Etiket arşivi: AVM

“Katran gecelerin heyulası”

ALPER TURGUT

Şimdi doğruya doğru, oh be her şeyin müsebbibi lanet sene bitti, umut dolu yepyeni bir yıl geldi tipi yazıları sevmem, tüm güzelim hayallerin katili, zavallı seneymiş gibi, çok acınası ve saçmalığın daniskası bir söylem olur, o kadar. Lakin geçmiş bir zaman diliminde, ne haltlar karıştırdık, neden bu haldeyiz, ne değişti, ne gelişti ve benzeri suallere yanıt da bulmak için, hatırlamak ve özeleştiriyi ıskalamamak adına da elbette, bir döküm işine girmek, haliyle bir parça mecburiyetten. Kolaya kaçıp 2018 senden nefret ediyorum birader, 2019 sen benim biricik bebeğimsin demeyeceğim, merak buyurmayın. İnsan ne yaparsa, kendine yapıyor, toplum da keza öyle. 

Toplumsal muhalefetin bunca yara aldığını, yaprak bile kımıldamadığını, haksızlığa böylesi boyun eğildiğini görmedim, 1980’lerin cunta karanlığına inat, büyüyen örgütlenme çabası, derin ve kanlı 1990’lara inat, kitlelerin sokağa çıkma havası vardı, bu denli bir yılgınlığa, yorgunluğa, vazgeçişe, tükenmişliğe asla tanık olmadım. Sosyal medyadan hızla yayılan trajikomik “Silivri soğuktur şimdi” dalgası, konuşulacak ve yapılacak çok şey var da, susma zamanıdır şimdi kafasını iyice içselleştirmek değilse, harbiden nedir? Şakalarımız dahi güldürmüyorsa artık, başkalarının dayattığı yapaylık, çaresiz gerçekliğimize dönüşmüş ve bu tarifsiz zulüm, tüm gündelik hayata egemen olmaya başlamıştır, ötesi de yoktur. İleride 2018’i, bizler adına tepkisiz ve etkisiz bir yıldı diye anımsayalım, buraya notumuzu alalım. Evet, tastamam “katran gecelerin heyulası.”

Tüketim çağını, iliklerimize dek hissettiğimiz, hayat pahalılığının iyice kendini gösterdiği bir seneydi işte, vahşi kapitalizm, obur suretini, defalarca aksettirdi, yine de huylanmadık, silkelenip kendimizi bulamadık. Doymayan bir sistem bu, açlığı hiç bitmiyor, insanın yegâne hayatını, resmen emerek tüketiyor. Ömrümüzü çalıyor, çırpıyor, hep bedel ödetiyor, asla ve kata durmuyor, yerine de bir şey koymuyor. Büyülenmiş gibi kitleler, uyuyor, uyanmıyor, görüyor, hareket edemiyor, biliyor, anlam veremiyor. Çok yazık!

Ağzını açan da dikkati üzerine çekiyor ha, nice arkadaşım var, soruşturma manyağı oldular, bir değil iki değil, ikin elin parmaklarını geçen dahi mevcut, bir de ihbarcı kuşağı türedi, sormayın gitsin, acayip tipler bunlar, iki kişi sohbet etse, kulağı sende, illa muhbirlik yapacağım, işte bir şey çıkar mı zihniyeti, nasıl bir koşullanmak, anlamaya mecal yok, adam, kendi ve benzerleri dışındaki her şeye düşman. Tamam, onlar öyle, bunlar şöyle, peki, biz ne yapıyoruz? 2018’i onlara bıraktık, ya 2019’da ne edeceğiz? Mühim olan bu, hepimizi ırgalayan bu, mutsuzluğumuzu, noksanlarımızı, suskunluğumuzu, masum bir seneye kakalayacaksak, yandık ki ne yandık!

Bari alanı daraltalım, kültür ve sanat cephesinde durum ne? Hey gençler, memnun muyuz aktivitelerden? Yoksa, aman canım, kendi yağımızda kavruluyoruz, boş boş takılıyoruz, hala geçerli bir sebep mi, bilcümle kaçışlar adına? Ben şahsen, sıkıldım bu tekdüze hallerden, hep aynı nakaratı dinlemekten, bıktıran klişelerden, tek tipleşmekten, ezberlemekten, ucuzluktan, aptallıktan, ziyadesiyle tiksindim. Süreç, zekâya da hakaret gibi, suya sabuna dokunmayan, saksıyı zorlamayan derme çatma projeler, haliyle nöronları da zedeler. Aksi mümkün mü? Eskiden film eleştirilerimin ardından, isyan ederdi yapımcılar filan, “kanlı kalem” de dedi birileri, kötüyü görmezden gelmek, onu güzelce süslemek gibi bir görevim varmış gibi, ha ciddiye bile almadım, o ayrı. Şimdilerde kötü işleri yazasım bile yok, o kadar çoklar ki, ne buna takatim var, ne de arzum. Yahu koskoca sene boyunca, kocaman bir ülkenin, yüz yaşını aşmış sineması, birkaç idare eder işçilik dışında, hep mi dibi görür? Ne anlatıyorsunuz, derdiniz ne, meseleniz ne, amacınız ne, harbiden belli değil!

2018 biterken, sinema mevzusu, bariz taraflara ayrıldı, mevzu mangır olunca, iÅŸler çığırından da çıktı. Efendim, vizyon denince, yaklaşık 900 milyonluk bir para var, tüm sene içerisinde, bunu paylaÅŸmayı da beceremiyorlar, eser sahipleriyle, salon sahipleri, sen çok aldın, ben az aldım diye didiÅŸiyorlar. Sinemaseveri düşünen yok ha, biletler pahalı, ÅŸunu bir indirelim, sıradan ve müşteriyi tokatlayan esnaf kafasından sıyrılalım, diyen yok! Memleket sinemasının makus talihini nasıl deÄŸiÅŸtirebiliriz diyen hiç yok! Herkes kendi çıkarlarının peÅŸine düşmüş, yedinci sanatı, resmen AVM paketine yedeklemiÅŸ. Mısır, kola, reklam, bir de kötü filmler, harbiden zorumuz ne bizim, deli miyiz? Üç boyutlu bir filme bakayım dedim, ederi ne? Gözlük dâhil, bir kiÅŸi 40 lira, eee yuh! O paraya, insan, bir internet platformuna üye olur, bir ay boyunca sınırsız film seyreder be! Eskiden daha az paraya, iki veya üç film izliyorduk sinemada, öyle AVM de yoktu, sokaÄŸa açılıyordu kapıları, hayata karışırcasına. GeçmiÅŸe özlem filan deÄŸil ha benimkisi, gelecekte yaÅŸanacak saçmalıklar, ta bugünden besbelli ya. İsyanım buna. 

