Etiket arşivi: cunta

“Katran gecelerin heyulası”

ALPER TURGUT

Şimdi doğruya doğru, oh be her şeyin müsebbibi lanet sene bitti, umut dolu yepyeni bir yıl geldi tipi yazıları sevmem, tüm güzelim hayallerin katili, zavallı seneymiş gibi, çok acınası ve saçmalığın daniskası bir söylem olur, o kadar. Lakin geçmiş bir zaman diliminde, ne haltlar karıştırdık, neden bu haldeyiz, ne değişti, ne gelişti ve benzeri suallere yanıt da bulmak için, hatırlamak ve özeleştiriyi ıskalamamak adına da elbette, bir döküm işine girmek, haliyle bir parça mecburiyetten. Kolaya kaçıp 2018 senden nefret ediyorum birader, 2019 sen benim biricik bebeğimsin demeyeceğim, merak buyurmayın. İnsan ne yaparsa, kendine yapıyor, toplum da keza öyle. 

Toplumsal muhalefetin bunca yara aldığını, yaprak bile kımıldamadığını, haksızlığa böylesi boyun eğildiğini görmedim, 1980’lerin cunta karanlığına inat, büyüyen örgütlenme çabası, derin ve kanlı 1990’lara inat, kitlelerin sokağa çıkma havası vardı, bu denli bir yılgınlığa, yorgunluğa, vazgeçişe, tükenmişliğe asla tanık olmadım. Sosyal medyadan hızla yayılan trajikomik “Silivri soğuktur şimdi” dalgası, konuşulacak ve yapılacak çok şey var da, susma zamanıdır şimdi kafasını iyice içselleştirmek değilse, harbiden nedir? Şakalarımız dahi güldürmüyorsa artık, başkalarının dayattığı yapaylık, çaresiz gerçekliğimize dönüşmüş ve bu tarifsiz zulüm, tüm gündelik hayata egemen olmaya başlamıştır, ötesi de yoktur. İleride 2018’i, bizler adına tepkisiz ve etkisiz bir yıldı diye anımsayalım, buraya notumuzu alalım. Evet, tastamam “katran gecelerin heyulası.”

Tüketim çağını, iliklerimize dek hissettiğimiz, hayat pahalılığının iyice kendini gösterdiği bir seneydi işte, vahşi kapitalizm, obur suretini, defalarca aksettirdi, yine de huylanmadık, silkelenip kendimizi bulamadık. Doymayan bir sistem bu, açlığı hiç bitmiyor, insanın yegâne hayatını, resmen emerek tüketiyor. Ömrümüzü çalıyor, çırpıyor, hep bedel ödetiyor, asla ve kata durmuyor, yerine de bir şey koymuyor. Büyülenmiş gibi kitleler, uyuyor, uyanmıyor, görüyor, hareket edemiyor, biliyor, anlam veremiyor. Çok yazık!

Ağzını açan da dikkati üzerine çekiyor ha, nice arkadaşım var, soruşturma manyağı oldular, bir değil iki değil, ikin elin parmaklarını geçen dahi mevcut, bir de ihbarcı kuşağı türedi, sormayın gitsin, acayip tipler bunlar, iki kişi sohbet etse, kulağı sende, illa muhbirlik yapacağım, işte bir şey çıkar mı zihniyeti, nasıl bir koşullanmak, anlamaya mecal yok, adam, kendi ve benzerleri dışındaki her şeye düşman. Tamam, onlar öyle, bunlar şöyle, peki, biz ne yapıyoruz? 2018’i onlara bıraktık, ya 2019’da ne edeceğiz? Mühim olan bu, hepimizi ırgalayan bu, mutsuzluğumuzu, noksanlarımızı, suskunluğumuzu, masum bir seneye kakalayacaksak, yandık ki ne yandık!

