Etiket arşivi: david mackenzie

Ne hakiki, ne de sahte; ‘Aslı Gibidir’

 

 

ALPER TURGUT

 

2010’u, yedi yeni film ile uğurluyoruz. İçlerinden en iyisi ise İranlı usta Abbas Kiarostami’nin yazıp, yönettiği “Aslı Gibidir” (Certified Copy), kesinlikle. İtalya’yı fona oturtan İranlı yönetmen, sanat ile hayatı harmanlıyor, kadın-erkek ilişkisinin, dillerin ve milliyetlerin ötesinde, evrensel bir kimliği olduğunu fısıldıyor. Üstelik bu ilişkinin gerçek olması da şart değil, ama hiçbir şekilde sahte de değil. Hani orijinale yakınlığı onaylansın ve belli bir resmiyet kazansın diye “Aslı Gibidir” damgası vurulur ya, işte o hesap. Filmi, ünlü Fransız aktris Juliette Binoche ile daha önce oyunculuk deneyimi olmayan İngiliz opera sanatçısı, bariton William Shimell sürüklüyorlar. Oyunculuk adına müthiş bir iş… Hatta Binoche, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bu performans, hak ediyor, emin olun.

 

James Miller (Shimmel), Toscana’ya sanat tarihi üzerine yazdığı kitabını imzalatmaya gelmiş bir yazardır, Elle (Binoche) ise memleketi Fransa’yı terk ederek İtalya’ya yerleşmiş ve sanat galerisi açmış bir çocuk sahibi bir kadındır. Elle, James’e hayrandır, ona şaraplarıyla meşhur Toscana’yı gün boyu gezdireceği için heyecanlı ve mutludur. Tanışma faslından sonra saatler ilerledikçe yakınlaşır ve kaynaşırlar, gerçekliği sorgularlar, hayattan, sanattan ve ilişkilerden konuşurlar. Sonra karı koca rolüne soyunurlar. Yeni mi tanıştılar, yoksa yıllardır bir aradalar mı? Her şey karmakarışık bir hale gelir. Bu yeni başlangıçtır belki de, ya da tükenen bir ilişkinin son demleri. Tartışırlar, küserler, yalnızlıklarına çare, aşka bahane ararlar. Ne hakikidir, ne kopyadır, ne gerçektir ne de sahtedir, hayat bazen “Aslı Gibidir”. Bu güzel film, ne yazık ki, iki kopyayla gösterime giriyor. Yine de kaçırmamalı.

 

 

HAYDE BRE

 

 

Orhan Oğuz’un filmlerine karşı son dönemde oluşan önyargımı yıkan yapımdır, “Hayde Bre”. Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nin yarışmacılarından olan bu seyirlik, bazı kötü oyunculuklar, kimi karakterlerin altının boş olması, tekrarlar ve küçük aksaklıklar dışında beğenimizi kazandı. Büyük kentte adeta boğulan eski pehlivan Şaban Aga rolündeki Şevket Emrulla ile üç çocuklu, kocası felçli, İstanbul’da hayata tutunmayı çabalayan Balkan göçmeni Saadet karakterini canlandıran Nilüfer Açıkalın, gerçekten iyi oynamışlar, solcu rolündeki İlker İnanoğlu ise filmin yumuşak karnı, resmen olmamış, tökezlemiş, iğreti durmuş. Orhan Oğuz, 10 yıldır üzerinde çalıştığı bu projeyi, kendi çocukluğundan yola çıkarak oluşturmuş. Makedonya ve İstanbul arasında mekik dokuyan film, gurbette olmak, sıla özlemi, yalnızlık, çaresizlik, kesişme, yoksulluk ve yoksunluk üzerine. İzlemeye değer.

 

 

MEMLEKETİN ‘SİNEMA’ MESELESİ

 

“Memlekette Demokrasi Var”ın şokundan yeni kurtulmuştuk ki, karşımıza bu kez “Memleket Meselesi” çıktı, tamam, memleketi sürelim beyazperdeye lakin sinemaya dair bir meselemiz de olsun. Ne yazık ki; Yok… Ahmet Uğurlu ve Füsun Demirel, bu memleketin en iyi oyuncularından, hiç şüphesiz, ancak onlar ne yapsın senaryo zaaf taşırken. Siyasi mesaj, sululuktan okunmuyor, bir eğitim emekçisinin, polisten yediği tokat ve devamında gelişen olaylar, seyirciyi etki altına almıyor. Dizilerden gelen ve ilk kez bir sinema filmi yöneten İsa Yıldız, umarım gelecekte TV’den beyazperdeye sağlam bir geçiş yapar. İşte tam da bu yüzden, noksanlıkları, acemiliğe verelim ve daha fazla da detaya inmeyelim.

