Etiket arşivi: antalya

Biricik derdimiz kayıtsızlık

 

 

 

Alper Turgut

 

Nihayet “Çirkin Kral Efsanesi” adlı belgeseli seyredebildim, yapım, iki saat iki dakika boyunca, memleket sinemasının ezber bozan en bildik insanı Yılmaz Güney’i anlatmaya çabalıyordu. Belgeseli yöneten Hüseyin Tabak, Aşık Veysel’in pek güzel, pek meşhur halk türküsünün dizesi “Güzelliğin On Par’ Etmez” adını verdiği kurmaca uzun metraj filmiyle, 2012’de Antalya’dan altı, Ankara Film Festivali’nden de iki ödülle dönmüştü.

Hüseyin Tabak, kendine film yapma aşkını aşılayan, unutulmaz yapıtlarıyla sinema yolculuğuna hazırlayan, büyük bir hayranı olduğu adamın peşine düşmüş. Bizim yurt dâhilindeki yönetmenlerimiz, her ne kadar Yılmaz ekolünden geldiklerini savunsalar da, sorgulama, anlama, ortaya koyma mevzusundan bihaber olsalar gerek, bu hayli gerekli iş, gurbetçi bir rejisöre kalmış.

Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’i, hem kendi hocası Michael Haneke’ye, hem de Costa-Gavras’a sormuÅŸ, onların yanıtları, nasıl bir büyük bir sinemacıya sahipmiÅŸ bu kadim coÄŸrafya, anlamamıza yetiyor aslında… Åžimdi 47 senelik ömrünün, 12 yılını cezaevinde, üç yılını da sürgünde geçiren bir insanın, 104 filmde baÅŸrol oynayıp, 24 film yönetmesinin, dahası 50 filmin senaryosunu yazıp, altı filmin de senaryosuna yardım etmesinin, aslında normal koÅŸullarda, mantıklı bir izahı yok. Bu büyük bir gayret, büyük bir güç, büyük bir emek, büyük bir adanmışlık iÅŸte, bir dava adamına dair, tastamam…

Şekilden öteye geçemeyen, önce vitrin deyip, içerikle pek ilgilenmeyen sinemamız adına, ne önemli bir kayıptır. Yakışıklı jönler döneminde, çirkin bir adamın başrolü üstlenmesi, insanlara yapay değil, sahici gelmesi, kendilerinden biri gibi gören halk tarafından sahiplenilmesi de değil tüm mesele… Adı gibi Yılmaz kişiliğinin, onu var eden devrimci bilincinin, kimselerin dokunmak istemediği alanlara, kamerasını çevirmesinin, gayet farkındayız. Ve onun arayışındayız hala, halkının dertlerini dert edecek, acı gerçeklerimizin peşine düşecek sinemanın ve sinemacıların…

Hah! Haneke demiÅŸken; onun sevdiÄŸim bir sözü var; “SoÄŸukluk… Bize en çok sorun yaratan ÅŸey iÅŸte bu! Kendimize ve baÅŸkalarına karşı esnekliÄŸimizi yitirmemize neden olan bu kayıtsızlık! Bütün filmlerim bu temayı ele alıyor.” Evet, bu kayıtsızlık ikliminde, paylaÅŸmaktan muaf, imeceden azade, birlik ve beraberlikten fersah fersah uzak olan bu gündelik hayatta, aradığımız çözüm, sıcaklıkta, belki de… Uzun lafın kısası; Bedel ödemekten çekinmeyenler azaldıkça, soÄŸukluk artıyor, ne acıdır.

Memlekette, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle, birlikte, ne çok dedektif yaşıyormuş, öğrenmiş olduk. Herkes, her şeyin uzmanıysa, biz neden bu haldeyiz, bu vasatlık çemberinde, resmen debelenip duruyoruz, belli değil! Eskiden futbol ve gündelik siyaset ahkâm kesme alanıydı, şimdi hepimiz istisnasız bilirkişiyiz. Sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre sarmasıyla, çalışmadan uzmanlaşan, çabalamadan ustalaşan, yanılsa da inatlaşan insanlar, bu işlere harbiden emek ve gönül vermiş, dişiyle, tırnağıyla kazımış olanların, arada kalmasına, seslerini duyuramamasına, nihayetinde bıkmalarına sebep oluyorlar, üstelik.

Kitap okumayan, incelemeyen, araştırmayan ve soruşturmayanların sayesinde, hayli zamandır, duyar kasmak denen illetle de haşır neşir olduk, cımbızla seçiyor ve direkt üstüne yürüyorlar. Nefret kusuyor, kavga çıkartıyor, sürekli saçmalıyor, yargılıyor ve hüküm veriyorlar. Misal, Yılmaz Güney’in sert mizacı, Müslüm Gürses’in eşiyle ilişkileri, hop masaya yatırılıyor. Bu insanlar neler yaşadılar, bugünün algısıyla dün yargılanır mı, tüm üretimlerini, sırf birileri uygun bulmuyor diye, çöpe atmak neyin nesidir? Tonla soru sorulabilir, lakin yanıtlar, onları mutlu etmeyecektir, çünkü yaşayanlar kadar, ölenlerle de hesaplaşmaları bitmeyecek, asla tükenmeyecektir. Kendileri ise adeta melektirler, hayatları boyunca hiç hata yapmamış, hiç savrulmamış, hep çiçek gibi kalmışlardır. Ben bu tiplerden harbiden bıktım, umarım herkes bir gün bıkar ve bulaşmaya meyilli elemanlar, salt kendileriyle uğraşır dururlar.

Ha! Buradan, eleştirilmesin mi hiçbir şey gibi, bir çıkarımda bulunanlar olabilir, bakın her şey eleştirilebilir, uygun yolla, düzgün bir üslupla, hakaret ve küfür etmeden, yapıcılığı esas alan, yıkıcılıktan uzan duran bir anlayışla, elbette.

Göklere çıkarmanın da, yerin dibine sokmanın da, aynı kapıya çıkacağını bilenler için değil benim sözlerim, sevgisini abartan, nefretini kabartanlar, üstlerine alabilirler, çünkü onların artık, bir adım ilerisinin, trolleşmek olduğunu kavramaları gerek! Kendi adıma, iktidarın gölgesinde serpilenlerle, her koşulda bedel ödeyenleri nasıl bir kefeye koyamazsam, hak arayanlarla, hak gasp edenleri nasıl bir tutamazsam, bildiğini anlatanla, bilmediğini savunanı da denkleştiremem, haliyle.