Bari alanı daraltalım, kültür ve sanat cephesinde durum ne? Hey gençler, memnun muyuz aktivitelerden? Yoksa, aman canım, kendi yağımızda kavruluyoruz, boş boş takılıyoruz, hala geçerli bir sebep mi, bilcümle kaçışlar adına? Ben şahsen, sıkıldım bu tekdüze hallerden, hep aynı nakaratı dinlemekten, bıktıran klişelerden, tek tipleşmekten, ezberlemekten, ucuzluktan, aptallıktan, ziyadesiyle tiksindim. Süreç, zekâya da hakaret gibi, suya sabuna dokunmayan, saksıyı zorlamayan derme çatma projeler, haliyle nöronları da zedeler. Aksi mümkün mü? Eskiden film eleştirilerimin ardından, isyan ederdi yapımcılar filan, “kanlı kalem” de dedi birileri, kötüyü görmezden gelmek, onu güzelce süslemek gibi bir görevim varmış gibi, ha ciddiye bile almadım, o ayrı. Şimdilerde kötü işleri yazasım bile yok, o kadar çoklar ki, ne buna takatim var, ne de arzum. Yahu koskoca sene boyunca, kocaman bir ülkenin, yüz yaşını aşmış sineması, birkaç idare eder işçilik dışında, hep mi dibi görür? Ne anlatıyorsunuz, derdiniz ne, meseleniz ne, amacınız ne, harbiden belli değil!

2018 biterken, sinema mevzusu, bariz taraflara ayrıldı, mevzu mangır olunca, iÅŸler çığırından da çıktı. Efendim, vizyon denince, yaklaşık 900 milyonluk bir para var, tüm sene içerisinde, bunu paylaÅŸmayı da beceremiyorlar, eser sahipleriyle, salon sahipleri, sen çok aldın, ben az aldım diye didiÅŸiyorlar. Sinemaseveri düşünen yok ha, biletler pahalı, ÅŸunu bir indirelim, sıradan ve müşteriyi tokatlayan esnaf kafasından sıyrılalım, diyen yok! Memleket sinemasının makus talihini nasıl deÄŸiÅŸtirebiliriz diyen hiç yok! Herkes kendi çıkarlarının peÅŸine düşmüş, yedinci sanatı, resmen AVM paketine yedeklemiÅŸ. Mısır, kola, reklam, bir de kötü filmler, harbiden zorumuz ne bizim, deli miyiz? Üç boyutlu bir filme bakayım dedim, ederi ne? Gözlük dâhil, bir kiÅŸi 40 lira, eee yuh! O paraya, insan, bir internet platformuna üye olur, bir ay boyunca sınırsız film seyreder be! Eskiden daha az paraya, iki veya üç film izliyorduk sinemada, öyle AVM de yoktu, sokaÄŸa açılıyordu kapıları, hayata karışırcasına. GeçmiÅŸe özlem filan deÄŸil ha benimkisi, gelecekte yaÅŸanacak saçmalıklar, ta bugünden besbelli ya. İsyanım buna. 

Amaçsız yaÅŸanmaz, bir ÅŸeylere inanmadan yaÅŸanmaz, hedef olmadan, yola koyulmadan yaÅŸanmaz. İdeallerimizi yitirerek, yarınları düşünmeyerek, insana, hayata dair bir güzelim hayali gerçekleÅŸtirmeye çabalamadan, salt günü geçirerek de yaÅŸanmaz. Bu yüzden, 2019’dan beklentimiz olmasın, merak da etmeyelim, o gemi, bu limana uÄŸrar diye beklemeyelim de, hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmeyecek. Mümkünse, kendimizden ve aynı düşü gördüklerimizden beklentimiz olsun. Susurluk’ta derin devletin kamyona çarpmasının ardından, karanlığa inat, aydınlığı çağırmaya koÅŸmuÅŸtuk evlerimize, dursun demiÅŸtik, bu amansız yaÄŸma, talan ve insanlık suçu. Lambayı aç-kapa hayli basit diyorsunuz belki ama, en ufak bir devinimin, insafsız duraÄŸanlıktan daha iyi olduÄŸunu görmüyor musunuz? 

Umut iyidir, umut güzeldir, öyle ya da böyle, fakirin ekmeğidir, umut bizdendir, siz bakmayın, işkenceyi uzatır filan gibi saçmalıklara, ölümsüz şair Metin Altıok demiş ya; “Sen bugünden yarına, birazcık umut sakla” 2018’den, 2019’a bir parça umut kalsın, yine her koşulda. Bu yazının sonu da, Gülten Akın’dan gelsin; “Karayı kaldırın, sevgi koyun, umudumu yitirmedim”.

