Etiket arşivi: Can Yücel

Herkes ÅŸampiyon olabilir ancak efsane olamaz

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Muhammed Ali’nin, “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım” sözünü ilk duyduğumda, velettim resmen, yalan yok, şaşırmıştım, bir ağır sıkletin, kendini minicik böceklerle anlatmasına tav olmuştum, şimdi kocaman adamım, hala duydukça gülerim. Özgüveni bu denli yüksekte tutmak, sürekli ben en büyüğüm, ben en iyiyim demek, pek akıl karı olmasa da, ‘efsane yumruk’ gereğini yapmış, her nasılsa, lafını gediğine cuk oturtmuş, sözünün eri olmuş. Hiç kuşkusuz. Öldükten sonra bile, baksanıza, hala yumruğunu savuruyor, ringi terk etmiyor, kroşeler, direktler, aparkatlar da, yerini buluyor. Ölüm mevzubahisse gülünmez, lakin komik be! Kendi cenazesinde de, gardını alıyor ve şovu kimseye bırakmıyor. Evrensele ulaşan, yerel kalana, haydi bin uçağına, dön geri diyor. Şaka maka değil, harbiden gösterişliydi hazret, burnundan kıl aldırmazdı, kendi ününü kendi yaratmıştı, ezeli rakiplerine, “Ben boksun Elvis’iyim de, sen kimsin?”, “Çirkin Goril”, “Mumya” vs. diye saydırır, aşağılamak, rencide etmek, küçümsemek için değil ha, illa kızdırmak için… Kendisini övgüden bayıltacak hale getirir, gaza gelen ahali de, ukala, küstah, çokbilmiş, yırtık diye tepki gösterir, bizimkinin yanıtı ise dünden hazırdır: “Benim kadar büyük olunca mütevazı olmak zor.”

 

Evet, resmen şovmen adamdı, dövüşü estetik ve süslüydü, müsabakadan önce ve zaferden sonra, büyük büyük laflar etmeyi, çıldırtmayı, ayağa kaldırtmayı çok severdi. Ne güzel işte, geleceği görmüş, sosyal medyada bol bol kullanalım diye, bizlere vecizeler bırakmış, yoksa uyduruk sözleri, Mevlana’ya, Can Yücel’e, Nazım’a ve diğerlerine yamamayı sürdürdük, hiç değilse çeşit olsun, ortaya karışık olsun. Eldivenleri çıkarmadan evvel, “Ben boksu özlemeyeceğim, boks beni özleyecek” demiş Muhammed Ali, harbiden haksız mı? Kendisinden sonra bir Mike Tyson oyaladı biraz bizi, işte cezaevine girdi, rakibini ısırdı, ilk raund da yine devirdi diye, ötesi bildiğiniz hikâye… Hah! Unutmadan, şimdi dünya ağır sıklet boks şampiyonunun adı nedir, altın kemeri kim taşıyor? Boksa ilgi duymayanlar dışında, kim yanıt verebilir, zaten işimiz gücümüz taraftarlık, varsa yoksa futbol. Sadece boks değil, dünya özleyecek onu, fenomen olmak, efsane olmak, unutulmaz olmak, hiç kolay değil! Malcolm X’ten Martin Luther King’e, Nelson Mandela’dan Fidel Castro’ya, Saddam Hüseyin’den Necmettin Erbakan’a, ünlü dostlarla açıklanamaz elbet, efsane olmanın formülü. Müslümanlık, bedel ödemek, Vietnam, savaş karşıtı olmak, barış istemek, ırkçılığa savaş açmak, olimpiyat madalyasını nehre atmakla da… Yani tek tek değil, parça parça hiç değil, kendine çekiştirmek, bu bana uyar, bu uymaz demek, asla… Peki, bunca sevilmenin sebebi nedir? Elbette, bir bütündür, kesinlikle ona dair olanların tümüdür, herkesin kendinde bir şey bulması, karşılığını almasıdır. Aksi takdirde, son 32 yıldır büyük çileler çeken, dermansız hastalıkla boğuşan, ortalıkta çok görülmeyen bir insanın, henüz yaşarken efsane mertebesine ulaşması, imkân dâhilinde olmazdı, olamazdı.