 

 

KÜÇÜK ÜLKENİN ZAMANE DEVİ

 

 

“Gulliver’in Gezileri” (Gulliver’s Travels), eski bildik öyküye sırtını dönmüş, üç boyutlu bir asri zamanlar masalı. Gülüver, güldürüver, gülücükver, güdüver gibi abuk sabuk ve bin kez tekrarlanmış kelime oyunu odaklı anti-espri giriÅŸimleriyle bu filmi anlatmayacağız, rahat olun. Öncelikle Gulliver’in 285 yıllık harika serüvenini, kendince modernize eden ve popüler kültür öğeleriyle bezeyen bu yapım, hem derinlikten yoksun, hem de kopuk kopuk. Klasik bir uyarlama, kendi adıma tercihimdir, itici bir tip ve zorlama bir komik olan Jack Black’in Gulliver rolüne soyunması ise film adına büyük bir ÅŸansızlık. İrlandalı yazar Jonathan Swift’in klasik eserinden uyarlanan filmi, çektiÄŸi animasyonlarla (Monsters vs Aliens ile Shark Tale) tanınan Rob Latterman yönetti. Filmin belli baÅŸlı rollerinde, Jack Black dışında Emily Blunt, Jason Segel, Amanda Peet ve Billy Connolly var. Sevda uÄŸruna, Bermuda Åžeytan Üçgeni’ne doÄŸru yola çıkan Gulliver, kendini minicik insanların vatanı Lilliput’ta bulur. Evet, kesinlikle önermediÄŸimiz bir film bu, kısaca zaman kaybı.

 

 

KUKURİKU: KADIN KRALLIĞI

 

 

Müsamere muadili “Kukuriku: Kadın Krallığı”nı Hasan Özsoy yazdı, Serkan Ok yönetti. Filmin oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Levent Ülgen (Kaldıray), Didem Erol (Kodurgalı), Ali Düşenkalkar (Dübürük), Serap Aksoy (Zambak), Ceren Soylu (Ambar), Çağıl Taşbaşı (Kadife), Necip Memili (İmdat), Ayşen Gruda (Sülüklü Albız), Cenk Gürpınar (Abış), Melike Öcalan (Perihan), Bahattin Doğan (Babaruhi), Ayta Sözeri (Beton), Ufuk Karali (Dursun), Hüseyin Akşen (Göbelek) ve Göksel Bekmezci (Yeter). Hiç üşenmedim ve neredeyse tüm oyuncuları yazdım, çünkü üstüne konuşacak fazlaca bir şey yok. İktidar kadına geçince ne olur? Elbette, kadın, erkekleşir. İşte bu minvalde ilerleyen kötü, abartılı ve bel altı bir masal, Kukuriku, tam olarak. Kukuriku gibi filmleri çekmeye devam edersek, sittin sene, “Şalvar Davası”nı da, “Kibar Feyzo”yu da aşamayız. Tavsiye etmiyoruz.

 

 

ÇAPKINLAR DA DUVARA TOSLAR

 

 

“Hallam Foe”, “Asylum” ve “Young Adam-Tutku Nehri”nin İngiliz asıllı yönetmeni David Mackenzie, “Çapkın” (Spread) ile Hollywood’un, jigolo hikâyelerinden asla vazgeçmeyeceğini bizlere yeniden hatırlatıyor. Bu kez jigolomuz Ashton Kutcher, hani fena da oynamamış. Ayrıcalıklı bir hayat için karizmasını, yakışıklılığını ve doğal olarak bedenini, zengin kadınlara sunan Nikki, Los Angeles’i mesken eylemiştir. O, lüks yaşam için kadınları fetheder, yaman bir avcıdır, avlananlar ise kalpleri kırılana dek bundan hoşnuttur. Eğlence, keyif, zevk sürer gider, ta ki jigolonun “asla âşık olma” kuralı yıkılana dek. Hele bu sevda öyküsünde, karşı taraf senin kadın bir benzerinse, yandın demektir. “Şampuan”, “Tiffany’de Kahvaltı” ve “Amerikan Jigolo”nun izinden giden Çapkın, öyle ahım şahım bir yapıt değil, şaşırtmıyor, sürüklemiyor, sarsmıyor. Konu ilginizi çektiyse gidin, yoksa boş verin derim.