“Umudunuzu asla yitirmeyin!”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Daha önce de yazmıştım, Şilili yönetmen Pablo Larraín’in 2012’de çektiği No’nun, en sevdiğim seçim ve kampanya filmi olduğunu… Yapıt, memleketimizin, başkanlık ve anayasa serüveninin başlamasıyla birlikte, Evet ve Hayır iklimine girdiği şu dönemde, haliyle güncel ve seyretmeyen kalmasın demek de bize düşer. Filmdeki şu repliğin, kulaklara küpe değil de, vicdanlarda karşılığını bulan bir ses olmasını isterim; “Daha sonra tarihin bizi suçlayacağı bir şeyin içinde bulunmak istemiyorum.” Evet, gündelik siyasetin kirinde debelenmek yerine, toplumsal ve siyasal çürümeye eşlik etmek yerine, yaşadığımızı anı kurtarmanın derdine ve peşine düşmek yerine, geleceğimize dair ne karar alacağız ve bunda ısrarcı olup, nasıl uygulayacağız sorusunu sormak ve uygun yanıtlarını bulmak, hepimizin sorumluluğundadır. Yarınlar adına ve aşkına, yılgınlığın ne yeridir, ne de zamanıdır.

Uçurtmayı Vurmasınlar, Duvar, Sen Türkülerini Söyle, Darbe, Çözülmeler, Eylül Fırtınası, Bekle Dedim Gölgeye, Suyun Öte Yanı, 80. Adım, Su da Yanar, Dikenli Yol, Prenses, Av Zamanı, Sis, Ses, Bütün Kapılar Kapalıydı, Babam ve Oğlum, Babam Askerde, Beynelmilel, O. Çocukları, Yağmurdan Sonra, Eve Dönüş, Zincirbozan, Bu Son Olsun, Ayhan Hanım… Şilililer, Arjantinliler ve Yunanlılar, hesaplaşmayı istedikleri ve denedikleri kendi cuntalarına dair film yapar da, biz geri mi kalırız? Kalırız gardaşım, kalırız ne yazık ki… Çoğu birbirine benzer, lanet darbeye dair 40 film çeksek de, bu yakıcı ve yıkıcı gerçeklik değişmez.

Çünkü bu yapımların çoğunun ekseni ve devamında hedefi, mücadeleye, direnmeye, hesap sormaya, kaybolan yılların akıbetini kurcalamaya, bir neslin silindir gibi ezilmesinin sorumlularını aramaya ve bulmaya dayanmaz. Ezcümle kaçışlara dairdir, psikolojik çöküşlerin yansımadır, cellatlarla uzlaşmanın, başka bir dünya mümkün düşünden uzaklaşmanın itirafıdır, firari bir ruh halinin, beden bulmasıdır.

 

Yaprak bile kımıldamazken meydana çıkacak, yürekli ve bilinçli bir cüreti kendilerinde bulan tutuklu yakınlarının, kalan ömürlerini ve nefeslerini, evlatlarının hesabını sormaya adamış, kayıp ana-babalarının azmi, gayreti ve gücü, sinemacılarımızda var mıdır, işte bu tartışılır. Elbette yakılan filmler, bitirilen festivaller, sansürler, yasaklar, baskılar, soruşturmalar, kovuşturmalar, beyazperdenin de payına düşmüştür, düşecektir. Ancak geçmişte, duvarlara savaşa hayır yazdıkları için, parasız eğitim istedikleri için damlara tıkıştırılan liseliler, bugün sadece, sosyal medyada, erkin hoşuna gitmeyen mesaj yazdıkları gerekçesiyle toplanıyorsa evlerinden, gencecik fidanları görüp te, elini taşın altına koymak yerine, cici bir hayat algısına hizmet etmenin, hiçbir koşulda mantıken ve vicdanen karşılığı yoktur.