 

Neden mi bunları yazıyorum, çünkü kısır tartışmalarımıza, küçük hesaplaşmalarımıza, kendi kamplaşmalarımıza, efsaneyi, meze etmeye başladığımızı gördüğüm için, haliyle… Dünyayı, salt kendi lanetli coğrafyamızdan, ibaret sanmak, devreleri yakar, insanı yorar, bizim dertlerimiz, bizim meselelerimiz, hep önyargıya bulaşmış, yargısız infazlara bulanmış, ne yazık ki. Freni patlamış kamyon gibiyiz, duvara çarpmadan duracağımız da yok!

 

Dünyaya tonla düşünür gelmiş, hangisine kulak astık ki, Muhammed Ali’yi kulaklarımıza küpe yapacağız diyenler var, elbette haklılık payı var, sonuçta felsefe değil bu, büyük paralar dönen, kanlı bir spor, en nihayetinde… İnsanın insanı dövmesi, izleyenlerin de bu çılgın gösteriyle, zevkten havalara uçması… Oldukça tuhaf bir durum, gariplik akıyor her yanından… Gladyatörlerden bugüne, ilerlediğimiz noktaya bak, hizaya gel! Artık öldürmüyor, süründürüyor. O kadar.

 

Yine de dik durmak, dünyaya meydan okumak, kendi memleketini karşısına almak, önemli bir mertebe, insanlık adına, kat edilmiş bir mesafe. Fakirlerin, ezilmişlerin, ötelenmişlerin, başarı öykülerine, kendi zincirini kırmayı deneyene ihtiyacı yok demek, tabir caizse densizliktir. Varsılların yalan dünyası bu, azgın azınlığın, çoğunluğun yoksul bireylerini, kullanıp kullanıp çöpe attığı, amacına yararsa tutup, işi bitince yok saydığı modern cangılda, 18 yaşındaki siyahi bir çocuk, yumruklarını sıkıp, en büyük benim lan diyorsa, saygı duyulur, duyulmalıdır.

 

Peki, kapitalizm durur mu? Kocaman bir hayır! Tişörtler çoktan bastırıldı, Che’yi nasıl markaya çevirme çabası sürüyorsa, çeşit çeşit Muhammed Ali ürünleri de rafları süsler yakında. Ve hatta beleşe dağıtılan cenaze törene biletleri de, karaborsaya düşmüş. Voliyi vuracak yine birileri, yaşayan efsaneden daha değerli bir şey varsa, o da ölü bir efsanedir diyecekler ve tüketim manyaklığına hız verecekler. “Şu ana kadar iki kişiye vuramadım. Birisi sevimli hayalet Casper’ın kuzeni, diğeri de Muhammed Ali” diyorsa şampiyon, sevimli hayaletin akrabalarıyla dövüştüğü, ya da kendini yumrukladığı bir film çeker belki kurnaz Hollywood, sonra çil çil dolarlar cebe, hem Ali adlı yapıt da eski artık. Değil mi ama? Muhammed Ali’den daha eski bir şampiyon vardır; James J. Braddock… Külkedisi Adam diye, 2005’te çekmişlerdi öyküsünü, hiç yenilmeyen şampiyon, meşhur Rocky Marciano, bizim ünlü film serisi Rocky’ye ilham vermişti. Durun! “Şampiyon” diye bir film vardı, hatırladınız mı? Hani bin kez televizyonda gösterilen, her seferinde ağlamaktan helak olmuştuk, işte o. Şimdi boksa dair filmleri yazsam, yerimiz yetmeyecek, özetle bu iş tutar yani, açılmış kaşları, patlayan dudakları, kırılan burunları seviyor dünya halkları. Şiddete ve hiddete bayılıyor.

 

Kim ne derse desin, dünyadaki tüm fakirlerin sokaklarında adı yaşıyorsa, getto duvarlarına resimleri çiziliyor, sözleri yazılıyorsa, varoşlarda ruhu dolaşıyorsa, kendinden büyük çocuklardan dayak yiyen ufaklık, onu izleyerek bileniyorsa, ezilen herhangi birine ilham oluyorsa, boşa geçmemiştir bir ömür, efsane olmaktan daha değerlidir, kalplerde yer etmek. Güle güle şampiyon.

