bereket, kalitesizliğe ve ucuzluğa dair, bilesiniz! Vizyon gören beş yüzü aşkın filmden, sizce kaçı nitelikli seyirlik? Geçen gün, arkadaşlar, yılın en iyi filmleri listesini yapmamı istediler benden, inanın bana, 15 film seçene dek, resmen canım çıktı. Listeyse içime pek sinmedi, sadece yerli işi yapımlar da değil ha, yabancı projelerin de hali perişan, 2017, sinema adına, bana hiç umut vermedi, özgün, çarpan, tokatlayan yapıt sayısı, iki elin parmaklarını aşamadı.

Hatta sansürün azdığı, baskının çoğaldığı, projelerin bizden değilsin diye reddedildiği günümüzde, memleket dahilindeki film festivallerinin de hali ortada, sanat sineması, darbe üstüne darbe yiyor, güldürmeyen komediler, yaka silktiren romantikler, gülünç korku denemeleri, illallah dedirtiyor. Hollywood da geri kalmıyor, çıfıt çarşısına bozuk ürün yetiştirme gayretinden…

Abanmışlar çizgi roman kahramanlarına, ya tek tek, ya da üçer, beşer, onar, sürüyorlar sahaya, ya ya ya, şa şa şa, süper kahramanımız çok yaşa!

Sinema eskiden, fakir fukaranın biricik eğlencesiydi, şimdi zenginin keyfine dönüşüyor giderek, yok VIP salon, IMAX, üç boyut gözlüğü, sweet box derken, üstüne çay, kahve, gazlı içecek, patlamış mısır eklersen, hani çok dayatılan üç çocuklu bir aile, resmen iflas etti demektir. Kaçma! AVM tipi, klişenin dibi, birbirinin benzeri dükkanlarda, tatsız tuzsuz mama yiyeceksin daha.

Lan arkadaş, 36 liraya, sinema bileti mi olur, alım gücünün bunca düşük, asgari ücretin de 1400 lira olduğu memlekette?

İnsafınız kurusun! Hayır, bari değse, insan şöyle güzel bir film seyredip, verdiği parayı helal etse, ama nerdeeeee? Hah! Durun, zulüm henüz tükenmedi, yaklaşık yarım saat de reklam işkencesi çekeceksin, film başlayana kadar, zaten kafa gidik, işin bitik!

Demedi demeyin, sabır ufak ufak taşıyor ahalide, isyan mümkün, işte önceki gün Star Wars: Son Jedi filminden çıkanlara, şöyle bir kulak verdim, yarısı filmi tartışıyor, kalanı da sinemanın gelmişine geçmişine küfrediyordu. Haksız filan da değiller hani.

 

 

Harbiden ÅŸeytan kim?

 

 

 

ALPER TURGUT

 

SevdiÄŸimiz ve her projesini merakla beklediÄŸimiz Fatih Akın, 10 yıllık bir sürece yaydığı “AÅŸk, Ölüm ve Åžeytan” üçlemesini nihayet tamamladı. Şüphesiz yönetmenin en iyi filmi olan Duvara Karşı, aÅŸk idi, eleÅŸtirilerimiz olmasına raÄŸmen, vasatı aÅŸmasını bilen YaÅŸamın Kıyısında, ölümdü, sacayağının son yapıtı Kesik (The Cut) ise haliyle Åžeytan… Harbiden soruyorum, aÅŸk ve ölüm besbelli, peki, Åžeytan kim? Åžimdi tarafsız bir gözle bakarsak, Kesik’in içine gömülen, Charlie Chaplin’in filmine bir kadın, iÅŸte bu ÅŸeytan icadı diyor, ÅŸeytan, sinema olmayacağına göre, ÅŸeytan olsa olsa Türkler oluyor, elbette, ÅŸeytanı da vardır, meleÄŸi de, topyekûn bir çıkarım, saçma sapan bir genellemeye götürür bizi, yine ve yeniden milliyetçilik tuzağına düşürür.

