Etiket arşivi: CIA

Yıkılsın duvarlar, açılsın tüm sınırlar!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Aksiyona derinlik, detay ve karanlık katan Sicario adlı filmi çok beğenmiştik, yalan yok! Üç sene geçti üzerinden ve devam filmi geldi, Sicario: Day of the Soldado… Ha bu burada da bitmez, üçüncü film de gelir, dizisi de çekilir, Testere 7’i sinema salonunda gördü bu yorgun gözler, dert değil! Hem CIA, karteller, sınır mevzusu, göçmenler, konu işlenmeye gayet uygun, temcit pilavına uyar, bol bol ekmek çıkar. Devam demişken, senarist (Taylor Sheridan) ve birkaç oyuncu sabit, yönetmen de değişti, filmin rengi, sesi ve seyri de… Uyuşturucudan, kaçaklara geçtik, ataları göçmenken, göçmenleri düşman belleyen Donald Trump zihniyeti, hazır beden bulmuşken, yapıt şimdi daha güncel, daha yakıcı. Ve ikinci film, kimi konularda, ilkinden çok daha gerçekçi ve sahici belirtelim.

 

Liberallere göz kırpan, hem devletin içinde, hem de hukuk gukuk peşindeki, ayakları yere basmayan, karikatürize ve mızmız federal ajan Kate Macer karakteri (Emily Blunt), ilk filmin en yumuşak karnıydı, onca amansız sertliğin tam ortasında… Şimdi harbi şahin ve sonuç odaklı bir kadın var öykümüzde, ABD’nin kirli ve karanlık operasyonlarına, savunma bakanlığı adına imza atan yetkili ve etkili ablamız Cynthia Foards (Catherine Keener), hakkın, haksızlığın değil, suçlu ve suçsuzun hiç değil, kendi koltuğunun peşinde, ulusal çıkarın emrinde, sorarım size; bu mevcut gündelik hayata daha uygun değil mi?

 

Müzikler ve kamera da değişti, ıskalamayalım! İlk filmin yönetmeni Kanadalı Denis Villeneuve, Politeknik, İçimdeki Yangın, Tutsak ve Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı’yla, zaten rüştünü ispatlamış bir sinema insanı, eksikliği dolmaz derken, mafya dizi ve filmlerinin usta ismi İtalyan Stefano Sollima, direksiyona geçtiğini öğrendik ve fikrimizi sabitlemeyi geciktirdik, hiç şüphesiz. Evet, Gomorrah, Suburba, ACAB, hemen hemen her projesini seyrettim, İtalya’nın mafya oluşumları, Cosa Nostra, Camorra ve Ndrangheta’yı bilen, elbette Meksika’nın kartellerini, misal Los Zetas, Sinaloa, Juarez, Tijuana ve diğerlerine de yabancı değildir, araştırmacı ve gözlemci olarak… Özetle; Sollima, iyi ve yerinde bir seçimdir. Başta Meksikalı eski avukat, yeni tetikçi-infazcı, CIA ajanı, Kolombiyalı Medellin karteliyle de ilişkileri olan, tuhaf, acılı ve hedefi ıskalamayan tip Alejandro’ya can veren Oscar’lı Benicio del Toro, resmen döktürüyor. İstihbaratçı, organizasyon adamı, kirli ilişkilerin piri, karıştırma ve dönüştürme uzmanı Matt Graver karakterini sırtlayan Josh Brolin de, keza öyle… İşte eski filmden, yenisine taşınan bildik anti-kahramanlar ve onlar, filmin omurgası, gücü, hemen her şeyi, vurgulayalım. Senarist Taylor Sheridan’ın da hakkını teslim edelim, eleman, oynuyor, yazıyor, çekiyor, tam bir görev adamı, Yellowstone, Kardaki İzler, İki Eli Kanda, hepsi birinci sınıf projeler, takipçisiyiz!

 

Filmde, ne gereği vardı, abartmaya lüzum yok, burada amacın ne kanka dediğim sahneler mevcut, lakin öyle çok fazla ve gözü kanatan bir durum da yok! Seriye çevrilmesine de itirazım yok! Ben, oturdum, ilk filmi tekrar seyrettim, unuttuğum yerleri anımsamak, taşların oturmasını sağlamak için. İyi de oldu, birini sinemada, diğerini evde, ikisini de arka arkaya izleyin derim.

 

Sicario’nun kiralik katil, Soldado’nun da asker demek olduğunu biliyoruz, lanet olasıca insan kaçakçıları da, her iki ismi de karşılar, hatta daha fazlasını hak eder, Meksika’dan ABD’ye bir akın var, her ne kadar Cumhuriyetçilerin iktidarındaki ülke, buna engel olmaya çabalasa da, sınırlar içerisinde 56 milyon akrabası varsa komşunun, bu gidişatı durdurmanın, mevzuyu sıfırlamanın pek imkanı yoktur, belki kısmen azalır, o kadar! Film, insan kaçakçılığı meselesine, cihatçıları da katmaya çalışmış, ABD kentlerinde, halkın yoğun olduğu yerleri hedef alan ve kendini patlatan, Ortadoğu’nun kaderi gibi tiplerin deplasmana gitmesi, Trump işi politikaların doğru olduğu gibi bir anlamı da tetikler, kuşkusuz. Filmin en sevmediğim yanı da bu oldu, göçmenlerin içerisinde düşmanlarımız var kafası, kime hizmet eder, haliyle malum. Neyse sonradan insani mesajlar, kirli siyaset ve kanlı tetikçilere odaklanarak toparlıyor, bu keskin dönüş filmi kurtarıyor ve benzeri ucuzluklardan sıyrılmasını sağlıyor. İsrail, ABD, Türkiye, sınırlara duvar örüyor, keşke duvarın değil, insan olmanın, insan kalmanın bizleri iyileştirebileceğini görebilseydik, keşke.

10 sene evvel, Fidel henüz ölümsüz olmamışken…

 

 

 

Chavez, Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haber ve fotoÄŸraflar bu hüznü yatıştırdı. Fidel, Küba halkından biraz zaman ve sabır istedi. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler.