“Bizim politik sinemamız, Yılmaz Güney’i ve yeni nesil bir avuç genç sinemacıyı ayrı tutarsak, yenilginin tarihidir, ezikliğin tarifidir. Umutsuzluk hâkimdir, teslimiyet barizdir, yılgınlık her karesine işlemiştir. Metris’te zalim cuntaya, aç açına, atletle ve donla, kararlıkla ve inatla direnen devrimcilere ayıptır bu her şeyden önce” demiştim eskiden, bu düşüncem milim değişmedi. Müziği arabeske teslim edip, sinemayı kişisel buhranlara yamayıp, okuma tutkusuyla dalga geçip, onu en dibe itip, köşe dönmeciliği ve lümpenliği özendirip, sonra yahu niye biz bu haldeyiz demek, harbiden komiklik değilse nedir?

Darbelerle hesaplaşamayan toplumlar, sorunların kaynağını bulamayanlar, bu belanın, bizden kopartıp aldığı hasletlerin farkına varamayanlar, haliyle yeni darbeler beklerler. Sonra gelsin, kıyıya amansızca vuran dalgalar gibi peşi sıra bozulmalar, bölünmeler, kırılmalar, gerilemeler… Hem ne diyordu, toplumsal muhalefetin, sokakları arşınladığında haykırılan o güzelim sloganlar; “Susma sustukça sıra sana gelecek!”, “Yılgınlık yok, direniş var, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”

Geçen gün son çektiği yapıt olan Jackie’yi seyrettiğim Pablo Larraín’in, yeni filmlerinden Neruda’yı da beklemekteyim. Biz yine No’ya dönelim. Cunta’dan üç sene sonra doğan Pablo, tarifsiz askeri zulümden, hasretle beklenen sivil hayata geçişin önemine ve değerine çevirmiş kamerasını… İmkânsız olanı başaran bir kampanyadır bu, bir referandum, bir ülkenin, bir halkın kaderini belirler. Şilili darbecilerle, Türkiye’de seçilmiş bir partinin ne ilgisi var derseniz, konumuz bu değil derim, çünkü mesele, iyi, becerikli ve başarılı kampanyayla alakadar. Hem orada cuntacılar resmen, kampanya reklamlarında oynayacak ‘sanatçı’ bulamıyordu, bizde maşallah çoğu kadrolu oldular.

Gelelim benzerliklere; “İnsanları korkutmak istiyorsanız onları geçmişleriyle korkutun, yoksulluk içindeki geçmişleriyle, sonu görünmeyen ekmek kuyruklarıyla… Muhalefet sosyalist feryatlarına devam edecektir ama insanların ilgilendiği tek şey onlara dağıtılacak yardımlardır.” Yani neymiş, seçmeni geçmişle döndürmek çözüm değilmiş, derdinizi gelecekle anlatmanın önemiyse çok büyükmüş. Bağları koparmayarak, kendini onlardan ayırmayarak, çoğalmaya çabalayarak, anlamaya çalışarak, hep anlatmaya uğraşarak, üstten bakmayarak, aşağılamayarak, kandırmayarak, inandırarak, elbette.

Hayır’ın hayırlı bir ÅŸey olduÄŸunu aktarmak, olumlu ve anlamlı bulunmasını saÄŸlamak… Meselenin özü bu denli basit… Algı oyunu bu, en nihayetinde… DeÄŸiÅŸeme ve dönüşüme hayır diyor bunlar, iÅŸte hepsi statükocu, alayı malum zihniyetin temsilcileri, falan filan. Evetçi cenahın, reklamına asılacağı, aksettirmeye çabalayacağı biricik ÅŸey, karşı tarafın, salt reddedici olmasıdır. Hayır’ı salt bir kelime olarak almak yerine, onun içini doldurmak, iyiye ve güzele karşı çıkılmadığını, çirkine ve kötüye dur denildiÄŸini, yükseliÅŸe deÄŸil, çöküşe geçit verilmeyeceÄŸini yayması gereklidir, her ÅŸeyden öte ve önce… Öyle ya da böyle; her iÅŸte, bir ‘hayır’ vardır, hiç kuÅŸkusuz.

Sadede gelirsek; 11 Eylül 1973 günü, kanlı ve acımasız cuntanın lideri ve ABD destekli Augusto Pinochet’in emriyle etrafı sarılan ve son nefesine dek direnen seçilmiş başkan Salvador Allende, bir büyük yangının ortasında kalan halkına şöyle sesleniyordu; “Umudunuzu asla yitirmeyin!”