 

Madem soruyu sordum, cevap da gelmeyecek malum, yanıtı da ben vereyim. Şu üç günlük dünyada, dinler, mezhepler, milliyetler varsa, sınırlar, baskılar, kutuplaşmalar, cepheleşmeler, savaşlar ve ölü canlar da vardır. Irklar, bitmeyen saçmalıkları beraberinde getirir. Ve bu ezber asla bozulmaz, tarihi acılar, en nihayetinde siyasi hesaplaşmalara çevrilir, mazlumlar güçlendikçe, zalimlere dönüşür. Hayat, keşke güzel bir film olsaydı, finalde de iyi, doğru, haklı ve adil kazansaydı. Ancak yaşam, kötülüğün kol gezdiği, karanlığın hüküm sürdüğü acıtan bir gerçeklik, gerisi de pespayelik, ne yazık ki… Silahı olan, parası olan, malı olan, vicdansız planı olan, arkası sağlam olan, sonunda kazanıyor, zafer benimdir diyor, zaman ve mekan da hiç fark etmiyor. Kan davası, nefret dalgası, kin iklimi, öç mevsimi, vahşetin sesi, evet, insandır, Şeytan’ın ta kendisi…

 

Hrant Dink’in canını çaldıklarında, bir güvercinin kanadını kırdıklarında, tereddüt etmeden, ötesini berisini düşünmeden, sokaklara çıkıp, alanlara akıp “Hepimiz Ermeniyiz!” dedik, mazlumun, mağdurun yanında durmak, boyun borcumuzdur dedik. Barışın, bir arada yaşamanın birinci kuralı, empatidir, hoşgörüdür, farklılıkları sevmek ve benimsemektir. Şu lanet sınırlar niye var, kucaklaşmak ve kaynaşmak çok mu zor? Komşuluk, dostluk, ortak irade, ortak bilinç, birçok ses, tek bir yürek, ne eksiltir bizden, aksine çoğalırız, gürül gürül akarız. Niye kimse buna cesaret edemiyor. Yüzleşmek, hesaplaşmak, sorgulamak, sormak, yanıtlar bulmak, bunlar elbette önemli ve değerli, lakin taraf olmadan, bertaraf olmadan, ataların dehşet, vahşet, şiddet mirasını, geleceğe taşımadan, elbette. Yeni ve bambaşka bir dünya kuracağız ve hep birlikte yaşayacağız demeden dostlar, katiyen çözüm filan gelmez, gizli ve açık düşmanlıkla nice ömür çürütürüz. Sorsan kimse ben zalimim demez, gaddarım demez, herkes masum, herkes mazlumdur… Lan arkadaş, aidiyetine körü körüne bağlıyken, nasıl masum kalabilirsin, tüm suçu üstünden nasıl atabilirsin? Ben Türküm, Ben Kürdüm, Ben Ermeniyim, Ben Rumum, Ben Aleviyim, Ben Sünniyim, eee ben hepsiyim ve hiçbiriyim, insanım ben, öncesinde ve sonrasında insan, doğduğum yeri ben seçmedim, önüme harita getirip, kafana ve keyfine göre seç ve orada dünyaya gözlerini aç demedi kimse, dinimi de ben seçmedim, valla sormadı bana kimse, senin dinin bu, mezhebin şu dediler. Dahlimiz yoksa, o zaman, bunca bağlılık, bağımlılık neden?

 

Misal, her aidiyetin fakirini benimserim, zenginini koşulsuz reddederim, çünkü hayattaki, biricik çelişki, yoksul ile varsıl arasındaki çelişkidir. Sınırlar fakirler içindir, zengin her yerde yaşar, dünya zaten onun, ohh para varsa, huzur da var. Siz hiç, savaş koşulları hariç, göçmen teknesine binen zengin gördünüz mü? Ben görmedim ve duymadım. Sınırsız ve sınıfsız bir dünya hasretiyle yaşamak varken, bölünmek, tel örgülerle, mayınlarla ayrılmak neden? Fatih Akın’ın filmini tarafgir buldum diye, tonla laf işittim, olmadığım şey kalmadı yine, dost bildiklerim bile arkadan konuştular, sadece şunu dedim, bu ortak yaşamın, barışın dili değil, bir tarafı hoş edeyim derken, diğer tarafı incitmek, yol değil, yordam değil. İngilizce konuşan ve hepsi iyi olan Ermeniler, tecavüz eden, ana avrat küfreden, kafa kesen, neredeyse hepsi kötü olan Türkler, bu barış adına bize ne kazandırır?