ALPER TURGUT

SavaÅŸlar, yoksulluk, ÅŸiddet, salgın hastalıklar, doÄŸal afetler… Dünya giderek baÅŸ edilmesi zor bir yer haline gelirken, kimine göre güçlü, kimine göre hafif bir ışık umudu tazeliyor… Bu ışığın merkezi Küba, yaratıcısı ise Fidel Castro … 1989’da Sovyetler BirliÄŸi dağıldıktan sonra, tek sosyalist vatan olarak göz dolduran Küba ÅŸimdi Latin ülkeleriyle birlikte, yeni bir dalganın da esin kaynağı… Chavez , Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… Peki, Fidel Castro kim? İşte bu sorunun yanıtı…

Fidel Alejandro Castro Ruz , 13 AÄŸustos 1926 günü Oriente Eyaleti’ne baÄŸlı Mayari’de zengin bir toprak sahibinin üçüncü çocuÄŸu olarak dünyaya geldi. ”Uygun mücadele koÅŸullarında ve Don KiÅŸot’un bazı özellikleriyle doÄŸdum” diye anlatıyordu çocukluÄŸunu ”Politik bilince kavuÅŸmadan önce bile asiydim. Daha sonra isyankârlığım beni doÄŸru ve haklı bir yola ve o yolu savunmaya götürdü” . Küçük Fidel’in köyden kente geçiÅŸi sancılı oldu. Çünkü mutlulukla geçirdiÄŸi ilk yılların ardından henüz altı yaşında, yatılı bir okula verildi. Artık yalnızdı ve sorunları tek başına göğüsleyecekti. Yıllar, onu Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne taşıdı. Düşünceleri de artık netti, çünkü Karl Marks ‘ın Komünist Manifestosu’nu okumuÅŸ, hem kendisi hem de ülkesi için bir gelecek kurgulamaya baÅŸlamıştı. Küba, ABD’nin hegemonyasından kurtulup özgür olmalıydı. 1950-1952 yılları arasında yaptığı avukatlıkta, müvekkillerinin fakir tutuklular olması ise bu düşüncesindeki kararlılığı gösteriyordu. Örgütlenme çalışmalarını sürdüre dursun, 1952’de hem onun hem de kuÅŸağı için zor günler baÅŸlamıştı, Fulgencio Batista , ikinci kez diktatörlüğe soyunmuÅŸtu.
DEVRİME GİDEN YOL
Fidel ülkesinin özgürlüğü için mücadele etmeye kararlıydı. İyi bir hatip olması onu kısa sürede bağımsızlık hareketinin liderliÄŸine taşıdı. 26 Haziran 1953’te ikisi kadın 125 acemi savaşçı, Fidel’in komutasında Oriente’nin baÅŸkenti Santiago Cuba’nın en önemli kışlası Moncado’ya baskın düzenlediler. Saatler sonra püskürtüldükleri o gün tam 61 arkadaÅŸlarını kaybettiler… YenilmiÅŸlerdi. Ancak Fidel, askeri açıdan baÅŸarısızlıkla sonuçlanan bu baskının devrime giden yolu açtığını biliyordu. İşkenceli sorguların ardından mahkemeye çıkartıldı. Uzun savunmasını, ”Zararı yok, beni mahkûm ediniz! Tarih beni beraat ettirecektir” sözleriyle tamamlarken devrime giden bu yolu iÅŸaret ediyordu. 16 yıla hüküm giydi. Diktatörlük, cezaevindeyken bile tehlikeli buldu Fidel’i… İki yıl sonra serbest bırakıldı, sürgün hayatını yaÅŸayacağı Meksika’ya geçti.

Batista diktatörlüğü ÅŸiddetini giderek arttırıyordu. Rejim karşıtları, özellikle öğrenciler, sokaklarda ve gözaltında, iÅŸkencede katlediliyorlardı. ABD’nin ”arka bahçe” si Küba, kumar ve uyuÅŸturucu batağına çevrilmiÅŸti. Ülkeye yolsuzluk ve yoksulluk hakimdi, artık. Önce İspanya, sonra İngiltere, tekrar İspanya ve en sonunda da ABD’nin sömürgeleÅŸtirdiÄŸi topraklar, artık kurtarıcısını bekliyordu.
SOSYALİZMİ KURACAĞIZ
Fidel’in pes etmek gibi bir niyeti yoktu. Küba, nam-ı diÄŸer ”YeÅŸil Timsah” bağımsızlığına kavuÅŸmalıydı. Fidel ve dostlarının ilk iÅŸi Meksika’da ”26 Temmuz Hareketi” örgütünü kurmak oldu. Ayaklanma çocuk oyuncağı deÄŸildi. Moncado deneyimi de göstermiÅŸti ki, acemi yanları bir an önce törpülenmeliydi. Küba’da uzun soluklu bir gerilla savaşı vermek için eski kadrolardan eÄŸitim aldılar. Çok geçmeden Ernesto Che Guevara da aralarına katıldı. Hazırlıklar tamamlandı, artık Küba’ya dönme zamanı gelmiÅŸti. Fidel, Che ve Raul Castro ‘nun aralarında bulunduÄŸu topluluk, hem silah arkadaşıydılar, hem de dost. 12 metrelik ”Granma” adlı bir tekneye doluÅŸup 1956 yılının Aralık ayında Küba’ya çıkarma yaptılar. Asiler, karaya ayak basar basmaz ateÅŸ yaÄŸmuruna tutuldu. 82 kiÅŸilik gruptan topu topu 12 kiÅŸi, Sierra Maestra daÄŸlarındaki karargâha ulaÅŸabildi. DengesizliÄŸin savaşıydı bu… 12 isyancının karşısında yaklaşık 40 bin kiÅŸilik Batista ordusu vardı. Yılmadılar. Kübalı özgürlük savaşçısı Jose Marti ‘nin ”Haklı olmak bir ordudan bile kuvvetlidir” sözüne sarıldılar. Halk da kendilerini devrime ve özgürlüğe götürecek olan bu bir avuç insanı, ”YaÅŸasın Sakallılar” (Viva Los Barbudos) sloganlarıyla baÄŸrına bastı. Asi Radyo’dan (Radio Rebelde) savaÅŸ çaÄŸrısını duyan köylüler ve öğrenciler, akın akın gerillaya katıldı. 26 Temmuz Hareketi, önce kendini savundu, sonra taarruza kalktı. DaÄŸlarda geçen iki yılın ardından Fidel’in baÅŸkomutanlığında yedi cephe açıldı. Che, Raul Castro, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Ramiro Valdes, Calixto Garcia komutasındaki milisler, kırları fethedip ÅŸehirlere dayandı. 1956 – 1959 yılları arasında 60 bin kiÅŸiyi katlettiren diktatör Batista, canını kurtarmak için 1 Ocak 1959 günü Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmak zorunda kaldı. Dokuz bin gerilla, bir gün sonra zafer ÅŸarkıları eÅŸliÄŸinde Havana’ya girdi. Castro ve diÄŸerleri, devrimden daha zor olanın devrimi korumak olduÄŸunu kısa sürede anladılar. Latin Amerika’da ABD emperyalizminin ilk bozgunu Domuzlar Körfezi Çıkartması, soÄŸuk savaşın doruÄŸu ve neredeyse üçüncü dünya savaşını çıkartacak olan füze krizi, rejim karşıtları, toprak aÄŸaları, Batista kadroları, ülkeyi parselleyen dev yabancı ÅŸirketler, Amerikan ambargosu, ülkenin yedek parça ve daha önemlisi enerji ihtiyacı… Küba halkına inancı tam olan Fidel, yoksulluk katlanıp, sorunlar çığ gibi büyürken bile; ”Ülkemiz insanlara maddesel zenginlikler sunmak için çok yoksul olsa da, onlara eÅŸitlik duygusu, insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul deÄŸildir” diyordu… Fidel ve yoldaÅŸları, kollarını sıvayıp ”Sosyalizmi kuracağız, kurduÄŸumuz gibi savunacağız” ÅŸiarıyla harekete geçtiler. EÄŸitimli yaklaşık 50 bin genç, Küba cehaletten kurtulsun diye okuma yazma seferberliÄŸine omuz verdi (bugün ülkedeki okuma yazma oranı yüzde yüz). 60 yeni üniversite açıldı, mezun sayısı 20 kat arttı. EÄŸitim, saÄŸlık ve barınma (Küba’da sokak çocuÄŸu yok) parasız hale getirildi. Spor özendirildi, her çocuÄŸa süt dağıtıldı. Yurtdışından 17 bin tıp öğrencisine bedava eÄŸitim hakkı tanındı. Ülkenin tek partisi konumundaki Komünist Parti’nin üyeleri ve devlet görevlilerine yılda bir ay tarlalarda veya üretimde gönüllü çalışmak zorunluluÄŸu getirildi.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Fidel, İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth ve Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej’in ardından en uzun süreyle iktidarda kalan üçüncü lider. O, dünyanın ezilenleri için ÅŸaÅŸmaz bir pusula… Che, ona ”ÅŸafağın ateÅŸli peygamberi” diye seslenmiÅŸti ”Fidel’e Åžarkı” ÅŸiirinde. Ve Fidel’e şöyle veda etmiÅŸti; ”Bir gün baÅŸka gökler altında son saatim gelirse, son düşüncem halk ve özellikle sen olacaksın…” Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Nelson Mandela, Salvador Allende, Gabriel Garcia Marquez, Hugo Chavez, Evo Moroles gibi birçok dostu oldu Fidel’in… 20. yüzyılı sarsan birçok olaya tanıklık etti. Güney Amerika’da yükselen sol dalganın dayanağı da oydu. SavaÅŸa, iÅŸgale tepki gösterdi. Tek kutuplu yerküreye karşı ”baÅŸka bir dünya mümkün” diyenlerin sözcüsü ve filozofu oldu.

