Etiket arşivi: che

10 sene evvel, Fidel henüz ölümsüz olmamışken…

 

 

 

Chavez, Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haber ve fotoÄŸraflar bu hüznü yatıştırdı. Fidel, Küba halkından biraz zaman ve sabır istedi. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler.

ALPER TURGUT

SavaÅŸlar, yoksulluk, ÅŸiddet, salgın hastalıklar, doÄŸal afetler… Dünya giderek baÅŸ edilmesi zor bir yer haline gelirken, kimine göre güçlü, kimine göre hafif bir ışık umudu tazeliyor… Bu ışığın merkezi Küba, yaratıcısı ise Fidel Castro … 1989’da Sovyetler BirliÄŸi dağıldıktan sonra, tek sosyalist vatan olarak göz dolduran Küba ÅŸimdi Latin ülkeleriyle birlikte, yeni bir dalganın da esin kaynağı… Chavez , Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… Peki, Fidel Castro kim? İşte bu sorunun yanıtı…

Fidel Alejandro Castro Ruz , 13 AÄŸustos 1926 günü Oriente Eyaleti’ne baÄŸlı Mayari’de zengin bir toprak sahibinin üçüncü çocuÄŸu olarak dünyaya geldi. ”Uygun mücadele koÅŸullarında ve Don KiÅŸot’un bazı özellikleriyle doÄŸdum” diye anlatıyordu çocukluÄŸunu ”Politik bilince kavuÅŸmadan önce bile asiydim. Daha sonra isyankârlığım beni doÄŸru ve haklı bir yola ve o yolu savunmaya götürdü” . Küçük Fidel’in köyden kente geçiÅŸi sancılı oldu. Çünkü mutlulukla geçirdiÄŸi ilk yılların ardından henüz altı yaşında, yatılı bir okula verildi. Artık yalnızdı ve sorunları tek başına göğüsleyecekti. Yıllar, onu Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne taşıdı. Düşünceleri de artık netti, çünkü Karl Marks ‘ın Komünist Manifestosu’nu okumuÅŸ, hem kendisi hem de ülkesi için bir gelecek kurgulamaya baÅŸlamıştı. Küba, ABD’nin hegemonyasından kurtulup özgür olmalıydı. 1950-1952 yılları arasında yaptığı avukatlıkta, müvekkillerinin fakir tutuklular olması ise bu düşüncesindeki kararlılığı gösteriyordu. Örgütlenme çalışmalarını sürdüre dursun, 1952’de hem onun hem de kuÅŸağı için zor günler baÅŸlamıştı, Fulgencio Batista , ikinci kez diktatörlüğe soyunmuÅŸtu.
DEVRİME GİDEN YOL
Fidel ülkesinin özgürlüğü için mücadele etmeye kararlıydı. İyi bir hatip olması onu kısa sürede bağımsızlık hareketinin liderliÄŸine taşıdı. 26 Haziran 1953’te ikisi kadın 125 acemi savaşçı, Fidel’in komutasında Oriente’nin baÅŸkenti Santiago Cuba’nın en önemli kışlası Moncado’ya baskın düzenlediler. Saatler sonra püskürtüldükleri o gün tam 61 arkadaÅŸlarını kaybettiler… YenilmiÅŸlerdi. Ancak Fidel, askeri açıdan baÅŸarısızlıkla sonuçlanan bu baskının devrime giden yolu açtığını biliyordu. İşkenceli sorguların ardından mahkemeye çıkartıldı. Uzun savunmasını, ”Zararı yok, beni mahkûm ediniz! Tarih beni beraat ettirecektir” sözleriyle tamamlarken devrime giden bu yolu iÅŸaret ediyordu. 16 yıla hüküm giydi. Diktatörlük, cezaevindeyken bile tehlikeli buldu Fidel’i… İki yıl sonra serbest bırakıldı, sürgün hayatını yaÅŸayacağı Meksika’ya geçti.