Yine sürüklendik, bambaşka mecralara… Dağıtmayacak, tane tane Yılmaz Güney. Müslüm Gürses anlatacaktım oysa. Durun! Aklıma gelmişken söyleyeyim; Yahu, Ahmet Kaya filmi de çekse ya birileri, bakın, önümüzdeki ay, Bohemian Rhapsody girecek gösterime, efsane müzisyen Freddie Mercury tekrar canlanacak. İnsanlar, değer verdiklerini, unutamadıklarını, vazgeçmediklerini, beyazperdede görmek istiyor. Özlüyoruz gözüm, duygularımızı ayaklandıran sözleri, sesleri, gerçekten özlüyoruz.

Güzel şeyler yazmak, güzel şeyler konuşmak istiyorum, Ara Güler’in yakın tarihimizi belleğimize kazıyan, siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp, dalıp gitmek, eski güzel İstanbul’da nasıl yaşanırdı gibi saf hayaller kurmak istiyorum, sonra muktedire dair sözleri geliyor aklıma, ardından bedel ödeyen liselileri, işinden ekmeğinden edilenleri, cezaevlerine doldurulan nicelerini düşünüyorum. Of çekiyorum, kocaman ve derinden gelen bir of! Hani 90 yılın, upuzun bir ömrün finali keşke böyle olmasaydı diyorum; “Olmasaydı sonumuz böyle…”

Sen denetleme mümkünse…

 

 

 

Alper Turgut

 

İktidarın, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) aracılığıyla, internet üzerinden yapılan yayınlara denetim getirmesi, uygulanabilirlik konusunda bariz muğlaklık içerse de, biricik gayenin sansür olduğu apaçık. Erk mekanizmasının işine gelmeyen, haliyle televizyonlarda da gösterilemeyen siyasi, insani, hayati içeriklerin, internet aracılığıyla yayılmasını istemiyorlar, görüntülerin görünür olma ihtimali dahi, tatlı rüyalarını kaçırıyor besbelli.

 

Gazeteci arkadaşımız Ergün Demir’in, evladına pantolon alamadığı için intihar ettiği söylenen babanın ardından yaptığı haberden sonra gözaltına alınması, mevcut vahametin tescili değilse, harbiden nedir? Haber filan istemiyorlar arkadaş, sadece övülsünler, alkışlansınlar, yere göğe sığdırılamasınlar, sürekli pohpohlansınlar, yegâne arzuları bu, haber değil, PR çalışması yapılsın, gazetecilik değil, halkla ilişkiler ve reklam mevzusu alıp başını yürüsün, işte o kadar. Yani televizyon kanallarının hali ortada, internet platformlarını da aynı şekilde, sıkılmış limona benzetecekler.

25 Uluslararası Adana Film Festivali’nde yazıyorum bu yazıyı, aynı gün içerisinde, hem son derece lüks gece kulübünde, su gibi para akıtarak, dünya yansa umurumda değil modunda eğlenen insanları da gördüm, hem de sokak arasındaki çöp konteynırının yanı başında, bulduğu karpuz ve kavun kabuklarını temizleyerek kemiren adamı da…

Doğduğum güzelim kentte, turist pozisyonunda da olsam hayli zamandır, bu büyük değişimi fark etmemi engellemiyor.

İşte bu çöplükte bulduğuyla beslenen, başkalarının artığıyla hayata tutunmaya çalışan çaresiz insanı, televizyonlardaki haber bültenlerinde görmeniz mümkün değil artık! Kaldı mı geriye internet, hah! Mesele tastamam budur, memlekette kriz mriz yok, her şey çiçek, kelebek, herkes memnun, gayet mesut!

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin eylemine gittim, polisler, devletin verdiği sürekli sarı basın kartını göstermeme karşın, inat ettiler ve içeri sokmadılar, ne yaptım, ne ettim, barikatı aşmama engel oldular. Polislere, yahu aranızda yetkili bir kimse yok mu dedim, hop gidip komiserlerini çağırdılar. Komiser, kartımı dikkatle inceledi, GBT’ye bakacaksan, o işi metrobüste çözdük dedim, anlamsızca yüzüme baktı, sonra burada haber falan yok diye geçiştirmeye çabaladı. Diretince, bu kez takip edilmesi yasak dedi, haydaaa OHAL bile kalktı, neyin yasağıymış bu diye sordum. Ben bilmem müdürüm bilir dedi. Eee müdür nerede, barikatın öteki tarafında, oraya nasıl gideceğim, yanıt; tısssss! Aynasızlar, çeyrek asır önce, sarı basın kartım olmadığı için engel oluyorlardı, şimdi olması da fark etmiyor. Hemen her şey yenileniyor ve gelişiyor, zaman inadına ilerliyor, lakin mevzu en temel haklar olunca, yakıcı gerçeğimizin özeti; bas geri!

Adana Film Festivali demişken, son yıllarda attığı deparla, memleketimizin en gözde, en önemli ve değerli film festivaline dönüştüğünü vurgulamak isterim. Hele hele bu sene, yurdumuz adına bir ilki yaratmışlar, resmen dijital devrim yapmışlar, cep telefonuna uygulamayı indiriyorsun, filmini ve koltuğunu seçiyorsun, işlem tamam. Ulusal uzun metraj kurmaca için tam 42 film başvurmuş, ön jüri aralarından 15 finalist yapımı belirlemiş. Elbette iyi film sayısı az, vasatlar çoğunlukta, bu festivalin derdi değil. Sorun, memleketimizin sinemasında, muhalefetin durumuna benzeşiyor haliyle, bir türlü üretemiyor, üzerindeki ölü toprağını atamıyor, silkelenip ayağa kalkamıyor. Ne yazık ki… Hal böyleyken, ne etsin sayın halkımız, işte birçok sinemasever, ister istemez yabancı filmlere meylediyor, haksız da değiller hani.