ABD ise Fidel Castro’nun peÅŸini hiç bırakmadı. Onu susturmak için her yol denendi. Floridalı gazetecilere Fidel’i karalamak için oluk oluk para akıtıldı. ABD’de konuÅŸlanmış rejim karşıtlarıyla Küba’daki müzmin muhaliflere milyonlarca dolar para yardımında bulunuldu. Dile kolay, CIA orijinli 621 suikast giriÅŸiminden kurtuldu Fidel…
Uzun zamandır Küba’yı kendisinden sonraya hazırlayan Fidel Castro bugünlerde hasta. ”Siyaset için en iyi yaÅŸ 80’dir” diyordu, ama BaÄŸlantısızlar Zirvesi’ne katılamadı. 80. doÄŸum gününü kutlamayı da 2 Aralık 2006 gününe bıraktı, Granma ile Küba’ya çıkartma yapmasının 50. yıldönümüne… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haberler bu hüznü yatıştırdı. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler. Fidel, yetkilerini kendisinden beÅŸ yaÅŸ küçük olan Raul Castro’ya devretti. Yaklaşık 10 yıl önce Komünist Partisi, olaÄŸanüstü durumlar için böyle bir kararı almıştı. Küba’nın iki numaralı adamı olan Raul, 53 yıldır aÄŸabeyiyle ortak mesai yürütüyor. Moncado baskınında Adalet Sarayı’nı ele geçiren, bu sebeple iki yıl hapis yatan, Meksika’ya aÄŸabeyiyle giden bir dava adamı Raul… Devrimin ardından Silahlı Kuvvetler Bakanlığı’na getirilen Raul, yıllardan beri Küba ordusuna komuta ediyor. Aynı zamanda Merkez Komite üyesi de olan Raul, aÄŸabeyinin ifadesiyle, ”dürüst, ileri görüşlü, ayrıntıya önem veren bir devlet yöneticisi”.

Fidel, tam 47 yıldır, dünyaya da geleceÄŸin ne getireceÄŸini göstermeye çalışıyor ve sosyalizmin bir hayal olmadığını… O Küba’ya inanıyor, Kübalılar da ona.

 

23 Eylül 2006

Kandırılma istikrarı…

 

 

 

ALPER TURGUT
@AlperTurgut01

 

İstikrar, 15 Temmuz 2016 gününe dek, en çok tüketilen kelimeydi, siyaset arenasını geçin, resmen toplumun iliklerine dek işlemişti. Darbe girişiminin ardından, aslında dönem dönem aşina olduğumuz kandırıldık sözcüğü, istikrarın tahtını ele geçirdi, harbi harbi zapt eyledi. Kulakları kanatacak denli çok kullanılıyor, mağduriyet aşkına çarçur ediliyor, göstere göstere, bile isteye… Ve koca koca adamlar ve kadınlar, ekran karşısında, ah tatlı dile aldandık, dindarlar sandık, onlara kandık diyerek, neredeyse ağlaşıyorlar. Yahu gardaşım, çocuk musunuz, meşhur söylemle paraleller, size elma şekeri mi verdiler? Ekstra saf, en masum, tertemiz, cezbedilmeye yatkın, kullanılmaya mahkûm, yönlendirilmeye açık… Bak ya, yoksa kobay faresi, kuzucuk, minnoş filan mısınız? Eee onca yetki ne arıyor, o vakit sizlerde? Gözler kapalı, kulaklar tıkalı, diller suskun, sonra vay efendim, kandırıldık. Kaç yazı yazdım böyle, işi, layık olana verin, acemiyi etkin göreve getirmeyin, ustasına bırakın, hak etmeyeni, bizden diye bir yerlere yerleştirmeyin diye… Aman bu muhalif, yok şu dindar değil, o da, bize biat etmez. Birçok değerli ve özverili insanı ötelediniz, onlara sırt çevirdiniz, muhtaç olsunlar, bize yanaşsınlar istediniz, hatta işsizler ordusuna katılmasında payınız var diye böbürlendiniz. Yalan mı?

 

Darbe girişiminin ardından her toplantı, yine din, kitap, Allah diye devam ediyor. En dindar biziz, onlar asla değil! Gene hata yapılıyor, sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemiyor, aksine sütün daha da kaynaması için didiniyor. Büyük bir özenle, tutkuyla ve gayretle, diğer cemaatlere göz kırpılıyor; az sıkın dişinizi, biraz daha sabredin, işte ‘paralel’ olan gidecek, sizler onların yerine geçeceksiniz hesabı… Boş koltuklar göz kamaştırıyor, boş kadrolar ağızları sulandırıyor. Güç zehirlenmesi, yine ve yeniden kurbanlarını veya cellatlarını arıyor. Hah! FETÖ üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan bir adamı gördüm televizyonda, çekin diyordu gazetecilere, kâfirler, gerçek Müslüman görsün. Hayda! Hâlâ ve ısrarla, dindarlık yarışı sürüyor, bırakın artık bu ezberi, memleket elden gidiyor. Sahte Alevi derneği açmalar, din şurası toplamalar, Pensilvanya’dan düzenli gelen din soslu videolar, şehitlik, sala, Allah’a hesap vermek, şeytan, cin… Hemen her şey, kuşkusuz artık din endeksli. Demokrasi nöbetindeki, demokrasi kelimesi de olmasa, valla halimiz duman. Peki, askeriye, emniyet, yargı, medya, bürokrasi, iş dünyası dışında, bu çete örgütlenmesine devleti teslim eden, pardon sızmalarına sebep olan siyasiler nerede?

