Etiket arşivi: Donald Trump

Bağımsızlık, özgürlükle güzeldir

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Güzelim hayat, sen resmen mucizesin, bilmiş ol! Memlekette ne kadar varsa gamsız, bir anda oldu mu sana bağımsız, kocaman bir şaka gibi! Artık dönüş hızlarına, Usain Bolt bile yetişemez oldu, depara kalkıyorlar, süratlerini arttırıyorlar, yine ve yeniden kendilerini aşıyorlar. Hani eski bir çizgi filmde vardı; “Hooop Hooop, değiş tonton” derlerdi, o hesap!
Anti-emperyalist ve anti-kapitalist ruhu, ABD üretimi akıllı telefonları kırmakla yakalamaya çalışmak, elbette şaşkın ve komik bir hale düşürse de ahaliyi, bu yeni eylemlilik hali, Çinli yerine Koreli dövmek, portakal bıçaklamak, turp ısırmak gibi geniş bir tuhaflıklar yelpazesinde, pek de sırıtmıyor hani. Ayrıca onlar, gariplikler evresinde, hayli üst modelimiz olsa da, hepimizi zehirleyen, adeta bağımlılara çeviren ve adına teknoloji denilen hınzır, bizimle çoktandır dalgasını geçiyor, sosyal medyada yaşamamızla, hunharca eğleniyor, lakin orası farklı bir mecra…

Hah! Tam ABD’yi protesto ederken, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı, Oscar aday adayı oldu, iyi mi? Hayli ikircikli ve irkiltici bir durum bu, şimdi meşhur Akademiyi de mi kınasak, yoksa sistemi yücelten, ülkesinin çıkarlarını gözeten Hollywood’un arka bahçesini, güzelce sulasak mı, harbiden bilemedim. Veya geçen sene sıradan Amerikalıların, oldukça beğeneceği Ayla adlı yapım bile yarışa sokulmadı, bu bize özgü diyaloglarla süresi köpürtülen filmin hiç şansı yok gardaşım diyerek, ortalığı velveleyi mi versek? Dengeleri gözetip, öyle karar verelim, baksanıza dün düşman olduklarımız bugün dost, dostluk kurduklarımız ise hasım oldu, bu suni med-cezir ortamında, her şey mümkün! “Yılın en yakışıklısı” gibi çakma Oscar heykelcikleri (ben de bile var, gülünç elbette), hediye ediyor birbirine insanlar, şimdi gerilim tırmanmayı sürdürürse, o heykelciklerin akıbetini düşünemedim bile, vah zavallılar!

ABD’nin troll başkanı Donald Trump’ın, kafasına estikçe bol bol tivik atarak, dünyaya ayar çekmesi, kâh sulandırıp, kâh germesinin, mizah ile izah edilecek bir hali kalmadı. Kırılgan ekonomiler, kapitalist ve acımasız bir patronun oyuncağı mıdır? Milyonlarca fakiri, dar gelirliyi perişan edecek, açlık sınırına sürükleyecek bu saçmalık, kendine insanım diyen herkesin kanına dokunmuyor mu? İktidar partisinin ve muktedirin, senelerdir süren bariz hataları, bizi bu kaygan zemine bıraktı, elbette. Bundan tarafsız olan hiç kimsenin kuşkusu, zaten yoktur. Aynı gemideyiz zihniyeti, işler iyiyken bizi, asla almıyor gemiye, durum kötüleşince, hop oturtuyor güverteye… Tüm bu malum gerçeklere rağmen, Amerikan emperyalizminin dayatmalarına, ay bize eğlence çıktı tepkisi vereceklerden de değiliz! Bağımsızlık bizim en büyük yaşam gerekçemiz, özgürlükler kadar!

Hep fabrikalar ve tarlalar derken solcular, bunu ucuz slogan olarak gören muhafazakâr ve sağ çoğunluk, satmak odaklı esnaf kafasından bir türlü sıyrılamadı, tüketiciyi yerli-yabancı ürünlerle tıka basa besleyip, perişan haldeki üreticiyi ıskalamanın büyük bedelini görmedi, göremedi. Yol, köprü, tünel yapmak, hayvancılığı ve tarımı, dışa bağımlı hale getirmek (anti-yerli ve anti-milli), ekonomiyi, salt borsa, finans, bankacılık olarak görmek, sabah ve akşam, TV’de dizi izler gibi, kur dalgalanışını seyreyleyen canlılara çevirdi hepimizi… Dolarım yok, bunlardan bana ne diyen tipleri bile şahit oldu bu kulaklar, ne desek boş, bazılarına… Hayatın ağırlığını, kâğıtlar belirliyor işte, varsa dert, yoksa daha büyük dert!

İktidar, yarattığı krizlerde bile oy potansiyelini korur ve hatta artırırken, kendisine muhalefet partisi diyen oluşumların, mevcut koşullara karşın, oy kaybetmesinin sebebini, nasıl açıklayacağız? Samimiyet ve dürüstlük konusunda değer ve önem kaybı yaşadıkları ortada, suskunluk zaten gırla, çözüm üretmek deseniz, masal bile daha gerçekçi olur. Hep söyledim, söylüyorum, bizim derdimiz, muhalefettir, iktidardan daha önce ve daha çok. Bazen nereye düştük biz böyle derken yakalıyorsanız kendinizi, bu garabetin farkındaysanız, ummadığınız yerden sürekli örseleniyorsanız, artık silkelenmenin, kendine gelmenin, yeni ve güçlü bir muhalefeti inşa etmenin zamanı gelmemiş midir? Dışa bağımlı olan ve kendini solcu sanan ibişleri, mümkünse artık yüceltmeyelim, bizim dışa bağımlı olduğumuz tek kesim, tüm dünyanın emekçileridir, onların devletleri ve karmakarışık teşekkülleri değil! Yok öyle bir şey demeyin sakın bana, inanmam!