 

Politik yetkinliğe, tarih bilgisine sahip değilsen, empati becerisine sahip olmak gerekir ve buz gibi sorumluluk ister. Bu film, Türkiye’de az kopyayla bazı kentlerde gösterilecek, bunu Türkiye için çekmediniz o vakit, kim seyretsin diye çektiniz, Ermenice konuşamayan Ermeniler’e mi çektiniz, yoksa ABD’liler için mi? Tamam, politik ve tarihsel bölümü es geçelim, uzadıkça uzayan, mesafe arttıkça sarsılan yol hikâyesine gelelim. Çünkü film, iki parça gibi, ilk bölüm acıysa, ikincisi umut… Anlayacağınız filmin tek handikabı siyaset değil, senaryo, tempo, oyunculuklar… Tonla sorunu var bu filmin. Özetle hayali bir trajediyi konu edinseydi, yine de vasat bir yapıt olacaktı. Filme artı 18 ibaresi getirmiş devlet baba, bırakın, az kopyayla da olsa, herkes izlesin, fikrini belirtsin, tartışmayacaksak, üstünü kapatmak kalır geriye, eşelemedikçe, üstüne gitmedikçe, bu dava mahşere kalır.

 

Memlekette Osmanlı İmparatorluğu heveslileri hala var, cumhuriyet gitsin, saltanat ve hilafet gelsin diyen çok, üstelik yabana atılmayacak, azımsanamayacak kadar çok. İşte bu şanlı Osmanlı, Türkü de, Kürdü de, Ermeni’yi de, Arap’ı da birbirine düşürdü, devletin kirli politikaları, vicdansız planları, büyük acılara, dev yıkımlara, toplu sürgünlere, oluk oluk akan kana, mutsuz ve umutsuz yarınlara yol açtı. Şimdi doğal olarak kimi soykırım diyor, kimi karşılıklı katliamlar yaşandı diyor, kimi Ermeni komitacı, Kürt Hamidiye Alayları’nı da katın meseleye diyor, herkes yine kendi penceresinden bakıyor. İkna etmeyi başaramayınca, geriye meşhur inkar kalıyor. Cumhuriyetin katliamlarını, kıyımlarını çözememişken, Osmanlıyı da haliyle çözemiyoruz. Evet, Osmanlı tarihe karıştı, kendi gitti, dinmeyen sızısı, kapanmayan yarası kaldı.

Cesur, güzel ve Akdenizli…

ALPER TURGUT
Altın Portakal’da yarışan Ali İlhan idaresindeki “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak” adlı filmde Sicilyalı fettan dilber Valentina’yı canlandıran Lavinia Longhi, olaylı festivalin en güzel yüzüydü, hiç kuÅŸkusuz… İri ve dolgun dudaklar, ateÅŸli gözler, Akdeniz sıcaklığı ve sıfır ego, bu genç kadını fark etmemek mümkün deÄŸildi. Lavinia’nın yaşıtı olan bizim yerli yıldızlarımız, ondan ders almalılar. Çünkü onlar, kasıntı, şımarık ve kendini beÄŸenmiÅŸ gibi yaftalar edinmekte son derece ısrarcı ve hünerliler, ne yazık ki… Neyse… İtalyan Sineması’nın genç yeteneÄŸi Lavinia, ülkesinde geleceÄŸin Ornella Mutti’si olarak anılıyor. İki yıl önce tartışmasız dünyanın en güzel kadınlarından yurttaşı Monica Bellucci ile “Sanguepazzo” adlı filminde, lezbiyen seviÅŸme sahnelerinde karşılıklı oynayan Lavinia, en iyi kadın oyuncu dalında Altın Portakal’a uzanan efsanevi Claudia Cardinale ile aynı filmde yer almaktan son derece memnun. Lavinia, İtalya’da hayli tanınan Ferzan Özpetek’ten daha çok “Duvara Karşı”dan beri hayranı olduÄŸu Fatih Akın’ı beÄŸeniyor ve onun çekeceÄŸi bir filmde oynamak istiyor. Röportaj biterken, hiç Türkçe bir kelime öğrendiniz mi? diye soruyoruz, yanıt gecikmiyor; o, bize, Sezen Aksu’nun “Gidiyorum Bütün AÅŸklar YüreÄŸimde” ÅŸarkısını söylüyor.
IMG_2379
-Bugüne dek kaç filmde rol aldınız ve sevişme sahneleri sizi zorluyor mu?