Amaçsız yaÅŸanmaz, bir ÅŸeylere inanmadan yaÅŸanmaz, hedef olmadan, yola koyulmadan yaÅŸanmaz. İdeallerimizi yitirerek, yarınları düşünmeyerek, insana, hayata dair bir güzelim hayali gerçekleÅŸtirmeye çabalamadan, salt günü geçirerek de yaÅŸanmaz. Bu yüzden, 2019’dan beklentimiz olmasın, merak da etmeyelim, o gemi, bu limana uÄŸrar diye beklemeyelim de, hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmeyecek. Mümkünse, kendimizden ve aynı düşü gördüklerimizden beklentimiz olsun. Susurluk’ta derin devletin kamyona çarpmasının ardından, karanlığa inat, aydınlığı çağırmaya koÅŸmuÅŸtuk evlerimize, dursun demiÅŸtik, bu amansız yaÄŸma, talan ve insanlık suçu. Lambayı aç-kapa hayli basit diyorsunuz belki ama, en ufak bir devinimin, insafsız duraÄŸanlıktan daha iyi olduÄŸunu görmüyor musunuz? 

Umut iyidir, umut güzeldir, öyle ya da böyle, fakirin ekmeğidir, umut bizdendir, siz bakmayın, işkenceyi uzatır filan gibi saçmalıklara, ölümsüz şair Metin Altıok demiş ya; “Sen bugünden yarına, birazcık umut sakla” 2018’den, 2019’a bir parça umut kalsın, yine her koşulda. Bu yazının sonu da, Gülten Akın’dan gelsin; “Karayı kaldırın, sevgi koyun, umudumu yitirmedim”.

Hiçbir baskı, korkutamaz anneleri…

 

 

 

Alper Turgut

 

Adını koymalı artık, pek mühim kâğıt mevzusu, her türlü yayımcılığın sonunu, çok da uzak olmayan bir tarihte getirecek, acı ama gerçek, bu besbelli. Zamlar, kampanyalar, her türlü çabalar, ancak bir nebze ötelemeye yarar, o kadar. Kapatmalar, işten çıkartmalar deseniz, bu acıklı öykünün, gerçeklikle buluşma süreci, malum başladı zaten… Sadede gelirsek şayet; Okumayı hiç sevmeyen, hatta harbi harbi bu güzelim uğraştan nefret eden, ancak bilmediği konularda dahi bilgiçlik taslamayı çok seven sayın halkımızın bu umurunda olur mu? Asıl yara da burada ha, hep kanayan, asla kabul bağlamayan… Olmaz canım gardaşlarım, olmaz, “naber lan entellllllllll?” zihniyetinden, “vay inek, vayyyy!” söyleminden, en ufak bir sekme olmaz.

Şimdi doğruya doğru, ülkemizde kültür ve sanat, hayli zamandır can çekişiyordu, yeni nesil bomboş kitapları, bırakın okunmayı, kabına bakmaktan üşeniyordu çoğu insan, yalana gerek yok, içerik tam tekmil geberik idi, artık o bitmişliğin, tükenmişliğin bile arar olunacağı zaman dilimine giriyoruz sanki. Veya illaki. Bakınız; Ajans Press’in OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) verilerinden yola çıkarak derlediği araştırmada: Türkiye’de en üst sosyoekonomik dilimde yer alan hanelerde, ortalama kitap sayısı 179 olarak belirlenmiş. Koca Avrupa kıtasında, sadece Hırvatistan’ı geçebilmişiz, birinci sırada Lüksemburg var, ev başına 423 kitapla… En üst sosyoekonomik kesim bu haldeyse eğer, diğerlerinin hali duman, vay aman! Ders kitapları hariç, kitap görmeyen evler var, şiirden, romandan muaf! Övünmek gibi olmasın, senelerdir saymadım, lakin en son 1500’ü aşmıştı evdeki kitap sayısı, hatta taşınırken, taşıma şirketi çalışanları, tuğla kalınlığındaki eserlerin karşısında, bu ne yaman ağırlık diye, sahte sahte ağlaşmıştı. Kendimi ayıplıyorum, şampiyon Lüksemburg’a üç tur fark attığım yetmezmiş gibi, memleketimin en üst sosyoekonomik sınıfıyla alakam dahi olmamasına karşın fersah fersah geçtiğim için, kısmen mağduriyet yarattığım için, kusuruma bakmayın a dostlar!

Kuşkusuz her alanda büyük sorunlar, ziyadesiyle mevcut, lakin inşaat sektörünün durumu, harbiden önemli, çünkü iktidarın, bitmeyen, tükenmeyen beton aşkı için resmen gözünü kararttığı, en çok koruyup kolladığı o şirketler ve patronlarıydı. Hristiyan yurttaşlarımızın zanaatkârlığı, Karadenizli işadamlarının müteahhitlik merakıyla yer değiştirdiğinde, bina diye ortaya çıkan şeylerin toplamı; çirkinlik, vasatlık ve karmaşa olmuştu. Kilim desenli fantastik bozukluk, eğri büğrü işçilik, deniz kumuyla destekli, çökmeye meyilli konutlar, boyayı unutan, salt alçılı yapılar, hatta kiremitler ve tuğla kâfi diyen ve işi o noktada bitiren tuhaf evler kapladı, istisnasız hemen her yanı… Yeni nesil inşaatçılık, bu bariz kitsch (tam karşılığı yok bu meretin) durumu, uzun upuzun apartmanlar yaratarak çözmeye çabaladı, insanları kümes boyutundaki evlere tıkarak, bu vicdansız sıkışıklığa milyon dolar fiyatlar biçerek… Sonra ne oldu? Haliyle ederinden fazla olan şey, ellerinde patladı, parayı, betona gömme modası tutmadı. Hayret kere hayret, bu önemli meseleyi, hala meşhur papaza bağlamadılar. Zevksizlik, estetiksizlik, gereksizlik, bizim değil, papazın eseridir demediler. Vah!