 

Yanıtı ben vereyim, şüphesiz siyasiler, yine politika peşinde… Onların kandırılması, sıradan vatandaşın kandırılmasından daha değerli ve üstelik suç teşkil etmiyor. Oh! Ne güzel. Tamam, politikacıları geçtik. Eğitime sızıldı, sorular çalındı, hak etmeyenler, hakkını yediklerinin yerine serpildi, başkalarını ezerek yükseldi. Bunlar yadsınamaz gerçekler, peki, bunca şüphe ve şaibe bas bas bağırırken, söyleyin canım kardeşim, bu cemaate yakın olanlar, ne zeki, ne akıllı çocuklar, yüz soru varsa, yüzünü de biliyorlar, maşallah mı dediniz? Sırtlarını sıvazlayıp, ödüllere boğup, dünyanın her yerinde okullar açmalarını alkışlayıp, ardından Türkçe Olimpiyatları’na koşuşturup, en nihayetinde ne olmasını beklediniz ki? Tam 40 yıllık, liderinin de ABD’de yaşadığı tekinsiz ve din kisveli bir oluşumun, size çiçek vermesini, isimlerinizi sevgi ve saygıyla zikretmesini ve hep teşekkür etmesini mi? Valla kanmaya, kandırılmaya doyamazsınız bu kafayla, ben söyleyeyim de, sonra demedi demeyin.

 

Efendim, neredeyse düz lise kalmadı, imam hatiplere dönüştü, dönüşüyor eğitimin ana omurgası… Peki, dini alet eden bu kanlı girişim, imam hatip okullarına hiç mi sızmadı? Nazar boncuğuyla mı koruyorsunuz, bedduaya karşı savunması mı var, yoksa büyülü mü bu kurumlar? Bu illeti ve şirreti, temizleyecekseniz, bunda da kararlıysanız, belli alanlara yoğunlaşmak olmaz, darbe girişimi ile ilgisi olanı, olmayandan ayırmakla olur, çağdaşlıkla olur, eşitlikle olur, demokrasiyle olur, haklar ve özgürlüklerle olur. Kandırılma siyasetiyle, ancak tozu halının altına silkelemiş olursunuz, yalnızca sorumluluk siyaseti ile gerçek çözüm gelir. Ülkeyi sevk ve idare etmek, büyük bir sorumluluk ve emek gerektirir, haksız mıyım?

 

Elbette, nasıl Gezi’de sokağa çıkanlara saygım varsa, tankların önüne yatanlar ve meydanlarda tatlı canlarından olanlara da var. Darbenin aması maması olmaz, olamaz. Cunta teşebbüsünün, Pensilvanya’da zorunlu mu tutulup tutulmadığı bile belli olmayan, hep abuk subuk laflar eden ve sürekli gözyaşı döken 75 yaşındaki bir adamın becerisi olduğunu düşünmek, bana biraz zorlama geliyor. Hani Bolivya’nın Kızılderili lideri Evo Morales diyor ya; “Cunta, sadece ABD’de olmaz, çünkü orada, bir ABD büyükelçiliği yok!” İşte CIA olmadan, darbe marbe de olmaz. Emperyalizm ve kapitalizmin, planı ve projesi ise, hiç tükenmez. Asıl tehdit ve tehlike budur. Yani öğretmeni, doktoru, oyuncuyu açığa almakla, hani hep dillendirilen ‘dış mihraklar’, özetle istihbarat ve aksiyon eksenli güç odakları, ooo tamam o vakit, bizim plan yattı demez. Yedek planlar, karşı ataklar, bitmeyen hesaplar hep oldu, hep olacak.

 

Tam da bu noktada, vik vik muhalefeti yapmayan, cemaat gibi dış destekli oluşumlara sırtını dayamayan, salt bağımsızlığı savunan iyi ve güzel insanlara ihtiyacımız var, her zamankinden daha da çok. Başka bir dünya mümkün diyenler, bir rüyayı dillendirip, hayaller kurmuyordu. Yalın gerçeğin ve olması gerekenin altını çiziyorlardı. Bizlere düşen, 6. Filoyu kovma ruhu ve cüretinin tekrar hayat bulması, aklı başına, yeni yeni gelmeye başlayan ve bizimkiler (sağ cenah), haklı ve doğru bir dava yürüten solcu gençlere, çok fenalık yapmışlar diyenlerle, bir zeminde bulaşabilmektir. Memlekette her şey, son sürat değişiyor. Ben onlarla asla birlikte olmam diyenler, ortak bilinç ve direnç üretebilme günü geldiğinde, geç kalmasın, pişman olmasın kâfi. Bu topraklarda, başka halklar yok, bunlar bizim halklarımız, onlara küsmek, onları beğenmemek, onlara sırt çevirmek gibi bir lüksümüz de yok. Şimdi kibir, bana ne, of pof vakti değil, değiştirmek, dönüştürmek için, gelecek güzel günlere inananların harekete geçme zamanıdır. Birlik için örgütlenmek, biricik yakıcı gerçeğimiz budur.

Bağımsızlık derken…

 

 

ALPER TURGUT

 

Şimdi efendim, vicdanımın reddetmesi bir yana, askere gitmekte, miskinlik ettiğim için, hop diye davayı açtı askeri mahkeme. Üstelik kaçmıyorum da, gazetede nal gibi imzam çıkıyor, hay maşallah! Bir garibim polis var, sabahları ilk görevi, karakolundan çıkıp, gazetenin danışma masasına gelmek ve beni sormak. Arada bana rastlıyor, gidip teslim ol artık, yahu kurtar beni, bu ayak işi vazifeden diyor. Eee haklı adam, onu savuşturmaktan ben de yoruldum, sonrasında jandarmayla da muhatap oldum. Neyse dostlar, Adana’daki 6. Kolordu açmış davayı, İstanbul’daki 1. Ordu’da duruşmam görüldü, hani şu meşhur Selimiye Kışlası’nda… Bir sivil olarak savunmamı yaptım, haliyle reddetti onca hazırlandığım söylevimi, bol yıldızlı kasıntı hâkim, savcı ise saçların da uzunmuş, sakalın da var dedi. Bağlantıyı kuramadım, ama içimden yav he he dedim. Cezayı yedim özetle, Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Tümeni’ne çıktı tayinim, şaka şaka zorunlu ikametgâh işte.