Ekmek, ÅŸarap, sen ve ben, bir de İhsan Yüce…

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Aslında doÄŸum günü olan 23 Ocak’ta bir ÅŸeyler yazacaktım hakkında, yani İhsan Abiye dair, kendimce bik bik edecektim, lakin ÅŸu bizim günümüz komik adamlarının, düştükleri gülünç durum yüzünden, erkene çektim, salt eÄŸlence, eÄŸlence deyip, üstüne yine de özür dileyenler varken, İhsan Yüce gibi insanların, önemini ve deÄŸerini anlatmak,onu ve onun gibi kıymetlilerimizi anımsatmak, boynumuzun borcu olsun. Aaa tanıyorum, muhtar deÄŸil mi, hımmm kayın babaydı sanki, aÄŸa olabilir mi, ee hatırlarsın tabi (fotoÄŸraf olmasaydı, çoÄŸunuz anımsamazdı ya, neyse), 150’den fazla filmde oynadı, az buz deÄŸil!

 

İhsan Yüce, çeyrek asır önce, bu dünyaya veda ettiÄŸinde, kadim dostu Can Yücel, Üsküdar Salacak’taki cenaze evinde gerçekleÅŸtirilen minicik törene katılır. Sonra herkes, mezarlığa gider, Can Baba, beni Üsküdar’a bırakın der. Sen neden Karacaahmet’e gelmiyorsun Baba diye sorarlar, Can Baba, soruya soruyla yanıt verir; “İnsan arkadaşını hiç gömebilir mi yahu?”

 

İzmir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi mezunuydu (sonradan Dokuz Eylül Üniversitesi’ne baÄŸlandı). muhasebecilikten, tiyatroya, tiyatrodan sinemaya geçti, sinemadan kazandığını tiyatroya, tiyatrodan kazandığını tiyatroya yatırdı. Sonra altı film yönetti, Antalya Altın Portakal’da hem en iyi erkek oyuncu ödülü aldı, hem de en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü.

 

Ama asıl önemli olan, hala güldüğümüz, gülerken düşündüğümüz karakterleri yarattı, tam 56 filmin senaryosunu yazdı. Kibar Feyzo misal, bu filmi aÅŸabilen, bir politik taÅŸlamamız var mıdır, yohtur aÄŸam! Evet, Maho AÄŸa, Feyzo’ya “Ula ÅŸurda 141, 142 baÅŸsınız lo!” derken, anayasanın 141 ve 142. maddelerine gönderme yaptığı için, İhsan Yüce, devletten özür dilemiÅŸ midir, sanmıyorum.

 

Başta Ekmek. Şarap, Sen ve Ben dedik, hah! Bu güzelim şiir de İhsan Yüce Abimize ait,

“…Ne diyordum arkadaÅŸ….
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini…”

Son olarak;

Maho AÄŸa: FaÅŸo nedir ki ula?

Feyzo: Şeyyy ağam… Böyle ibne gibi , puşt gibi bir şey…

 

Ihsan-Yuce-1929-1991-169-film-59-senaryo...Arzu-film-ve-Ertem-Egilmez-de-onun-yeri-hep-ayri-oldu..Bi_

Bağımlılığa kılıf aramak.

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Rengi kaçmış tahta iskemlelere çöktükten sonra, yazlık sinemayı hınca hınç doldurmuş ahaliye bakardım. Çoğunluk çekirdek tiryakisiydi, robota bağlamış gibi, otomatik hareketlerle çit çit çitleyenler, filmin başlamasını beklerdi. Tek tük de olsa kesekâğıdına, gazeteye sarılı içkilerini yudumlayan, beyaz bıyıkları sararmış ağır abiler, arka taraflara sıralanmış, memleketin ahvaline dair lak lak etmekteydiler. Sanki elleri altı parmaklı gibiydi, düşmezdi hiç, izmaritin közü, yakana dek deriyi, ya atarlardı yere, basarlardı üstüne, ya da yenisini, eskisiyle yakarlardı. Sabah uyandığında yakılan sigara, gece yatarken sönerdi sanki, hep ekleye ekleye. Dalar giderdi kimi, birdenbire, hele film, sevdaya dairse, sigarasını tellendiren, bir çekişte yarıya indirirdi, kim bilir belki ilk sevmelerini veya asla unutamadığı, sararmış ve yıpranmış fotoğrafı da, biricik avuntusu olan yavuklusunu düşünürdü, belki de çizgiler yerleşmiş yüzüne, aşksız geçiştirilmiş bir ömrün hüznü çökerdi, inanın, bilmiyorum. Artık çoğu aramızda bulunmayan o abiler, sinema yüzünden mi, alkole ve sigaraya bağımlı oldu, hiç sanmıyorum.