Batista diktatörlüğü ÅŸiddetini giderek arttırıyordu. Rejim karşıtları, özellikle öğrenciler, sokaklarda ve gözaltında, iÅŸkencede katlediliyorlardı. ABD’nin ”arka bahçe” si Küba, kumar ve uyuÅŸturucu batağına çevrilmiÅŸti. Ülkeye yolsuzluk ve yoksulluk hakimdi, artık. Önce İspanya, sonra İngiltere, tekrar İspanya ve en sonunda da ABD’nin sömürgeleÅŸtirdiÄŸi topraklar, artık kurtarıcısını bekliyordu.
SOSYALİZMİ KURACAĞIZ
Fidel’in pes etmek gibi bir niyeti yoktu. Küba, nam-ı diÄŸer ”YeÅŸil Timsah” bağımsızlığına kavuÅŸmalıydı. Fidel ve dostlarının ilk iÅŸi Meksika’da ”26 Temmuz Hareketi” örgütünü kurmak oldu. Ayaklanma çocuk oyuncağı deÄŸildi. Moncado deneyimi de göstermiÅŸti ki, acemi yanları bir an önce törpülenmeliydi. Küba’da uzun soluklu bir gerilla savaşı vermek için eski kadrolardan eÄŸitim aldılar. Çok geçmeden Ernesto Che Guevara da aralarına katıldı. Hazırlıklar tamamlandı, artık Küba’ya dönme zamanı gelmiÅŸti. Fidel, Che ve Raul Castro ‘nun aralarında bulunduÄŸu topluluk, hem silah arkadaşıydılar, hem de dost. 12 metrelik ”Granma” adlı bir tekneye doluÅŸup 1956 yılının Aralık ayında Küba’ya çıkarma yaptılar. Asiler, karaya ayak basar basmaz ateÅŸ yaÄŸmuruna tutuldu. 82 kiÅŸilik gruptan topu topu 12 kiÅŸi, Sierra Maestra daÄŸlarındaki karargâha ulaÅŸabildi. DengesizliÄŸin savaşıydı bu… 12 isyancının karşısında yaklaşık 40 bin kiÅŸilik Batista ordusu vardı. Yılmadılar. Kübalı özgürlük savaşçısı Jose Marti ‘nin ”Haklı olmak bir ordudan bile kuvvetlidir” sözüne sarıldılar. Halk da kendilerini devrime ve özgürlüğe götürecek olan bu bir avuç insanı, ”YaÅŸasın Sakallılar” (Viva Los Barbudos) sloganlarıyla baÄŸrına bastı. Asi Radyo’dan (Radio Rebelde) savaÅŸ çaÄŸrısını duyan köylüler ve öğrenciler, akın akın gerillaya katıldı. 26 Temmuz Hareketi, önce kendini savundu, sonra taarruza kalktı. DaÄŸlarda geçen iki yılın ardından Fidel’in baÅŸkomutanlığında yedi cephe açıldı. Che, Raul Castro, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Ramiro Valdes, Calixto Garcia komutasındaki milisler, kırları fethedip ÅŸehirlere dayandı. 1956 – 1959 yılları arasında 60 bin kiÅŸiyi katlettiren diktatör Batista, canını kurtarmak için 1 Ocak 1959 günü Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmak zorunda kaldı. Dokuz bin gerilla, bir gün sonra zafer ÅŸarkıları eÅŸliÄŸinde Havana’ya girdi. Castro ve diÄŸerleri, devrimden daha zor olanın devrimi korumak olduÄŸunu kısa sürede anladılar. Latin Amerika’da ABD emperyalizminin ilk bozgunu Domuzlar Körfezi Çıkartması, soÄŸuk savaşın doruÄŸu ve neredeyse üçüncü dünya savaşını çıkartacak olan füze krizi, rejim karşıtları, toprak aÄŸaları, Batista kadroları, ülkeyi parselleyen dev yabancı ÅŸirketler, Amerikan ambargosu, ülkenin yedek parça ve daha önemlisi enerji ihtiyacı… Küba halkına inancı tam olan Fidel, yoksulluk katlanıp, sorunlar çığ gibi büyürken bile; ”Ülkemiz insanlara maddesel zenginlikler sunmak için çok yoksul olsa da, onlara eÅŸitlik duygusu, insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul deÄŸildir” diyordu… Fidel ve yoldaÅŸları, kollarını sıvayıp ”Sosyalizmi kuracağız, kurduÄŸumuz gibi savunacağız” ÅŸiarıyla harekete geçtiler. EÄŸitimli yaklaşık 50 bin genç, Küba cehaletten kurtulsun diye okuma yazma seferberliÄŸine omuz verdi (bugün ülkedeki okuma yazma oranı yüzde yüz). 60 yeni üniversite açıldı, mezun sayısı 20 kat arttı. EÄŸitim, saÄŸlık ve barınma (Küba’da sokak çocuÄŸu yok) parasız hale getirildi. Spor özendirildi, her çocuÄŸa süt dağıtıldı. Yurtdışından 17 bin tıp öğrencisine bedava eÄŸitim hakkı tanındı. Ülkenin tek partisi konumundaki Komünist Parti’nin üyeleri ve devlet görevlilerine yılda bir ay tarlalarda veya üretimde gönüllü çalışmak zorunluluÄŸu getirildi.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Fidel, İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth ve Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej’in ardından en uzun süreyle iktidarda kalan üçüncü lider. O, dünyanın ezilenleri için ÅŸaÅŸmaz bir pusula… Che, ona ”ÅŸafağın ateÅŸli peygamberi” diye seslenmiÅŸti ”Fidel’e Åžarkı” ÅŸiirinde. Ve Fidel’e şöyle veda etmiÅŸti; ”Bir gün baÅŸka gökler altında son saatim gelirse, son düşüncem halk ve özellikle sen olacaksın…” Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Nelson Mandela, Salvador Allende, Gabriel Garcia Marquez, Hugo Chavez, Evo Moroles gibi birçok dostu oldu Fidel’in… 20. yüzyılı sarsan birçok olaya tanıklık etti. Güney Amerika’da yükselen sol dalganın dayanağı da oydu. SavaÅŸa, iÅŸgale tepki gösterdi. Tek kutuplu yerküreye karşı ”baÅŸka bir dünya mümkün” diyenlerin sözcüsü ve filozofu oldu.

ABD ise Fidel Castro’nun peÅŸini hiç bırakmadı. Onu susturmak için her yol denendi. Floridalı gazetecilere Fidel’i karalamak için oluk oluk para akıtıldı. ABD’de konuÅŸlanmış rejim karşıtlarıyla Küba’daki müzmin muhaliflere milyonlarca dolar para yardımında bulunuldu. Dile kolay, CIA orijinli 621 suikast giriÅŸiminden kurtuldu Fidel…
Uzun zamandır Küba’yı kendisinden sonraya hazırlayan Fidel Castro bugünlerde hasta. ”Siyaset için en iyi yaÅŸ 80’dir” diyordu, ama BaÄŸlantısızlar Zirvesi’ne katılamadı. 80. doÄŸum gününü kutlamayı da 2 Aralık 2006 gününe bıraktı, Granma ile Küba’ya çıkartma yapmasının 50. yıldönümüne… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haberler bu hüznü yatıştırdı. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler. Fidel, yetkilerini kendisinden beÅŸ yaÅŸ küçük olan Raul Castro’ya devretti. Yaklaşık 10 yıl önce Komünist Partisi, olaÄŸanüstü durumlar için böyle bir kararı almıştı. Küba’nın iki numaralı adamı olan Raul, 53 yıldır aÄŸabeyiyle ortak mesai yürütüyor. Moncado baskınında Adalet Sarayı’nı ele geçiren, bu sebeple iki yıl hapis yatan, Meksika’ya aÄŸabeyiyle giden bir dava adamı Raul… Devrimin ardından Silahlı Kuvvetler Bakanlığı’na getirilen Raul, yıllardan beri Küba ordusuna komuta ediyor. Aynı zamanda Merkez Komite üyesi de olan Raul, aÄŸabeyinin ifadesiyle, ”dürüst, ileri görüşlü, ayrıntıya önem veren bir devlet yöneticisi”.

Fidel, tam 47 yıldır, dünyaya da geleceÄŸin ne getireceÄŸini göstermeye çalışıyor ve sosyalizmin bir hayal olmadığını… O Küba’ya inanıyor, Kübalılar da ona.