Kandırılma istikrarı…

 

 

 

ALPER TURGUT
@AlperTurgut01

 

İstikrar, 15 Temmuz 2016 gününe dek, en çok tüketilen kelimeydi, siyaset arenasını geçin, resmen toplumun iliklerine dek işlemişti. Darbe girişiminin ardından, aslında dönem dönem aşina olduğumuz kandırıldık sözcüğü, istikrarın tahtını ele geçirdi, harbi harbi zapt eyledi. Kulakları kanatacak denli çok kullanılıyor, mağduriyet aşkına çarçur ediliyor, göstere göstere, bile isteye… Ve koca koca adamlar ve kadınlar, ekran karşısında, ah tatlı dile aldandık, dindarlar sandık, onlara kandık diyerek, neredeyse ağlaşıyorlar. Yahu gardaşım, çocuk musunuz, meşhur söylemle paraleller, size elma şekeri mi verdiler? Ekstra saf, en masum, tertemiz, cezbedilmeye yatkın, kullanılmaya mahkûm, yönlendirilmeye açık… Bak ya, yoksa kobay faresi, kuzucuk, minnoş filan mısınız? Eee onca yetki ne arıyor, o vakit sizlerde? Gözler kapalı, kulaklar tıkalı, diller suskun, sonra vay efendim, kandırıldık. Kaç yazı yazdım böyle, işi, layık olana verin, acemiyi etkin göreve getirmeyin, ustasına bırakın, hak etmeyeni, bizden diye bir yerlere yerleştirmeyin diye… Aman bu muhalif, yok şu dindar değil, o da, bize biat etmez. Birçok değerli ve özverili insanı ötelediniz, onlara sırt çevirdiniz, muhtaç olsunlar, bize yanaşsınlar istediniz, hatta işsizler ordusuna katılmasında payınız var diye böbürlendiniz. Yalan mı?

 

Darbe girişiminin ardından her toplantı, yine din, kitap, Allah diye devam ediyor. En dindar biziz, onlar asla değil! Gene hata yapılıyor, sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemiyor, aksine sütün daha da kaynaması için didiniyor. Büyük bir özenle, tutkuyla ve gayretle, diğer cemaatlere göz kırpılıyor; az sıkın dişinizi, biraz daha sabredin, işte ‘paralel’ olan gidecek, sizler onların yerine geçeceksiniz hesabı… Boş koltuklar göz kamaştırıyor, boş kadrolar ağızları sulandırıyor. Güç zehirlenmesi, yine ve yeniden kurbanlarını veya cellatlarını arıyor. Hah! FETÖ üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan bir adamı gördüm televizyonda, çekin diyordu gazetecilere, kâfirler, gerçek Müslüman görsün. Hayda! Hâlâ ve ısrarla, dindarlık yarışı sürüyor, bırakın artık bu ezberi, memleket elden gidiyor. Sahte Alevi derneği açmalar, din şurası toplamalar, Pensilvanya’dan düzenli gelen din soslu videolar, şehitlik, sala, Allah’a hesap vermek, şeytan, cin… Hemen her şey, kuşkusuz artık din endeksli. Demokrasi nöbetindeki, demokrasi kelimesi de olmasa, valla halimiz duman. Peki, askeriye, emniyet, yargı, medya, bürokrasi, iş dünyası dışında, bu çete örgütlenmesine devleti teslim eden, pardon sızmalarına sebep olan siyasiler nerede?

 

Yanıtı ben vereyim, şüphesiz siyasiler, yine politika peşinde… Onların kandırılması, sıradan vatandaşın kandırılmasından daha değerli ve üstelik suç teşkil etmiyor. Oh! Ne güzel. Tamam, politikacıları geçtik. Eğitime sızıldı, sorular çalındı, hak etmeyenler, hakkını yediklerinin yerine serpildi, başkalarını ezerek yükseldi. Bunlar yadsınamaz gerçekler, peki, bunca şüphe ve şaibe bas bas bağırırken, söyleyin canım kardeşim, bu cemaate yakın olanlar, ne zeki, ne akıllı çocuklar, yüz soru varsa, yüzünü de biliyorlar, maşallah mı dediniz? Sırtlarını sıvazlayıp, ödüllere boğup, dünyanın her yerinde okullar açmalarını alkışlayıp, ardından Türkçe Olimpiyatları’na koşuşturup, en nihayetinde ne olmasını beklediniz ki? Tam 40 yıllık, liderinin de ABD’de yaşadığı tekinsiz ve din kisveli bir oluşumun, size çiçek vermesini, isimlerinizi sevgi ve saygıyla zikretmesini ve hep teşekkür etmesini mi? Valla kanmaya, kandırılmaya doyamazsınız bu kafayla, ben söyleyeyim de, sonra demedi demeyin.