 

Şimdi içkiyi ve sigarayı övecek değilim, tiryakiliğin iyi bir şey olduğunu söylemek, insanın kendisi avutmasına yarar, afili laflar edip, kendini kandırırsın, o kadar. Bir yere oturmak istediğinde, bir eve ziyarete gittiğinde, duman altı olmasın diye insanlar, mekânın dışında masalar mevcut mu, dairenin balkonu var mı derdine düşüyorsun, gündelik hayatını, seni nefessiz bırakan, merdiven tırmanırken soluğunu tıkayan bu meret, belirliyor resmen. Ancak ve yine de, ülkenin en yetkilisinin; “Sigara içmenin özgürlüğü olamaz!” gibi, ‘ben ne dersem o olur” tipi açıklamasının, tiryakiye, yarardan çok zarar vereceği, yadsınamaz bir gerçek. İnsan, inat eder yahu, bırakacağı varsa da, yasak alerjisi yüzünden vazgeçer.

 

Müziğin, filmlerin, şiirin ve romanların, içki ve tütün alışkanlığını teşvik etmesi, bağımlılığa zemin hazırlaması meselesine gelelim. Eskiden, uçakta, otobüste, televizyonda, stadyumda (teknik direktörler, püfür püfür içerdi maç sırasında), işte aklınıza gelen tüm kapalı alanlar ve araçlarda, sigara içilirdi, içeride bebek mi var, çocuk mu var, hamile mi var, yaşlı insanlar mı var, önemsenmezdi, herkes tüterdi, duman, genizleri yakardı. Bir gün, Dereağzı tesislerinin arkasındaki lunaparkta (şimdi yerinde yeller esiyor), Fenerbahçeli futbolcuları görmüştüm, ağızlarında sigaralar, langırt oynuyorlardı. Sporcu dahi içiyordu yani, sonra kocaman apartmanlara giydirilen, dev reklam panoları, sigara markalarına dairdi, bir kovboy, seni vahşi doğaya ve bitmeyecek bir serüvene çağırıyor, develi bir marka, atla cipe, vur kendini çöle diyordu. Mevzu, gayet absürt idi, tombalacıdan başkasında yabancı sigara görmemiş insanlar, Turgut Özal ile birlikte ‘Küçük Amerika’ olmanın tadını çıkartıyor, sardıkları yerli cigaraları atıyor, fiyakalı ve filtreli ecnebi işi sigaraları, ağızlarının köşesine yerleştiriyordu. Hatta çorabına yabancıyı, gömlek cebine yerliyi koyan, otlakçı gelince, eskiyi kakalıyor, yalnız kalınca, yeniliğin keyfini sürüyordu.

 

Hollywood’un, salt gişe amaçlı, dev bütçeli filmlerine, sigarayı yerleştirdikleri malum, pek ünlü aktör ve aktrislere, aman sana zahmet, beyazperdede sen tellendir şunu, seyircinin aklını al, buyur sana milyon dolar dedikleri de doğru, kesinlikle. Romanlar, eskiden bu denli popüler kültür malzemesi değildi, reklam panoları, yazarların fotoğraflarıyla süslenince, adları, kitabının önüne geçti, ne yazık ki. Yeraltı edebiyatı denen, çoğu çer çöp çiziktirmeler de, aman içelim, aman şuraya kusalım, yine içelim, zaten hep içelim tipi anlamsız, gamsız ve tutarsız şeylerle doldu, taştı. Müzik desen, hey bebek, biz rakçıyız, ortamların çiçeğiyiz, marjinalliğin tiryakisiyiz kafasında, işte birçoğu… Sıra dışılık arzusu, abartılınca gayet sıradanlaşır, hayat işte böyle garip, sen farklı olana abandıkça, pek farkın kalmıyor.

 