Bu zor günlerde, sadece ve sadece Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin, değerleri ve önemleri, son süreçte, daha anlaşılır olduğu için mutluyum, onlar gerçek yerliydi, gerçek milliydi, üstelik enternasyonaldiler, yarattıkları gelenekten sapanların hali ortada, liberal soslu akımlara kapılanların, kendine başka başka dostlar arayanların geldikleri yer, harbiden acınası… Bizlere, ABD’nin boyunduruğundan kurtulma nutku verenlere, sürekli onları anlatacağız, büyüklerinin yarattığı Kanlı Pazar’lardan utansınlar diye, yeni yeni kuşaklar, başkaca bir yol yok!

Bu yazının başındayken, bir habere takıldı gözüm, Kocaeli’nde kendini vali olarak tanıtan bir adam, hiç acımamış, gözlerinin yaşına bakmamış ve dolandırmış ahaliyi, kanmaya, kandırılmaya bunca müsait bünyelerle, zorluk derecemiz artıyor ifade mevzusunda, bu da bizim engelli etabımız olsun, ne edelim?

Tatildeydim, tüm bu günler boyunca, dolar, avro ve de papaz konuştuk aramızda, zulüm gibi resmen, kafa dinleyelim, beden dinlendirelim derken, kafa davul gibi şişti, ani gelişen ataklarla, “dönbaş” olduk, üst üste espri kastık, kendimizi gülmeye zorladık. Özetle; papazı bulduk!

Yıkılsın duvarlar, açılsın tüm sınırlar!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Aksiyona derinlik, detay ve karanlık katan Sicario adlı filmi çok beğenmiştik, yalan yok! Üç sene geçti üzerinden ve devam filmi geldi, Sicario: Day of the Soldado… Ha bu burada da bitmez, üçüncü film de gelir, dizisi de çekilir, Testere 7’i sinema salonunda gördü bu yorgun gözler, dert değil! Hem CIA, karteller, sınır mevzusu, göçmenler, konu işlenmeye gayet uygun, temcit pilavına uyar, bol bol ekmek çıkar. Devam demişken, senarist (Taylor Sheridan) ve birkaç oyuncu sabit, yönetmen de değişti, filmin rengi, sesi ve seyri de… Uyuşturucudan, kaçaklara geçtik, ataları göçmenken, göçmenleri düşman belleyen Donald Trump zihniyeti, hazır beden bulmuşken, yapıt şimdi daha güncel, daha yakıcı. Ve ikinci film, kimi konularda, ilkinden çok daha gerçekçi ve sahici belirtelim.

 

Liberallere göz kırpan, hem devletin içinde, hem de hukuk gukuk peşindeki, ayakları yere basmayan, karikatürize ve mızmız federal ajan Kate Macer karakteri (Emily Blunt), ilk filmin en yumuşak karnıydı, onca amansız sertliğin tam ortasında… Şimdi harbi şahin ve sonuç odaklı bir kadın var öykümüzde, ABD’nin kirli ve karanlık operasyonlarına, savunma bakanlığı adına imza atan yetkili ve etkili ablamız Cynthia Foards (Catherine Keener), hakkın, haksızlığın değil, suçlu ve suçsuzun hiç değil, kendi koltuğunun peşinde, ulusal çıkarın emrinde, sorarım size; bu mevcut gündelik hayata daha uygun değil mi?

 

Müzikler ve kamera da değişti, ıskalamayalım! İlk filmin yönetmeni Kanadalı Denis Villeneuve, Politeknik, İçimdeki Yangın, Tutsak ve Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı’yla, zaten rüştünü ispatlamış bir sinema insanı, eksikliği dolmaz derken, mafya dizi ve filmlerinin usta ismi İtalyan Stefano Sollima, direksiyona geçtiğini öğrendik ve fikrimizi sabitlemeyi geciktirdik, hiç şüphesiz. Evet, Gomorrah, Suburba, ACAB, hemen hemen her projesini seyrettim, İtalya’nın mafya oluşumları, Cosa Nostra, Camorra ve Ndrangheta’yı bilen, elbette Meksika’nın kartellerini, misal Los Zetas, Sinaloa, Juarez, Tijuana ve diğerlerine de yabancı değildir, araştırmacı ve gözlemci olarak… Özetle; Sollima, iyi ve yerinde bir seçimdir. Başta Meksikalı eski avukat, yeni tetikçi-infazcı, CIA ajanı, Kolombiyalı Medellin karteliyle de ilişkileri olan, tuhaf, acılı ve hedefi ıskalamayan tip Alejandro’ya can veren Oscar’lı Benicio del Toro, resmen döktürüyor. İstihbaratçı, organizasyon adamı, kirli ilişkilerin piri, karıştırma ve dönüştürme uzmanı Matt Graver karakterini sırtlayan Josh Brolin de, keza öyle… İşte eski filmden, yenisine taşınan bildik anti-kahramanlar ve onlar, filmin omurgası, gücü, hemen her şeyi, vurgulayalım. Senarist Taylor Sheridan’ın da hakkını teslim edelim, eleman, oynuyor, yazıyor, çekiyor, tam bir görev adamı, Yellowstone, Kardaki İzler, İki Eli Kanda, hepsi birinci sınıf projeler, takipçisiyiz!

 

Filmde, ne gereği vardı, abartmaya lüzum yok, burada amacın ne kanka dediğim sahneler mevcut, lakin öyle çok fazla ve gözü kanatan bir durum da yok! Seriye çevrilmesine de itirazım yok! Ben, oturdum, ilk filmi tekrar seyrettim, unuttuğum yerleri anımsamak, taşların oturmasını sağlamak için. İyi de oldu, birini sinemada, diğerini evde, ikisini de arka arkaya izleyin derim.