Beton manyaklığını anmışken, AVM’leri (alışveriş merkezi) hatırlamamak bize yakışmaz. Memlekette neredeyse birbirinin benzeri, tam 411 AVM varmış, bu çılgınlık yeterli gelmemiş olsa gerek, 2021 sonuna dek, 43 AVM daha katılacakmış aralarına, toplamda 454 rakamına ulaşılacakmış. İktidarın, 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinde, Türkiye’yi toptan AVM’ye çevirmek varsa, sanırım kimse şaşırmayacaktır. Hayır, zamlar üst üste geliyor, 2019 Ocak ayı itibarıyla, zam delisi olacağımız konuşuluyor, gezmek, yazın serinlemek, kışın ısınmak, bunlar tamam, peki, alışveriş meselesi ne olacak? Hah! İşte orası gerçekten muğlak…

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin 700. haftası için, Galatasaray Meydanı’ndaydım. Kayıp yakınları, oturma eyleminin öncesinde gözaltına alınmıştı, desteğe gelenler ise gaz bulutuyla karşılandı, devlet tarafından… Sivil itaatsizlik suç değildi, evlatlarını aramak meşru idi, ancak analar, yine ve yeniden, resmi inadın gadrine uğradı, canları yandı. Bu en uzun soluklu eylemlilik halini, ta en başından beri takip eden biri olarak, şunu söyleyebilirim, anaları, zulümle, baskıyla ve şiddetle evlerine kapatamazsınız, gözaltında kaybedilen yavrularını aramak, kaybedenlerden hesap sormaktan alıkoyamazsınız. Nereden mi biliyorum? 170. Hafta ile 200. Hafta arasında, yani tam 30 hafta boyunca, kapatılan alana ulaşmak için her türlü baskıya göğüs gerdiler, çünkü oradaydım, yanlarındaydım, gördüm, bildim, hissettim, anladım, onlar bu davaya baş koymuşlar, çocuklarının yoluna adanmışlar. Bundan kuşkunuz asla olmasın, asla! Sonra bu 30 acılı, sancılı, yankılı haftanın sonunda, eylemlerine ara vermişlerdi kayıp yakınları, korktuklarından değil ha, desteğe gelen delikanlıların, genç kızların da benzer akıbete uğramalarından çekindiler. Ve bir süre geçti ve onlar, kendileriyle özdeşleşen alanlarına geri döndüler. Özetle; biz bunları yaşadık, malum iktidar partisi, daha ortada yoktu, derin devletin icraatları, tam gaz devam ediyordu. Şimdi bambaşka sonuçlar mı olacak sandınız? Kazanan yine haklılık ve meşruiyet olacak, şüphemiz yok! Çünkü analar bu yoldan dönerlerse, gelecek kuşaklar, kayıp evlatları unutacak, belki de yeni evlatlar kaybolacak. Buna müsaade etmeyecekler, buna izin vermeyecekler.

İşte geçen Cumartesi, İstiklal Caddesi’nde bangır bangır Ahmet Kaya’nın “Beni Bul Anne!” şarkısının bir başka versiyonu çalarken, resmi kıyafetli, hafif şişman, boylu poslu, külhanbeyi gibi kasılarak yürüyen çevik kuvvet amiri, peşindeki polis memurlarına, açık ve kapalı alandaki her insanı hedef göstererek, “sık, sıkkkkk, sıkınnnnnnn” diye emirler yağdırıyordu. Sonra o talimat verdikçe, gaz deneyinin mağdurlarına dönüştük, çay içerken de sıktılar, su içerken de, yürürken de, otururken de, elde karanfil gezerken de, ayaklara sıkınca, tabanlar yandıkça yandı, akşamında sağ gözümün altı davul gibi şişti, neyse sağlık olsun! Bu yazı sırasında, Taksim ve çevresini, güvenlik kordonuna alınmaya başlamıştı çoktan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun söylemi, gidişatı açık etmişti zaten, ne diyelim, zorlu yolu seçtiler, anaları ve onların büyük azmini hesaba katmayarak, elbette…

 

Fotoğraf: Vedat Arık

Elini veren, kolunu kaptırır

 

 

 

Alper Turgut 

 

Marmaris Hisarönü’nün hayli dışında kalan, bir güzel orman kulübesinde, gerinerek uyanınca, biz zavallı kentlilerin, neden kafayı sıyırdığını da çözmüş oldum. Sessizliğin tam ortasında, şehrin kendine has kuru gürültüsünün, ömür adına, büyük bir harcanmışlık ve ne denli boşa giden bir zahmet olduğu apaçık! Evet, buradan köye dönelim, sağlıklı bir hayat yaşayalım, hatta komün kuralım, ortamlara akalım diyerek, klişenin dibine vurmayacağım, korkmayın. Kentlerimizi değiştirmek, dönüştürmek, iyiye çevirmek varken, tersine göç hali, her şeyi yine bozacak, belli değil mi? Çünkü birçok arkadaşım, ya yurtdışına, ya da kent dışına doğru kaçıyor, pardon hızla uzaklaşıyor. Herkesin dayanma gücü farklıdır, haksız da değiller hani…

Haydi, birlikte sesli düşünelim, koca Adana Film Festivali geldi geçti, seçki de gayet iyiydi, güzel filmler izledik, yalan yok! Peki, konuşulan ne oldu, Altın Koza ödülleri mi? Hayır! Semih Kaplanoğlu ve Meltem Cumbul’un, el sıkışmama hadisesi, her şeyin üstüne çıktı, ortam, sabırlı ve tutkun sinemaseverlere değil, linç kültürünü harlayan, başımızın belası trollere kaldı. Kabalıktan girildi, nefret suçundan çıkıldı, sana bir daha iş verilmeyecek tehdidi başlangıç noktasıydı, sonrasında edilmedik küfür ve hakaret kalmadı. Hatta ve hatta Adana Uluslararası Film Festivali’ne örgütlü bir şekilde yüklendiler, biricik amaçları, sinema adına bir etkinlik kalmamasıydı, tüm memlekette. Ödül törenleri, en büyük çekincesiydi egemen gücün, cılız dahi olsa, muhalif bir sese, tahammülleri yoktu çünkü. Eee Kültür Bakanlığı bizim, belediyeler bizim, her şey bizim, bizim cici paramızla, bizi mi kınayacaksınız? Hem bol bol AVM yaptık, içerisine de son teknoloji ve konforlu sinema salonları doldurduk, neyiniz eksik, bre nankörler? Yurdumuzda, içerik, derinlik hep savsaklanmıştı, lakin artık ambalaj dışında bir şey kalmadı, yapay çiçek gibi, sadece şekil, ne koku, ne büyüme, ne de yaşam belirtisi…

İktidara ve onun yandaşlarına, elini veren, resmen kolunu kaptırır. Şüpheniz mi var? Sorarım, sinemasını, erk hizmetine veren, büyük yönetmen olabilir mi? Tarih, nice yetenekli yönetmenin, iktidar hırsıyla, silindiğine, yitip gittiğine şahittir. Yahu muhalif olmayan, özgün, farklı ve zorlu olanın peşine nasıl düşebilir? El sıkma, sıkmama meselesinde, asla değilim ha, çoğunuza ergence gelebilir, yersiz gelebilir, anlamsız gelebilir, tuhaf gelebilir. Ancak sonrasında gelen saçma sapan karalama kampanyasına, hayata sokulmaya çabalanan bir insanı, diri diri gömme uygulamasına karşı çıkmayacaksak, hepimizde sorun var demektir. Bize yaşam alanı bırakmayan, en ufak bir tepkimizde, üstümüze çullanan bu zalim arsızlık, bardağımızı çoktan taşırdı, bırakın dolmasını…