Lakin bu şiir meselesini anlamadım, valla kavrayamadım, hiçbir zaman popüler değildi, bir kısım yeteneksizin, kendi külliyatından dağ oluşturmuş isimlere, kartpostal şairi demesine aldırmayın, kıskançlık böyle bir şeydir. Şiirin, ne ilgisi var sigarayla, birçok şeyi, az ve öz kelimeyle anlatmaya çabalayanları, bağımlılık ile suçlamak, şiirin arkasında, finans lobilerinin olduğunu söylemek, çoğu bu yalan dünyadan fakir ayrılan, güzelim şairlere ayıp etmek demektir. Elbette şairlerin hemen hepsi tiryakiydi, Necip Fazıl da dâhil! Kimi çok acı var diye yaktı Cahit Zarifoğlu gibi, biri şiir, sigaraya değer dedi Özdemir Asaf gibi, öteki özlem dalgası yüzünden sigaraya sarıldığını dilendirdi Can Yücel gibi. Edip Cansever, neden olmasın, yeni yakılan bir sigarayla da anlatılabilir şiir der, Özdemir İnce, yemek üstüne içilen sigaranın da şiir olduğunu söyler. Sonra “Ben kibriti çaktığım zaman / Her şey kırmızıydı yüzün olarak  / Ben kibriti çaktığım zaman / Çünkü her yüz bir memlekettir / Ben sigaramı yaktığım zaman / Çünkü her sigara bir kelimedir / Ben sigaramı yaktığım zaman / Güz günleriydi bir şarkı olarak” demiş Cemal Süreya… Avunmak, destek bulmak, sarılmak, yatışmak, ne derseniz deyin adına, sigara içenlere, ikinci sınıf insan muamelesi yapılmasını istemek, gelişmiş ülkelerde bu böyle demek, akıl alır gibi değil, vicdani hiç değil! İnce hastalığın (verem) kurbanı olmuş şair milletine, ikinci sınıf insaf muamelesi yapmak, birinci sınıf insanın ne olduğunu sorgulatmaz mı insana, birinci sınıf muamele de nedir, bu nasıl bir üst perde haldir, nasıl bir egodur? Tiryakiler belki, kanserden ölme riskinden ziyade, kibirli, asabi ve salt kendi özgürlüklerini kutsayan sigara içmeyenlerin, küstah tavırlarını öldürücü buluyordur, hiç düşündünüz mü?

 

Açık alanda da sigara içilmesini sınırlayan düzenlemeler, çok yakında memleketin hizmetinde olacak. Çocuk parkında da sigara içilmesin zaten, dert değil! Devlet, hep yasaklarım diyor, hem de yüksek vergiler alıyor, sigaradan, içkiye zam üstüne zam geliyor, para, kasaya gidiyor. Bu bile büyük bir çelişki değil midir, alkolden alınan yüksek vergilerin, diyanete de gelir olması gibi. Her neyse.

 

Ve yanlış düşündünüz, sigara odaklı filmler listesi yapmayacağım, elbette. Başlamak için filmleri bahane etmeyeceğiniz gibi, kamu spotu seyirlikleriyle de bırakacak değilsiniz. Kendi hür iradeniz ne güne duruyor, hanginiz bir film yüzünden sigaraya ‘evet’ dedi. Smoke (1995) filminden sonra, Coffee and Cigarettes (2003) adlı yapıtın ardından, vay be! elemanlar ne güzel püfür püfür içtiler deyip, yaktınız mı bir sigara, hiç içmemişken? Güzelim True Detective dizinde, müthiş Rust Cohle karakteri, sigara dumanına boğarken bizi, ezerken bira kutularını teker teker, tamam, benim olayım budur artık dediniz mi? Elbette, hayır! İşte akranlarınız, liseli halleriniz, büyüme sancısı, çevre, etrafınızdaki fosur fosur içen büyükleriniz, bu belaya atlama sebebiniz bunlardır. Peki, sonrası mı? Boşluğa düşerim, ne yapacağım ben sigarasız, başka bir dünya bilmiyorum artık, vesaire vesaire. Yani kafanızda her şey, sizinle ilgili, sizin seçiminiz ve kararınız, bir sigara paketini buruşturup, bu sondu diyene kadar.

İnadına Hepimiz Birer METİN’iz…

ALPER TURGUT

1990’lı yıllarda gazeteci olmak… Evet, baskı, tehdit ve şiddet ile sürekli burun buruna idik ama bir avuç genç muhabirdik, omuz omuza verdiğimizde haberi takip etmek ve yazmak kolaydı, fotoğraf çekmek de keza öyle. Hem gündüz, hem de gece muhabirliği yaptığımız seneler bunlar, dayanışmaya inandığımız, paylaşmaya bayıldığımız dönemler yani, birbirimize haber atlatmak değil, haberi aramak, bulmak, kazımak, çekip kopartmak idi biricik derdimiz. Toplumsal olaylara bakıyoruz, polisiye vaka peşindeyiz, emniyet, adliye, hastane ve cezaevi arasında mekik dokuyoruz. Gazeteye uğrayabilirsek iyi, yoksa ceviz kırmaya yarayan Aselsan ile ortak bir kanaldan hem sohbet edip hem de polisleri dinlediğimiz Motorola marka telsizlerimiz var. Cep telefonu yok, giriyoruz bir bakkala veya kahvehaneye haber yazdırıyoruz merkeze. İnternetimiz bile yok, bu yüzden Google da yok ama arşiv var. Magazincileri, ekonomicileri, spor servislerini sevmiyoruz, bizi ise hiç kimse beğenmiyor, umurumuzda değil, kaba saba adamlarız. Yangından çıkıp, defileye gidiyoruz, herkes bizden kaçmaya çalışıyor, başbakanı, cumhurbaşkanını takip ettirmiyorlar bize, çünkü itiş kakış konusunda neredeyse uzmanız. Hareketsiz duramıyoruz ki, sabırsız ve açız. Haberi getiriyoruz, ense yapan meslek büyüklerimiz ilk imzayı kendi çakıyor, karşı çıkmak yok, “Bokumuz henüz Haliç’e inmedi ki”.