 

Siyah bereyi hak etmek için, kamuflajı giyip, kepi takıp, taşa, kuşa, ağaca, bulduğumuz her şeye selam vererek başladık işe, pardon vatani göreve. Ardından yanlış hatırlamıyorsam, 50 maddelik yasaklar listesini imzaladım. Hamamda şaka yapmayacağım, elektrik direklerine tırmanmayacağım, prize fiş niyetine parmağımı sokmayacağım gibi harbi absürt ve fantastik maddeler idi. Askerliğin, mantığın bittiği yerde başladığını kısa sürede öğrendim, sağ olsunlar. Yüzlerce erkek, höyküre höyküre, sarışın, kumral, esmer fark etmez, çünkü biz tankçıyız, tankçılar affetmez diye koşturuyoruz, nizami adımlarla. Herkes birbirine istisnasız sesini yükseltiyor, sesi düşük çıkana, aramızda kadın yok, utanma, bağır, çağır, haykır deniyor. Arkadaş, başkentte askerlik ne zormuş, herkes ya yıldızlı, ya da çubuklu, affedersiniz, helaya gideceğiz, acelen var, motor bozulmuş, koştur, hayda yine çıktı karşına üst rütbeliler, hop dur, selam ver, yavaştan hızlan ve kaybol! Sanki Ankara’nın göbeğinde, çok önemli bir işimiz varmış gibi şekil şekil hareketler, sağ el, kafayla bütünleşmiş, görsen çakı gibi asker, tüm yükü taşıyor, dünyayı kurtarıyor. Yok be canım, kantine gidiyoruz, çay içmeye, maksat görüntü, o kadar. Evet, şekil disiplini ile tanışmış oluyoruz. Askerlik, şekil demek, içerik olmasa da olur. Dolabının önü düzgün olsun, arkası isterse Çarşamba pazarına dönsün, fark etmez. Komutan, jilet gibi yatak görecek, etek tıraşını görecek. Üç, beş kişi, küçücük aynaya kafalarımızı sığdırmaya çabalayıp, resmen tıraş olmaya debeleniyoruz, soğuk suyla, Ankara’nın zalim ayazında… Harbiden zemheri, buz, buz, buz, dize kadar kar var, Etimesgut’a Sibirya diyor erat, erbaş, kendi aralarında, valla tam isabet. Kısa dönem askerim diye, poşet diyor uzun dönem erler, yine de asteğmenlerden daha çok saygı görüyoruz. Aynı yatakhaneyi, ranzaları paylaşıyoruz, aynı yat ve kalk saatinde hep birlikteyiz, yedek subaydan daha çok havamız olsun, mümkünse.

 

En nihayetinde, acemilik bitiyor, usta birliği de yine aynı tümende, lakin başka bir alayda sürecek. Ve tank çavuş oldum, sonrasında yaşadıklarım, beni militarizmden yine ve yeniden soğuttu. Halkı askerlikten soğutma kanunu, hiç kusura bakmasın, askerlik zaten soğutuyor kendisini, tüm yoksulluğuna rağmen ordunun parasını ödeyen, üstüne ona gözü gibi baktığı çocuğunu veren milletin ne suçu var? Hiç unutmam bir gün, kuvvet komutanı gelecek diye, tüm acemi erleri sakladılar tümende, kimini depolara, kimini arka bahçeye, buldukları her yere. Komutanlar, acemi görmesin diye, sanki salgın hastalık taşıyorlar, sanki suç işlemiş gibi güzelim çocuklar.

 

Bir gün, belge geldi, sen sakıncalısın, karargâha girmeyeceksin, istihbaratın (S-1) önünden bile geçmeyeceksin denildi. Hay hay, bana uyar, hatta mutlu olurum dedim. Ardından beni dış posta yaptılar, sabah kahvaltıdan sonra sivilleri çekiyorum, zorunlu sporu da, nöbeti de bıraktım, benden mesai saatleri içinde kurtulmaya çabalıyorlar. İşte çıkıyorum tümenden, sivil oluyorum gün boyunca, dolaşıyorum başkenti, akşam 17.00’de geri dönüyorum askere dönüşüyorum. Akşam ne yapacağım dedim, alay komutanına, sana kütüphaneyi verelim, sen sorumlu ol, kapat kapıyı, akvaryumdaki balıkları besle, bol bol kitap oku. Yaşasın böyle askerlik! Kitap okuyacağım lan, oh ne güzel! diyorum. Abooo, kitapların hemen hepsi, tank kullanımına, askerliğin inceliklerine, planlara ve harekâtlara dair. Tüh! Kahretsin. Ne yapayım, askerlikte zaman duruyor, hain saatin akrep ve yelkovanı, kımıldamamakta ısrar ediyor. Bari kitap okuyayım, militarizmin inceliklerini öğreneyim diyorum. Ah! Şaşkınlar, her yer gizli ve çok gizli belge dolu. Beni, sakıncalı diye istihbarata sokmayan zihniyet, gazetecinin önüne tüm gizli belgeleri döküyor. Okudukça soğudum, soğudukça okudum her şeyi, memleketin bağımsızlığı çoktan bitmiş, her şey ABD olmuş, NATO olmuş, tanklar zaten hibe, düşünsenize, M-48, 1948’de, M-60’lar, 1960’ta yapılmış, istediğin kadar modernize et, çelik yorgun, demir bıkkın. Ordu, ABD’nin yan kolu gibi, tüm kitaplar, çeviriler, buna dair, eğitim, eğilim, yönelim, hemen her şey.

 

O yüzden kimse beni inandıramaz, darbe giriÅŸiminin, salt Cemaat iÅŸi olduÄŸuna… Arkasında CIA, Pentagon, NATO olmadan, cunta mı olurmuÅŸ? Tamam, siyasi iktidarlar, 40 yıldır bunların bitini kanlandırmış, erk tüm rüyalarını süslemiÅŸ. Sızıntı, zaten bu çetenin, ÅŸifresi… Gizlilik, sinsilik, o biçim. Ancak teknik, yönlendirme, plan, proje, aÄŸlayan bir adama, hipnoz olmuşçasına bağımlı olmuÅŸ bu tuhaf din merkezli kitlenin, çözeceÄŸi iÅŸler deÄŸil! Sivilleri bombalamak, insanları taramak, tam ABD iÅŸi, Irak’tan biliriz, dün gibi aklımızda.

 

Darbe giriÅŸimin ardından, Genelkurmay binasına “Hakimiyet Milletindir!” sözü asıldı, sokaklarda bunu yazan tişörtler, oldu son moda… Hakimiyet Allah’ındır diyenler dahi, milleti keÅŸfetti. Darbeciler de bildirilerini Atatürk ile süsledi. “Yurtta Sulh” koymuÅŸlar idi kanlı giriÅŸimin adını, korkunç bir ironiyle. Memlekette barış, bomba, jet, tank, ölüm demekmiÅŸ öğrendik. Tıpkı Hayata Dönüş operayonunda, mahkûmları katletmek gibi. Hah! Darbecilerin de, darbe karşıtlarının da kullandığı vecizeler, Atatürk’ten. Her yol, onu kullanmaktan geçiyor. Hâlâ ve ısrarla. Ne yazık ki.