Evet, Adana iyi ve doğru bir yol tutturmuş, peki, Türkiye’nin en eski film festivali olan Antalya ne durumda? Bakın, 55 yıl, dile kolay, Yeşilçam’ın kalesi, sinemamızın vitrini olan Antalya’nın, kısaları, belgeselleri, ardından da ulusal uzun metraj kurmaca yarışmasını kaldırması, gerçekten kimsenin umurunda değil mi? Bir de bu yıl, sanki Antalya’yı, Adana’yla birleştirmeye karar vermişler, çünkü resmen biri bitmeden daha, diğeri başlıyor. Antalya’nın sorumluları, şu gereksiz restleşmeye artık bir son verin, dev gibi kentten, minicik Cannes çıkartma çabası, hem komik, hem de dramatik çünkü. Ha aklıma gelmişken, sinemacılarımız, babaları ve güvercinleri çok seviyor sanırım, dört baba, iki güvercin filmi, yeni bir moda başlatmaz umarım. Meramımı dile getirdiğime göre, Adanaca soralım o vakit; Ayıktın mı?

Anons adlı çokça konuşulan filmi, dün gece seyrettim nihayet, bir dönem işi, 1963 yılında yaşanan ve daha sonra ayaklanma olarak adlandırılan başarısız darbe girişiminden yola çıkıyor. Tasfiye edilmiş dört subayın, İstanbul Radyoevi’ne baskın düzenleyip, anons ile halka seslenme gayretinin, gündelik hayatla karşı karşıya kalması, filmin kısa hikâyesi… Yer yer komik, bir parça absürt bir yapım ve ziyadesiyle kara mizah. Kendi adıma, eleştirilerim de olsa, filmi iyi buldum, salondan çıkarken, insanların, cunta girişimi gibi ciddi bir konunun, sulandırıldığından bahsediyorlardı. Bir avuç rütbelinin, milyonlarca sivilin geleceğiyle oynama çabasına girmesi, şuursuzluğun dibidir ve bu hal, kabul buyurun absürttür. Halktan kopuk, insanlıktan uzak bu anlamsızlıklar silsilesi, çok canını yaktı bu güzelim coğrafyanın, tarife lüzum bile yok!

Eller aya, biz yaya, bizim en bildik klişelerimizdendir, bunu aşacak ne yaptık, işte meselemiz budur. Ancak tüm bunların da ötesinde, adı sanal olsa dahi, sınırların kalktığı bir dünya yaşanıyor internette, özgürlüklere düşman olanların, tüm tepkisinin, başkaca bir sebebi de haliyle namevcut! Güvenli internet istiyoruz ile başlar bu süreç, sonra sansür, oto-sansür, ceza ile devam eder. İhbarcı yurttaşların zaten hoşuna gider mevzu, burada geleneklerimize laf söylendi, şurada öpüştüler, aaa içki içtiler, neeeeee seviştiler mi, ülkemizi kötülüyor hayınlarr gibi ve benzeri coşma halleri, mekanizmayı harekete geçirmeye yeter de artar bile… Çocuk, hayvan istismarına, kadınlara yönelik tacizlere, nefret söylemine karşı çıkmak, salt devletin değil, hepimizin en asli yükümlülüğü, bu suçtur ve cezası vardır, gerekçe bu olursa ve potansiyel aranırsa, lanet fişleme devreye girer. Bakın denetleme dedik, fişlemeye kadar geldik. Sorarım, yönetenlerin amacı hakkında hala şüpheleriniz mi var?

Devletin mangırıyla, bağımsız sinema olamaz!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şerde bir hayır vardır derler ya, valla kısmen doğrudur, işte bir festival, kendince safraları (aman sahnede protesto şeysi filan olmasın kafası) atmaya çabalarken, resmen ikinci festivale yol açtı, bildiğiniz sınırları aştı, tek kente sığmaz, sığamaz oldu.

Uluslararası yarışma, Antalya’ya, ulusal yarışma da İstanbul’a kaldı, yani bizim meşhur kazan yine doğurdu, buna inanın! Bence gayet iyi oldu, iyi, üstelik alternatif yaratmanın hazzı, seçeneksiz değiliz canım be demenin tadı, haliyle bambaşkadır.

Hah! Gelelim meselenin bam teline… Yerli ve milli olacağım iddiasında olanların, ulusal film yarışmasından vazgeçmesi, yerli ve milli olmamakla suçlananların da ulusal yarışmaya sahip çıkması, bir büyük ironi değilse, harbiden nedir? Memleketimin tuhaf halleri, zaten malumunuz, haaa komiklik olsun diye yapılmıyorsa şayet, durumumuz vahimdir, vahim!

Evet, iki hafta önce Antalya’ya gideceğim ve döndükten sonra izlenimlerimi yazacağım demiştim, o halde, vakit kaybetmeden başlayalım. Öncelikle, Antalya’yı Cannes’a benzeteceğiz, ona dönüştüreceğiz iddiası, kuşkusuz bebelere balon kıvamında bir masaldır, koca koca yetişkinlerin buna inanması ise ayakları yere basmayan hayal ile absürt bir gerçeklik arasında bocalamaktır. Ziyadesiyle pimpirikli, hep başkalarına hevesli, bir türlü tutturulmayan etiketli, elbette bol bol gülme efektli…

Reçeteye gel!

Arkadaş, ABD’nin, Avrupa’daki sinema vitrinidir Cannes, yeni kıta, eski kıtaya, ünlü yünlü isimlerini ve cicili bicili filmlerini taşımak için ilk durak olarak orayı seçmiştir. Sen ise memleketimizin en eski film festivali, Yeşilçam’ın eski kalesi, yerli yapımların hamisisin, varlık ve yaşama sebebin bambaşka, güzelliğin, özelliğin, önemin ve değerin, kırmızı halıdan, yarı-meşhur kaprisinden ve ben yaptım oldu zihniyetinden çok daha büyük, asla unutma, yabancıyı tanıtmak değil, yerliyi geliştirmek, iteklemek, yürütmek senin biricik görevin… Cannes dediğin, el kadar kasaba yahu, sen güneyin incisi, kadim dağlara yaslanmış kocaman bir kentsin, bırak da, o sana benzesin, değil mi ama?