Her ÅŸeyi kısaca anlatmak kolay deÄŸil. Bugüne kadar altı sinema filminde rol aldım. Mesela Sanguepazzo gerçekten önemli bir çalışmaydı, Monica Belluci gibi büyük bir isimle çalışmak ise onur vericiydi ama ÅŸimdi düşününce o tarihte oldukça deneyimsiz olduÄŸumu görüyorum. Konu cesaret deÄŸil, oyuncu olarak her türlü sahneye zaten varım. SeviÅŸme sahnelerini çok sevdiÄŸim söylenemez ancak rol neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak ise benim kendimi daha rahat, hazır ve baÅŸarılı hissettiÄŸim bir film oldu. Ali İlhan’ın senaryosunu okuduÄŸum için tüm sahneleri biliyordum ama yine de seviÅŸme sahnelerinde çok çıplak kalmak istemediÄŸim konusunda yönetmenle pazarlık yaptım. Bu yüzden seviÅŸme sahnesinde yakın çekim yapıldı, beni sadece sırtımdan gördüler. Çekim sırasında sette sadece yönetmenimiz Ali İlhan, Claudia Cardinale, İsmail ve ben vardık. Buna karşın sinemada o sahneyi ilk defa görünce utandım. Yeni bir ortam ve baÅŸka bir ülkede olduÄŸum için elbette çekingenliÄŸim vardı, yanlış anlaşılmadığını görünce rahatladım.

-Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak’ta en başından hangi rolü üstleneceÄŸiniz belli miydi ve karaktere neler kattınız kendinizden?

Ya rahibeyi canlandıracaktım ya da Valentina’yı… Ama rahibe olmak istemiyordum. Kuzey İtalya’da doÄŸdum, güneyin lehçesini, Sicilyalı’yı oynayabilmek için bir süre ders aldım. Lavinia’dan yüzde 30 koydum o karaktere… Ben asla tamamen Valentina gibi olamam.

-Filme nasıl dahil oldunuz?

Roma’dayken ajansım “Tükiye’den bir film için oyuncu arıyorlar” diyerek beni bilgilendirdi. Onlar, menajerimle görüştüler ve yönetmen showreel’imi izledi. Sonra bana senaryoyu yolladılar ve gerçekten çok hoÅŸuma gitti. Yapımcıyla konuÅŸtuÄŸum zaman “İstanbul’a gelmek ve çalışmak istiyorum” dedim. Sinyora Enrica sayesinde çocukluÄŸumdan beri kurduÄŸum İstanbul’a gelme hayalim gerçekleÅŸmiÅŸ oldu. Asya’ya hep ilgi duydum, belki de yarı İtalyan, yarı KaradaÄŸlı olduÄŸum için…

-Claudia Cardinale…

Claudia Cardinale, İtalyan Sineması’nın efsane isimlerinden. Sergio Leone nasıl sinema tarihinin bir parçasıysa Cardinale de öyle. MuhteÅŸem bir tecrübe oldu. Bu film beni büyüttü. Sanki ben de sinema tarihine girmiÅŸ gibi oldum. İnanılmaz güzel bir duygu. Böyle bir isimle bu kadar uzun ve derin sahneleri paylaÅŸmak benim için büyük bir ÅŸanstı. O yaşına raÄŸmen bir kez olsun kötü bir laf etmemesi, bir yorgunluk belirtisi göstermemesi, hiç ÅŸikâyette bulunmaması benim için gerçekten hayat dersi oldu.