 

23 Eylül 2006

Herkes ÅŸampiyon olabilir ancak efsane olamaz

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Muhammed Ali’nin, “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım” sözünü ilk duyduğumda, velettim resmen, yalan yok, şaşırmıştım, bir ağır sıkletin, kendini minicik böceklerle anlatmasına tav olmuştum, şimdi kocaman adamım, hala duydukça gülerim. Özgüveni bu denli yüksekte tutmak, sürekli ben en büyüğüm, ben en iyiyim demek, pek akıl karı olmasa da, ‘efsane yumruk’ gereğini yapmış, her nasılsa, lafını gediğine cuk oturtmuş, sözünün eri olmuş. Hiç kuşkusuz. Öldükten sonra bile, baksanıza, hala yumruğunu savuruyor, ringi terk etmiyor, kroşeler, direktler, aparkatlar da, yerini buluyor. Ölüm mevzubahisse gülünmez, lakin komik be! Kendi cenazesinde de, gardını alıyor ve şovu kimseye bırakmıyor. Evrensele ulaşan, yerel kalana, haydi bin uçağına, dön geri diyor. Şaka maka değil, harbiden gösterişliydi hazret, burnundan kıl aldırmazdı, kendi ününü kendi yaratmıştı, ezeli rakiplerine, “Ben boksun Elvis’iyim de, sen kimsin?”, “Çirkin Goril”, “Mumya” vs. diye saydırır, aşağılamak, rencide etmek, küçümsemek için değil ha, illa kızdırmak için… Kendisini övgüden bayıltacak hale getirir, gaza gelen ahali de, ukala, küstah, çokbilmiş, yırtık diye tepki gösterir, bizimkinin yanıtı ise dünden hazırdır: “Benim kadar büyük olunca mütevazı olmak zor.”

 

Evet, resmen şovmen adamdı, dövüşü estetik ve süslüydü, müsabakadan önce ve zaferden sonra, büyük büyük laflar etmeyi, çıldırtmayı, ayağa kaldırtmayı çok severdi. Ne güzel işte, geleceği görmüş, sosyal medyada bol bol kullanalım diye, bizlere vecizeler bırakmış, yoksa uyduruk sözleri, Mevlana’ya, Can Yücel’e, Nazım’a ve diğerlerine yamamayı sürdürdük, hiç değilse çeşit olsun, ortaya karışık olsun. Eldivenleri çıkarmadan evvel, “Ben boksu özlemeyeceğim, boks beni özleyecek” demiş Muhammed Ali, harbiden haksız mı? Kendisinden sonra bir Mike Tyson oyaladı biraz bizi, işte cezaevine girdi, rakibini ısırdı, ilk raund da yine devirdi diye, ötesi bildiğiniz hikâye… Hah! Unutmadan, şimdi dünya ağır sıklet boks şampiyonunun adı nedir, altın kemeri kim taşıyor? Boksa ilgi duymayanlar dışında, kim yanıt verebilir, zaten işimiz gücümüz taraftarlık, varsa yoksa futbol. Sadece boks değil, dünya özleyecek onu, fenomen olmak, efsane olmak, unutulmaz olmak, hiç kolay değil! Malcolm X’ten Martin Luther King’e, Nelson Mandela’dan Fidel Castro’ya, Saddam Hüseyin’den Necmettin Erbakan’a, ünlü dostlarla açıklanamaz elbet, efsane olmanın formülü. Müslümanlık, bedel ödemek, Vietnam, savaş karşıtı olmak, barış istemek, ırkçılığa savaş açmak, olimpiyat madalyasını nehre atmakla da… Yani tek tek değil, parça parça hiç değil, kendine çekiştirmek, bu bana uyar, bu uymaz demek, asla… Peki, bunca sevilmenin sebebi nedir? Elbette, bir bütündür, kesinlikle ona dair olanların tümüdür, herkesin kendinde bir şey bulması, karşılığını almasıdır. Aksi takdirde, son 32 yıldır büyük çileler çeken, dermansız hastalıkla boğuşan, ortalıkta çok görülmeyen bir insanın, henüz yaşarken efsane mertebesine ulaşması, imkân dâhilinde olmazdı, olamazdı.

 

Neden mi bunları yazıyorum, çünkü kısır tartışmalarımıza, küçük hesaplaşmalarımıza, kendi kamplaşmalarımıza, efsaneyi, meze etmeye başladığımızı gördüğüm için, haliyle… Dünyayı, salt kendi lanetli coğrafyamızdan, ibaret sanmak, devreleri yakar, insanı yorar, bizim dertlerimiz, bizim meselelerimiz, hep önyargıya bulaşmış, yargısız infazlara bulanmış, ne yazık ki. Freni patlamış kamyon gibiyiz, duvara çarpmadan duracağımız da yok!

 

Dünyaya tonla düşünür gelmiş, hangisine kulak astık ki, Muhammed Ali’yi kulaklarımıza küpe yapacağız diyenler var, elbette haklılık payı var, sonuçta felsefe değil bu, büyük paralar dönen, kanlı bir spor, en nihayetinde… İnsanın insanı dövmesi, izleyenlerin de bu çılgın gösteriyle, zevkten havalara uçması… Oldukça tuhaf bir durum, gariplik akıyor her yanından… Gladyatörlerden bugüne, ilerlediğimiz noktaya bak, hizaya gel! Artık öldürmüyor, süründürüyor. O kadar.

 

Yine de dik durmak, dünyaya meydan okumak, kendi memleketini karşısına almak, önemli bir mertebe, insanlık adına, kat edilmiş bir mesafe. Fakirlerin, ezilmişlerin, ötelenmişlerin, başarı öykülerine, kendi zincirini kırmayı deneyene ihtiyacı yok demek, tabir caizse densizliktir. Varsılların yalan dünyası bu, azgın azınlığın, çoğunluğun yoksul bireylerini, kullanıp kullanıp çöpe attığı, amacına yararsa tutup, işi bitince yok saydığı modern cangılda, 18 yaşındaki siyahi bir çocuk, yumruklarını sıkıp, en büyük benim lan diyorsa, saygı duyulur, duyulmalıdır.