Hah! Ödül törenlerindeki, minik protestolar, kısa sürede unutulur gider, kalıcı olan sinemadır, gelecek kuşaklara da taşınacak olan odur, sistemi sorgulayan, ölümsüz filmler çekmek gerekiyor, bize kesinlikle yine ve yeniden Yılmaz Güneyler şart! Bağımsız sinema deyip, devletten alacağın kredinin, belediyelerden alacağın ödül paralarının peşine düşmek, ezik bir komiklik değilse, harbiden nedir? Al sana İran sineması, onlar, baskının, zorun, sansürün çemberini kıra kıra, bin bir zahmet ve emekle evrensel sinemaya ulaştılar, yerele takılı filan kalmadılar. Biz, birbirinin benzeri, kusura bakmayın ama uyduruk projelerle, yok kasabalının sıkılmışlığı, yok kentlinin yalnızlığı, yok taşranın depresif hali, yok şehrin karmaşıklığı, çarpıklığı diye diye, yüz yaşını aşan sinemamızı, krize soktuk bile… Hani emek, hani sınıflar, hani isyan, hani kolektif bilinç, varsa yoksa yenilgiler, yılgınlıklar, dibe vurmuşluklar. Emeklemeye korkan, sürünmeyi matah bir şey sanır, bu zihniyet mi, ayağa kalkacak, ardından zıplaya hoplaya koşacak, yahu insanı güldürmeyin!

Öyle filmler çekeceksiniz ki, ödül töreninde konuşma yapmaya bile ihtiyacınız olmayacak, sizin adınıza, eseriniz konuşacak, yapıtınız bas bas bağıracak, sisteme dair güçlü ve çarpıcı eleştiri budur diyerek… İktidarın gölgesinde serinleyen, semiren, kendini onun hizmetine veren sinemacı, sadece ve sadece bir propaganda aracıdır, işe yaradığı süre boyunca, madde ve manevi, tüm desteği alacaktır, sonra da son kullanma tarihi geçecek ve hop unutulmuşlara dair çöp sepetine… Yallah!

Son olarak, muhalif olanlara seslenmek istiyorum, arkadaşlar, biz, zulme uğrayanların, hakkı yenenlerin, kıymeti bilinmeyenlerin yanında dururuz, destek ve dayanma gücü oluruz. Vicdanımız, bilincimiz, ezenden yana değil, ezilenden taraftır. Emrah Serbes örneğinde, çoğunuz sınıfta kaldı, bilesiniz! Geçmişte şunu yaptı, yok şuradaydı, yok buradaydı, eeee, ne yapalım? Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Kendine ilerici diyen, geçmişini asla unutmaz, onu reddetmez, ancak hep ileriye doğru adımını atar, gericiden en önemli farkı da budur. Kendi adıma, savunacaklarım, söyledikleri ve yaşadıkları aynı olan, sözüyle, özüyle, düşüncesiyle savrulmayan insanlardır. Senaryosu yazılmış pişmanlıklara karnım tok, bu da böyle bilinsin. Bizler, bu uzun yürüyüşte, nice insan kaybettik, nicesini kazandık, herkes, muhalifliğin, görev değil, yaşama gerekçemiz olduğunu anlamalı, bunda ısrarlı ve ısrarcı olmalı. Meseleye dair, düşüncem ve görüşüm budur.

Evet, ormandaki kulübeyi terk edip, İstanbul’a dönme vakti de geldi, zaten bedenim burada, kafam hep orada, çünkü ikisini aynı anda taşıyabileceğimiz o güzelim günler gelmedi henüz. Öyle ya da böyle, bozuk düzen varken, dostlarımız acı çekerken, işlerinden olurken, çok sevdikleri memleketlerini terk etmeye başlamışken, cezaevlerinde hapsedilmişken, iyi olmak için nedenimiz de yok, hani Şah İsmail’in dediği gibi; “Bir derdim var, bin dermana değişmem!”

Cehennem sineması…

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Çoğu insanın pek sevemediği 2015’in son günlerinde, sinema siteleri, benden yılın en iyi filmleri listesi yapmamı istediler. Aslında bu gelenekselleşen bir şeydi, her sene, yılın enleri yayınlanırdı. Ancak ilk kez bu yıl zorlandığımı hissettim, son çeyrek yüzyılın rekoru olan ve tam 134 yerli işi filmin çekildiği 2015’te, beşlik filmlik bir listeyi, resmen güçbela oluşturabildim. Filmleri listelemek, hiç okumayacağın kitapları, dergileri, izlemeyeceğin DVD’leri istiflemek gibi bir şeye benzese dahi, belki hiçbirini seyretmeyenler, izlemek için gaza gelirler tipi, hayli ezik bir düşünceyi de aklıma getirmiyor değil. Sarmaşık, Abluka, eee… Sonrası yok, listeye girenlerin bile eksiği, gediği var, düşünün gerisini, ötesini berisini…

 

Peki, yıl boyunca sinema salonlarını dolduran 60 milyon insan, gişelere kaç lira bıraktı, yaklaşık 670 milyon lira. İşte buna, 170 milyon liralık büfeleri, reklamları da ekle… Üstüne de 134 film için harcanan 280 milyonu kat, hop 1,1 milyar liralık bir piyasa… Çok büyük bir rakam gibi göründü değil mi gözünüze, o vakit, sadece Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor’un, daha şimdiden, bizim tüm sinema işlerinden,  dört buçuk kat daha fazla gelir getirdiğini, hiç hesap etmeyin. Tek Star Wars değil, 2015’te dört büyük bütçeli film (Minyonlar, Yenilmezler: Ultron Çağı, Hızlı ve Öfkeli 7, Jurassic World) daha, bir milyar dolar barajını geçti. Sinema, özellikle Hollywood’a kazanç sağlamayı sürdürüyor, tam gaz. Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış, biz, gişeci ecnebi dünyasını bırakıp, kendimize dönelim yine, aslında bu bir hasılat ve büyüme rekoru, sinemalarımız, AVM eğlence paketine dâhil olduğundan beri, yani son 10 yılda izleyici sayısı iki kart arttı.  Çeşitlilik de bol, eskisi gibi yelpaze kapalı değil, 400 küsur film, beyazperdeyle buluştu. Çin ve Rusya’nın ardından en fazla büyüme gösteren pazar, bizimki. Yaklaşık 100 bin insan, sinemanın ya tam içinde, ya dolaylı bir şekilde de olsa bağlantı içerisinde… Şimdi nüfusumuz 80 milyona dayandı ve biz, tüm bir yıl boyunca, 60 milyon kişi sinemaya gittiği için sevinecek miyiz? Fransa’nın nüfusu bizden az, ancak sinemayı dolduranların sayısı, bizim yaklaşık dört katımız, meramım anlaşılmıştır umarım. Senenin en çok izlenen filmi Düğün Dernek 2, aynı tarihlerde vizyona giren, 2015’in en iyi yerlisi Sarmaşık ise, salon bulmakta zorlandı demekten de artık yoruldum. Anlamsızlık çoğalırken, anlatımın da pek faydası yok, haliyle…