Antalya’dan Altın Portakal adını aldınız, kısa filmi aldınız, belgeseli aldınız, uzun metraj kurmacayı aldınız, geriye salt uluslararası yarışmayı bıraktınız; peki, yerli işi yapımlara para veriyoruz, onlar da bizi ödül töreninde kınıyor diye, birkaç cılız ses çıktı diye, tüm bunlara değdi mi? Onca emek, onca çalışan insan, onca para, onca reklam… Ve bunca bedel karşısında, ortaya çıkan bu sıkıntılı, tartışmalı ve halktan kopuk sonuç, sizce de yazık değil mi? Gerçek kesin ve net, hiç kuşkusuz, film forum ve etkinlikler, harbi harbi film festivalinin önüne geçmiş, film sayısı da azalmış, film seçkisiyse, bırakın katmanı, derinliği, cezbetmekten dahi muaf olmuş. Gelen çaptan düşmüş yabancı ünlüler de, memleket sinemasından bihaber ha, biri deri tasarımında uzmanlaşmak istiyormuş, diğeri iki uçak kaçırıp, üçüncüde yetişebilmiş, herkes bir âlem yani, ben burada ne arıyorum yahu demiyorlarsa şayet, söyleyecekleri şey besbelli; geçiyorduk, uğradık! Hımmm bundan sonra çağıracaklarınıza, bari Türkiye’ye ve sinemamıza dair okuma yaptırın, yine ve yeniden ahaliye eğlence çıkar, aksi takdirde.

Gelecek sene, ulusal film yarışması, tekrar Antalya ile bütünleşebilir, niye mi? Sadece film direktörlerine, koordinatörlerine kalmıyor ki ihale, belediye başkanları da, hoppppppp değişiveriyor, hatta sabit koltuk sahibinin iması bile yeterli oluyor, canım memlekette. Özetle; önümüzdeki yıl, kim öle, kim kala?

Lak lak bittiyse eğer, ben asıl mevzuma odaklanayım, Antalya’nın bana güzelim hediyesi, “Dürüst Bir Adam” (Lerd) filmi oldu. İranlı yönetmen Muhammed Resulof, bedel ödemeyi, yeniden göze alarak, çarpık sistemi, tokatlamış resmen. Zaten kesinlikle ödün vermeyen, zalimlere kamerasıyla hücum eden, baskılara boyun eğmeyen bir sinemacı, bizim en büyük hasretimiz değil mi? Niye hala ve ısrarla bir, iki, üç, daha fazla Yılmaz Güney diyoruz, tam da bu yüzden işte. Düşünün hele, ağır baskıcı bir ülkede yaşıyorsunuz, sansür, ceza, sürgün, alıkoyma, hapislik o biçim, ama susmak bir yana, kadrajınızı konuşturuyor, isyanınızı peliküle döküyorsunuz, çünkü siz, sinema tutkusuyla ve özgürlük aşkıyla yanıyorsunuz ve hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir ceza, size engel olamıyor, doğru bildiğiniz yoldan, asla ama asla vazgeçiremiyor. İşte siz, dürüst bir insansınız, sahici, düzgün ve samimi…

Bize, memleketimize ve biricik yerküremize, düzgün adamlar ve kadınlar lazım, yapmacıksız ve tereddütsüz. Aman devlet bana para versin, ben de muhalif yönetmen olayım, devletten kredi alayım, bağımsız film yaptım diye hava atayım ezik zihniyeti nerede, filmi yüzünden yargılanan, hapis cezası alan, pasaportuna el konulan, uslanmak bir yana, ilk fırsatta yine bildiğini okuyan ve zulümle mücadelesine kaldığı yerden devam eden berrak, aydınlık ve özgün bilinç nerede? Neden İran sineması, yerelden evrensele ulaştı, neden biz bir ekol, bir okul olamadık, şifresi burada canlar, devletin artığıyla beslenen ve devlet aygıtına kafa tutan ayırımında… Öyle ya da böyle, ezber bozmak, herkesin haddi ve harcı değil!

Muhammed Resulof, Dürüst Bir Adam ile 54. Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı, pardon alamadı, çünkü pasaportuna el konulduğu için, çıkışına izin verilmedi, tıpkı Cafer Penahi ve diğerleri gibi, o da bedel ödüyor ve onların varlığı, benzer koşullar altında olan bizlere de umut veriyor. Filmi seyrederken, kendi memleketimden çok şey buldum, yok artık dedirtecek kadar, yalan, dolan, talan, işte ne ararsan, sonra Antalya’da kendine muhalif diyen sinemacılar gördüm, acı acı güldüm, o esnada İstanbul’da olan ve bir küçücük protestoyla bağımsız kaldıklarını sananlara da elbette… Dost acı söyler; İranlı meslektaşlarınızın seviyesine ulaşmak için, sizin daha 40 fırın ekmek yemeniz gerek!

Yaşasın koltuklar savaşı!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Memleketin suni gündemleri, harbiden hepimizi oyalıyor, misal işte belediye başkanları, emre uyup istifa edecek mi, yoksa varlık sebebine karşı direnecek mi, gibi… Ben bu yazıya oturmuşken, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, istifa edecek misiniz sorusu üzerine; “Benim öyle bir şeyim yok. Görevimiz belli, işimiz belli. İşimize devam ediyoruz. Bursa’ya geri dönüyorum. İnşallah görev devam edecek. Görevimizin başındayız” dedi. Başbakan Binali Yıldırım da anında araya girdi; “Arkadaşlarımız gereğini yapacaktır. Buna inanıyorum” diyerek… Ben, kendi adıma, Bursa’nın belediye reisini, gelenekselleşmekte olan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’ni, aman açılışta içki filan içer bunlar diyerek, resmen bitiren insan olarak görüyorum. Bursa’daki genç arkadaşlar, arada yazıyorlar bana, dertlerini döküyorlar; “Abi, şehrimizde kültür ve sanatı çoktan geçtik, sosyalleşeceğimiz ortam kalmadı koca kentte, yemyeşil dedik, bildiğin kup kurak çöl oldu.”