 

Bu memlekette, daha büyük ne belalar olabilir dedikçe, daha büyüğü, daha çetrefillisi, daha can yakıcısı geliyor. Gariplikler hiç bitmiyor, bir süre önce, düşman belleyip bastıkları Doğan Medya Center’ı, tekbirlerle darbeci askerlerden kurtarmak, sizce nasıl? Albayların, komutanları olan paşalara emir vermesi nasıl? 300 darbecinin, eşlerini boşaması, bankadaki paraları çekmesi, dolara yönelmesi nasıl? Köprüye çıkıp, intihar girişiminde bulunan subaya, kendini hücumbota kilitleyen rütbeliye ne dersiniz? Servis edilen, darbeci girişimcilerinin işkence gördüğüne dair fotoğraflar, normal mi? Cumhurbaşkanının, enişteden, başbakanın, eş ve dosttan darbe girişimini öğrenmesi, sizce nasıl? Yani tuhaflık tam gaz sürüyor. Cadı avını, muhaliflerin alacağı pozisyonu sonra konuşuruz. Evet, halk için, it sürüsü dağıldı mı diye askerine soran albay, sizler, en büyük halk düşmanısınız, bilesiniz. Cunta teşebbüsünün ardından yapılan ankette; yüzde 82 çıkmış, darbe karşıtlarının oranı. Bak işte bu güzel haber!

Çocukları katlederek özgürlük götürmek…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Küresel emperyalizm, vahşi kapitalizm ve neoliberalizmin merkez üssü ABD’nin diğer adı da dünyanın jandarmasıdır. Bu militarist sevda, düşman bellediği ülkelere, üstün teçhizat ve donanımlı ve deneyimli birliklerle demokrasi ve özgürlük götürmek gibi, saçma sapan bir misyon edinmiştir. Japonya’ya iki atom bombası atacak kadar gözü dönen, Latin Amerika’daki devrimci yükselişi, darbecileri destekleyerek geriletmeyi deneyen, Ortadoğu’yu resmen yol eyleyen Amerikan Ordusu, Vietnam’dan Irak’a, Afganistan’dan Panama’ya pek çok ülkeyi işgal etti, can aldı, kan döktü, terör estirdi. Şimdi neden bunları anlatıyorum? Çünkü ABD, hem kendi milletini ikna etmek, hem de dünya halklarına korku salmak için sinemayı kullandı, kullanıyor ve elbette kullanacak. Evet, 7. sanat dalı olan sinema, çok eskiden beri, propaganda aracı olarak da işlev görmektedir. Mevzuyu şöyle açalım; Meşhur Potemkin Zırhlısı, 90 sene önce çekildi ve ne yazık ki; Hitler’in sağ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkiledi; “Eşi benzeri olmayan şaheser. Bu filmi izleyen insan bir Bolşevik olabilir.” ABD, hiç geri kalır mı, hemen kolları sıvadı, bir yandan “Amerikan Rüyası”nı, diğer taraftan da çok güçlüyüz, aşırı kuvvetliyiz, en kahraman biziz destanını beyazperdeye taşıdı.

 

11 Eylül meselesinden sonra, Savunma Bakanlığı, tedbir planı hazırladı, hazırlanan listede, zombi saldırısı da var. Gülmeyin, tuhaf bir memleket bu ABD, savaşacak şey bulamayınca, Battleship ve Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı gibi filmlerle uzaylılarla çatışıyorlar. Çünkü dünyayı kurtarmakla mükellefler, kim onlara bu görevi verdi, belli değil oysa…

 

Yaşı 85’e dayanan, 60 yıldır sinemanın içinde olan 1.93’lük ünlü kovboy dedemiz Clint Eastwood, kesinlikle sağcı, harbi militarist ve silah sevdalısı Hollywood yıldızlarından biridir, belki de en ünlüsüdür. Gerçek bir yaşam öyküsünden uyarladığı son filmi “American Sniper” (Keskin Nişancı), gösterime girdi. American Sniper, en iyi film dâhil, altı dalda Oscar’ı kapmak izin yarışacak. Yaşayan en büyük sinemacılardan demiştim, onun için altı yıl önce yazdığım bir yazıda, işgale kılıf uyduran şu son eserine ne kadar kızsam da, canım sıkılsa da fikrim değişmiş değil!

 

Clint Abi hakkında yazmayı keseyim ve filme geçeyim. Ama öncesinde, Oscar’ın, militarizmi nasıl sevdiğini vurgulayayım. Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) 2009’da, Operasyon: Argo (Argo) da 2010’da, Akademi’nin en iyi film ödüllerini kazanan iki yapım, biri ABD ordusunun sevgilisi, diğeri de CIA güzellemesi… Hele Ölümcül Tuzak, Akademi üyelerine mektup yazdı filmin yapımcısı, aman Avatar’a değil, lütfen bize ödül verin diyerek, resmen yalvardı. Eh çabaları da sonuç verdi, heykelciği kaptılar. İşte Keskin Nişancı, onlar yaptıysa, ben de yaparım kafasında, deniz piyadelerini kahramana, işgal altındaki ülkenin insanlarını da cellada ve barbarlara benzeten, haksız ve anlamsız bir film aslında… Dürbünlü tüfeğinden kan damlayan, 168 ila 255 arasında can alan (rivayet muhtelif), Amerikan tarihinin en çok insan öldüren askeri sıfatıyla, efsane ilan edilen Chris Kyle adlı ağır arıza bir askeri, allıyor pulluyor, göklere çıkartıyor.

 

Başroldeki Bradley Cooper, hakkını yemeyelim iyi oynamış, ancak canlandırdığı karakter, Teksaslı despot babasından 8 yaşında geyik avlamayı öğrenen, babası, yırtıcı olma, av olma, koruyucu ol dediği için, koruma güdüsüyle harekete geçen, rodeocu olmak kesmeyince, askerlikte karar kılan ve geyikten insan avlamaya terfi eden, kanatsız bir melek adeta… Donanma SEAL komandolarından Chris’in biricik görevi, Irak’ta ev baskınları yapan silah arkadaşlarını, çatıya yerleşip, saatlerce bekleşip, şüphelendiğine ateş edip, korumaktır. Askerleri kurtarmak için kadınlara, hatta çocuklara kurşun sıkar. Gözümü kırpmadan adam öldürürüm, benim için insan vurmak çok kolay diyen, Irak’ın direnen bölgelerine (Felluce gibi) dört kez giden ve bin günü savaşarak geçiren usta nişancı, evde de sorunlar yaşamaktadır, çünkü aklı fikri cephededir. Adı duyuldukça, düşmanı da artar, lakabı Ramadi Şeytanı olur, hatta Irak’ta kafasına ödül konur. Karşı cephede de bir keskin nişancı vardır, Suriyeli Mustafa, olimpiyat şampiyonu bir atıcıdır, komşu ülkeyi işgalcilerden korumak için tüfeğine sarılmıştır. Lakin o kötü adamdır, “Kimseyi geride bırakma” sözüne tutunan bizim Chris ise iyi adamdır, haliyle… Lan arkadaş, memleketini korumak isteyenler ve onlara yardıma koşanlar pislik herifler diye gösterilecek, işgalciler ise güzel insanlar olarak baş tacı edilecek. Hadi oradan! Film, elbette fena değil, bir şekilde izlettiriyor kendini, ancak yolu sakat, yorumu sakat, ana fikri sakat…

 

Gerçek hikayeden esinlenilmiş ya, spoiler verdin demeyin, Teksas’a geri dönen bu seri katil, iki yıl önce, bir başka savaş gazisi tarafından, evinin yakınındaki poligonda öldürüldü. Aman vatanım, aman silah arkadaşlarım diye, binlerce kilometre uzakta sivilleri, direnişçileri öldürürsen, silah arkadaşın da kalkar seni, atış talimi yerinde vurur. Nede olsa atış serbest, oh olsun!