 

Peki, kapitalizm durur mu? Kocaman bir hayır! Tişörtler çoktan bastırıldı, Che’yi nasıl markaya çevirme çabası sürüyorsa, çeşit çeşit Muhammed Ali ürünleri de rafları süsler yakında. Ve hatta beleşe dağıtılan cenaze törene biletleri de, karaborsaya düşmüş. Voliyi vuracak yine birileri, yaşayan efsaneden daha değerli bir şey varsa, o da ölü bir efsanedir diyecekler ve tüketim manyaklığına hız verecekler. “Şu ana kadar iki kişiye vuramadım. Birisi sevimli hayalet Casper’ın kuzeni, diğeri de Muhammed Ali” diyorsa şampiyon, sevimli hayaletin akrabalarıyla dövüştüğü, ya da kendini yumrukladığı bir film çeker belki kurnaz Hollywood, sonra çil çil dolarlar cebe, hem Ali adlı yapıt da eski artık. Değil mi ama? Muhammed Ali’den daha eski bir şampiyon vardır; James J. Braddock… Külkedisi Adam diye, 2005’te çekmişlerdi öyküsünü, hiç yenilmeyen şampiyon, meşhur Rocky Marciano, bizim ünlü film serisi Rocky’ye ilham vermişti. Durun! “Şampiyon” diye bir film vardı, hatırladınız mı? Hani bin kez televizyonda gösterilen, her seferinde ağlamaktan helak olmuştuk, işte o. Şimdi boksa dair filmleri yazsam, yerimiz yetmeyecek, özetle bu iş tutar yani, açılmış kaşları, patlayan dudakları, kırılan burunları seviyor dünya halkları. Şiddete ve hiddete bayılıyor.

 

Kim ne derse desin, dünyadaki tüm fakirlerin sokaklarında adı yaşıyorsa, getto duvarlarına resimleri çiziliyor, sözleri yazılıyorsa, varoşlarda ruhu dolaşıyorsa, kendinden büyük çocuklardan dayak yiyen ufaklık, onu izleyerek bileniyorsa, ezilen herhangi birine ilham oluyorsa, boşa geçmemiştir bir ömür, efsane olmaktan daha değerlidir, kalplerde yer etmek. Güle güle şampiyon.

Portakalı soydum, baÅŸ ucuma koydum…

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Süt barında takılan genç lağım köpekleri, bu gece yine ve yeniden kuduracak, uyuşturuculu, pardon uyarıcı sütle kafayı bulacak ve hep birlikte yaşlılara ve kadınlara saldıracak. Meşhur ve absürt “Otomatik Portakal”, işte böyle başlar. Baskı altında makineleşen ve otomatiğe bağlayan insan, tıkır tıkır işler, her türlü pisliğe meyil gösterir. Meseleyi şöyle anlatalım; insanın egosu, nefret-kin-intikam sevdası ve vahşi doğası varken, bir araya gelerek oluşturdukları toplum da haliyle azgın, kızgın ve şiddete yatkındır. Vahşet ve dehşet öykülerimiz hiç bitmez. En güzel şeyleri, yozlaştırma, kirletme, mahvetme konusundaki üstün yeteneğimiz, bizim en acıklı hikayemiz, dram ve travmamızdır. İnsan olma hasletimiz noksansa, vicdan ve ortak bilinç hasretimiz vardır. Yoksa koskoca insanlık tarihinin, neredeyse tamamının savaşlarla geçmesinin başkaca bir açıklaması yoktur. Homo homini lupus diyor eski abiler buna, yani insan insanın kurdudur. Affedersiniz, lakin nah kurdudur. Düşünür Sartre, eylem adamı Che için çağımızın en eksiksiz, en tam, en mükemmel insanı der. Che ise devrimin, ancak ‘yeni insan’ yaratılabildiği an gerçekleşeceğini söyler. Evet, bir şeyler için savaşmaya hazır insanlar yerine, her şeyi paylaşmaya hazır insanın inşası, geleceğin biricik düşüdür. İnsan, insanın kurdu filan değildir, özetle… Tamam, kapitalist, narsist, egoist ezber bunda ısrar eder, ama başka bir dünya mümkün diyenler, birbirlerinin olsa olsa yoldaşı, yol arkadaşıdır.

 

Otomatik Portakal, harbiden zor bir eserdir, herkesin anlaması, kavraması haliyle beklenemez. Önce Anthony Burgess’in bu müthiÅŸ kitabını (A Clockwork Orange) okuyup, ardından sinemanın dehası Stanley Kubrick’in çektiÄŸi filmi izleyince, ancak taÅŸlar yerli yerine oturur, ifade bariz belirginleÅŸir. Antony Burgess, kitabında mevzuyu kısaca şöyle anlatır; “Tüm hayvanların en zekisi, iyiliÄŸin ne demek olduÄŸunu bilen insanoÄŸluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik iÅŸleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan baÅŸka hiçbir ÅŸey yapamıyorum.” Her sistem, özgürlüğün düşmanı gibi hareket eder, beyin yıkamaya çalışır, kitlelerini uyutmanın veya onları kamplaÅŸtırmanın, savaÅŸtırmanın peÅŸine düşer… Anti-kahramanımız Alex (Malcolm McDowell) ve onun küçük sokak çetesi, ahlaki deÄŸerlerin yıkıldığı, iyi ve kötünün birbirine karıştığı bir toplumda, resmen terör estirirler. Karikatürize karakterlerin yarattığı karikatürize ÅŸiddet, aslında toplumun deÄŸer ve yargılarını karikatürize etmektedir. Alaycı ve dalgacı Alex, en az kendisini kadar acımasız ve egoist arkadaÅŸlarıyla ters düşünce, onların ihbarıyla yakayı ele verir. Kamu da, onu iÅŸkenceyle düzeltmek ister, topluma yeniden katmak için… Suçluyu, suç iÅŸleyerek, tedavi etmek… Bu büyük bir ironi ve hicivdir, asri zamanlar toplumuna giydirmedir, en nihayetinde…

 

Sinema tarihinin en ayrıksı ve özgün yönetmenlerinden olan Stanley Kubrick, 1971 senesinde çektiği Otomatik Portakal, aradan geçen 43 yıla rağmen, hala güncelliğini koruyan, üstünde tartışılan ve konuşulan bir kült-klasik eserdir, hiç kuşkusuz. Metin, alt metin, üst metin derken, elbette böylesi bir hayati meseleye çözüm getirmez. Beklentimiz de bu değildir, roman ve sinema projesi, elbette psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve kültürel dertleri ortadan kaldırmaz, lakin sayesinde tüm bunları akılda tutarız veya yeni yollar aramak için kafa yorarız. Aradan geçen onca zaman ve değişen dünya düzeni, filmin değerini düşürmediği gibi, şiddetin gelişen teknolojiyle daha da görünür hale gelmesi, yapımın önemini arttırmıştır. Popüler kültürle de kucaklaşmasını bilen Otomatik Portakal, etkisiyle, tepkisiyle ölümsüz bir yapıttır ve geleceğe taşınmıştır.