Ülke ise karmakarışık… Faili meçhuller, gözaltında kayıplar, hücreevi baskınları, yargısız infazlar, yükselen öğrenci muhalefeti, mahallelerde kurulan barikatlar, korsan gösteriler, çatışmalar, cenazeler, cenazeler, cenazeler… Sokaklar, meydanlar hep bizim, günde iki kez coplandığımız oluyor, asla yılmıyoruz. Seke seke ertesi gün görevdeyiz. Metin Göktepe ile tanışıklığımız 1993’e dayanıyor, üç yılımız daha var önümüzde, nereden bileceğiz. Birlikte fotoğraflarımız yok, genciz, hatıralara değil, yaşanacak güzel günlere inanıyoruz.

Nice yaÅŸanmışlık var, tehlike altında sınandı resmen arkadaÅŸlığımız. O, sol bir dergide, ben günlük bir gazetede çalışıyoruz, ikimizin de sarı basın kartı yok, ancak benim kurum, adı yüzünden, gücü yüzünden koruyucu bir kalkan gibi, Sirkeci’den CaÄŸaloÄŸlu’na mı çıkacağız? Metin gelir koluma girer, hadi Alper, çıkar bizi bu cendereden der, sivil polislerin nefret dolu bakışları altında, cesur ama sakına sakına tırmanırdık yokuÅŸu. Nasıl unutabilirim mesela, İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampusunda, fotoÄŸraf makinelerimizi görmelerine ve polise raÄŸmen, ülkücülerin bizi kovaladığı günü. Solcu gençler yardımımıza koÅŸmuÅŸtu hemen. Metin minicik bir adam, ben sırık gibiyim. KoÅŸuÅŸtururken hep arkada kalıyor. O yüzden takılıyor; “Bacaklar uzun tabi, can havliyle nasıl da kaçıyorsun. Çıkardığın toz bulutu yüzünden, boÄŸulacağımı sandım bir an.” Benim yanıt hazır; “Yok be canım ne kaçması… Sadece geri çekiliyordum.”

Gerçek Dergisi, Evrensel Gazetesi’ne çevriliyordu. Bir akşam vakti, Metin, Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna, çayımı içmeye gelmişti. İş teklifi yapmıştı ayaküstü. Yeni açılacak gazeteye çağırmıştı beni. Kadrosuz çalışıyordum, kadro sözü bile vermişti. Düşündüm taşındım, sonra “Hayır” dedim. Evet, hepimiz solcuyduk ama fraksiyonlarımız farklıydı.