 

Yerli filmler dip yapıyor da, yabancı yapımlar, zirveye mi tırmanıyor, ne gezer, on filmlik memleket dışı seyirlik seçerken de kara kara düşündüm. Eskiden, çok uzak bir geçmişte değil hani, sinema salonundan, mutlu ayrılırdım, sinemanın büyüsüne teşekkür ederdim, heyecanlanmak güzel ve iyi bir şeydi. Şimdilerde çoğu filmden robot gibi çıkıyorum, işte tek tük mutluluk, sonra uzak ara hissizlik. Ezber bozan yapıtların sayısı azaldı, benzer projelerin sayısı ise arttı. İşte budur diyemedikten sonra, ömürden giden 90, 110 ve 120 dakikalara da yanıyor insan, hiç şüphesiz.

 

Efendim, biz yine yurdumuza dönelim, harbiden olay, hikâye ve yaşanmışlık manyağı olan, tarihinden, coğrafyasına, doğal platoya eş düşen güzelim yerlerinden, canım doğasına dek, sinema için resmen biçilmiş bir kaftan diyebileceğimiz memleketimizde, ağzınızı büzü büze, ama öykü bitti ya derseniz, sizi sopayla kovalamak icap eder, kanımca. Ağır mevzular gerekçesiyle, suya sabuna dokunmaktan cayıp, hafif  meselelerin peşine düştükçe sinemamız, sansür ağıtına sarılmak da ikiyüzlülükten öteye gitmez. Dert ettiğiniz şey, hiçbir şeye derman olmayacaksa, amacınız nedir, halklarımızın yaraları var, sarılmayı bekleyen, ezilenlerimizin öyküleri var, anlatılmak istenen, bedel ödemiş insanlarımızın, isyanı var, çoğalması gereken, oysa sizler, ne yapıyorsunuz, cin filmi, absürt komedi, romantik şeysi dışında… Hem ne korkutuyor, ne güldürüyor, ne de sevi hasletine, seviye atlatıyorsunuz, debelendikçe, dibe batıyorsunuz, o kadar. Başkalarının başarısızlığıyla mutlu olanların çokluğu, imecenin de, kolektif bilincin de içine ediyor, affedersiniz. Sinemanın pek meşhur ekip ruhunu, kişisel egolara kurban ediyoruz, yana yakıla.

 

Çöl ikliminde ne yetişir, çölde ne boy verir, elbette kaktüs, işte onun dikenleri batsa dahi, acıtsa dahi, aynı kararlılıkla, yanlışın ve haksızlığın peşine düşmek, hem zihinsel, hem de işlevsel problemlerimiz var demektir. Sinema yolculuğumuz diye girizgâh yapıyor bazı sinemacılar, ne yolculuğu kardeşim, kendi fikrini törpülemişsin, düşlerini hapsetmişsin, gelecek yerine, günü kurtarma peşine düşmüşsün, sonra yolculuk, bırak zaten hedefi bir kenara, yok öyle bir yol, çıkmaz sokak orası, sonra tıpış tıpış geri adım. Susmayı, marifet sayan, sessiz toplum istemiyoruz der ya, işte o hesap.

 

Geçen gün televizyonda seyrettim, MuÅŸ Alparslan Üniversitesi Rektörü Nihat İnanç, “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar!’ dedi. Neeee film mi gösteriyorlar, öğrenciler, üniversitede film izliyor yani, rezalete gel, skandala bak! GeldiÄŸimiz nokta, bir filmi suç saymak aslında. Adını tam koyun iÅŸte, kontrolsüz sinema, sinema deÄŸildir deyin. GerçeÄŸi söylemek gerekirse, tek misal bu deÄŸil, kadınsız festival yapalım, böylelikle karşı cinsler arasında yakınlaÅŸma da olmaz diyeni de duydum, sinema tehlikelidir, bir bıçak gibidir, ekmek de kesersin, insan da diyeni de… Cesaret, ne istediÄŸini, kim ne derse desin, tam söylemek ve sözlerinin peÅŸine düşmek deÄŸil midir? Öyleyse söyleyin, bizler, salt kendi yaÅŸadığımız hayata benzer filmler istiyoruz, herkesin yaÅŸadığı hayatları kabul etmiyoruz ki, filmlerini onaylayalım. Tek tip sinema olsun, hiç kimsenin kötü alışkanlıkları olmasın, seviÅŸmesinler, öpüşmesinler, küfür etmesinler, sarhoÅŸ olmasınlar, kumar oynamasınlar, hepsi rolünü sırtlasın, yapacağı ÅŸeyi de, böyle uluorta beyazperdede deÄŸil, gizli gizli karanlık arka odalarda yapsın, kötü örnek olmayalım, ciciÅŸ, tatlış ve minnoÅŸ olalım. Vahayı, palmiyeyi, deveyi es geçmiÅŸ, çölde sadece kaktüs yetiÅŸir demiÅŸtik de, kaktüse, büyük ayıp etmiÅŸiz, insan denen canlıdan, çok daha dik duruyor çünkü.

Sorular ve yanıtlar…

 

 

 

 

-2014’te en çok Recep İvedik 4 izlendi. Bunun sebebi nedir?