 

Evet, yeni kuşakların sevmediği bir adam, seçimde, illa koltuğunu kaybedecekti, yani sizler, Reyiz’in, kendi getirdiği elemanlarla sorunu filan olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? Sen Recep, ben Recep, iki Recep olamaz da dememiştir, büyük ihtimalle… Anketlere bakıyorlar, hemen her hafta ve görünen köy, kılavuz istemiyor, tepetaklak düşüyor, koltuk sevdasında olanlar, hırslarıyla kentleri yaşanmaz kılanlar… Şüpheniz olmasın ha, mevcut oylar, cepte sanılan oylar bile eriyor, hızla. Melih gider, Recep gider, o gelir, bu gelir, şu gelir ile nihai çözüme ulaşılır mı, keşke bambaşka bir halkımız olsaydı, o vakit kesinlikle hayır derdim, şimdi ise muğlak, elbette muhalifler çalışmazsa, çabalamazsa şayet, bize dair, her zaman ki tarife yani… Tam 23 senedir koltuğa çakılı kalan Melih Gökçek denince aklıma, bir “kırık fişkiye”, bir tuhaf dinozor, bir de ergen işi tweetler geliyorsa, hatayı kendinde arayacak, belediyecilikte ustalaşmak yerine, neden troll olmayı seçtim diye kendine sorarak.

 

Bonzai tehdidi, gençliğin başında bir kara bulut gibi dolaşırken, kâfi gelmemiş olsa gerek, şimdi de Flakka adlı, kullananı yürüyen ölülere, nam-ı diğer zombiye çeviren yeni bir musibet yaratmışlar. Hadi laboratuvar kurup, insanlık suçu işleyelim, saldırganlık, vahşilik, yamyamlık hedefiyle, tehlikeli ve tuhaf bir meret üretelim diyenler varken bu dünyada, hep birlikte magazine gömülmemiz, tüm gerçekleri görmezden gelmemiz, saçma sapan şeylerle ömrümüzden yememiz, nereye gidiyoruz lan biz dedirtmiyorsa eğer, harbi harbi başımız büyük belada demektir. Şimdi bu sonuca nasıl ulaştın diye sual etseniz, yanıtım şu olacaktır; son senelerde, kamplaşma denen illet şeyin etkisiyle, hepimiz boşluktayız, öfkeli ve gerginiz, kimimizin umudu yok, kimimiz bekleme odasına hapsolmuş gibiyiz, bizi kemiriyor bu süreç, nedeni de belli aslında, bireysellik ve örgütsüzlük, algımızla oynanmasına izin vermemize yol açıyor, kolay gaza geliyor, olumsuzluk adına ne varsa, biriktikçe birikiyor. Yani Flakka veya Bonzai denen şeylere gerek yok, kendi kendimize deliriyoruz zaten.

Neyse… Baştan söyleyeceğim şeyi, uzattıkça uzattım, konuma döneyim. Belki biliyorsunuz, bu sayfada, geçtiğimiz sene; “Kraliçe çıplak ya da “Portakal”, hoşça kal!” diye bir yazı kaleme almıştım. “Evet, geldik bu seneye, yani 53. Antalya Film Festivali’ne, pardon 3. Elif Dağdeviren Film Festivali’ne… Bu arada ‘Altın Portakal’, sizlere ömür, adını çıkarttılar, altın sarısı heykeli karartılar, memeleri kapattılar” diye devam ediyordu. Hayat işte… Bu üç sene zarfında, Antalya’dan Elif Dağdeviren gitti, kısa film gitti, belgesel gitti, eee şimdi uzun metraj yarışması da gitti. Şimdi gel festivale dediler, 54. Antalya Uluslararası Film Festivali’ni yerinde gör, elbette biliyorum, neredeyse her sinemacı, protesto ediyor şu an festivali… Umarım, belediye işi, parti işi festival kafası, bir gün aşılır, festivaller, tüm kentin ve memleketin olur.

 

Ancak ben sinemacı değilim, içeriden biri değilim, olursam eğer, ilk size söylerim. Film eleştiren, sinema üzerine bik bikleyen bir gazeteciyim, her şeyi yerinde görüp, notlarımı alıp, Antalyalılarla konuşup, yaşananları yazmak ve ardından paylaşmak isterim. Yoksa haliyle, gönlümüz İstanbul’da yapılacak alternatif festivalde, seçeneklerin olması, şıkların çoğalması, iyidir iyi… Haaaaa bu üç yıllık kesintisiz mücadelemde, yanımda olmayanlar, zevkle ve keyifle oraya koşanlar, şimdi hadleriymiş gibi, sakın beni kınamasınlar, peşin peşin söyleyeyim. Ve orada göreceğim, sinemacılar, muhalif geçinen sinemacılar geldi mi, gelmedi mi, sektör ne durumda, Antalya, hedefledikleri gibi Cannes olmuş mu, yoksa yüz yaşını açan sinemamız, dibe doğru yolculuğunu sürdürüyor mu? Elimi korkak alıştırmam, sıkıntı yok, rahat olun!

 

Hayattan şunu öğrendim, politik doğruculuk adına, sürekli yanlışlar yapılması, hataya düşülmesi, resmen kabul görüyor. Herkes aidiyet adı altında, gerçeği bükmeye didiniyor, samimiyet ve dürüstlük, bu kadim topraklarda hor görülüyor, ziyadesiyle… Çıtkırıldım hezeyanlar, kimlik siyaseti, tatlı su söylemleri, g.te, g.t diyememe hali, pek matah bir şey de değil hani, robot muyuz biz gardaşım, şayet hakkını veremeyeceksek, güzelim dile ve kalem tutan ele, ayıp etmez miyiz?

 

Hah! Reyiz, biz demokratlar demiş geçen gün, emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında ne yapacağız diye sormuş. Sonra da devam etmiş; “Maalesef dünyada adalet yok. Haklı olanın güçlü olduğu değil, güçlü olanın haklı olduğu bir dünya. Böyle bir dünyayı kabullenmek mümkün değil. Ben böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum. Böyle bir dünyada yaşamak bize bir zul!” Çok yakında, biz sekülerler, biz sosyalistler, biz anarşistler, biz komünistler derse, hani şaşırmamak gerek. Misal sadece benim koltuğum değerlidir, önemlidir, kalıcıdır, otoyollar benim, köprüler benim, metrolar benim, şehirleriniz benim, hatta tüm memleket benim, size koltuğu ben verdim, tamam, halk sizi seçmiş olabilir, lakin salt benim dediğim olur, koltuğu geri vereceksiniz demek, zaten demokratlığın gereğidir, değil mi?