Gazi Mahallesi olayları, sokak eylemlilikleri, rastlaşıyorduk hep. Ancak Metin’i son görüşüm, 13 Aralık 1995 akşamıydı. Yaklaşık bir ay sonra ufak tefek, dost canlısı Metin’in yaşamı çalınacaktı, Ümraniye Cezaevi’ne (Üsküdar E Tipi Cezaevi) operasyon düzenlenmişti. Sol görüşlü mahkûmların kurdukları barikatlara, İslamcı tutuklu ve hükümlüler de destek olmuştu. Saatlerce süren baskında, çok sayıda tutuklu ve hükümlü yaralandı. Kış kendini göstermişti. Hava buz gibiydi. Dondurucu soğuk, insanın iliklerine dek işliyordu. Ama her şeye karşın haber takip edilmeliydi. Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum o sıralar. Cezaevindeki olaylar sona erince, arabamızın yönünü yaralıların kaldırıldığı Numune Hastanesi’ne çevirdik. Artık kollu flaşıyla birlikte müzelik sayılan, manuel fotoğraf makinelerin haslarından olan ve bana sayısız röle kirlenmesi, donma, kilitlenme gibi oyunlar oynayan efsanevi Nikon F3’ümle görevdeydik yine. Vizörün ve objektifin buharını da temizledikten sonra önümden kanlı sedyeler geçerken arka arkaya bastım deklanşöre. Sabaha birkaç saat kalmıştı. Hastanenin basın odasında, uzun zamandır görüşülmeyen meslektaşlarla yapılan kısa süreli bir sohbetin ardından soğuktan korunmak için görev otosuna koştum hemen, telsizin kısa kanalından şoföre, “kalorifer çalışmıyorsa benden çekeceğin var” demeyi unutmadan. “Yahu kaç saattir seni bekliyorum. Açlıktan öleceğimi sandım. Şu hiçbir şeye benzemeyen kumanyaları bir an önce yiyelim.” diye sitem üstüne sitemle karşıladı beni. Tam kumanyalara girişeceğiz. Basın odasının camında Metin’i gördüm. Göz göze geldik. Şoför arkadaşa, “bekle biraz bir misafirimiz var” dedikten sonra gittim Metin’i getirdim.

— Metin, daha az önce basın odasındaydım sen ise yoktun. Yeni mi geldin?

— Evet. Yaralılar, acil servis de mi?

— Yaralıları, ambulanstan çıkartılırlarken güçlükle çekebildik. Jandarma zorluk çıkardı. Acil servisin girişene çoktan etten duvar örmüşlerdir. Sabaha dek yapacak bir şey yok anlayacağın. Şu karnımızı bir doyuralım.

Önce haberle ilgili notları paylaştık, ardından kumanyamızı. Güneş daha doğmamıştı.

Ümraniye Cezaevi’ne yönelik ikinci ve ölümcül olan operasyon ise, 4 Ocak 1996 tarihinde gerçekleşti. Baskın saat 09.00 da başladı, saat 15.30 sıralarında bitti. Tam 6,5 saat süren baskında, birbirlerine kenetlenerek hayatlarını savunmaya çabalayan tutuklu ve hükümlüler, demir çubuklarla, kalaslarla dövülerek tek tek bir birlerinden kopartıldı. Koğuş, malta, hücre her yer kana boyandı. Baskında, DHKP-C davası tutuklu ve hükümlülerinden, Abdülmecit Seçkin, Rıza Boybaş, Orhan Özen ve Gültekin Beyhan hayatlarını kaybetti, 40 kişi yaralandı.

Bir tek içerisi deÄŸil, dışarısı da kaynıyordu. 1996 yılı belli uzun geçecekti. Gerçekten muhaliflere göz açtırılmadığı, genç kanlarının akıtıldığı, korkunç bir bilançoyla girilmiÅŸti 1996’ya. Daha ilk günlerden bu ÅŸiddetin devamının geleceÄŸi belliydi, Ümraniye Cezaevi’nin baskının ardından Sabancı Kuleleri’nde, üç kiÅŸinin yaÅŸamını yitirdiÄŸi suikast gerçekleÅŸti, silahlı Çeçenlerin kaçırdığı Avrasya Feribotu, İstanbul’a doÄŸru hareket etmiÅŸti. Gazetecilerin bırakın dinlenmeyi, soluk almaya dahi ayıracak zamanları yoktu. Sokaklarda, alanlarda, her türlü toplumsal olayda ÅŸiddet onlara da yönelmiÅŸti ve tehdidin, hakaretin, saldırının ve gözaltının sıradanlaÅŸtığı bir ortamda, tahmin bile edemeyecekleri, farklı bir acıyla yüzleÅŸeceklerdi.

Cezaevinde öldürülen BoybaÅŸ ve Özen için Alibeyköy Mezarlığı’nda yapılmak istenen cenaze töreni, devletin hışmıyla karşılaÅŸtı ve Metin’i de aramızdan aldı. Polis, sabahın erken saatlerinden itibaren mezarlıkta etten duvar ördü ve yukarıdan gelen bir emirle, tutuklu yakını, öğrenci, avukat, cenaze törenine katılmak isteyen her kimse, gözaltına almaya baÅŸladı. Sıra gazetecilere geldi. Önce sarı basın kartı olmayanların görev yapmasına izin verilmedi, sonra kendilerince muhalif gazete ve dergilerin muhabirleri keyfi bir ÅŸekilde tek tek gözaltına alındı. Evrensel muhabiri Metin Göktepe de gözaltına alınanlar arasındaydı. Cenazeleri gömme iÅŸlemini de üstlenen güvenlik güçleri, bini aÅŸkın insanı (1052), hukuk dışı bir tutumla, emniyet müdürlüğüne veya karakollara sevk etmek yerine, spor salonuna doldurdu. Åžili Cuntası’nın iÅŸkencehaneye çevirdiÄŸi Santiago Ulusal Stadı’nın küçük ölçekte bir benzeri Eyüp Kapalı Spor Salonu’nda yaratıldı.