 

Sicario’nun kiralik katil, Soldado’nun da asker demek olduğunu biliyoruz, lanet olasıca insan kaçakçıları da, her iki ismi de karşılar, hatta daha fazlasını hak eder, Meksika’dan ABD’ye bir akın var, her ne kadar Cumhuriyetçilerin iktidarındaki ülke, buna engel olmaya çabalasa da, sınırlar içerisinde 56 milyon akrabası varsa komşunun, bu gidişatı durdurmanın, mevzuyu sıfırlamanın pek imkanı yoktur, belki kısmen azalır, o kadar! Film, insan kaçakçılığı meselesine, cihatçıları da katmaya çalışmış, ABD kentlerinde, halkın yoğun olduğu yerleri hedef alan ve kendini patlatan, Ortadoğu’nun kaderi gibi tiplerin deplasmana gitmesi, Trump işi politikaların doğru olduğu gibi bir anlamı da tetikler, kuşkusuz. Filmin en sevmediğim yanı da bu oldu, göçmenlerin içerisinde düşmanlarımız var kafası, kime hizmet eder, haliyle malum. Neyse sonradan insani mesajlar, kirli siyaset ve kanlı tetikçilere odaklanarak toparlıyor, bu keskin dönüş filmi kurtarıyor ve benzeri ucuzluklardan sıyrılmasını sağlıyor. İsrail, ABD, Türkiye, sınırlara duvar örüyor, keşke duvarın değil, insan olmanın, insan kalmanın bizleri iyileştirebileceğini görebilseydik, keşke.

Gece Kralı gelecek, dertler bitecek!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kadim, acımasız ve devasa mahlûk ejderhanın alevli soluğu, resmen zavallı ensemi yalarken, kış geliyooo diyerek feryat figan edesim var. Haydi sıcağı, nemi boş verin kuzum, harbiden G.O.T. (Game of Thrones) evreninde yaşıyor gibi hissetmiyor musunuz kendinizi? Vicdansız ve gaddar yöneticiler, hırslı ve kraldan çok kralcı tipler, azimli yardakçılar, sınır tanımayan şakşakçılar, kurban edilmeyi usulca bekleyen yoksullar, gerzekleri kurtarmak için canından olan salak kahramanlar… Sonra bitmek bilmeyen güç ve hâkimiyet savaşları, ardından gelen bariz adaletsizlik, çözümsüzlük, çaresizlik ve elbette baş tacı edilen gereksizlik… Dünyanın en iyi dizisi mi, kesinlikle hayır! En çok izlenen ve merak edilen mi, işte bunda kuşku yok! Sızdırılan bir bölümün heyecanı dahi, yakıcı, sarsıcı, yıkıcı gündemi altüst ediyorsa, tüm hafta boyunca en çok konuşulan şeye dönüşüyorsa, kurgu, gerçeği bir kez daha tepelemiş demektir. Şimdi kiminiz işte ne yapalım, bu bir gönüllü kaçıştır diyecek, kiminiz saçmalama merkez, Khaleesi’yi seviyor herkes diye söylenecek. Neyse olur öyle.

 

Derdin ne birader, direkt siyaset yazsana diye fırçaladım kendimi az evvel, troll dünyasında politika şey ettirmenin ne kadar anlamsızlaştığı aklıma geldi, salla dedim, salla gitsin. İroniden anlamayan, incelikten yoksun, tarafgirliğin esiri olmuş, zekânın tarifsiz kıvrımlarından da bihaber ibişler, elbette hedef kitlem (bu ne biçim bir laftır yahu, harbi harbi komik) değil! Ancak yine de tadımız tuzumuz kaçtı, ayarımız bozuldu, ruhumuz yara aldı, bunları tek tek söylemek gerek! Sinemada da yazsam siyaseti, spor da yazsam siyaseti, ne yazarsam yazayım siyaseti yediririm metne, bilirim, her şey ekonomidir (din, kültür, sanat, teknoloji, aklınıza ne gelirse), ekonominin, en işlevsel anahtarı ise siyasettir, siyaset de gündelik hayatın belirleyicisi, kolaylaştırıcısı, zorlaştırıcısıdır. Yani ben siyasete uzağım, politikadan ırağım ile olmaz, olamaz, kaçış yok, kurtuluş yok!

 

Eee gardaş, ejderhaların, günümüz dünyasında benzeştiği ne var diye sorarsanız, bende yanıt tükenmez derim, modern savaş ve avcı uçaklarının, kıtalararası nükleer balistik füzelerin, ejderhalardan daha masum olduğunu düşünüyorsanız, ya safsınızdır, ya da … Aman neyse, dilim varmadı. Meşhur Demir Taht kimin, valla dünyanın jandarması ve belalısı ABD’nin olabilir şimdilik, Cersei Lannister Sultan da, Donald Trump niye olmasın, ejderhaların annesi, yedi krallığın peşindeki Daenerys Targaryen ise varsın Putin olsun. Ba ba ba, resmen fotoşok yardımıyla ayının sırtında seyahat ediyor Rusya’nın lideri, diğeri de uyduruk nasılsa, gönül rahatlığıyla, sanal ejderhaya biniyor güvenli stüdyoda.

 

Hımmm Kuzeyin yeni kralı John Snow, çok iyi, efendi ve sevimli bir adam, olsa olsa İzlanda’ya yönetici olur, o da seçimle… Kötülüğün, karanlığın, dehşetin, vahşetin, şiddetin kol gezdiği bu dünyaya da, fantastik evrene de fazla bu adam, zaten ergen gibi biraz, aman ha büyümesin sakın! Bak ya, ünlü Demir Bankası’nı es geçiyordum az daha, vahşi kapitalizm tastamam budur işte, savaşmadan kazanan, her şeyi ve herkesi kullanmaya bayılan, kana doymayan, yenilenin de, yenenin de muhtaç olduğu, harbiden gerçek bir galip! En tehlikelisi o, en korunaklısı o, en despot o, ancak hedef alınmayan, suçlanmayan, tehdit altında kalmayan, aşınmayan, sarsılmayan, yıkılmayan da o. Hay maşallah!