 

Modern dünya, değişim sancılarını beraberinde getirir, bireyin ve toplumun özgürlük sınırları, baskı, zor ve şiddetle zorlanır ve sınanır. Kara mizah ile izah edilmeye çabalanır her şey, sorular ve sorunlar peşi sıra gelir, tarihsiz ve talihsiz bir dönemdir bu, yaşlıları ve kadınları istismar eden, teşhirci, tecavüzcü ve yarı deli bir yeniyetme çağıdır. İnsan ve insanlık için ütopya değil, haliyle distopya’dır. Şiddet suçu, suç cezayı doğurur. Devlet, kendi varlığını korumak ve mekanizmasını hep işler kılmak için, asi insana ve özgür yaşama karşıdır. Evet, Alex, büyük yanlış yapmıştır, devletin terörüne değil, kendince anarşist öğeler taşıyan şiddete yönelmiştir. Devlet, gel bana biat et, sonra şiddet sana yasal olsun der, şirretlik benim tekelimde diye de ekler.

 

Cezaevine düşen Alex, siyesi idarenin başlattığı, “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programına denek olarak seçilir. O artık bir kobaydır, mağrur iken mağdur olmuştur. Hapiste süt dökmüş kediye dönen bizim eleman, yeni uslu çocuk haliyle, idarecilerin, dinle ilgilenmesiyle de rahibin sempatisini kazanır. Alex’in eline kolunu bağlayan, gözlerini iğnelerle açık bırakan program, tüm şiddet görüntülerini, ona zorla izletir. Alex’in hayatında en önemsediği ve saygı duyduğu şeyin Beethoven olduğunu fark eden egemen, usta bestecinin senfonisini de programa katar.

 

Program sayesinde şiddetten ve cinsellikten soğuyan Alex, kıvama gelince sokağa salınır. Lakin hiçbir şey aynı değildir artık, zaman geçmiş, her şey dönüşmüş veya yeni bir kabın şeklini almıştır. Ailesi, eski arkadaşları ona sırt çevirmiştir. Alex, dövdüğü insanların, dayağını yemeye başlar. Şiddet geçmemiş, yok olmamış, sadece el değiştirmiştir. Asıl şiddet, gaddar devletindir, bunun meşru olarak görülmesi ise bireyin ve toplumun en büyük cezasıdır. Sistem, insanların birbirlerini yemesinden ve kendisine yönelmeyen şiddetten, hep kazançlı çıkar. Mevzu özetle budur.

Amerika’yı, efsanevi 100 manyak adam keşfetti!

 

 

 

Alper TURGUT

 

Büyük yağmacı, sömürgeci ve katliamcı, pardon bilinen adıyla Kâşif Kristof Kolomb, meşakkatli bir yolculuğun ardından Küba kıyılarına ulaşır ve daha karaya ayak bile basmadan, karşı dağın tepesinde kocaman bir cami görür. Şaşkınlığı geçince, biraz da kendine gelince, merakını yenemeyeceğini anlar, camiye gitmeye karar verir. Aman Allah’ım, o da ne, camiye ayakkabılarıyla giren çapulcu tipler vardır, aniden kutu bira görür, hevesi kursağında kalır. Kristof; “Meşhur gemim Santa Maria’ya bindim, onca yol aştım, fırtınaları, kazasız belasız atlattım, ta Doğu Hindistan Adaları’na (Neyi keşfettiğini bilmeyene, kaşif mi denir?) geldim, yahu insan bir şarap ikram eder, sizin yaptığınızı hemşehrim Amerigo Vespucci bile yapmaz” der ve küser. Tam o esnada, Kristof’un Nina ve Pinta’daki tayfası koşturarak gelir ve büyük tehlikeyi haber verir. Kabataş’tan yüzerek yola çıkan ve okyanusu aşan, acıkınca köpek balıklarını canlı canlı yiyen, susayınca denizi içen bizim deri pantolonlu, üstleri çıplak, sadist ve sidikli yüz deli adamın, manyaklar gibi haykırarak, kendine doğru yaklaştığını gören Kristof, korkudan beti benzi atar ve acil değil ama çabuk çabuk topukları yağlar.

 

Soluk soluğa sahile varan Kristof, kendisine garip garip bakan ve arada da salsa yapan yerlilere, gayet acıklı bir ses tonuyla; “İsyan Radyosu”nun frekansını sorar, Jose Marti, Fidel, Che, Bolivar, Camilo, Raul, Almeida, Chavez, Morales, Sandino, Allende, Mujica… İşte hangisi müsaitse, onunla görüşmek istediğini söyler. Kabataş tayfasından kurtulmak için absürt bir plan yapmıştır bizim cingöz, amacı Sierra Maestra Dağları’na çıkıp, devrimci bir gerilla olmaktır. Yerliler, saatlerine bakarlar ve hasretle Granma yatını beklediklerini söylerler. Planı yatan Kristof, offf nedir bu başıma gelenler der ve son çare olarak, akıllı telefonuyla Vatikan’ı arar. Papa’ya, şimdi bu 100 manyak, kiliseye de dadanır, rahibe bacılarımıza huzur vermezler, üstelik misyonerlik faaliyetlerimizi de baltalarlar diye dert yanar. Gördüklerimi tüm dünyaya anlatmam gerek, canlı yayına çıkabilirim diye de ekler. Papa, sakin sakin dinler, mevzunun derin olduğunu söyler ve hata yapmamak için kamera kayıtlarını ister. Tüh! der Kolomb, şimdi siz bile bana inanmıyorsanız, artık kimse inanmaz der ve aniden tüm dini ideallerinden vazgeçer.