 

 

YAPILMIÅžI VARDI ZATEN

 

 

Hollywood işi “The Experiment”, Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in 2001’de çektiği meşhur ve güzelim “Deney”in (Das Experiment) yeniden çevrimi, özetle. Her ne kadar Adrien Brody ve Forest Whitaker gibi Oscar’lı iki aktörü, mahkûmlar ve gardiyanlar içerikli kanlı deneyinin odağına oturtsa da, eski versiyonunun etkileyiciliğinden fersah fersah uzakta, bu yapım. Önerimiz, Almanya orijinli asıl filmin DVD’sini alıp, izlemeniz yönünde. Zaten yapılmışı var, üstelik tokat gibi bir film, kötü bir taklide şans tanımamak gerek.

Duyu’suz yaşanır mı?

 

ALPER TURGUT

 

“Yeryüzündeki Son Aşk” (Perfect Sense), duyuların yaşamsal önemine, insanların hayata tutunma azmine ve aşkın salgında, zorlukta ve yoklukta var olmasına dair kalburüstü bir film, özetle. Evet, koku alma, tatma, işitme ve görme gider, dünya üzerinde en son dokunma ve aşk kalır. İşte orada dur! Kalır mı, kalmaz mı, hiç duyu’suz yaşanır mı? Her şeyden öte bu film, oturup üzerine düşünülmeye değer.

 

“Asylum”, “Hallam Foe”, “Young Adam”, “Spread” gibi vasatı aşan ve ilişkiler konusunda ustalaşmaya çabaladığı filmleriyle adını duyuran İskoç yönetmen David Mackenzie, asıl sıçramasını dünyanın değil insanın kıyametini resmeden karamsar bir distopya olan Yeryüzündeki Son Aşk ile yapıyor. Mackenzie’nin “You Istead” adlı komediyle müziği harmanladığı son filmini ise merakla bekliyoruz. Duyuların yitimi, insanlığın bitimi ile örtüşür mü? sorusunu dillendiren Yeryüzündeki Son Aşk’ın neredeyse şiirsel ve gerçekten özgün diyebileceğimiz senaryosu Danimarkalı Kim Fupz Aakeson’a ait. Filmin başrollerinde kimyalarının tuttuğuna kanaat getirdiğimiz ve gerçekten sevdiğimiz yetenekli ve seksi ikili, Ewan McGregor ve Eva Gren var. Diğer rolleri de Connie Nielsen, Stephen Dillane, Ewen Bremner, Adam Smith, Alastair Mackenzie ve Caroline Paterson sırtlamışlar.

 

Filmi izledikten sonra aklıma ÇHD’nin son Tekirdağ F Tipi Cezaevi raporunda geçen “Süngerli Oda”lar geldi, insan iletişimini sıfırlayan bu hücreler, tecridin dozunu arttırmak ve duyuları duyarsızlaştırmaya yönelikti. Sonra görme ve işitme engelli insanları düşündüm, onlar gibi hissetmek için gözlerimi kapadım, kulaklarımı tıkadım ve yürümeye çalıştım, sahip olduğumuz duyuların yaşamsal önemini idrak edebilmek adına… İşte bu film, insanlığın gizemli bir salgının ardından duyularını teker teker kaybetmesini anlatıyor, doğurganlığını yitirmiş sorunlu bir kadın ile sevdiği ölüme yürürken onu terk edebilmiş sorumsuz bir erkeğin tomurcuklanmaya başlayan aşkıyla birlikte… Filmin kaotik ve romantik yolculuğunda, insanlar her durakta yani duyu yitimlerinde farklı tepkiler geliştiriyorlar, koku giderken gözyaşlarına boğuluyorlar, çünkü koku anılarımızı da yok ediyor, çocukluğumuza ait hatıralar kayboluyor. Sonraki tepki hayvani bir oburluk, ardından zapt edilemeyen yaman bir öfke dünyaya egemen oluyor. İnsanlar ölesiye korkuyor, karanlığa yürümekten de sessizliğin içinde tükenmekten de. Deniz çekilir kum kalır, su yoksa çöl vardır, ya duyular kaybolursa ne olur? Bir arkadaşa sordum bunu, dalgacı; körler, sağırlar birbirini ağırlar, dedi gülerek. Empati yoksunluğu, sahip olduklarımız yüzündendir belki de, şayet kaybedeceğimizi bilsek tüm duyularımızı, inanıyorum ki, yeşeren dalı, baharı, hayatı daha iyi görür, kahve kokusunu, taze ekmek çıkan fırın kokusunu, gül kokusunu çeken burnumuza minnet duyar, yemekse mevzu hepimiz gurme olur, durmaksızın güzel seslerin peşi sıra koşardık. Hiç kuşkusuz. Beş duyu aşkına, yaşamak ne güzel şey!

 

Filmin konusu özetle şöyle; Kadınlara bağlanmakta sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael, soğuk görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş, Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır. İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş gösterir. İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere rağmen hayatta kalabilecek midir?