 

2014’te en çok Recep İvedik 4’ün izlenmesi beni şaşırtmadı, kesinlikle… Çünkü bu malumdu, yani beklenen bir sonuçtu, aksi olsaydı hayrete düşerdim. Şaşırdığım tek şey, tüm zamanların gişe rekorunu, 7 milyon 369 bin 98 seyirciyle kırmasıydı. Serinin ilk üç filmi, 3 ila 4 milyon gişe yapmıştı. Son projenin, bu denli yükseğe sıçraması hayli ilginç ve en az film kadar tuhaftı. Recep İvedik serisi, filmden ziyade, bir kolaj çalışmasıdır, skeçlerden oluşur, kaba güldürüye yaslanır. Amerikan sinemasında da örneklerini gördüğümüz salyalı, balgamlı, tükürüklü ve benzeri iğrençlik, elbette küçümseme, çokça küfür, cinsellikle ilgili çeşitli göndermeler, çirkinle, şişmanla, zayıfla, kadınla, vesaireyle alay etmek, dalga geçmek yapıtın iskeleti gibidir. Bu tür ucuz numaraların çok tuttuğu bir gerçek, senaryo derinliği, öykü bütünlüğü gibi önemli mevzuların aranmadığı da… Yani alan memnun, satan memnun. Ötesinde 2008 ve 2009 yıllarında da Recep İvedik ve Recep İvedik 2 filmleri, yılı birincilikle kapatmışlardı. Sadece serinin en az seyredilen filmi olan Recep İvedik 3, 2010’da yaklaşık 150 bin koltukluk bir farkla New York’ta 5 Minare filmine geçilmişti. Serinin tüm filmleri, 19 milyon 330 bin 19 kişiyi salonlara topladı ve yaklaşık 165 milyon liralık gelir elde edildi. Şaka gibi, ancak memleketin gerçeği bu…

 

-Artık gişede sadece komedi mi satıyor?

 

Sadece komedi değil, haliyle… Ancak uzak ara birinci, elbette… Cin odaklı korku filmlerinin de bir pazarı oluşmaya başladı, rağbet gördüğü için bu tür filmler çekilir oldu. Aşk zaten her zaman satar. Vurdulu kırdılı, ateş etmeli, kaçıp kovalamaca filmleri de, çekene ve oyuncu kadrosuna göre, gişede tutunabiliyor. Sanat filmleri ise deyim yerindeyse yerlerde, pardon gişede sürünüyor. Evet, biz komedi filmlerine dönelim, memleket sineması, 100 yaşını doldurdu, ikinci asırdan gün almaya başladı, ülke sinemasının artık yerelden, evrensele geçmesi gerektiğini düşünürken, resmen ucuz komedi filmleri furyasıyla karşılaştık. Neredeyse artık haftada iki tane yerli komedi filmi vizyona giriyor. Hatta bir filmin yapımcısı ve dağıtımcısı güçlüyse, diğer film, gösterimde sorunlar yaşıyor, gişede batıyor. Gişe odaklı çok film çekilmesi, sinemaya bir şey kazandırmıyor, sinema salonlarına kazandırıyor. AVM çılgınlığı yaşayan bir ülkede, sinema da, doğal olarak tüketim ve eğlence paketine dahil ediliyor. Çoğu harbiden vasat olan bu komedi denemelerinin uzun bir süre daha beyazperdeye taşınacağı mutlak. Umarım, 1990’lardaki gibi bir krize girilmez, sonunda seyirci bunalıp, sinemayı terk etmez. Ancak 2013’ten 2014’e, yaklaşık 11 milyonluk rekor bir seyirci artışının yaşandığı ve 61 milyon 248 bin 838 biletle, tüm zamanların izleyici rekorunun kırıldığı Türkiye’de, şu an için komediden kaçmak imkansız gibi bir şey.

 

-Aslında bir sinema eleştirmeni olarak bu sonuç seni şaşırttı mı?

 

Şöyle bir algı vardır; bir film eleştirmeni, bir yapıtı beğendiyse ondan uzak dur, sevmediyse o yapım güzeldir ve gidilmelidir. Belki doğruluk payı vardır. Ancak ben sadece Avrupa filmlerini seven, festival filmlerine bayılan, az diyaloglu, uzun plan çekimlerle, fotoğrafa abanan denemeleri göklere çıkartan eleştirmenlerden değilim. Bağımsız sinemaya da, dünyanın tüm ülkelerinin sinemasına da (özellikle Uzak Doğu’nun kalburüstü filmlerine) ve iyi kotarılmış gişe filmlerine de saygım ve sevgim var. Hatta sanattan kopmayan, gişeye de yakın duran filmlerin daha çok çekilmesinden yanayım. Teknoloji coştu, efekt gelişti, üç boyutlu filmler çoğaldı. Salt teknik ve gerçeklik değil, sinema bir rüyadır, büyüdür, ruhtur ve her şeyden önemlisi senaryodur. Memleket sinemasında, senaryo en büyük zaafımız. Karakterlerden ziyade tiplemelerle, kısa film öyküsünü, uzun metraja çevirme gayretiyle, komik olmayan şeyi gülünç diye yutturma çabasıyla, tek tük örnekler dışında yerelden çıkmak, şu şartlarda mümkün görünmüyor. Hah! Neden bu kadar seyirci çekiyor Recep İvedik serisi? Çünkü insanlarımız yorgun, mutsuz, üzgün, çatışmaya ve kamplaşmaya dayalı siyasi iklimde, gülmeye ihtiyaç duyuyorlar. Recep İvedik, tam onların istediği bir anti-kahraman, zengin değil, ancak bankaya haddini bildiriyor, fakir ama işadamını tokatlıyor. Yeşilçam filmlerinde yakaladıkları, işte bunlar bizden biri yakınlığını, Recep İvedik’te de yaşıyorlar. Bu etkileşimi, filmin galasında da görmüştüm. Aynı ben diyordu bir adam, yan koltukta oturan diğer adamı dürterek, sonra birlikte gülüştüler. Mesele özetle budur.

Kasımda festival başkadır

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Festival gibisin katılmak istiyorum diye bir şarkı varmış, harbi harbi şaka sanmıştım, valla doğruymuş. Akredite olmak gerekiyor mu, bakın orasını bilmiyorum, üstümde Star Wars tişörtüm ve yırtık olmayan eşofman altım var, haliyle reddedilmek mümkün. Çünkü tişörtlü ve yırtık pantolonlu katılmak yasaklanmış Antalya Film Festivali’ne, vay, vay, vay, filmin ederi, filmin gideri, filmin değeri değil de, kılık kıyafet mi belirliyor artık, sinemaya dair şeyleri… Bizim derneğin (SİYAD) ödül töreninde, yapıtlar değil, Nuri Bilge Ceylan’ın, tatlış hırkası konuşulmuştu, uzun uzun, oysa o gün deliler gibi soğuktu İstanbul, kar yağıyordu, dönüş yolunda köprüyü nasıl geçtik, hala hatırımda. Sinemadan çok kırmızı halıya, filmden ziyade kravata, papyona, takım elbiseye değer veren, elitist, çok bilmiş, hayli gıcık ve oldukça uyuz bir cenah var, maksat gösteriş olsun, gündem polemik ile dolsun diye çıldırıyorlar resmen, bu yüzden altınlı takılar hoşlarına gidiyor, Altın Ayı, Altın Aslan, Altın Palmiye, ye kürküm ye… Misal Altın Portakal da vardı, artık yok, demek soyamayacağız, baş ucumuza koyamayacağız, duma duma dum. Soyunmak derken, Venüs heykeli gibi zaten memleket, kararıyor, sararıyor, yine kararıyor, açılıyor, saçılıyor, kapanıyor, kendi kendine takılıyor işte. Hah! Yıllar önce bu heykellerden biri yakılmıştı, müstehcen diye, günaha davet ediyor diye, “Vurun Kahpeye” diye…