 

İSMET BERKAN KEŞİF GÖRÜNTÜLERİNİ GÖRMÜŞ

 

Hikâye bu ya, yanına bir adam yaklaşır, “Hey dostum, in misin, cin misin, sen de kimsin” diye sorar Kolomb, eleman, “Adım İsmet Berkan, gazeteciyim, Christopher Nolan, yerküreyi kurtarmam için beni seçti ve uzay gemisiyle Yıldızlararası’na yolladı, işte ta başka galaksiden efsanevi 100 deli adamı gördüm ve zamanı bükerek, kara delikten de geçerek buraya geldim” der. Kristof Efendi, çoktan pişman olmuştur, içinden lan bu Küba, harbiden ne biçim bir yer, resmi ve gayrı resmi tarihe hiç bulaşmadan, gerisin geriye Avrupa’ya topuklasam, evimin adamı olsam, hatta tamamen kaybolsam diye düşünür. Sonra ter içinde uyanır, kâbus gördüğünü anlar, yüzünü yıkayıp, afyonunu patlatmaya çalışırken, ezan sesini duyar ve haliyle Müslüman olur.

 

Uzun zamandır bu denli saçmalamamıştım, hayatın anlamı kadar gizemli olan meseleyi, yani fişkiyeyi kimin kırdığını açıklayacaktım, hatta yerçekimine meydan okuyan Çılgın Türkler gibi bir fantezi öykü de katacaktım mevzuya da, fazla alınan kötü esprilerin, bayıltma gibi bir yan etkisi vardır, sizleri düşünerek vazgeçtim. Evet, 100 deli adama, hala inanıyorsanız, Küba’daki camiye de, uzaylılara da, Müslüman kaşiflere de, artık aklınıza, ispatsız ve mesnetsiz ne geliyorsa, ona inanıyorsunuz demektir. Belki Küba’yı, Kristof Kolomb’tan 314 yıl evvel, 1178’de Müslüman denizciler keşfetmiştir, doğrudur veya yanlıştır. Bırakın buna, tarihçiler karar versin, yöneticiler değil! Bilim, veri ister, gerçeklik ister, doğrulanmak ister, ister oğlu ister. Farazi ile, fantezi ile, söylem ile, atmasyon ile, sallamak ile olmaz, olamaz. Kaçak AkSaray’ın, bilmem kaç katrilyonluk, hani binlerle ifade edilen odalarını unutturmak için, Küba’yı yeniden mi keşfedeceğiz? Ergen kafalar yaşayıp, Amerika’yı mı bulacağız, koca kıta kayıp mıydı? Bunun kaynatmak ve kaytarmaktan öte bir anlamı yok. Ne yazık ki…

 

Amerika’yı uzaylılar keşfetti geyiği vardır, bilirsiniz. İşte eski Mısır’a da, Latin Amerika’ya da piramitleri diktiler, sonra gittiler diye… Hatta filmler çekildi buna ilişkin, güldük, eğlendik, aksiyona doyduk. Ancak bu film türünün adı, fantastik idi, yalın bir gerçekliğin değil, mistik inancın, insanı kemiren şüphenin, güzel bir hayal gücünün ürünüydüler. Gerçek şudur, Amerika kıtası, yerinde duruyordu, üzerinde insanlar, hayvanlar, bitkiler vardı, yaşam vardı. Medeniyetler vardı, doğaya saygı vardı, hayvana ve ağaca sevgi vardı. Kimse Amerika’yı keşfetmedi, eski kıta insanları, onu istila etti. Sömürdü, çaldı, çırptı, köleleştirdi, yok etti. Soykırımın adı, ne zamandır keşif oldu, resmi söylemlerden bıkmadınız mı? Bu lanet keşif, kapitalizmi doğurdu, zengini daha zengin, fakiri daha fakir etti. Biz tali ve farazi işlerle boğuşmayalım, memleketimizin ve dünyanın asıl sorunu olan, varsılın yoksulu ezmesine, insanın insanı kul etmesine dönelim, bu meseleye de, mümkünse tanrıları karıştırmayalım.

Alayına isyan!

 

 

ALPER TURGUT

 

Harry Potter ve Alacakaranlık (Twilight) serisinden sonra, ergen sinemasında doğan büyük boşluğu Açlık Oyunları doldurdu, kuşkusuz. Dörtte final diyecek olan serinin ikinci filmi Açlık Oyunları: Ateşi Yakalamak’ı üç günde 222 bin küsur kişi seyretmiş memleketimizde, film, ABD’de ise üç günde 161 milyon dolar hasılat yapmış. Hay maşallah! Ateşi Yakalamak, zengin ve zalim başkent ile fakir ve mazlum mıntıkalar arasındaki mücadeleyi anlatıyor, her ezen ve ezilen öyküsünde olduğu gibi, isyandan demleniyor, devrim düşü kurduruyor. Başkent, insanlara özgürlüklerini vereyim, artık sömürmeyi sürdürmeyeyim, demiyor elbet, düzeni korumak için hemen mıntıka temizliğine başlıyor, klasik olduğu üzere, zalimce…

 

Haydi, mitolojik kahramanımız ‘ateş hırsızı’ Prometheus’u es geçelim, Ahmed Arif’in deyişiyle “cihanın ilk sevgilisi ve ilk gerillası” Spartaküs’ten bu yana, isyan bir gelenek, isyan bir değişmez seçenektir ve her şeyden öte can bedeli bir emektir, tüm ezilmişlerin, ezilenlerin ve ezilecek olanların cephesinde… Evet, isyan; Yeryüzü daha yaşanılabilir olsun, hayatın yoksullara da gülmesini isteyenlerin asi gırtlaklarından çıkan umut dolu sessiz bir çığlıktır, tereddütsüz.