-Türk Sineması’nın genç kuÅŸak aktörlerinden İsmail HacıoÄŸlu ile karşılıklı oynadınız…

İsmail ile hiç diyaloğumuz yok. Çünkü ortada bir lisan bariyeri var. Benim Türkçem ve İngilizcem yok, o da İtalyanca bilmiyor. Ama kamera karşısında o bariyerlerin hepsi kalkıyor. Çünkü gözlerimize bakınca ne yapmak istediğimizi biliyorduk. Galibada başarılı da olduk. Filmde aynı dili konuşmayan insanların hikâyeleri anlatılırken, gerçekte de bu yaşandı.

-Klasik bir soru, oyunculuk çocukluk düşünüz müydü?

Aynen öyle, çocukluÄŸumda baÅŸlayan bir rüya idi oyunculuk… Hep ilgimi çekti, kuzenim dansçıydı ve beni tiyatroya götürüyordu. Tiyatroda çok mutlu oluyordum. Aslında benim tiyaroya büyük aÅŸkım vardı ve bütün kalbimle tiyatroya devam etmek istiyordum. Bu benim için çok önemli bir ilk adımdı. Sonra Milano’ya sinema okumaya gittim. Bir tez yazmam gerekti ve Sergio Leone’yi seçtim. Ona baÅŸlayınca birdenbire sinemaya aÅŸkım baÅŸladı. Bu aÅŸk beni Cladia Cardinale gibi büyük bir isme kadar götürdü. Birlikte film çektik. Sergio Leone bana sinema aÅŸkını baÅŸlattı. Roma daha çok imkanlar olduÄŸu için bende Milona’dan taşındım ve sinema hayatım baÅŸladı.

-İtalya’da oyuncu olmak, kolay olmasa gerek…

Kesinlikle kolay olmadı ve kimse oyunculuÄŸun kolay olduÄŸunu zannetmesin. Ben bir sürü hayır duyduktan sonra ancak ayaÄŸa kalkabildim. Torpilim, tanıdığım yoktu ama üstesinden gelebildim. Çok ufak rollerle baÅŸladım ve yavaÅŸ yavaÅŸ bu dünyaya girmeyi baÅŸardım. Türkiye’deki gibi İtalya’da da televizyondan sinemaya geçiÅŸ var ama bizde sizin gibi diziler ve dizi çılgınlığı yok. İtalyanlar, daha çok yabancı dizileri izlerler.

-Türk yönetmeni Ferzan Özpetek, İtalya’da oldukça tanınıyor.

Åžaşırmayın ancak benim için Ferzan Özpetek’ten daha ziyade Fatih Akın, gerçek bir Türk yönetmen. Ferzan daha çok İtalyan. Çünkü filmlerini İtalya’da İtalyanca çekiyor. Ben bir Türk yönetmenle çalışacaksam o kiÅŸinin Fatih Akın olmasını tercih ederim. Duvara Karşı’ filmini taparcasına seviyorum. Ferzan Özpetek’in sineması hakkında bir yorumda bulunmuyorum, yanlış anlaşılmasın, o çok büyük bir yönetmen. Ama ben Fatih Akın’ı daha çok beÄŸeniyorum. Fatih Akın’ın Türkler’le çalışması da benim için daha ilgi çekici. Tamam, tamam, her ikisini de ayrı ayrı seviyorum diyelim. Birol Ünel’i de çok beÄŸeniyorum. Benim için Türk aktörü, odur. Aynı filmde rol aldığım Teoman Kumbaracıbaşı dışında Serra Yılmaz, Sibel Kekili ve Sezen Aksu’yu da biliyorum.

Karadeniz ‘çöplük’ olmasın diye…

ALPER TURGUT

Almanya’daki Karadeniz sevdalısı Fatih Akın, “Cennetteki Çöplük” adlı belgeseliyle, memleketimizin cennet köşesinin nasıl cehenneme dönüştürüldüğünü resmediyor, büyük bir ustalıkla… Radyasyon, iÅŸsizlik, göç, Otoyol, HES derken, güzelim Karadeniz’in çöplük gibi bir belası daha varmış. Evet, bu belgesel, bürokrasi denen manyaklığın, yaÅŸam alanını çöplüğe çevirmesine dair… Çöplük deyip geçme, bazen bomba gibi patlıyor, bazen suya karışıyor, denize kadar iniyor, topraÄŸa, sebzeye, meyveye bulaşıyor, bu meret tam bir dert, anlayacağınız.