 

Biraz zorlarsak, GOT dünyasındaki herkesin, yerkürede karşılığını buluruz. Kuzey Kore, Çin, IŞİD, AB, Ortadoğu ve diğerlerine cuk diye oturtur, kalıbına uydururuz. Ama Gece Kralı’nın (The Night King) yeri bambaşka, o gönüllerimizin hakiki ve sahici sultanı, insanlar her türlü pisliği, iğrençliği yapsın, kanı, kiri, zehri dünyaya bulaştırsın, sonra suçlu ölümden (öldürüyor ama geri de döndürüyor) yaşam doğurtan zombilerin efendisi olsun, hadi canım oradan… Benim favori karakterim o, yedi krallığın başına geçsin, doğanın ve hayatın biricik düşmanı insanlığı dizide de olsa, tarihten silsin istiyorum. Hani gerçek hayatta kötüler, filmlerde ise iyiler kazanır ya, bu ezber kolay kolay bozulmaz, yeter gayrı, zamanı ve yeridir. Hem algı mühendisliği de yapmayın, iyiyi kötü, kötüyü iyiye çevirmeyin. Memleketimizde uzun süredir yaşanan da bu değil mi zaten, hepimizin derdi, sorunu, ağzını açanı, sesini çıkartanı, ifşa etmek, hedef göstermek, bedel ödettirmek, ezmek, sürmek, hapsetmek olan zihniyet değil mi? Gelecek kuşaklar da tekrar tekrar aynı tuzaklara mı düşsün, biri gülerken, diğeri ağlasın mı? Eşitsizliğin ve adaletsizliğin panzehri, işte bizim maviş gözlü, karizmatik ve suskun Gece Kralı, hepimizi zombi edecek, tüm acılar bitecek, ortalık resmen şenlenecek. Tey teyyyyy.

Kafanızı şişirdiysem, affedersiniz, Yunan adalarını övmeye gelmiştim, kendimi yine ve yeniden Bodrum’da buldum, bu da benim sınavım, 25 sene evvel ilk kez geldiğimde, bir daha da uğramam sana demiştim, bana lafımı çok kez yedirdi, hakkını vereyim. Sanırım arızalı, tutkulu, iten ve çeken bir sevgi bu, yerleşmeye karar vereceğim son yer desem, inat ya, kendimi buraya çakılı bulurum, abooo! Esnafı mı yersem, tatilcileri mi dövsem, pahalılıktan mı şikayet etsem, zelzele oldu diye tibit mi atsam, bilemedim. Hemen herkesin diline pelesenk olmuş şeyler hakkında bik bik etmek yerine, şamrelimi kapıp, çimeyim en iyisi… Haaa akşama nemli, kalabalık ve mutsuz insanlar diyarı İstanbul’a döneceğim ve oturmuş bir gölgelik yere, bu tuhaflığı yazıyorum, güldürmeyen şaka mıyım, deli miyim, divane miyim, neyim? Allah, bana akıl fikir versin!

 

Kumpas acemisi, haksızlık abidesi havuz medyası tarafından, ben ve gazeteci arkadaşlarım, hedef gösteriliyoruz diye savunma yazısı mı yazaydım yani, saçmalığı itham mı etseydim, akıllara zarar ziyan, mantığın direkt iflası, gerçekliğin acıklı ölümü olmaz mıydı bu? Örgütlü cahillik ve saf kötülük, yeterince azmadı mı? Onları ciddiye almak, mutlu etmektir, sevindirmektir, kendimize güldürmektir. Yeter artık, bu hileli oyunda, asla yokuz.

Oscar, dışı seni, içi beni yakar!

 

 

ALPER TURGUT

 

Meşhur Akademi Ödülleri, 89 yıl hayat buldu, bunun da 20 senesi Meryl Streep ablamızın adaylığıyla geçti. Yani o, mevzuya en hâkim kişi ve özetle şöyle diyor pek sevgili yetenek abidesi; “Oscar ödüllerinin giderek siyasi kampanyalara dönüşmesini korkutucu buluyorum. Bu gerçekten tatsız… Televizyon reklamlarına da en iyi görüntü, en iyi aktör ve bunun gibi ödüller vermeye başlamaları uzun sürmez.” Lanet televizyonu da, melanet reklamı da bir kenara koyarsak, hani sadede gelirsek, 7. sanatın, kültürel bir etkinlikten ziyade, hoyrat bir propaganda aracına dönüşmesi, bizim büyük sevdamız beyazperdenin, kapkara talihi olsa gerek. Ve bu dönüşüm, öyle ağırdan da almıyor, hızlı mı hızlı, topaç gibi hay maşallah ve sanırım çok eğleniyor zengin keratalar… Ha! Yepyeni, gıcır gıcır, pırıl pırıl bir oyuncak da değil ha, epey uzun bir süredir oynuyor yerkürenin belası egemenler, harbiden hunharca…

Ve gerçekten karikatür gibi bir tipleme olan Donald Trump’a, bunu biz televizyon şovlarıyla büyüttük demeyip, acıklı acıklı feveran ve veryansın edenler, onu iğnelemeyi, ona laf çakmayı, politik bilinç gibi şey ettirenler, şimdilerde kitap yazsınlar diye on milyonlarca doları cebe atan Obamagilleri ise, resmen kutsuyor, her şey tıkırındaymış gibi mutluluk saçıyor, direkt şovlarına katıyorlardı. Ünlü belgeselci Michael Moore’u hatırlayın hele, cumhuriyetçiler iktidardaysa, eleman anında muhalif kesiliyor, aslan gibi kükrüyor, demokratlar gelince koltuğa, sertlik gidiyor, yumuşacık oluyor, dertler bitiyor, kuzular gibi mutlu mesut meliyor. Dünyanın mazlum halkları açısından da, hakeza ABD’nin yoksulları için de, demokrat ile cumhuriyetçi arasında pek bir fark yoktur oysa…

Ah! Tatlı su muhalifleri, sistemle derdi olmayıp, siyasi partilere göre şekil alanlar, refleksini ona göre belirleyenler, siz yok musunuz siz, her yerdesiniz ulan! Bizim memlekette de, benzer kumaştan tiplere rastlarsınız, az da değillerdir, bildiğin kalabalıktırlar, üstelik sinsidir bunlar, ayakkabıya girmiş küçük taş, tekere denk gelen çivi gibidirler, devinime engel olur, hayat enerjisini alır, mücadeleyi söndürür, kısaca usandırırlar ve bıktırırlar her şeyden, inanın. Daha önce de söylemiştim, muhaliflik, bir elbise değildir, mevsime göre değiştiresin, bedel isteyen, gönüllük isteyen, ağır ve kıymetli bir yüktür bu kimlik, ömür boyu taşıyacağın… Ta ki, ezenin ve ezilenin olmadığı, bir dünya kuruluncaya dek…

Oscar töreninin sonundaki skandal, en nihayetinde bir insan hatası, yani olur böyle vakalar. Yaşayanlar üzülür azıcık, izleyenler de, işi dalgaya vurur birazcık, sonraki törene dek unutulur. Asıl skandallar, bilinçli ve kasıtlı seçimlerdir, militarizmi kutsayan filmlere verilen nice ödüller, smokinli, tuvaletli ünlü aktör ve aktrisler tarafından, alkış manyağı edilmediler mi? O meşhur kırmızı halı, belki de rengini, fakir halkların, sivil kurbanların, üstüne bombalar yağan çocukların kanından alıyordur, kim bilir.