 

Efendim, neredeyse düz lise kalmadı, imam hatiplere dönüştü, dönüşüyor eğitimin ana omurgası… Peki, dini alet eden bu kanlı girişim, imam hatip okullarına hiç mi sızmadı? Nazar boncuğuyla mı koruyorsunuz, bedduaya karşı savunması mı var, yoksa büyülü mü bu kurumlar? Bu illeti ve şirreti, temizleyecekseniz, bunda da kararlıysanız, belli alanlara yoğunlaşmak olmaz, darbe girişimi ile ilgisi olanı, olmayandan ayırmakla olur, çağdaşlıkla olur, eşitlikle olur, demokrasiyle olur, haklar ve özgürlüklerle olur. Kandırılma siyasetiyle, ancak tozu halının altına silkelemiş olursunuz, yalnızca sorumluluk siyaseti ile gerçek çözüm gelir. Ülkeyi sevk ve idare etmek, büyük bir sorumluluk ve emek gerektirir, haksız mıyım?

 

Elbette, nasıl Gezi’de sokağa çıkanlara saygım varsa, tankların önüne yatanlar ve meydanlarda tatlı canlarından olanlara da var. Darbenin aması maması olmaz, olamaz. Cunta teşebbüsünün, Pensilvanya’da zorunlu mu tutulup tutulmadığı bile belli olmayan, hep abuk subuk laflar eden ve sürekli gözyaşı döken 75 yaşındaki bir adamın becerisi olduğunu düşünmek, bana biraz zorlama geliyor. Hani Bolivya’nın Kızılderili lideri Evo Morales diyor ya; “Cunta, sadece ABD’de olmaz, çünkü orada, bir ABD büyükelçiliği yok!” İşte CIA olmadan, darbe marbe de olmaz. Emperyalizm ve kapitalizmin, planı ve projesi ise, hiç tükenmez. Asıl tehdit ve tehlike budur. Yani öğretmeni, doktoru, oyuncuyu açığa almakla, hani hep dillendirilen ‘dış mihraklar’, özetle istihbarat ve aksiyon eksenli güç odakları, ooo tamam o vakit, bizim plan yattı demez. Yedek planlar, karşı ataklar, bitmeyen hesaplar hep oldu, hep olacak.

 

Tam da bu noktada, vik vik muhalefeti yapmayan, cemaat gibi dış destekli oluşumlara sırtını dayamayan, salt bağımsızlığı savunan iyi ve güzel insanlara ihtiyacımız var, her zamankinden daha da çok. Başka bir dünya mümkün diyenler, bir rüyayı dillendirip, hayaller kurmuyordu. Yalın gerçeğin ve olması gerekenin altını çiziyorlardı. Bizlere düşen, 6. Filoyu kovma ruhu ve cüretinin tekrar hayat bulması, aklı başına, yeni yeni gelmeye başlayan ve bizimkiler (sağ cenah), haklı ve doğru bir dava yürüten solcu gençlere, çok fenalık yapmışlar diyenlerle, bir zeminde bulaşabilmektir. Memlekette her şey, son sürat değişiyor. Ben onlarla asla birlikte olmam diyenler, ortak bilinç ve direnç üretebilme günü geldiğinde, geç kalmasın, pişman olmasın kâfi. Bu topraklarda, başka halklar yok, bunlar bizim halklarımız, onlara küsmek, onları beğenmemek, onlara sırt çevirmek gibi bir lüksümüz de yok. Şimdi kibir, bana ne, of pof vakti değil, değiştirmek, dönüştürmek için, gelecek güzel günlere inananların harekete geçme zamanıdır. Birlik için örgütlenmek, biricik yakıcı gerçeğimiz budur.

Taraf olan, ‘makul’ olamaz!