• • •

Eee diyorsunuz sanırım, konuyu festivallere bağlayacağım, bu sebeple böyle garip bir giriş yaptım. Kasım’da festival başkadır diye bir akım başlamış olsa gerek, çünkü Malatya, Mardin, Edirne, Antalya, Gezici uzun metraj, İzmir ve Çanakkale kısa film festivalleri, on birinci aya dadanmışlar resmen. İtirazım yok kesinlikle, hatta az bile… Keşke 81 vilayette film festivalleri olsa, etkinlikler, tüm yıla yayılsa.

• • •

“Toplumda çok olumlu imajla algılanan başörtülü bayanlar” (bayan ne birader, bayan ne, kadın o, kadın) mevzusu, gündemi hayli meşgul ederken, sinema üzerine konuşmak, beyhude bir çaba olsa da, yine de insan, umut ediyor, düşlüyor işte, güzel, eşit ve film tadında bir memleketi.

• • •

Bu filmde niye argo kullandınız, küfür niye var, seyircinin biricik klişesi oldu artık, arkadaşım, gündelik hayatı, lordlar kamarasında mı sürdürüyorsun, kibarlıktan ve nezaketten kırılıyor musun, hani varsa öyle bir dalga, biz niye bihaberiz? Güzelim şair Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok! Durup ince şeyleri anlamaya” demiş, kalın, kapkalın yaşıyoruz, sonra hayatın yansıması olan filmleri sorguluyoruz, oh be, ne ala ülke. Sevişme olmasın, öpüşme olmasın, sigara olmasın, içki olmasın, küfür olmasın, robotlar firarda filmi çekelim dilerseniz, yasak budalası olmak, sinemanın kaderi olmasın. Sansür, peliküle gelip yerleşmesin. Bir senarist, oto-sansür ile başlamasın herhangi bir projeye, bir yönetmen, kırmızı çizgilere, kendini ve eserini kurban etmesin, bir oyuncu, bu kampın aktörü, şu kampın aktrisi diye yaftalanmasın; sinema dediğin, parti reklam filmi değildir, mevzu derindir, çok derindir, felsefedir, protestodur, gerçektir, büyüdür, yani hemen her şeydir.

• • •

Malatya Film Festivali’nden yeni döndük, film seçkisi, sertti, sanat sineması adına, başarılı işleri, toplamışlardı listeye… Lakin halkımız, henüz hazır değil, bu deneye, bunu gördük, anladık. Katılım çoğalsın diye, satılan ucuz biletler, hatta bol keseden dağıtılan davetiyeler yüzünden, aileler, çocuklar, dahası bebekler bile doluştu salonlara, peki, sonra ne oldu? Kaçıştılar elbette, hop salonlar boşaldı, ben, sen, bizim oğlan, bizim kız kaldı yine, festival filmiyle sınanmak, kolay değil, yani zor, çok zor… Recep İvedik ve cin filmleri serileri dışında, ekstra deneyimi olmayan, AVM sevdalısı seyirciyi, uzun plan sekanslar ve durağan projelerle hipnoz etmeye çabalarsan, onlar da kirişi kırar, anında uzarlar. Arthouse ile gişe filmi arasında kalan filmler lazım bize, ikisinin de iyi yönlerini bünyesinde barındıran, kaliteli, ucuza kaçmayan, insanları, sinemadan soğutmayan, TV ekranına mecbur bırakmayan yapıtlar, tekrar sevgiyi yeşertebilir, tıpkı yazlık sinema günlerindeki gibi… Aksi halde, debelenip dururuz, azınlık, ödüller alır, kendini kutsar, kendi kendini alkışlar, çoğunluk da, aman ne haliniz varsa görün der ve kakara kikiriye devam eder, tam gaz.

 

Şimdi sanat filmlerine, ticari kaygısı olmayan yapımlar diyoruz, para pulda gözüm yok diyen film mi olur, sinema en pahalı sanat dalı, cepten mi gidecek, evi mi ipotek ettireceksin, kültür işleri aşkına, batacak mısın, yok, öyle bir dünya, festivallere, katılma sebebin, alacağın para ödülü değil mi? Bakanlık’tan, Avrupa’dan yardım istemek, manevi destek aramak olmasa gerek, gelsin çil çil mangırlar, ortaya çıksın sipariş yapımlar. Dürüstlük ve samimiyet, gerçekten çok önemli, günümüzde, pek bir şey ifade etmiyor olsa dahi. Sinemacılar, bölünmüş durumda, bir kısmı, festival kınıyor, bir kısmı, filmini yarıştırıyor. Memleket, kamplara ayrılmışken, sinemacılar birleşebilir mi, sanmam. Herkes aidiyetlerine ve kendi tribünlerine göre hareket ederken, yüz yaşını aşan sinemamız, dünyada ekol olabilir mi? Olmaz efendim, olamaz. Tek tük filmlerimiz ödüller alır, onun dışında sinemamız, evrenselde değil, yerelde kalır. İşte bizim büyük çaresizliğimiz budur, sinema bir ekip işidir, lakin ekip ruhu, sizlere ömür.

 

Benim anlamadığım ve bir türlü kavrayamadığım şey, örneğin İsveç, sinema tarihi boyunca bir marka olmuşken, Türkiye’nin, ucuz komedilerle ve korkutmaktan çok güldürmeye yarayan işlerle, kendini eylemesi. Derdimiz ve meselemiz mi yok, ülkeyi sarsan olaylarımız mı yok, anlatacak öykülerimiz mi yok, klişeye yaslanarak, öykünerek, kopyalayarak, ne yapmaya çalışıyoruz, harbiden neyin peşindeyiz? Niye İsveç dedim, çünkü İsveç’te neredeyse olay yok, trafik kazası yapan biri, ulusal gazetede, alay konusu olabiliyor, düşünsenize, muhabirler sıkıntıdan patlıyordur, dış haberler olmasa, neredeyse gazete çıkmayacak, resmen kara mizah. Biz ise gündemi yakalayamıyoruz, her an her şey değişiyor, tarihimiz, hep alengirli şeylerle dolu, eee sonuç? Sıfır, elde var sıfır. Küçük hesapları olanın, büyük yapımları olamaz, ne yazık ki.