 

Demokrasi havarisi ABD’de, dün ve bugün, birçok savaş filmi, Pentagon’dan alınan destekle çekiliyor. Yardım isteyip, reddedilenler de cabası… Ancak tam tersi duruşlar da var, haklarını yemeyelim. Misal Oliver Stone, Müfreze ve Doğum Günü 4 Temmuz filmlerini çekerken, ordunun destek önerisini reddetti ve ağır konuştu; “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar. Belirli tipte filmler yapmamızı istiyorlar. Savaşın karanlık yüzüyle uğraşmamızı istemiyorlar. Savaş hakkında gerçeği dile getirmeyen filmlere destek veriyorlar ve savaş hakkındaki gerçeği arayan filmleri desteklemiyorlar. Savaş hakkındaki çoğu film, askere alım ilanlarından farksız”

 

Pentagon ile Hollywood’un yakın ilişkisinin ve işbirliğinin başlangıcı, 1927’de çekilen Oscar’lı The Wings (Kanatlar) filmine kadar uzanır. İnsanlar Yaşadıkça, Patton, Dünyanın Durduğu Gün, Yeşil Bereliler ve diğer birçok yapım, askerden yardım aldı ve bu kanıtlandı. Sansürü coşturan, kendilerine karşı olanlara zorluk çıkartan bu iki büyük oluşum, birbirlerine muhtaçtırlar, birinde araç, gereç ve mühimmat vardır, diğerinde dünyayı etkileyecek ve büyüleyecek beyazperde… Hollywood, etkileyici filmler çekerek, potansiyel belirlemede, asker adaylarını çekmekte kullanılan bir aparat aynı zamanda, ne yazık ki…

BEYAZ ADAMIN OBAMA MASKESİ

ALPER TURGUT

 

Dünya, “Ya benimlesiniz ya da düşmanımsınız” diyen Cumhuriyetçi George W. Bush’tan kurtulunca rahat bir soluk aldı. Üstelik tüm insanların umudunu yeÅŸerten Demokrat Barack H. Obama, Beyaz Saray’da konuÅŸlandı. Ah ne kadar güzel… Oval Ofis’teki siyahi lider sayesinde artık tüm savaÅŸlar bitecek, iÅŸgal orduları çekilecek, iÅŸkence tarihe karışacak, ekonomi ÅŸaha kalkacak, çocuklar ölmeyecekti… Ey kapitalizm sen nelere kadirsin ki; hepimize toz pembe düşler kurduruyorsun. Gırgırı bir kenara bırakalım. Çünkü hiç de komik deÄŸil. Dileriz, gelen gideni aratmaz. Ancak Obama ve şürekasıyla ilgili haberlerin pek de içimizi açtığı söylenemez. Evet, ne yazık ki; “Yok, aslında birbirimizden farkımız”… ABD’nin yeni baÅŸkanının sözleri eylemleriyle asla uyuÅŸmuyor. İşte Obama’nın sıvaları gün geçtikçe dökülüyor ve altından “Wall Street” oligarÅŸisinin zengin ve beyaz zalimliÄŸi beliriyor. Sizlere, “yeni dünya düzeni”nin ipliÄŸini pazara çıkarmayı deneyen “Obama Aldatmacası” (The Obama Deception) adlı belgeseli öneriyoruz. Formül basit; iktidar koltuÄŸuna heves edenler asla muktedir olamıyor ve ister istemez zamanla kuklaya dönüşüyor. Mutlaka izleyin.

Obama Aldatmacası, yakın tarihli (Mart 2009) bir belgesel. Yönetmeni ise “Kendi Matrix’imizi Tanımak: Oyunun Sonu” (Endgame: Blueprint for Global Enslavement) isimli ses getiren çalışmasıyla tanınan gazeteci-aktivist Alex Jones… Belgeselin kendince handikapları var. Mesela “Küresel Isınma”nın yalan dolan olduÄŸu gibi saptamalarına ve silahlanmayı ele alan sipsivri görüşlerine elbette katılmıyoruz. Ve hatta çok fazla eÅŸelerseniz, ne saÄŸcıyız ne de solcu, Amerikancıyız biz Amerikancı benzeri bir sonuç çıkarmak da mümkün… Ancak bütün bu saydıklarımız, internette sansürlenen veya görmezden gelinen Obama Aldatmacası’nı seyretmeniz gerektiÄŸi gerçeÄŸini deÄŸiÅŸtirmiyor.

OBAMA DEVLETE TESLİM OLDU

Peki; sistemi dize getiren ve ezilenlerin aÄŸzına bir parmak bal çalan siyahi baÅŸkan, acaba büyük bir yanılsama mı? Samimiyet ve dürüstlüğün çizgisi ne kadar kalın… İnandırıcılık hangi noktada ters teper. Seçim kampanyası esnasında mangalda kül bırakmayan Obama, özellikle demokratik açılımlar, ÅŸeffaflık ve adalet konusunda hem kendi milletine hem de dünya halklarına içi boÅŸ vaatlerde bulunuyordu. Hani bizim politikacıların muhalefette söylediklerini iktidara gelince yutmaları gibi… DoÄŸru söze ne hacet. İnsan karakolda doÄŸruyu söyler, mahkemede ÅŸaÅŸar.

Bir kez takke düştü, kel göründü ya, Obama’nın hileleri, sırf belgesele deÄŸil, halihazırda haberlere de yansıyor. GeçtiÄŸimiz günlerde gazetemizde “Obama Devlete Teslim Oldu” baÅŸlıklı bir haber yer aldı. Söz konusu haberde; Obama’nın önce iÅŸkence fotoÄŸraflarını yayımlamaktan, ÅŸimdi de özel askeri mahkemeleri kapatmaktan vazgeçtiÄŸi vurgulanıyordu. Belgesel iÅŸte “dün dündür bugün bugündür” demesine ramak kalan Obama’yı sorguluyor. Dünyanın alkışladığı bir kararla “Irak’tan çekileceÄŸiz” diyen Obama, kısa bir süre sonra hem Irak’a hem de Afganistan’a yeni birlikler gönderilmesini onaylıyordu. KanunsuzluÄŸun resmi merkezi Guantanamo’nun kapanmasına imzayı atarken aynı zamanda tutukluların dünya üzerine serpilmiÅŸ gizli cezaevlerine gönderilmelerine de olanak saÄŸlıyordu.

OBAMA GELECEKTE NASIL ANILACAK?