 

 

 

Alper TURGUT

 

Klişe bir ifadeyle, ‘Olağan Şüpheliler’ devrine yine dönüyoruz, canım memlekette… Avrupa tipi ‘Somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’, Amerikan işi ‘makul şüphe’ ile yer değiştirmek üzere… Güzelim ileri demokrasimiz, nedense hep geriye gidiyor. Adana’da biz buna ‘anarya’ deriz, yani ‘geri vites’…Ülkemizin en karanlık çağına, 1990’lara dönme kararlığı, canımızı sıkıyor, unutmak istediğimiz anılar sökün ediyor, koptu geliyor. Yeni Türkiye, korku toplumunun yeniden inşası demekti, bunu gördük, hissettik, tepki gösterdik, lakin meramımızı anlatamadık. Gözaltında kayıplar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, suikastlar ikliminde, gazetecilik yapmaya çalıştım, iyi bilirim makul şüpheyi, iyi bilirim ötekileştirme öykülerini, mutsuzluğun resmini, iyi bilirim, gencecik ölümlere, avuçları patlayıncaya dek alkış tutanları… Taraf olan, makul olmaz, olamaz, derdimiz ve meselemiz bu, ama yüreklerin kulakları sağır, dinletemedik.

 

Potansiyel şüpheliler dönemine dair; ne çok gerçek yaşanmışlıklar var, misal haki gömleğim, postallarım yüzünden, kaç kez polis tarafından çevrildim saymadım. Duvara dayanma, aranma, GBT (genel bilgi toplama) manyağı olma, biricik ülke gerçeği gibiydi, itiraz etmek nafileydi. Ha! Ediyorduk elbette, sonrası itiş kakış, bağırış çağırış… Yıllarca meydanlarda, gösteriyi takip edeyim, aman gözaltına alınmayayım, haberi gazeteye yetiştireyim derken, resmi cop, tekme, yumruk, gelip beni buluyordu. Mıknatıs gibi çekiyordum, namerdim, bir gün dayanamadım, yeter ulan, yeter dedim, derdiniz ne benimle? Tabi anında ortalık karışıverdi. Polis şefi, bir yandan beni sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da, kızıl atkın arkadaş, kızıl atkın yüzünden diyordu. Polis mi bunlar, yoksa boğa mı, sadece kırmızının peşine düşsünler dedim, izbandut gibi bir sivil aynasız, eksik dişlerini göstere göstere güldü, gominist rengi bu, bizimkiler dayanamaz! Tek kırmızı mı, ne gezer? Polisler o vakitler, mavi ve lacivert ağırlıklı giyinmiyorlar, resmi kıyafetleri yeşil tonunda, gelmişler benim yeşilime kafayı takmışlar, makul şüpheli renkler aşkına!

 

Benim saçlar, 90’ların ilk yarısında uzun, fazla dalgalı olduğu için, atkuyruğu da yapıyorum, eylemlerde, çekiştiriyorlar, şüpheli saçımı, bari kökü bende kalsın diyorum, kusura bakma, elim değmiş diyor, pişkin pişkin. Neyse, bakımı da zor meretin diyorum ve bir gün saçımı kestiriyorum, ertesi günü hiç unutamam. Sultanahmet Meydanı’ndaki bir banka oturmuş, eylem saatini bekliyorum, terörle mücadele şubesinin bildik sesler çıkartan, zırhlı, yazın kapılarını açarak gezdikleri üç Toros’u, tam önüme park etti. İndiler arabalarından, yanıma geldiler, 10 tane sarkık bıyıklı sivil polis, hayırdır, eylemci bulamadınız, beni mi almaya geldiniz dedim, yok, dediler, ıkına sıkına ağızlarında bir şeyler gevelediler. Anlatsanıza meramınızı dedim, sizin hayırlı bir şey söyleyeceğiniz yok, ama yine de söyleyin. En kıdemlisi nihayet konuştu; saçların çok güzel olmuş, kısa saç sana çok yakışmış. Gülmekten, banktan düşüyordum. Öyle işte…

 