‘Bugün de ölmedim anne!’

Alper TURGUT

 

İş kazası değil, iş cinayeti diyorduk, artık mevzu cinayeti de geçti, resmen işçi katliamına dönüştü. Emekçileri katletme konusunda, Avrupa birincisi, dünya üçüncüsüyüz (El Salvador ve Mısır’ın ardından) ve Yeni Türkiye’nin gidişatı, ‘dünya şampiyonluğuna’ doğru, bu besbelli… Uyduruyorsun diyen olur, örnek verelim, geçen sene 1235 işçi hayatından oldu, bu yılın ilk sekiz ayında, kıyım eşiği geçildi ve 1270 cana ulaştı. Evet, milenyumdan bu yana, 15 binden fazla işçi can verdi, elbette resmi makamlara göre, gerçek bilanço, çok daha vahim, çok daha acı olabilir, mümkündür. Soma’da gördük, çiftçiler, köylüler, maden işçisi olmak mecburiyetinde kaldık diye veryansın ediyordu. Beton manyaklığımız, AVM çılgınlığımız ve gökdelen takıntımız yüzünden, esnaf ve tüccar toplumundan, zorla vasıfsız işçiler yarattık, sonra fıtrat dedik, şehit dedik, işin doğası dedik, suçlu işçidir dedik. İşçi sınıfının güçlü olduğu ülkelerde, neden bu kazalar olmuyor diye sormadık, maden, inşaat, tarım ve taşımacılık, can kırımlarında birbirleriyle yarışırken müdahale edemedik, ölümlerin, çoğunlukla taşeronlara ve sigortasız çalışanlara denk gelmesini sorgulamadık.

 

Son yıllarda artan rezidans sevdası, yüksekten düşerek can veren işçilerin sayısının artmasına sebep oldu, asansör faciası, tek örneğimiz değil, her gün dört işçi, yaşamını yitiriyor bu memlekette, altı işçi de çalışamaz hale geliyor, sakat kalıyor. Kadere yıkılan suçlar, kara yazının, alınyazısının biriken borçları ve hep aynı nakarat; kahpe felek… Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Türkiye’de bir milyon 630 bin işyeri var, her gün denetleyebilmek için iki milyon müfettişimin olması gerek diyor. Özetle 23 milyon çalışanın olduğu bu ülkede, patronları küstürmemek için sürekli manevra yapılıyor, cama verilen önem, cana asla verilmiyor. Çok fazla tepki oluşursa, göstermelik cezalar gelir, belki para cezası olur bu, belki de kısa bir hapislik, sonra bir başka katliama dek, sorunlar, sorumlular hep unutulur, tanrım, bu ne acımasız bir klişedir. Hem nasılsa yoksullar iş için sırada bekleşiyor, bir fakir ölür, diğer bir fakir onun yerini alır, mantık bu, ötesi, berisi yok. Kapitalizm, az olan değerlidir, çok ise değersizdir gözüyle bakar her şeye… Daha da açarsak; elmas değerlidir, altın değerlidir, patron değerlidir, işçi değersizdir…   İş güvenliğine ne gerek var, sendika da neymiş, hem toplu sözleşme, patronun cebine göz dikmek demek zaten, örgütlenme mi, aman diyelim, anarşik faaliyetler onlar…

 

Grevi de sorun etmeyin, nasıl olsa bakanlar kurulu erteler, gerekçe de malumdur; “milli güvenliği ve genel sağlığı bozmak”, önerge filan veriliyor, yaşam odası isteniyor, oysa ne lüzum var, tabutlar çok daha ucuz, ha yemekten böcek mi çıktı, hadi canım, yoksa suşi mi bekliyordunuz, sus ve zıkkımlan, sana verilenle yetin, ses çıkartma, ortamı germe, boyun eğ, unutma, patron ne derse o olur. Evet, tüm bunlar, asri zamanların köle-sahip ilişkisidir, sistem, ücretli köleler istiyor, azınlık sefa sürerken, çoğunluk sürünsün istiyor. Harbiden 12 yıl önce, yaşam mimarı, görgüsüzlük anıtı Ali Ağaoğlu’nu veya diğerlerini tanıyanınız var mıydı? Tüm ihaleyi mevcut iktidara kakalamak da olmaz, çünkü her iktidar, kendi zenginlerini yaratıyor, yurdumuzda… Yakınlarını ihya edenler ülkesi burası, emeğe değil, yemeğe değer verenlerin ülkesi… Yani Tezer’in Özlü sözüyle; “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi…”

 

Tersanelerden, madenlere, fabrikalardan yollara, her alan, can pazarıdır. Göçükler, enkazlar, yangınlar, korkunç ölümler, kan gölleri, delik deşik bedenler, kavrulmuş vücutlar, ezilmiş uzuvlar, kaç tane böylesi iç acıtan, yürek sızlatan vakayı takip ettim geçmişte, inanın sayamadım. Vicdan, bazılarında bırak cüzdanı, fincandan bile daha değersiz imiş, onu gördüm, acılarla dalga geçenleri gördüm, umursamayanları gördüm, yaka silkenlerini gördüm, ölenlere kızanları gördüm. İnsanın düşkünlüğünü, içinden taşan pisliğini, irinini, tüm acımasızlığını, kar hırsını ve salt paraya tapışını da gördüm. Kıssadan hisse; lüks konutlara, akıllı binalara talep arttıkça, patronlar daha çok kazanacak, işçiler daha çok can verecek. Birileri artık, lan kardeşim, hiç 40. katta oturulur mu, beton yığınına kendini hapsetmek demek bu demedikçe, hani bu ‘kazalar’, patronların da başına gelmedikçe, sorumlulara ağır cezalar verilmedikçe, böyle gelmiş, böyle de gidecek, ne yazık ki…

 

Olay yerinde, yakınlarını yitirenlerin feryadı kadar üzen, ezen ve sersemleten şey, geride kalan işçilerin, arkadaşlarının ölümüne dahi isyan edemeyen halleri ve hüzünlü gözleridir, bilseniz ne yakıcı ve yıkıcıdır. Eşini ve çocuklarını mı düşünür, hiçbir şey olmamış gibi, tekrar vardiyaya koşturmak zorunda kalmasına mı üzülür, normalleştirmenin, klasikleştirmenin bir parçası olmasına mı kahreder, gerçekten bilemedim. Belki de genç bir işçi, yorgun, umutsuz ve bezgin inşaat dönüşlerinde, evinin kapısını çalıyordur ve açıldığında; “Bugün de ölmedim anne!” diyordur, kim bilir?

 

14 Eylül 2014 / Evrensel