Obama Aldatmacası, ABD baÅŸkanlarına doÄŸuran “Cumhuriyetçiler” ile “Demokratlar”ın aslında aynı hamurdan olduÄŸunu yine ve yeniden dillendiriyor. Bir numaralı halk düşmanı CFR, her sene bir otelde toplanan Bilderberg Grubu, zenginler klasmanında baÅŸa oynayan Rockefeller Sülalesi’nin kurduÄŸu Trilaterale Komisyonu ve “ben her türlü yasanın üstündeyim” diyebilen Federal Rezerv Bankası ise kapitalist sistemin tam doruk noktasında duruyor. Ve dünyayı yöneten asıl, kararlı ve karanlık gücü onlar oluÅŸturuyorlar. Amaç; eskimiÅŸ sömürgeci Büyük Britanya İmparatorluÄŸu’nun, ABD-İngiltere ortaklığıyla Dünya İmparatorluÄŸu’na dönüşmesi… Kadrosunda kimler mi var? Tabii ki; Siyonistler, Evangelistler, emperyalistler, asiller ve görmemiÅŸ zenginler… Paraya tapınıyorlar, gizemi ve hileyi hurdayı çok seviyorlar. Kontrolü ise ordularının yanı sıra CIA, MOSSAD kanalıyla saÄŸlıyorlar.

ABD’li muhalifler, Obama’nın insanoÄŸlunun gözlerini kamaÅŸtıran büyülü bir maskeden ibaret olduÄŸu hususunda hemfikirler. Kennedy’den bu yana ABD’nin dirayetli bir baÅŸkana kavuÅŸamadığını öne sürüyorlar. Onlar, öncelikle Obama’nın ekibini masaya yatırıyorlar. Ve çıkan sonuç; hemen hepsi yukarıda saydığımız grupların faal üyesi ve istisnasız bankacı kökenliler… Anlayacağınız, fakir, fukara umurlarında bile deÄŸil. Şüpheli icraatları ise diz boyu… Bush’tan zalimlik bayrağını (yakın tarihte) devralacağını söyleyenlerin sayısı ise yabana atılmayacak denli çok. Asıl soru ÅŸu; Obama gelecekte nasıl anılacak? Umut taciri, kukla, despot, halklar için kadim bir dost veya düzene meydan okuyan modern bir Don KiÅŸot… Bekleyip göreceÄŸiz.

 

 

Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu Eki / 23 Mayıs 2009

Devlet terörü veya J. Edgar

ALPER TURGUT

Aslında korku imparatorluÄŸuna dönüşen modern ABD’yi J. Edgar Hoover kurdu dersek, abartmış olmayız. Sekiz ABD baÅŸkanı eskiten, üç savaÅŸ gören, kendisine sürekli suni ve gerçek düşmanlar yaratan, telekulak olayını gücü ele geçirmek için kullanan, suç bilimini yaratan, herkesin parmak izini depolayan, erkin kontrolü için belaltı dosyalar hazırlatan, ÅŸantaj, tehdit ve hileye sık sık baÅŸvuran, gerekirse cinayete azmettirmekten çekinmeyen, belaya bayılan ve hep kaostan beslenen Edgar, perde arkasından dev bir ülkeyi yönetiyordu. O kah derin devlet idi kah devletin ta kendisiydi. Etkisi muazzamdı, insan haklarına, özgürlüklere ve demokrasiye ters düşen hemen her ülke, bugün dahi onun yol göstericiliÄŸinden, iÅŸ bitiriciliÄŸinden besleniyor. Hatta ABD’de 11 Eylül’ün hemen ardından yine onun anlayışına çark etti. Günümüzde dünyanın en büyük parmak izi arÅŸivine sahip, 10 milyar doları aÅŸkın bütçesi, 500’den fazla ofisi, binlerce özel eÄŸitimli çalışanı olan Edgar’ın kurduÄŸu Federal SoruÅŸturma Bürosu (FBI), sınır ötesi operasyon yapmaya muktedir, bazen CIA’ya bile rahmet okutan büyük ve çetrefilli bir güç, özetle…

Kovboyluktan yönetmenliÄŸe geçen, Oscar ödüllü Clint Eastwood’un yönettiÄŸi “J. Edgar” filminde, devlet terörünü yaratan, saplantılı, acımasız ve psikolojisi bozuk bu tarihi tip, kısmen resmediliyor. EÅŸcinselliÄŸi, kadın kıyafetleri giymesi ve dominant bir annenin oyuncağı olması daha çok öne çıkartılarak… Çünkü Edgar’ı anlatmaya bir film yetmez, bir insanın ömrüne sığdırabileceÄŸinden fazlasını yaÅŸamış ve yaÅŸatmış bir karakter, ya film serisi olur ya da TV dizisi… Bu film Edgar’ın özeti, yakın tarihe meraklı olan her sinemasever, mutlaka izlemeli… Ancak yine de Eastwood filmlerinin en zayıf halkalarından biri olduÄŸunun altını çizelim.

J. Edgar’ın oyunculuk yükünü Leonardo DiCaprio, Naomi Watts, Armie Hammer, Josh Lucas, Judi Dench ve Josh Hamilton sırtlıyor. Performanslar gayet baÅŸarılı, yaÅŸlandırma ise resmen facia… Makyaj olduÄŸu o kadar belli ki, yine tarihi bir karakter olan Margaret Thatcher’ın anlatıldığı “Demir Leydi” filminin en iyi kadın oyuncu ve makyaj dalında Oscar alması, özensizliÄŸi anlatmaya yeter umarım.

Komünizm ve anarÅŸizm karşıtı, ırkçı, sinsi ve kışkırtıcı bir adamın, öyküsünü izlemek isterdim, lakin J. Edgar filminin, güçsüzlüğünü ve korkularını gösteriÅŸle kapatan, aslında yalnız bir insandı ve sorunları vardı gibi onu savunmaya yönelik alt metini sevmedim. Suçluya suçlu gibi yanıt verirsen devlet terörünü inÅŸa edersin, kanun tanımazsan, adaleti oyuncağın haline dönüştürürsen, yarattığın sistem, huzuru ve barışı getirmez, sadece yeni suçlar ve suçluları yaratırsın, çünkü ÅŸiddet ÅŸiddeti doÄŸurur, dökülen kan ise intikamı… Hollywood iÅŸte bize bunu vermiyor, aslında adam haklıydı, ülkeyi komünistlerden temizledi, halk düşmanı gangsterleri öldürttü, kurunun yanında yaÅŸ da yandı, olacak o kadar, diyor. Benim itirazım, sinemayla pazarlanan, bu iktidar diline… Ötesinde “Dans edemediÄŸim devrim, devrim deÄŸildir” diyen anarÅŸizm efsanesi Emma Goldman’ı, en büyük suçlu olan ve yasal bir zeminde insanları sömüren bankalara savaÅŸ açan gangsterlere şöyle bir deÄŸinmek, hızlı hızlı geçmek ve karikatürize etmek, filmin görsel gücünü azaltıyor, keza akılda kalıcılığını da… Ezeli düşmanları JFK ve Martin Luther King bölümleri biraz daha yaratıcı ve anlaşılır olabilirmiÅŸ. Belgesel olarak çekilseymiÅŸ keÅŸke, lakin tarafgirliÄŸi nedeniyle o formattan da hayli uzak düşermiÅŸ. Son olarak Edgar’ı daha insancıl gösterebilmek uÄŸruna dönemin meÅŸhur senatörü McCarty bir cümleyle geçiÅŸtirilebilir mi?

CİNEDERGİ