Åžehre film milm gelmez oldu

 

 

 

Alper Turgut

 

Kaç gündür kent kent, festival festival geziyorum, siyasi iklimimiz hüsran olsa da, memlekete bahar geldi ya, Ankara, Malatya, Antalya, sinema aşkına çıktım yola… İşte efendim, bir hafta içerisinde, Ankara’da karlı kışı, Antalya’da da sımsıcak yazı gördüm. Garibim bavulumda, bot, eldiven, atkı ve bere, tişörtler ve kısa kollu gömleklerle sarmaş dolaş oldu. Bu karmaşaya valizim isyan etse de, benim keyfim gayet yerinde, her bölgesinde farklı bir iklim yaşadığımız ülkede, bu güzellikleri doya doya yaşayabilseydik keşke. Ama nerede? Bizi birleştirmesi, ilerletmesi, yükseltmesi gereken festivallerde dahi, harbiden ayrı düştüğümüze, bariz gerilediğimize tanık oldum, yalanım yok!

Erk tarafından dilimize yerleştirilen ama onlar, ama bunlar kadar acı ve gerçek! Haaa diyeceksiniz şimdi, yahu gardaşım bizi biz eden kocaman toplum gruplaşmış, sinemacılar gruplaşmış çok mu? Aman be biz yerelde takılalım, kendi çamurumuzda debelenip duralım, sinemanın evrensel bir sanat olduğunu savsaklayalım derseniz, haliyle lafım olmaz. Seküler alanlar, muhafazakârlar tarafından ele geçiriliyor kafasında da değilim ha, nasıl ilki yanlışsa, ikincisi de o kadar yanlış. Birbirlerine serpilme hakkı vermeyen, ötekileştiren, örseleyen her zihniyete karşıyım, affederseniz biri b.k ise diğeri k.ka… Memleketteki bu tuhaf tekel meselesi, kabul buyurun, tamamen paraya, çıkara, maddiyata dair. Güçlenen, zayıfın cebindeki son mangıra da gözünü dikiyor, o kadar.

Tüm enerjisini, kondisyonunu, gücünü, evet veya hayır üzerinden şekillenen, eşit koşulları geçtim, şaibeli bir yere sürüklenen referanduma veren insanlarımızın, oyyy oyyy yandık, kavrulduk, kül olduk, kahrolduk, dünyanın sonu geldi muhabbetine katılmak da, pek mümkün değil! Mevcut hal, bu daha başlangıç, mücadeleye devam şiarıyla çelişiyor her şeyden önce, silkelenmenin, bilinçlenmenin, yine ve yeniden muhalefete yüklenmenin vaktidir. Seçimden seçime, sandıktan sandığa aklına örgütlenmek gelen bir muhalefet anlayışının sorgulanma zamanı daha gelmedi mi? Anketler gösteriyor işte, gençler, ihtiyarlar gibi asla düşünmüyor ve eğitim arttıkça, kırsaldan kente yürüdükçe, bilinçli bireyler de çoğalıyor. Bizlere düşen, gençlere yönelmek, özellikle bozkırda yoğunlaşmış dipdinç delikanlı ve genç kızlara el uzatmak, yanlarında olmak, yardımlarına koşmak olmalı. Ve her şeyden önemlisi, hedeflerini gizleyen, şaibeli cemaat ve tarikatlara onları kaptırmamak, yalnız kalmayacaklarını hatırlamak olsa gerek.

Bizlerin, en büyük düşmanı da lanet önyargılarımızdır, aksini düşünen yoktur umarım. Sosyal medyada veya gündelik hayatta, farkı düşünce ve görüşlerden olduğumuz gerekçesiyle, daha doğrusu böylesi bir izlenimi, gerçek sanmak şaşkınlık ve şuursuzluğuyla, kendimizi onlara kapattığımız, uzak durduğumuz kesindir, bu peşin hüküm halden anlamazlık değilse nedir? İktidarın yancısı olduğunu sandığım, çok ses ve renklilik için sayfamda tuttuğum bazı gençlerin, kitap ve film önerisi istemesi, ardından birkaç kelam ve kısacık sohbetten sonra, aslında dünyaya, hayata ve güzelim yurdumuza, benzer gözlerle baktığımızı kavramış olmam, benim saflığım ve şapşallığımdır. Kılık kıyafete göre, insan seçmiyoruz elbette, lakin benzer örnekler ve trolleşen insanlar, genellemelere sevk ediyor, karşımızda olana fren yapmamızı sağlıyor, ister istemez.

Hah! Demek ki, her şey görüldüğü gibi değildir, haliyle salt yüzeysellik bunu gerektirir, derine inmek, katmanları bilmek, insanı tanımakta ustalaşmak gerekir. Yani yaşımız ilerledikçe, hamlık hali bitmiyor, yok öyle bir dünya… Pişmek ve olmak ise ayrı merhale, her kim ben aştım, ben olayları çözdüm, hayatın anlamına takla attırdım derse, direkt hadi lan oradan deyin veya klişe tabirle; böyle bir şey olabilir mi ya? Tam tekmil, bu bir dramdır!

Belki şehre bir film gelir, mevsim değişir, Akdeniz olur demek isterdim, ancak kente iyi filmler gelmiyor, zemheri yapıtlarla, baharı da, yazı da anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zor, beni de anlayın. Bir filmi okumak, hiç bu kadar meşakkatli olmamıştı, içinde güzellikleri bulmak adına, kafa patlatıyorum resmen, yahu arkadaş, aklınıza her geleni çekmek zorunda mısınız? Ortada bir öykü bile yok, bırak yaramıza derman olacak bir anlatımı, bizleri saracak bir aktarımı, yani mevzu bu denli vahim. Senaryo tırt, oyunculuklar dökülüyor, müzik vasat, sonra abi, tekniği nasıl olmuş filmin? Yavrum, sen niye film çekiyorsun ki, reklam şeysi çek, para da kazanırsın, hem kendini, hem de bizleri yormamış olursun. Evet, şehre film milm gelmez oldu, neyse ki kedim var, çok şükür.

