Etiket arşivi: altın koza

Elini veren, kolunu kaptırır

 

 

 

Alper Turgut 

 

Marmaris Hisarönü’nün hayli dışında kalan, bir güzel orman kulübesinde, gerinerek uyanınca, biz zavallı kentlilerin, neden kafayı sıyırdığını da çözmüş oldum. Sessizliğin tam ortasında, şehrin kendine has kuru gürültüsünün, ömür adına, büyük bir harcanmışlık ve ne denli boşa giden bir zahmet olduğu apaçık! Evet, buradan köye dönelim, sağlıklı bir hayat yaşayalım, hatta komün kuralım, ortamlara akalım diyerek, klişenin dibine vurmayacağım, korkmayın. Kentlerimizi değiştirmek, dönüştürmek, iyiye çevirmek varken, tersine göç hali, her şeyi yine bozacak, belli değil mi? Çünkü birçok arkadaşım, ya yurtdışına, ya da kent dışına doğru kaçıyor, pardon hızla uzaklaşıyor. Herkesin dayanma gücü farklıdır, haksız da değiller hani…

Haydi, birlikte sesli düşünelim, koca Adana Film Festivali geldi geçti, seçki de gayet iyiydi, güzel filmler izledik, yalan yok! Peki, konuşulan ne oldu, Altın Koza ödülleri mi? Hayır! Semih Kaplanoğlu ve Meltem Cumbul’un, el sıkışmama hadisesi, her şeyin üstüne çıktı, ortam, sabırlı ve tutkun sinemaseverlere değil, linç kültürünü harlayan, başımızın belası trollere kaldı. Kabalıktan girildi, nefret suçundan çıkıldı, sana bir daha iş verilmeyecek tehdidi başlangıç noktasıydı, sonrasında edilmedik küfür ve hakaret kalmadı. Hatta ve hatta Adana Uluslararası Film Festivali’ne örgütlü bir şekilde yüklendiler, biricik amaçları, sinema adına bir etkinlik kalmamasıydı, tüm memlekette. Ödül törenleri, en büyük çekincesiydi egemen gücün, cılız dahi olsa, muhalif bir sese, tahammülleri yoktu çünkü. Eee Kültür Bakanlığı bizim, belediyeler bizim, her şey bizim, bizim cici paramızla, bizi mi kınayacaksınız? Hem bol bol AVM yaptık, içerisine de son teknoloji ve konforlu sinema salonları doldurduk, neyiniz eksik, bre nankörler? Yurdumuzda, içerik, derinlik hep savsaklanmıştı, lakin artık ambalaj dışında bir şey kalmadı, yapay çiçek gibi, sadece şekil, ne koku, ne büyüme, ne de yaşam belirtisi…

İktidara ve onun yandaşlarına, elini veren, resmen kolunu kaptırır. Şüpheniz mi var? Sorarım, sinemasını, erk hizmetine veren, büyük yönetmen olabilir mi? Tarih, nice yetenekli yönetmenin, iktidar hırsıyla, silindiğine, yitip gittiğine şahittir. Yahu muhalif olmayan, özgün, farklı ve zorlu olanın peşine nasıl düşebilir? El sıkma, sıkmama meselesinde, asla değilim ha, çoğunuza ergence gelebilir, yersiz gelebilir, anlamsız gelebilir, tuhaf gelebilir. Ancak sonrasında gelen saçma sapan karalama kampanyasına, hayata sokulmaya çabalanan bir insanı, diri diri gömme uygulamasına karşı çıkmayacaksak, hepimizde sorun var demektir. Bize yaşam alanı bırakmayan, en ufak bir tepkimizde, üstümüze çullanan bu zalim arsızlık, bardağımızı çoktan taşırdı, bırakın dolmasını…