 

Yani asilik, bir yeniyetme oyunu değildir, son yıllarda tırmanışa geçen Hollywood’un isyan merakı da pek hayra alamet değildir. Kitabı okumadım, ahkâm kesmek istemem, lakin hislerime de güvenirim, heyecan biter, umut ölür, devrim çocuklarını yer, isyan tü kakadır gibi bir finale bağlanır diyedir biricik çekincem… Ha! Diyeceksiniz ki; gerçek hayatta da bu böyle değil midir? Öyledir, ne yazık ki… Gezi’yi iktidar bir yandan, muhalefet bir yandan çekiştirdi, herkes kendi çıkarının, kendi hesabının peşine düştü. Bugün Taksim Meydanı’ndaydım, dünyada bu kadar çirkin, bu kadar beton ve bu kadar insandan ve hayattan uzak bir alan görmedim, hani bir polis, ‘ne yapayım osurayım mı?’ demişti hani, osurmak nedir affedersiniz, sıçılmış resmen meydana…

 

Evet, sen ‘savaÅŸma seviş” dersin, kapitalizm hem savaşı, hem de seksi pazarlar, isyanı ve devrimi bile kullanır, fırsatı asla kaçırmaz, deÄŸerleri deÄŸersizleÅŸtirmek ister ve tüketim çılgınlığına çevirmekte gecikmez. Misal geçen gün Kadıköy’de bir erkek donu gördüm, Gezi’den aparma bir ÅŸekilde üzerinde “Bu mal bir harika dostum” yazıyordu. Pek komik deÄŸildi, hatta iÄŸrençti. Antalya’da gördüğüm “kırmızılı kadın” çakmakları, her yerde karşıma çıkan Gezi tişörtleri, vs. vs. Piyasa iÅŸleri iÅŸte, say say bitmez… Che marka ayakkabılar, içkiler filan varken ÅŸaşırmamak gerek ya aslında…

 

İsyanın sembolü olan Guy Fawkes, nam-ı diÄŸer “V for Vendetta” maskelerinin, fakirler tarafından seri olarak üretildiÄŸini ve kazananın yine zengin olduÄŸunu söylemeye gerek var mı? Hatta Amazon.com’da hala en çok satan maske unvanını koruyor, ne diyelim, tam tekmil trajikomik…

 

Filme gelecek olursak, bence seri; Harry Potter ve Alacakaranlık’tan çok daha iyi… Ara bölüm olduğu için tempo sorunu yaşanıyor, sendelediği yerde Oscar’lı hanım kızımız Jennifer Lawrence’a top atılıyor, öte yandan görselliğin hakkı ise ziyadesiyle veriliyor. Bazı sahneler, hayli epik, haliyle gaza getiriyor. Aptal kutusu televizyonun karşısında hepimizi esir alan yarışma programlarına gönderme yapması dahi, elbette kayda değer. Kitleleri uyutmak için yarışmalar, harbiden hayati önem taşımaktalar… Kapitalizmin en bayıldığı şeydir yarıştırmak, çünkü kazanma ihtimaliyle senin aklını çelecektir, bundan hiç kuşkun olmasın. Evet, biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar. Başkent, mıntıkaları sömürdükçe oburlaşıyor, hatta burjuvalar yediklerini kusturacak içkiler içiyorlar, diğer nimetleri de mideye indirebilmek, tıka basa doymak için… Mıntıkalar ‘Alaycı Kuş’tan güç olarak isyan ediyorlar, başkentin karşılığı gecikmiyor, şiddeti tırmandırıyor ve can alıyorlar. Haliyle tanıdık geldi, değil mi? İsyan edenler ve muktedirler arasındaki mücadele öyküleri, masal da olsalar, film de olsalar, gerçek de olsalar, her zaman benzeşirler, sorun yok!

Çağımızın en mükemmel insanı

 

 

 

ALPER TURGUT

Oscar’lı yönetmen Steven Soderbergh’in kurgulayıp, yetenekli aktör Benicio Del Toro’nun omuzladığı “Che 1 – Arjantin” (Che Part One: The Argentine) ve “Che 2 – Gerilla” ‘Che Part Two: Guerrilla), nihayet Filmekimi kapsamında seyirciyle buluÅŸacak.

BaÅŸtan söyleyelim; Arjantin ve Gerilla, hiç kuÅŸkusuz ince bir işçilik ile yoÄŸun bir emeÄŸin ürünü… Soderberg ve Del Toro, toplam uzunluÄŸu 4,5 saate ulaÅŸan ve bu nedenle iki ayrı parça halinde gösterime sokulabilen film için tam yedi yıl süren bir ön hazırlık yapmışlar.

 

“Seks Yalanları”, “Erin Brockovich”, “İyi Alman”, Ocean’s 11”, “Ocean’s 12” ve “Ocean’s13”. ABD’li yetkin rejisör Soderberg, resmen canı ne istediyse onu çeker. Festival filmlerini de yöneten odur, giÅŸeye oynayan yapımları da… Üstelik yönetmelik dışında, senaryo yazarlığı, editörlük, görüntü yönetmenliÄŸi ve yapımcılıkla da haşır neÅŸirdir. Arjantin ve Gerilla, “OlaÄŸan Şüpheliler”den beri mercek altına aldığımız Porto Rico doÄŸumlu yıldız oyuncu Benicio Del Toro’nun, Soderberg ile yaptığı ilk ortaklık deÄŸil. Daha önce Soderberg’in “Trafik”i (Traffic) ile Oscar kazanan Del Toro, Che rolüyle de Cannes ve Goya’da en iyi erkek oyuncu ödüllerini kucakladı. Evet, aksanı, boyu posu ve daha birçok noktadan eleÅŸtirilse de hakkını da vermek gerek; Benicio Del Toro, filmin hemen her ÅŸeyi…

“CHE’Yİ KEŞKE ÇEKMESEYDİM”

 

Steven Soderberg, “The Guardian”a verdiği röportajda, oldukça mutsuz ve umutsuz bir portre çizdi. O, kariyerinin sonuna geldiğini düşünüyordu; “İki üç yıl içinde zaten kara listedeki bir yönetmen haline gelirim. Bir filme başladığımda her sabah ‘umarım proje hala devam ediyordur’ diye kalkmaktan sıkıldım. Hayatım boyunca yapmayı düşlediğim 3–4 proje kaldı. Onları da tamamlayınca sessizce kaybolmayı düşünüyorum. Artık yeni şeyler hayal edemiyorum”. Soderberg, Che filmiyle ilgili soruya ise şu yanıtı verdi; “Keşke Che’yi hiç çekmeseydim. Olağanüstü küçük bir bütçe ve takvimle çalışmak zorunda kaldık. Filmden memnunum ama hayatımı en az 3–4 yıl kısalttı. Herkes projeden biraz korktu. Hem onu sevenler, hem de ondan nefret edenler tarafından çok sıkı bir şekilde eleştirildik. Sadece oyuncular değil, tüm ekip bu eleştirilerden rahatsız oldu, motivasyonları düştü ve istediklerimizi gerçekleştiremedik”.