Dışarıda içki yasağı zımbırtısının başladığı gün, Antalya’ya geldim, baktım gençler, ellerinde biralarla, çökmüşler kaldırımlara, içkiyi, sohbete katık ediyorlar. Her yer polis, gençlere bulaşmıyorlar, lakin bakın biz buradayız, her an müdahale edebiliriz mesajını da veriyorlar. Yine geldim gençlere, çünkü enerji de onlarda, aksiyon da onlarda, tepki de onlarda, yaşlandıkça korkarken insan, gençler, daha azimli, daha korkusuz, daha atak. Hiç görmediği Antalya’daki bir tuhaf yasağı savunan insan pozisyonuna düşmeyin arkadaşlar, misal Karadeniz’desin, evinin içerisindesin, onu yasaklayın, bunu işten atın, ötekine gözaltına alın diye vicdansız ahkamlar kesiyorsun. Bırakın artık bu insanlıktan çıkmaya dair ittirme, kaktırma ve zorlamaları… Sen harbiden kim olduğunu sanıyorsun?

Albümün içine bak, kapağına değil!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

İşte bir arkadaşımın başına gelmiş, hatta arkadaşımın arkadaşı (meseleden giderek uzaklaşma çabası)… Zaten benim başıma hiçbir şey gelmez, ne varsa arkadaşlar yaşar. Bizler düz insanız, ama arkadaşlar çok karışık, karmakarışık. Utandığı, sıkıldığı, bunaldığı, hani genelin boş boş böbürlendiği, bu sebeple kendinde eksik gördüğü her ne varsa, ondan uzaklaşma, konuyu saptırma, topu başkasına atma. Bu artık bir klasik… Hele çocuklar, onlar bizim biricik yarış atlarımız, besler, hazırlar, koşturur dururuz. Kazanırsa övünç senin, kaybederse arkadaş, komşu da olur, onların ‘başarılı’ çocukları girer devreye. Sonra kendimiz gibi, affedersiniz ‘manyak’ yetiştirdiğimiz çocuktan, gelecekte ‘sayko’ çıkar. Sonra toplum niye bu halde? Elinin körü… Yahu ne anlatıyordum ben, hah! Yeni bir ‘Albüm’ çıkmış, gidin dinleyin, pardon izleyin.

 

Festivallerde çeşitli ödüller kazanan Albüm’ü, Adana’da seyrettim. Sahnede vik vik konuşan sunuculara, hak ettikleri kısa yanıtları verdiği için tarafımdan en önce ‘ukala’ olarak nitelenen, lakin zaman geçince iyi yapmış genç adam dediğim Mehmet Can Mertoğlu, bu ilk filmi, hem yazmış, hem de yönetmiş. Romanya ‘Yeni Dalga’sından öykünmüş gibi, sürekli birileri laflar ediyor, ya bırakın şimdi dalga geçmeyi, eskiyi, yeniyi, mavraya gelin, insanımıza hislerinizi anlatın filme dair, bir avuç çokbilmişin hı hı diyerek kafa sallayacağı iliştirmeleri, itelemeleri terk edin. Albümün kapağına bakmayın, içine bakın, tereciye tere satmayın.

 

Antalya’da yaşayan pek takıntılı memur çiftimiz, çocukları olmayınca erkek evlatlık peşine düşer, seneler geçer, nihayet muratlarına ererler. Gümbürtü sonra başlar, kaçma, dönüşme, geçmişi gömme… Ardından olaylar, olaylar… Memleket insanlarının çevirdiği geyikler, aile halleri, ötekileştirme belası ve yalanlar, yalanlar. Çevredeki insanları geç, evlatlığa, bak sen bizim ‘öz’ çocuğumuzsun demeyi, fotoğraflarla kanırtma, -yanlış oldu- kanıtlama çılgınlığı… Akılda kalıcı açılış sekansıyla birlikte film, seyirciyi içine alıyor, öyküsüne katıyor, şüphesiz. Lakin finale doğru, enerji düşüyor, neyse olur öyle, ilk denemede. Şimdi ne yalan söyleyeyim, hayatımı Antalya’dan, Kayseri’ye taşısam, benim de enerjim, yerlerde sürünür. Sıcaklık biter, her şey üşür. Her neyse… Diyalogların kimi komik, hayli gerçekçi ve iyi yazılmış. Gündelik hayatlarımızın klişelerini ağızlardan dökerek, kâh güldürüp, kâh düşündürerek, amacına hâsıl oluyor. Nice fecaat yapımın arasından, eksik ve gedikleriyle de olsa, ışıl ışıl parlıyor, hakkını yemeyelim.

 

Başrolleri sırtlayan Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç, rollerinin hakkını ziyadesiyle veriyorlar. Onlara destek atan yan karakterlerin bir kısmı da cuk oturmuş filme, eee daha ne olsun? Memlekette memuriyet, gerçeklikten kopalı çok oluyor, hele günümüzde harbi fantastik. Büyülü gerçekçilik olsa, amenna, bu artık tam tekmil bir delilik… Yapıtın, esinlenme, hiciv, kara mizah, bu üçgende hiç olmazsa, edecek kelamı var. İnandırıcılık ekseni kaysa da salla, yüzeysellik memleketi burası, kandırıldık dersin. Boş ver kardeş, sen sinema yolculuğuna devam et, durma, hep anlat. Hem kendine verilmiş tek bir ömrü, başkalarına öykünerek geçirenler, seni eleştirse ne olur, özgünlük öyle kolay bir mecra değil! Sadece inci gibi dize dize geldiğin, ayrıntılarla süslediğin filmini, sona doğru, hızla paket etme, açılışa verdiğin özeni, finalinden esirgeme.

Portakal kabuÄŸundan gemiler yakmak!