Hah! Ödül törenlerindeki, minik protestolar, kısa sürede unutulur gider, kalıcı olan sinemadır, gelecek kuşaklara da taşınacak olan odur, sistemi sorgulayan, ölümsüz filmler çekmek gerekiyor, bize kesinlikle yine ve yeniden Yılmaz Güneyler şart! Bağımsız sinema deyip, devletten alacağın kredinin, belediyelerden alacağın ödül paralarının peşine düşmek, ezik bir komiklik değilse, harbiden nedir? Al sana İran sineması, onlar, baskının, zorun, sansürün çemberini kıra kıra, bin bir zahmet ve emekle evrensel sinemaya ulaştılar, yerele takılı filan kalmadılar. Biz, birbirinin benzeri, kusura bakmayın ama uyduruk projelerle, yok kasabalının sıkılmışlığı, yok kentlinin yalnızlığı, yok taşranın depresif hali, yok şehrin karmaşıklığı, çarpıklığı diye diye, yüz yaşını aşan sinemamızı, krize soktuk bile… Hani emek, hani sınıflar, hani isyan, hani kolektif bilinç, varsa yoksa yenilgiler, yılgınlıklar, dibe vurmuşluklar. Emeklemeye korkan, sürünmeyi matah bir şey sanır, bu zihniyet mi, ayağa kalkacak, ardından zıplaya hoplaya koşacak, yahu insanı güldürmeyin!

Öyle filmler çekeceksiniz ki, ödül töreninde konuşma yapmaya bile ihtiyacınız olmayacak, sizin adınıza, eseriniz konuşacak, yapıtınız bas bas bağıracak, sisteme dair güçlü ve çarpıcı eleştiri budur diyerek… İktidarın gölgesinde serinleyen, semiren, kendini onun hizmetine veren sinemacı, sadece ve sadece bir propaganda aracıdır, işe yaradığı süre boyunca, madde ve manevi, tüm desteği alacaktır, sonra da son kullanma tarihi geçecek ve hop unutulmuşlara dair çöp sepetine… Yallah!

Son olarak, muhalif olanlara seslenmek istiyorum, arkadaşlar, biz, zulme uğrayanların, hakkı yenenlerin, kıymeti bilinmeyenlerin yanında dururuz, destek ve dayanma gücü oluruz. Vicdanımız, bilincimiz, ezenden yana değil, ezilenden taraftır. Emrah Serbes örneğinde, çoğunuz sınıfta kaldı, bilesiniz! Geçmişte şunu yaptı, yok şuradaydı, yok buradaydı, eeee, ne yapalım? Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Kendine ilerici diyen, geçmişini asla unutmaz, onu reddetmez, ancak hep ileriye doğru adımını atar, gericiden en önemli farkı da budur. Kendi adıma, savunacaklarım, söyledikleri ve yaşadıkları aynı olan, sözüyle, özüyle, düşüncesiyle savrulmayan insanlardır. Senaryosu yazılmış pişmanlıklara karnım tok, bu da böyle bilinsin. Bizler, bu uzun yürüyüşte, nice insan kaybettik, nicesini kazandık, herkes, muhalifliğin, görev değil, yaşama gerekçemiz olduğunu anlamalı, bunda ısrarlı ve ısrarcı olmalı. Meseleye dair, düşüncem ve görüşüm budur.

Evet, ormandaki kulübeyi terk edip, İstanbul’a dönme vakti de geldi, zaten bedenim burada, kafam hep orada, çünkü ikisini aynı anda taşıyabileceğimiz o güzelim günler gelmedi henüz. Öyle ya da böyle, bozuk düzen varken, dostlarımız acı çekerken, işlerinden olurken, çok sevdikleri memleketlerini terk etmeye başlamışken, cezaevlerinde hapsedilmişken, iyi olmak için nedenimiz de yok, hani Şah İsmail’in dediği gibi; “Bir derdim var, bin dermana değişmem!”