 

Geçen sene yine bir Oscar yazısı yazmıştım; “Oscar Emmi, insanın yakasını asla bırakmaz, hakkında konuşulmasını önemser, Sam Amca ile de kankadır zaten bunlar, ABD için, Amerikan Rüyası için çalışır dururlar. Yani savaş rüzgârları eserse, bilin ki, barış filmi çöpe gidecek, siyasi iklim ılımansa, laylaylom bir film kazanacak. Aksini düşünen varsa, bana da anlatsın, belki inanırım. Yoksa dediğim dedik, bildiğim bildik. 1929’da ilk Oscar’ı, bir süre sonra Naziler için propaganda filmleri yapacak olan Alman aktör Emil Jannings kazanmıştı. Hımmm nereye sürükleneceği, ta başından belliymiş değil mi?” Tüm zamanların gişe rekortmeni Avatar gibi çevrecilik iyidir, hoştur, çok tatlıştır filmi yerine, militarizm güzellemesi Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) adlı şeye, altı heykelcik vermek, devasa savaş aygıtına destek değilse nedir? Yıldız oyuncuların, işgalci askerlere, moral aşılamak için görevden kaçmaması, onları eylemek için cephelere koşması, canım sinemanın, gaddarlar için yararlı bir aparata çevrildiğini göstermez mi?
Bana sorarsanız, ödül almaktan ziyade, ödün vermemektir asıl mesele, beyazperdenin tarihine geçen, birçok iyi, ünlü ve yetkin sinemacı var, önemli bölümü de sizlere ömür, Akademi’nin suyuna gitmek, ilgisini çekmek gibi bir dert edinmediler asla! Onlar, filmler çektiler, rol aldılar, ürettiler, sinema aşkına yaşadılar ve ölümsüz eserler bırakarak öldüler. Hep anlatırım, yine söyleyeyim; Woody Allen abimize, gel yine Oscar kazandın (dört Oscar’ı var) demişler; “Beni böyle boş işlerle meşgul etmeyin, film çekiyorum kardeşim…” diye söylenmiş.

Hele hele Beyaz Baretliler adlı, herkesin malumu grubun, Oscar kazanıp, ayakta alkışlanmış olması ise tam bir trajikomedi. Algı mühendisliği çok güzel gelsenize, heyyyyyy manipülasyon var, yeni çıktı, taptaze… Absürtlüğün salt bizim memlekete dair bir şey olmamasına sevinsek mi, üzülsek mi, işte bunu bilemedim. Neyse, her neyse…

Misal bana, eee birader, bunca laf söyledin, ne yapalım, 90. ödül töreni gelmeden, Oscar’ı mı kaldıralım diye sorarlarsa şayet, elbette hayırrrrr derim. Akademi Ödülleri, tüm olumsuz yanlarına rağmen, önemli ve değerli… Çünkü gişe filmlerini, araya sanat yapıtlarını katarak onurlandıran böylesi bir ödülün, muadili yok, ne yazık ki… Oscar olmasa, belki de gişe filmleri, iyice çöp işlere dönüşecek, herkes salacak, serecek, alın bunu çektik, takılın işte denecek. Haliyle Akademi Ödülleri, kötü için bir frendir, iyiye de gazdır, gaz. Avrupa’nın çoğu geleneksel ve büyük festivali, sanat odaklı yapıtları ve bağımsız eserleri ödüllendiriyor. Oscar’ı eşsiz ve özgün kılan şey, yeni dünyanın, eski kıtanın tarzını benimsememiş olmasında yatıyor. Bakın geçmişin, sinema devi ülkeleri Fransa ve İtalya’ya, şimdi ne haldeler? Sinemasever insanlığa, Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik gibi iki önemli akım hediye eden büyük ve önemli yönetmenlerin mirası ve ruhu, harbiden neredeler? Ülke sinemasında, ekol ve okul haline dönüşmek kadar, bunu korumak, devam ettirmek ve çıtayı yükseltmek de gerekiyor, kıssadan hisse. Son olarak, İran yine ve yeniden kaptı heykelciği, eyyyy memleket sineması, seni sarsmak için daha ne lazım, artık uyanma vaktidir.

Artık ölsen de kurtuluş yok!

 

 

 

 

ALPER TURGUT @AlperTurgut01

 

Efsanevi ‘Yıldız Savaşları’ serisine, buçuklu olarak katkı sağlayan, öyle böyle değil, harbiden sağlam bir destek atan Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi, her şeyden öte, geleceğe dair bir gerçeği, şimdiden gözümüze sokmayı başardı. Peki, nedir bu gerçeklik? Lan arkadaş, yeni düzenin, pardon galaktik imparatorluğun en yüksek rütbeli subayı, içinde barındırdığı salt kötülük ve keskin-üstün zekâsı yüzünden, canımız ciğerimiz, biricik lordumuz Darth Vader’in bile çekindiği, bu herife bulaşılmaz dediği meşhur Grand Moff Tarkin, filmde arz-ı endam ediyor. Eee diyeceksiniz. Demeyin canım kardeşim, demeyin, hele önce bir dinleyin. Elemanlar, fantastiğin ve bilimkurgunun hakkını vermişler, ölü bir adamı, resmen hayata döndürmüşler. Evet, Tarkin’e can veren ünlü İngiliz aktör Peter Cushing, bundan tam 22 sene evvel, terk-i diyar etti. Korku-gerilim türünün ağır abisi Peter, yaşasaydı şayet, 103 yaşında olacaktı. Hollywood, artık öteki dünyaya da gözünü dikti, ölmek de kurtuluş değil, bir rahat, bir huzur vermeyecekler, harbi besbelli.