BeÅŸ yıllık bir proje olan Cennetteki Çöplük, aslında yerel kameraman Bünyamin Seyrekbasan’ın emeÄŸi, özverisi, takipçiliÄŸi ve büyük ısrarı ile beyazperdeye ulaşıyor. Filmin görüntü yönetmenliÄŸini de üstlenen Seyrekbasan, yönetmen de ben olmalıyım deseydi, haklı olurdu ama böyle etkileyici bir belgesel ortaya çıkmazdı, kesinlikle… Fatih Akın’ın ismi, belgeseli resmen görünür kılıyor çünkü, ama ona da haksızlık etmeyelim, kurgu, müzik, detay, mizah, yüzde 70’i amatör olan çekime, yüzde 30 profesyonel katkı vs. derken yeteneÄŸini konuÅŸturmuÅŸ, yerel bir iÅŸi,evrensele hitap eden bir yapıma çevirmesini bilmiÅŸ.

Fatih Akın ve Bünyamin Seyrekbasan dışında görüntü yönetmeni Herve Dieu, kurgucu Andrew Bird, müzisyen Alexander Hacke, ses bölümünde de Joern Martens, Richard Borowski ve Felix Roggel, “Her çözüm, bir sorun doÄŸurur” sloganıyla yola çıkan Cennetteki Çöplük’ü görünür kılıyorlar. Umarım bu belgesel, sinemalardaki gösteriminden sonra TV’ye de taşınır ve böylelikle herkes, yemyeÅŸil bir güzelliÄŸin nasıl kokuÅŸtuÄŸunu ve bozulduÄŸunu izlemiÅŸ olur, içlerinden lanet okuyarak…

Trabzon’a baÄŸlı Çamburnu Beldesi’nde, neredeyse tüm DoÄŸu Karadeniz’in çöplerinin döküleceÄŸi, sözüm ona bir arıtma ve toplama tesisi kurulur, köylülere hiç koku gelmeyeceÄŸi, çöp sularının da dönüştürüleceÄŸi anlatılır ve yalan dolan ile ahali ikna edilir. Hatta parfümler bile sıkılır, ancak çöplük zamanla büyür ve çevre felaketi için geri sayım baÅŸlar. Hırçındır Karadeniz’in doÄŸası, en az denizi kadar… Deli bir saÄŸanak, sele dönüşmeyi elbette bilir, ardından da ya derelere ya da denize ulaÅŸmaya çabalar. Seli, çöplük nasıl durdursun? Haliyle basıp dağıtacak ve ne bulursa onu da beraberinde taşıyacak. Köylüler çevre felaketini görünce, isyan ederler ve çöplüğün kaldırılması için mücadele verirler. Karşılarında bürokrasi var, kolay mı onunla baÅŸ edebilmek? Zor, çok zor…

Belde baÅŸkanı, Çamburnu halkıyla birlikte savaşır, çöplüğe karşı. Ama o ne, kendini yargılanırken bulur, köylüler valiye, bakana dertlerini anlatmayı çabalarlar, ama nafile… Seslerini duyuramazlar. Çamburnu’nun kokudan burnu düşer resmen, gençler kaçmak ister, cennet iken cehenneme devÅŸirilen, bu mazlum ve maÄŸdur beldeden… Çay tarlaları, mısırlar, çöplüğe sırtını dayamış evler, her ÅŸey hızla kirlenmektedir. PisliÄŸin yayılma eÄŸilimi ise ürkütücüdür, denizdeki balık bile ondan kaçamaz, kurtulamaz. Lakin Karadeniz insanı inatçıdır, denizi, suyu, yaylası, yeÅŸili ve evi için mücadele etmekten asla vazgeçmez. Bu belgesel kaçmaz.

Son olarak; Fatih Akın, dedesinin köyünün bulunduÄŸu Çamburnu’na ne güzel destek atmış, umarım aynı ilgiyi, Karadeniz’in asıl belalısı HES’lere karşı da gösterir ve tüm dünyaya seslenecek bir belgesel yaratır.

Cinedergi Ekim sayısı için yazıldı…