Kasımda festival başkadır

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Festival gibisin katılmak istiyorum diye bir şarkı varmış, harbi harbi şaka sanmıştım, valla doğruymuş. Akredite olmak gerekiyor mu, bakın orasını bilmiyorum, üstümde Star Wars tişörtüm ve yırtık olmayan eşofman altım var, haliyle reddedilmek mümkün. Çünkü tişörtlü ve yırtık pantolonlu katılmak yasaklanmış Antalya Film Festivali’ne, vay, vay, vay, filmin ederi, filmin gideri, filmin değeri değil de, kılık kıyafet mi belirliyor artık, sinemaya dair şeyleri… Bizim derneğin (SİYAD) ödül töreninde, yapıtlar değil, Nuri Bilge Ceylan’ın, tatlış hırkası konuşulmuştu, uzun uzun, oysa o gün deliler gibi soğuktu İstanbul, kar yağıyordu, dönüş yolunda köprüyü nasıl geçtik, hala hatırımda. Sinemadan çok kırmızı halıya, filmden ziyade kravata, papyona, takım elbiseye değer veren, elitist, çok bilmiş, hayli gıcık ve oldukça uyuz bir cenah var, maksat gösteriş olsun, gündem polemik ile dolsun diye çıldırıyorlar resmen, bu yüzden altınlı takılar hoşlarına gidiyor, Altın Ayı, Altın Aslan, Altın Palmiye, ye kürküm ye… Misal Altın Portakal da vardı, artık yok, demek soyamayacağız, baş ucumuza koyamayacağız, duma duma dum. Soyunmak derken, Venüs heykeli gibi zaten memleket, kararıyor, sararıyor, yine kararıyor, açılıyor, saçılıyor, kapanıyor, kendi kendine takılıyor işte. Hah! Yıllar önce bu heykellerden biri yakılmıştı, müstehcen diye, günaha davet ediyor diye, “Vurun Kahpeye” diye…

• • •

Eee diyorsunuz sanırım, konuyu festivallere bağlayacağım, bu sebeple böyle garip bir giriş yaptım. Kasım’da festival başkadır diye bir akım başlamış olsa gerek, çünkü Malatya, Mardin, Edirne, Antalya, Gezici uzun metraj, İzmir ve Çanakkale kısa film festivalleri, on birinci aya dadanmışlar resmen. İtirazım yok kesinlikle, hatta az bile… Keşke 81 vilayette film festivalleri olsa, etkinlikler, tüm yıla yayılsa.

• • •

“Toplumda çok olumlu imajla algılanan başörtülü bayanlar” (bayan ne birader, bayan ne, kadın o, kadın) mevzusu, gündemi hayli meşgul ederken, sinema üzerine konuşmak, beyhude bir çaba olsa da, yine de insan, umut ediyor, düşlüyor işte, güzel, eşit ve film tadında bir memleketi.

• • •

Bu filmde niye argo kullandınız, küfür niye var, seyircinin biricik klişesi oldu artık, arkadaşım, gündelik hayatı, lordlar kamarasında mı sürdürüyorsun, kibarlıktan ve nezaketten kırılıyor musun, hani varsa öyle bir dalga, biz niye bihaberiz? Güzelim şair Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok! Durup ince şeyleri anlamaya” demiş, kalın, kapkalın yaşıyoruz, sonra hayatın yansıması olan filmleri sorguluyoruz, oh be, ne ala ülke. Sevişme olmasın, öpüşme olmasın, sigara olmasın, içki olmasın, küfür olmasın, robotlar firarda filmi çekelim dilerseniz, yasak budalası olmak, sinemanın kaderi olmasın. Sansür, peliküle gelip yerleşmesin. Bir senarist, oto-sansür ile başlamasın herhangi bir projeye, bir yönetmen, kırmızı çizgilere, kendini ve eserini kurban etmesin, bir oyuncu, bu kampın aktörü, şu kampın aktrisi diye yaftalanmasın; sinema dediğin, parti reklam filmi değildir, mevzu derindir, çok derindir, felsefedir, protestodur, gerçektir, büyüdür, yani hemen her şeydir.

• • •

Malatya Film Festivali’nden yeni döndük, film seçkisi, sertti, sanat sineması adına, başarılı işleri, toplamışlardı listeye… Lakin halkımız, henüz hazır değil, bu deneye, bunu gördük, anladık. Katılım çoğalsın diye, satılan ucuz biletler, hatta bol keseden dağıtılan davetiyeler yüzünden, aileler, çocuklar, dahası bebekler bile doluştu salonlara, peki, sonra ne oldu? Kaçıştılar elbette, hop salonlar boşaldı, ben, sen, bizim oğlan, bizim kız kaldı yine, festival filmiyle sınanmak, kolay değil, yani zor, çok zor… Recep İvedik ve cin filmleri serileri dışında, ekstra deneyimi olmayan, AVM sevdalısı seyirciyi, uzun plan sekanslar ve durağan projelerle hipnoz etmeye çabalarsan, onlar da kirişi kırar, anında uzarlar. Arthouse ile gişe filmi arasında kalan filmler lazım bize, ikisinin de iyi yönlerini bünyesinde barındıran, kaliteli, ucuza kaçmayan, insanları, sinemadan soğutmayan, TV ekranına mecbur bırakmayan yapıtlar, tekrar sevgiyi yeşertebilir, tıpkı yazlık sinema günlerindeki gibi… Aksi halde, debelenip dururuz, azınlık, ödüller alır, kendini kutsar, kendi kendini alkışlar, çoğunluk da, aman ne haliniz varsa görün der ve kakara kikiriye devam eder, tam gaz.