 

 

 

Alper TURGUT

 

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde sansür var, tamam, başka yerde yok mu? Hayatın her alanı, aman işimi kaybederim, bari susayım, lan ekmeğimden de olurum, en iyisi konuşmayayım diyenlerin, bıktıran, bunaltan, bayıltan oto-sansür öyküleriyle dolu… Patrondan, iktidardan, düzenden dolayı suspus olanlar, hayallerini bile daraltanlar, üç maymun klişesine sarılanlar, yani otomatikman kendini sansürleyenler, bir filmdeki sansüre mi karşı çıkacaklar? Güldürmeyin insanı… Medya desen bağımlılığın ana merkezi olmuş, bankası, holdingi olan, tonla şirketi bulunan, erkle ilişki kuran, gazetelerin, TV’lerin tepesine oturmuş. Balık baştan kokar, haliyle, at da sahibine göre kişner, devamında… Dik durma beceresi ve yetisi olmayan çalışanlarla, sansür belasını yeneceksiniz ve bu pisliği, tarihin çöp sepetine göndereceksiniz, hadi canım, ucuz bir komedi filmi olur bundan, o kadar… Neden medyadan girdim, çünkü o bir sektör, sinemamızın durumu ise daha da vahim. 100 yaşına girmiş ancak kurumsallaşamamış, sektöre bile dönüşememiş sinemamızın, bağımlı ve muhtaç kalması, dar alanda kısa paslaşmalar yapmaya çalışması, korkunun esiri olması, harbiden acıklı bir hikâye, al işte sana, değişmeyen gerçeğiyle, eski ve yeni Türkiye…

 

FESTİVAL, PARA, ADAM KAYIRMA

 

Önce Kültür Bakanlığı’ndan gelen maddi destekle film çeken, ardından da festivalden alacağı parayı düşleyen bir sinemacı kuşağı… Affedersiniz de, bu arkadaşların, eli, kolu, zihni, bilinci bağlanmamış mıdır? Ötesinde daralmamış mıdır ufku, yaşam alanı, muhalif yanı? Epey bir süre önce bağımsız sinemacılar hareketi doğmuş, bir umut demiştik, aldanmışız. Festival, para, adam kayırma üçgeninde, bağımlı olanlar olmuş, haksızlığa uğradığını düşünenler, bağımsız sinemacıları bırakmış. Yol ve mücadele arkadaşlarını yitirdiğin bir süreç bu, sansür demiştik değil mi? Sanat odaklı sinemamızın, özetle festivalleri yöneten ‘uzman’ kadronun, eşitsizliğin, adaletsizliğin, çifte standardın, ötekileştirmenin, basiretsizliğin, bencilliğin, kibrin, egoların ve say say bitmeyecek türlü olumsuzlukların oyuncağına dönüşmesi, sansürün, biricik derdimiz olmadığının da göstergesidir.

 

Evet, belediyelerin festivalleri, her siyasi partiyle, bir kez daha dönüşmeye çalışan, yeni kabına sığmaya uÄŸraÅŸan festivaller… Tüm festivalleri, birbirine benzetmeye didinen ve hepsine çöreklenmeyi de bilen malum ve aynı tipler… Hem danışman olup, hem filmini yarıştıranlar… Muktedir sevdasına ve elbette çıkar pahasına, yönetmenlerin sansüre hayır metnine imza dahi atamayanlar… Bir deÄŸil, birkaç festivalin ön jürisini seçen ve artık illallah dedirten aynı kafalar… Film forumlarındaki para desteÄŸini, kendi arkadaÅŸlarına, organik iliÅŸkilerinin bulunduÄŸu insanlara sunan yapımcılar… Bitti mi? Asla! Kriz yönetiminden ve insanlarla iliÅŸki kurmaktan bihaber festival komitesi… Sonra sorumluluÄŸu üstlenmeyen, kaçak dövüşen jüriler, ardından verdikleri kararların muÄŸlaklığı süren ön jüriler… Tescilli sinema yazarı arayanlar, kendi meslektaşını veto etmeyi marifet sayanlar, eleÅŸtiriye tahammül edemeyip, tam da bu yüzden magazini baÅŸ tacı edenler… Hangisini anlatalım? Ne dert, ne mesele biter bu memlekette, “Nesini söyleyeyim canım efendim, gayrı düzen tutmaz telimiz bizim…”

 

BELGESEL, BU ÜLKEDE ÜVEY EVLAT

 

Belgesel filmler üzerinden yapılan tartışma, ulusal uzun metraj kurmaca dalında yarışanları, nedense pek ırgalamadı. Ne de olsa, belgesel, bu ülkede üvey evlat, kısa filmciler ise evin haylaz küçük oğlu, büyüklerin ciddiye aldığı yok. Sansür varsa, biz bu alanda buna karşı çıkacağız, yok ya, ne ala… Yetmez ama evet diyorsunuz, para güzel, vazgeçemedik diyorsunuz, aman aramızı bozmayalım, musluk ince de olsa aksın diyorsunuz, pardon, demiyorsunuz. Siz demedikçe bir şey, karşı taraf, enseye tokadı patlatmaz mı? Bak sen, şamar oğlanı, sinemamızı kurtaracak ha, yav he he… Televizyonun hali belli, sadece dizileri izle, her şey apaçık ortada zaten. Cinsellik yok, küfür yok, içki yok, sigara yok, o yok, bu yok, hayatta var olan şeyleri, göstermek yasak, aman çocuklar etkilenmesin. Çocukları sokağa da salamıyoruz artık, arsaya, boş alana dalamıyor, ağaçlara tırmanamıyor, küfür müfür de öğrenemiyor yavrucaklar, koruyoruz onları, doğalı geçtik, yapay nesiller yetiştiriyoruz, onların beton üstünde mutlu olduklarını sanıyoruz, çokça aldanıyoruz. Bari sinemayı, bu fanusa sokmayın, hayatın yansımadır sinema, yasaklarla, sansürle, aman muktedir kızmasın ile, filmleri, tüketici çöpü dizilere çevirmeyin, dönüştürmeyin.

 

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, sinemaya gönül veren çocukların düşüydü, sizler, portakal kabuğundan gemiler yapmıyor, aksine yapanları, yapılanları yakıyorsunuz. Kendi çocuk düşlerinize, geleceğe dair hayallerinize ihanet ediyorsunuz, yetmiyor, sinema sevdanızı arkadan hançerliyorsunuz. Bakın, isim, cisim vermedim, kişiselleştirmedim, sadece festival komitesinin şahsında büyüyen adaletsizliğe tepki koydum, ha lafımı üstene almak isteyen alır, bir silkelenir, almayan ise aynen devam eder, festivallerin üzerine ölü toprağını serper.