O denli çok örnek var ki, yazmaya yerimiz yetmez, takım elbiseli ile spor giyineni bile sınıflandıran, insanları doğdukları kente göre ayıran, kuşkulu şahıs diye, göz kararı adam alan bir memleket burası, asker beresi ile polis kasketi arasında da, pek bir fark yok aslında… Ya cuntanın zalimliği, ya da polis devletinin gaddarlığı, seçeneklerimiz yalnızca bunlar, hepimize dayatılan bu, kendi insanına layık gördüğü bu, tam olarak bu… Ötesinde devletin resmi zulmü, otorite sevdalısı, despotizm yanlısı sivillerle ne de güzel kaynaşıyor. İşte bu yüzden, demokrasi, özgürlük, adalet ve eşitlik, hep kavram olarak kalıyor, hayat bulamıyor. Her iktidar, paranoyaktır, koltuğunu kaybetmekten, gücünü yitirmekten ölesiye korkar. Düşman yoksa, düşman yaratır, şaibe yoksa, şaibeli üretir, Elbette, ürken çekinen, boyun eğen, tepki vermeyen bir toplum ister. İtiraz eden, tepki koyan, dik duran mı var, hemen özgürlük ve yaşam alanlarını daraltır, TOMA’ların sayısını artırır, şiddetini çoğaltır, insanı doğduğuna doğacağına pişman etmeye çalışır. Evet, devlet ve devletin resmi gücü, suçluyu değil, makul şüpheliyi suçlayacak artık, zaten onların her zaman bir adı vardı, azınlıklar, öğrenciler, devrimciler, muhalifler, vesaire vesaire…

 

19 Ekim 2014 / Evrensel

Diyarbakır Cezaevi ve insanlık suçu…

 

 

ALPER TURGUT

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, 42. SİYAD Ödülleri’nde ve 21. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde “en iyi belgesel film” seçilen ‘5 No’lu Cezaevi’, nihayet vizyona giriyor. Cuntanın yarattığı kanlı geçmişin izlerinden derlenilen tek bir kopyayla Yeşilçam Sineması’nda gösterilecek bu can yakıcı belgeseli, sakın kaçırmayın. Çayan Demirel’in (ilk belgeseli “38”, Tunceli’de yasaklanmıştı) yönettiği 5’Nolu Cezaevi belgeselini, hayli zaman önce İstanbul Film Festivali’nde seyretmiş ve yakın tarihimizde yaşanan tarifsiz acılar karşısında bir kez daha kanımızın donduğunu hissetmiştik.

Yüzü aÅŸkın tanık ve 50’den fazla röportajdan anlaşılacağı üzere, 12 Eylül (Cunta) karanlığının en koyusu hiç kuÅŸkusuz Diyarbakır 5’Nolu Cezaevi’ne yansıtılmıştı. “İşkence Okulu”, bugün dahi kapanmayan yaraların açılmasına neden olmuÅŸtu. VahÅŸetin, dehÅŸetin ve ÅŸiddetin adı 5’Nolu idi. Hem ahlak hem insanlık dışıydı, yaÅŸananlar. Ve tüm bunlar, mahkûmların (üstelik çoÄŸu henüz hüküm giymemiÅŸ) cezasını çekmesi için yapılmış olamaz, özellikle tepeden tırnaÄŸa bir zulüm mevzubahisken… İşkencede yitenler, ölüm orucunda can verenler ve protesto için kendilerini yakanlar… Dile kolay,1981–1984 tarihleri arasında cezaevinden 34 tabut (Mazlum DoÄŸan’dan Kemal Pir’e, Ali Erek’ten Cemal Arat’a, M. Hayri Durmuş’tan Orhan Keskin’e… ) çıktı, yüzlerce kiÅŸi yaralandı. Diyarbakır 5’Nolu Cezaevi’nde yaÅŸananlar, ÅŸiddet ve dramın en üst seviyesini oluÅŸtursa da tek örnek deÄŸildi. Cunta, tüm ülkeyi hapishaneye çevirmeyi (toplam 644 sivil ve askeri hapishane, 650 bin gözaltı, siyasi davalardan yargılanan yaklaşık 100 bin kiÅŸi, tutuklanan on binlerce insan) baÅŸardı. Hayat, acılara sırt çevireni, baÅŸkalarının yangınına yaÅŸlı gözlerle bakmayanı affetmez. Unutmak, unutturmak, cunta karanlığına boyun eÄŸmektir. Mutlaka seyretmeli.