Dayak faslı gözaltına alınanların spor salonuna taşındığı belediye otobüslerinde baÅŸlamıştı. Tanıklar, yere yatırılan ve tekmelenenler arasında görmüşlerdi Metin’i. Polis ÅŸefleri, kadınlara “O… bu taraftan”, erkeklere ise “P… bu taraftan” diyerek, iki farklı noktadan salona soktular, gözaltına alınanları. İşkence, spor salonunda ağırlaÅŸarak sürdü, tribünler, saha, tuvaletler ve salonun altındaki koridor, canhıraÅŸ çığlıklarla inledi.

Metin, “İşte bu gazeteci, buna özel muamele” diyenler tarafından çepeçevre sarıldı. Çok sayıda polis, coplarla ve üzerinde “Haydar” yazılı kazma sapına benzer sopalarla dövdüler Metin’i. Cansız bedeni spor salonunun yakınlarındaki bir çay bahçesine atıldı, ölüm nedeni “Kafa travmasına baÄŸlı beyin kanaması ve doku içi kanama”ydı. Meslektaşım Metin Göktepe, devletin verdiÄŸi sarı basın kartına sahip olmadığı için keyfi bir ÅŸekilde gözaltına alındı. İnsanların yaÅŸama özgürlüğünü korumakla yükümlü olanlar, iÅŸkencede katlettiler Metin’i… Hepimiz isyan ettik, öfke ve hüzün ile bilendik, tereddütsüz.

Sonra Metin’in cenaze töreni… Nasıl bir kalabalık, anlatılmaz. Akın akın geliyorlar, Metin’i uÄŸurlamaya. Ölümünün birinci yıldönümünde gerçekleÅŸtirilen anma töreni de inanılmazdı, binlerce kiÅŸi tek yürekti. Ailesi ve meslektaÅŸları davanın peÅŸini bırakmadı, sorumlular yargılandı. Genç gazeteciler, o günlerde “İnadına hepimiz birer Metiniz” diye yürüyorlardı… Metin Göktepe davası, yıllarca İstanbul, Aydın, Afyon, Ankara arasında mekik dokudu. 48 kamu görevlisine açılan dava 6 polisin nispeten az cezalara çarptırılmasıyla sona erdi ve “mahkûmiyet kararı çıkan ilk gazeteci cinayeti” olarak tarihte yerini aldı.

Metin benden iki yaş büyüktü, şimdi ben ondan 16 yaş büyüğüm. O hep güleç, genç ve ölümsüz bir adam olarak kaldı, benim saçıma sakalıma ak düştü. Onsuz geçen 18 yılın özeti bu; Son söz ise Can Baba’nın (Yücel).

Metin’in kafasında bir darp var

Polis karakolundan morga kadar

Mosmor

Bir darbe var yüreğimizde beynimizde

Soruyor bir iÅŸaret fiÅŸeÄŸi

Biz üzülerek mi yaÅŸayacağız hâlâ…

Bu yazı, 90’lar Kitabı’nda yer aldı.

Ötekileştiremediklerimizden misiniz?

“Altın Koza”dan sonra “Altın Portakal”a da noktayı koyduk, peş peşe yapılan iki festivalin ardından sinemamız hakkında iki kelam edecek kadar yerli işi film izlemiş olduk. Hatta ve hatta doyduk, kusacak kadar doyduk. Cinedergi’nin Ekim sayısında “Altın Koza’dan umutluyduk, affedersiniz sıçtık. Altın Portakal’dan umudumuz bile yok, artık bez getiririz, bir zahmet. Ön jürinin önüne gelen ve seçilemeyen filmler nasıldı acep? Onları hayal etmekte bile güçlük çekiyorum, gerçekten…” diye yazmıştım. Şimdi Kasım sayısında kaldığımız yerden devam ediyoruz.

ÖtekileÅŸtiremediklerimizden misiniz? yazısına devam et