ARJANTİN UMUT, GERİLLA YILGINLIK

 

Arjantin, devrime yürüyen Küba’yı, Gerilla ise isyana sırt çeviren Bolivya’yı anlatıyor. Biri yengiyi, diÄŸeri yenilgiyi kurguluyor. Özetle; birinin adı umut, diÄŸerinin ki yılgınlık. Asi güçlerin, cangılda, daÄŸlarda ve zor ÅŸartlarda verdiÄŸi mücadele renkli, Che’nin, BirleÅŸmiÅŸ Milletler (BM) toplantısı için 1964’te New York’a gidiÅŸi (bu bölüm filme belgesel havası katıyor) ise siyah beyaz çekilmiÅŸ. Santa Clara’nın gerilla tarafından zaptı sırasında yakalanan takdire ÅŸayan görsel zenginlik, Soderberg tarzı ani geçiÅŸler, özenilmiÅŸ yakın plan çekimler. Ve dahası…

Filmde: Fidel ve Raul Castro, Bolivya’daki çatışmada yaÅŸamını yitiren Almanya kökenli “Gerilla Tania” (Haydée Tamara Bunke Bider), Fransız gazeteci ve Che’nin arkadaşı Jules Régis Debray, geçtiÄŸimiz günlerde yitirdiÄŸimiz devrimci komutan Juan Almeida Bosque ve Che’nin adını oÄŸluna verdiÄŸi can yoldaşı Camilo Cienfuegos (27 yaşında hayatını kaybetmiÅŸtir) da var. Che’nin hayat arkadaşı Aleida March ile Fidel’in biricik aÅŸkı Celia Sanchez Mandula’yı da es geçmeyelim. Ve her koÅŸulda “daÄŸlara geri dönelim” çaÄŸrısını yineleyen İnti Peredo ve kardeÅŸi Coco Peredo… Trinidad doÄŸumlu iki kardeÅŸ, Bolivya’da can verirler. Anneleri Selvira Lei ise bir metanet anıtıdır: “EÄŸer doÄŸurganlığımı yitirmemiÅŸ olsaydım, Latin Amerika’nın özgürlüğü için birkaç çocuk daha doÄŸururdum.”

AŞK, DEVRİMCİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİDİR

 

Ernesto “Che” Guevara de la Serna Liync. Arjantin’de doÄŸan, doktor önlüğü yerine mavzere sarılan ve sosyalizm bayrağını Guetemala’ya, Küba’ya, Kongo’ya ve Bolivya’ya taşıyan adam. Kadın gazeteci “devrimin sahip olduÄŸu en önemli özellik nedir? diye sorar, Che yanıtlar; “AÅŸk! Bir devrimci, müthiÅŸ bir aÅŸk ile yönetir kendini. İnsanlık aÅŸkı, doÄŸruluk ve adalet aÅŸkı…”

Politik yönden bu filmi eleÅŸtirmeye yerimiz yetmez. İnsan yönünü verelim derken tepeden tırnaÄŸa zaafları olan, zavallı ve aciz bir komutanı resmetmek, ne özgünlüktür ne de tarafsızlıktır. Bence her ÅŸeyden önemlisi yapıt, sıcaklıktan ve sevecenlikten muaf, haliyle tutku ve ateÅŸ maÄŸduru… O büyük sevdadan eser yok. Che, Küba devriminin komutanı Fidel’i “devrimciliÄŸin olanca ateÅŸiyle kucaklar”… Che’den yaklaşık beÅŸ yıl sonra gençlik önderlerinden Deniz GezmiÅŸ, daraÄŸacına yürümeden önce ailesine bıraktığı son mektubunda; aynı cümleyi kurar. Devrimcilik, dünyanın en zor mesleÄŸi deÄŸil midir? İnanç, sevgi ve cesaret ile kurulan bir büyük yapının ustasıdır Che, “dünyanın neresinde haksız yere bir tokat patlasa birinin yüzünde, onu yüreÄŸinde hissedebilmektir” diyebilendir.

SENİN İKONUN, BENİM REHBERİMDİR

 

Tartışmasız 20. yüzyılın en büyük filozofu Jean Paul Sartre, sıkı bir Che hayranı olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Sartre, Che’yi, “çağımızın en mükemmel insanı” diye tanımlar. Peki, sorarım sizlere, onu sadece ruhsuz bir idol olarak görmekteki ısrar niye? Hadi can düşmanı kapitalistler, Che’den nemalanmak istiyor, kirli elleriyle onu içi boşaltılmış bir ikona çevirmeye çabalıyorlar.

Yakışıklı, karizmatik ve dünyanın en bildik yüzü olduğu için bu anlaşılır. Ancak çaresiz kalacaklar. Çünkü dünya halklarının, ezilenlerin, kurtuluş ve özgürlük uğruna dövüşenlerin yüreğine ve bilincine, sureti, adı, andı, yapıtları ve yaptıkları çoktan işlemiştir. Evet, 42 yıl önce bedenen aramızdan ayrılsa da onun ışığı giderek büyüyor, büyülüyor. Biz de son zamanlarda ülkemizde ona karşı başlatılan hayasız saldırılara karşı inatla Che’yi “yeni insan”ı muştulayan ölümsüz bir “rehber” olarak belledik.

Binbaşı Ernesto; inandığı gibi yaşadı ve ölümü de bilerek ve isteyerek göğüsledi;

“Hadi gidelim dostum
asi yıldızlar parlasın alınlarımızda
yenemezsek
ölürüz
ne çıkar”

İngiliz yazar ve şair Christopher Logue ise, onun ardından şöyle seslenir;
“Aralık. Geç kalmış kuşlar kanat çırpıyorlar.
Bir otomobilin karla kaplı ön camına şunları yazıyorum:
CHE YAŞIYOR!”

Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu eki / 03 Ekim 2009