Aslında Prenses Leia Organa (Carrie Fisher) da gencecik haliyle beyazperdeye yansıyor, hadi o 60 yaşında ve hala hayatta. Geçenlerde biten senenin en güzel hediyelerinden Westworld dizisini seyrederken, yaşı seksene dayanan Anthony Hopkins emmimizi, bıçkın delikanlı haliyle görünce ekranda, haydaaa diye tepki vermiştim. Haliyle şaşkınlığın da bir son bulması gerekiyor, bilgisayarın, efektin, sanalın, özetle teknolojinin devrinde, atılım yapmaya hazır CGI çağında… Lakin Ortadoğu’da yaşamak, başlı başına büyük bir bela, arkamıza bakmaktan, önümüzü görebilmek ne mümkün! Elbette, gençleştirme ve yeniden hayata döndürme, daha emekleme döneminde, yenilik afallatsa da sanallığın farkına varıyor insan, hiç kuşkusuz. Amma bir beş veya on sene sonra, teknoloji ilerleyip, deneyim artınca, artık farkına da varamayız, cin gibi bunlar, ayaküstü uyuturlar, ölenleri hop diye yaşayanların arasına katarlar. Ünlü yönetmen James Cameron, gişe rekoru kıran (iki milyar 788 milyon dolar hasılat, peh peh) ve gelmiş geçmiş en çok izlenen film olan Avatar’ı (2009) çekmek için, yıllarca teknolojinin gelişmesini beklemişti. Unutmayalım.

Hah! Şimdi düşünsenize, bu garip ve tuhaf teknolojinin, gündelik hayata yansımasını… Misal Putin hiç ölmüyor, sürekli ekranda, ayılarla geziyor, kaplanlarla takılıyor. Örneğin, Donald Trump da sene olmuş 2116, hala ve inadına televizyonda, yine ve yeniden pot üstüne pot kırmakta… Kâbus gibi resmen be… Gerçek hayatta, hani uzaktan çekimler için dublör kullan, sonra gelsin ekran, ver coşkuyu, ver coşkuyu… Hayal etsenize, yüz sene sonra da saraylar, muhtarlar, troll canlar, dinmeyen, bitmeyen alkışlar. Abbooooo.

 

Sinemanın meşhur yıldızları, cicili bicili, albenili, aktrisler, aktörler, seneler sonra, oturdukları yerden para kazanacaklar, aman bunları istekleri, talepleri, arzuları bitmez, evde yatsınlar, işte parayı cukkalasınlar diyebilirler. Ta ki kopyalamaktan, çoğaltmaktan vazgeçip, kendi sanal yıldızlarını yaratana kadar, yemeyen, içmeyen, gezmeyen, tatil istemeyen, itiraz etmeyen, kaprissiz, tereddütsüz oyuncular, oh mis!
Yıldız Savaşları serisi, aslında dünya ve insan gibidir, bırakın uzayı, uzaylıları, politik göndermeler, sosyal mesajlar, sıkı entrikalar, kıvrak manevralar, iyi ve kötünün savaşı, karanlık ve aydınlık. Ve güç! Boş yere Jedi Şövalyeleri, Sith Lordları denmiyor, al sana kâinata sirayet etmiş, tekno Orta Çağ! Işın kılıcının bile mevzusu bu, soğuk çelikten hallice işte. Hah! İmparatorluk için yaşayan kötüler ve cumhuriyet aşkına yanan iyiler. Çok siyah-beyaz oldu değil mi? Rogue One, belki de ilk defa gri de var ulan diyor. Seriye katkısı ve artısı bu işte, asilerin, isyancıların, hepsinin iyilik timsali minnoşlar olmadığını, araçlara takılanların amacı unuttuğu dünyamızda, kötüleri alt etmek için, ellerin kirlenebileceğini, zalimleri yok etmek isteyenlerin de gaddarlara dönüşebileceğini, isyan etmenin kanlı ve canlı bir şey olduğunu anlatıyor, kendince, dili döndüğünce ve resmetme yetisince…

Evet, çok yakında 40 yaşına girecek Yıldız Savaşları serisi, bırakın sona ermeyi, hala süren seti, yeni filmler gelecek, galaktik evren, lastik gibi maşallah, çektikçe uzayacak, içini doldurdukça genişleyecek. Bir metin değil, bir cümleyle bile, parlak bir fikir doğabilir, misal zorlu Ölüm Yıldızı görevindekiler, hepsi büyük birer kahramandı diyelim, buna bodoslama dalarak, cumburlop üstüne atlayarak, tumturaklı ve çetrefilli bir öykü çıkartılabilirsin, yani saha açık, al pası, at topu önüne, sür sürebildiğin kadar. Üstelik fanlarıyla, hayranlarıyla, bu büyük bir pazar, marketler, dükkânlar, taptaze karakterlerin oyuncaklarıyla, eşyalarıyla, tişörtleriyle donandı bile.

Rogue One, Jedi olmadan da Star Wars çekilebileceğini göstermiştir, kör karateci abinin, sopayla kasklı ve zırhlı çevik kuvvet gibi Stormtrooperleri pataklaması, haliyle komik kaçsa da zaten uzay gemilerinin savaşı gibi, ergenliğimizi özleten cuv cuvvvv eğlencesi, hepimizin hoşumuza gitmiyor mu? Hem yeni bir hayat, umut değil midir? Ümit dediğin de, bekleyerek gelir mi? Mücadele ederek, bedel ödeyerek ona ulaşılır, baskılar ve zorluklar arasında, ölümün kıyısında ve her koşulda yaşama tutunarak, illa kanırtarak.

Beklemek derken, seyretmeyi denediğim tek yerli dizi olan (o da işgal vakti doğan ve tez zamanda Anadolu’yu saran kurtuluş ruhu ve bilincini de belki gösterirler umuduyla elbet) Vatanım Sensin’de, Yunan subayı delikanlı, bizim vatansever genç kıza, Konstantinos Kavafis’in meşhur Barbarları Beklerken şiirinden birkaç dize okudu. Ardından “Düşmansız bir arada duramayan bir millet olmuşsunuz, aslında birbirinizi sevmiyorsunuz, hayaliniz, ülkünüz kalmamış, hiçbir şey üretmiyorsunuz. Yalnızca bir düşmanın varlığı hatırlatıyor size kim olduğunuzu” gibi bir şeyler söyledi ve ekledi: “İnsanı sevmeyi bilmeyen, memleket sevmeyi nereden bilecek!” Günümüze ne denli uygun değil mi? Tek bize dair de değil, tüm dünya ülkeleri ve ahalisi, artık salt düşmanlarıyla var olabiliyor, ne yazık ki. Şiirde boşluğa düşer bekleyen insanlar, çünkü barbarlar gelmez, oysa gerçek hayatta, barbarlar aramızda, kapımızda, yanı başımızda. Barbarlar var veya yok, pek fark etmiyor, hissedilen yine ve yeniden boşluk hissi, bir büyük bekleme odasında, umut, direniş, mücadele olmayınca…

Bana her şey seni hatırlatıyor

 

 

 

ALPER TURGUT / @AlperTurgut01

 

Zaman ve vakit arasındaki fark nedir diye sordum birkaç kişiye, biri iktidarın sesi, diğeri de paralel gazete yanıtlarını aldım. Haydaaaaa. Zaman ve vakit denince aklınıza, direkt gazete adları geliyorsa, zaten ortada devasa bir sorun var demektir. Hani yapacak da bir şey yok! Şimdi daha kendi yolunda yürümeyi beceremeyenler, kandırılmaya pek müsait algılarıyla, aman ha paraleli kurcalamasınlar ve bunu evde sakın denemesinler derdim de, cadı avı güncesinde, harbiden gına geldi, baygınlık verdi artık mesele… Oysa bildiğimiz zaman ve vakti sormuştum, sualde bir hinlik yoktu, siyasi bir sebep de… Her neyse… Zaman mevhumundan hareketle, canım Turgut Uyar der ya; “Çünkü Zeynep diye bir kız çocuk, “canavarın zamanı yoktur” demişti, yıllarca araştırdım bulamadım aslını, belki de haklıydı, kim bilir…” Eee bu canavarın zamanı yoksa eğer, bellediğimiz zamanın diğer adı da canavardır ve en önce zavallı fakirleri yer, gnam gnam. Afrika’da aç çocukları yutar, Akdeniz ve Ege’de yeni bir hayat yolcularını ham yapar, zengin ve vicdansız yaşlıların savaştırdığı fukara gençleri, öbek öbek ağzına atar. Oh ne ala, insana dair ne kadar canavarca eylem ve devamında yıkıcı-yakıcı sonuçları varsa, zamana kakalayalım. Sonra klişenin dibine, şöyle güzelce vuralım, zaman en büyük öğretmendir, ne yazık ki, bütün öğrencilerini öldürür gibi, tumturaklı sözler paylaşıp, kendimizi ve türümüzü avutalım. Yav he he…

 

Haydi, gelin, başa dönelim. İnsanlık, uygarlığın doğduğu Mezopotamya’da, can sıkıntısından olsa gerek, vakit, nakittir, zaman, paradır der (bak ya, şimdi Lidyalılar itiraz edecek), şakası bir yana, en nihayetinde ezelden beri fark edilen zaman denen zamazingoya anlamlar yükler. Yani ta Sümerlerden bu yana, kafa patlatılıyor zaman mevhumuna dair. Her şeye merak eden Mısır’ın eskileri ise, bu zaman denen şey, resmen sonsuzluğu simgeliyor, olsa olsa tanrıdır, tanrısaldır diyor ve haliyle ortalığı karıştırıyorlar. Sonra bize ayrılan süre bitti, bu topun da duracağı yok, hadi biraz da siz kurcalayın diyerek, hop ara pasını, Yunan ve Roma medeniyetlerine atıyor. Ezcümle; insanın zamanla yaptığı, kaybetmesi malum sidik yarışı, artık başlamıştır. Biricik ömür, hep çalışarak mı geçecek? Anında boş zaman gibi bir absürt şey yaratılır, oysa zaman boş filan değildir, olsa olsa insan kendine meşgale peşindedir. Gaza gelinir, kendine zaman ayır diye tembih edilir, zamanla geçer diye nasihat verilir. Yok artık! Zamanı oyuncak edecekler akılları sıra, hayır, Kant abimizi de dinlemiyorlar. Al işte, ‘zaman, sessiz bir testeredir’ diyor, haddinden fazla tehlikeli ve bize dair ayırdığı süresi belli bir oyuncak bu, hiç gözünüzün yaşına bakmaz, direkt kıtır kıtır keser Alimallah.

 

Lan arkadaş, nereden çıkarttın şimdi başımıza zaman, zaten halimiz duman diyebilirsiniz. Ne edek gardaşım, yılın en iyi filmlerinden biri olan “Arrival” (Geliş) gösterime girdi ya, işte üzerine bik bikliyoruz. Bilimkurgunun olmazsa olmazı, zaman meselesine daldım, ABD başkanlık seçiminden çıkmayı planlıyorum, lakin bunu nasıl başaracağım, şimdilik inanın bilmiyorum. Evet, öncelikle filmi pek sevdim, müthiş bir işçilik ve seyirlik bu. Siz bakmayın ahalinin atanamamış Interstellar (Yıldızlararası) muhabbetine, güncellenmiş Contact (Mesaj) sohbetine, bir film, diğer filmlerden elbette esinlenir, kopyacılık ise başka mecra, ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Bağımsız film ruhunu ve Hollywood bütçesini harmanlayarak, sinema tarihine geçecek bir yapıt ortaya çıkartılmış, en nihayetinde. Çok uzatmayalım, uzaylı arkadaşlar, dünyanın 12 ayrı noktasına, kocaman ufolarıyla inerler ve insanlarla bağlantı kurmak için beklemeye geçerler. Dünyada panik, korku ve endişe büyür, yönetenler de, uzaylıların karşısına üç şeyi çıkartır; asker, bilim ve dil (uzmanlar). Varoluş, gerçeklikten kopuş, ezber bozumu, diyalektik materyalizm, din, zaman-mekân-madde, bir anda boşluğa düşme. İnsanı insan eden yegâne şey, düşünce… Bu yüzden varlık ve yokluk derdinde, mana ve gaye peşinde, somut ve soyut arasında, kavram kargaşasında bocalar durur. Dağıtmadan, aslında film, dramatik örgüsüyle öne çıkıyor, uzaylılar, insani yanımıza sesleniyor. Hatırlarsak, parçaları birleştirmeyi başarırsak, bir keskin acıyı bilerek yaşarsak, neticeyi anlarsak, yine de geçer miyiz o yoldan?

 

Zaman etiketli yapımlar, sanıldığı kadar çok değildir, öncelikle Terminatör, 12 Maymun, Geleceğe Dönüş, Bugün Aslında Dündü, Şahane Hayat, Maymunlar Cehennemi, Zaman Makinesi, Yaşam Şifresi, Frekans, Kelebek Etkisi, Göl Evi, Zaman Yolcusunun Karısı, Yarının Sınırında, Bay Hiçkimse ve Jumanji sayılabilir. Uzaylıların dünyayı istilası ise ayrı bir inceleme konusudur. Doğal kaynaklarımıza göz dikeni mi ararsınız, bizleri derdest edip kaçıranı mı ararsınız, katliam yetmez, soykırım yaratalım tipi uzaylıları mı ararsınız, biz en iyisi dünyayı yok edelim diyeni mi ararsınız, adeta yok, yok listelerde. Misal Battleship filminde, uzaylı psikopatlara karşı, ABD donanması devreye girer, Ortadoğu’yu tarumar eden meşhur deniz piyadeleri, kendi memleketlerini ve haliyle dünyayı da kurtarır. Bu absürt kahramanlık öyküsünde, mesaj açıktır, hey dostum, bakın biz çok güçlüyüz, ayağınızı denk alın, uzaylıları bile yeneriz, ezer geçeriz.

 

Ah be Pentagon mahsulü dingil senarist kardeşlerim, kâinatın bambaşka bir yerinden ve bilmem kaç bin ışık yılı uzaklıktan, belki zamanı bükerek, ışınlanarak, kara delikmiş, yıldızlarmış, çekim gücü imiş aldırmayarak evimize dek gelen, bizden çok daha gelişmiş yaşam formu ve üstün zekâ, biz ava çıktık, keyfimize göre sizi vuracağız, sonra dünyanızı patlatacağız, oh sefamız olsun mu diyor yani? İnsana dair düşünce, duyu ve hislerle, tüm dünyayı, savaşlara, açlığa ve yoksulluğa mahkum ettik, hayvan türlerini yok ettik, çekirge sürüleri gibi çoğaldık ve oradan oraya göçtük, kuruttuk. Şimdi de uzaylıları mı yargılıyoruz artık? Belki sohbete geldiler, öğrenmek-öğretmek, bilmek onlar için çok önemli, savaşın değil, barışın uzaylısı bunlar, neden sürekli bol keseden atıp duruyorsunuz? Gelse bir uzaylı arkadaş, siz deli misiniz, ahmak mısınız dese, binlerce yılda ilerlemeniz, savaş aygıtlarının, korkunç tekniğin ve katletme kapasitesinin gelişmesi mi diye sorsa, oktan güdümlü füzeye, attan nükleer deniz altıya geçtiniz, bunca zaman tek bildiğiniz ve öğrendiğiniz şey öldürmek mi?

 

Evet, gazetelerdeki üçüncü sayfa haberleri yetmemiş, televizyonda ana haber ve ara haberler kafi gelmemiş, cinayete, yaralamaya, kana doyamamış, almış patlamış mısırını, sinema koltuğuna oturmuş, beyazperdenin de kıpkırmızı olmasını bekliyor insan. Harbeden acıklı ve saçma sapan. Yahu aksiyon yok mu? Hep sevgi, saygı var, anlama çabası var, efendi efendi takılıyor bunlar, kafa böyle de tuhaf işliyor işte… Bence aşk meşk filmleri dâhil, çizgi filmleri de katarak, tüm karakterleri, tiplemeleri ve bedenleri kırmızıyla boyayın, alın size ketçap sineması… Belki doyarsınız.

 

ABD başkanlık seçimi yapıldı, zamana karşı yarışıldı, birbirinden pek farkı olmayan, savaş çığırtkanı ve tetikleyicisi adaylar, yine ve yeniden dünyayı kedere boğmayı, seçim vaatleri arasına koydular. Demokratı da, cumhuriyetçisi de, başımıza bela oldu, olacak, çünkü biz dünya halklarını, onların silahları kadar, kararsızlığımız da öldürüyor. Evet, en büyük zaman hırsızı kararsızlıktır diye bir söz var, ah artık bir karar verebilsek, şu asalakları, bir silkeleyip atabilsek. Zengin azınlığın elinde oyuncak olan yoksul çoğunluğun, büyük çaresizliğidir bu, bitsin bu çile, illa uzaylılar mı gelip bizi dürtecek, aklınızı başınıza devşirin diyerek…

 

Hillary Clinton kaybedip, Donald Trump kazanınca, ABD’nin bazı bölgelerinde, nümayişler başladı. Hatta Portland kentinde, devlet, göstericilere müdahale etti. Polis şefleri, klasik bir açıklamayla, bu bir ayaklanma dedi. Korkulan şey, dünyanın jandarmasının, kendi evinde başkaldırıyla karşılaşması… Öyle çok uzakta ‘Arap Baharı’ gazlaması kolay, kendi yurttaşın bahar isteyince şaşırıp kalırsın elbette. Yeleli Trump, bunlar profesyonel eylemci demiş, yol, köprü yapacağız, inşaatlara hız vereceğiz de dedi. Şaka gibi arkadaş, geçelim uzaylıları, akıp giden zamanı, hala ve ısrarla bana her şey seni hatırlatıyor.