 

Şimdi sanat filmlerine, ticari kaygısı olmayan yapımlar diyoruz, para pulda gözüm yok diyen film mi olur, sinema en pahalı sanat dalı, cepten mi gidecek, evi mi ipotek ettireceksin, kültür işleri aşkına, batacak mısın, yok, öyle bir dünya, festivallere, katılma sebebin, alacağın para ödülü değil mi? Bakanlık’tan, Avrupa’dan yardım istemek, manevi destek aramak olmasa gerek, gelsin çil çil mangırlar, ortaya çıksın sipariş yapımlar. Dürüstlük ve samimiyet, gerçekten çok önemli, günümüzde, pek bir şey ifade etmiyor olsa dahi. Sinemacılar, bölünmüş durumda, bir kısmı, festival kınıyor, bir kısmı, filmini yarıştırıyor. Memleket, kamplara ayrılmışken, sinemacılar birleşebilir mi, sanmam. Herkes aidiyetlerine ve kendi tribünlerine göre hareket ederken, yüz yaşını aşan sinemamız, dünyada ekol olabilir mi? Olmaz efendim, olamaz. Tek tük filmlerimiz ödüller alır, onun dışında sinemamız, evrenselde değil, yerelde kalır. İşte bizim büyük çaresizliğimiz budur, sinema bir ekip işidir, lakin ekip ruhu, sizlere ömür.

 

Benim anlamadığım ve bir türlü kavrayamadığım şey, örneğin İsveç, sinema tarihi boyunca bir marka olmuşken, Türkiye’nin, ucuz komedilerle ve korkutmaktan çok güldürmeye yarayan işlerle, kendini eylemesi. Derdimiz ve meselemiz mi yok, ülkeyi sarsan olaylarımız mı yok, anlatacak öykülerimiz mi yok, klişeye yaslanarak, öykünerek, kopyalayarak, ne yapmaya çalışıyoruz, harbiden neyin peşindeyiz? Niye İsveç dedim, çünkü İsveç’te neredeyse olay yok, trafik kazası yapan biri, ulusal gazetede, alay konusu olabiliyor, düşünsenize, muhabirler sıkıntıdan patlıyordur, dış haberler olmasa, neredeyse gazete çıkmayacak, resmen kara mizah. Biz ise gündemi yakalayamıyoruz, her an her şey değişiyor, tarihimiz, hep alengirli şeylerle dolu, eee sonuç? Sıfır, elde var sıfır. Küçük hesapları olanın, büyük yapımları olamaz, ne yazık ki.

Kötü filmler çekme rehberi…

 

 

 

 

Alper TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali, benim için doÄŸduÄŸum topraklara dönmek demek, Çukurova’nın bereketini, sinemada da görmek istemek demek. Ancak 100 yaşındaki memleket sineması, yönetmenler, kötü filmler çekme konusunda kıyasıya yarışınca, umut vaat etmek yerine, ne olacak bu iÅŸin sonu diye karalar baÄŸlatıyor, beyazperdeye… Evet, giÅŸe veya festival filmi fark etmiyor, tek tük iyi yapıtların varlığı, gidiÅŸatı deÄŸiÅŸtirmiyor, deÄŸiÅŸtiremiyor. Ne yazık ki…

 

Adana’yı seviyorum, Altın Koza’yı da… GeçmiÅŸ yıllarda, memleket sinemasının altına yaptığını yazmış, bazı her ÅŸeyden memnun tiplerin, hezeyanı ile karşılaÅŸmıştım. Hatta beni Altın Koza ve Altın Portakal’a ÅŸikayet dahi etmiÅŸlerdi. Neyse festival yöneticileri daha aklıselim çıkmış, burada sinemamızdan bahsediliyor, festivallerden deÄŸil demiÅŸlerdi. Tekrar altını çizelim, festivallerin sinemamıza zararı yok, yararı çok… Tanıtım, gösterim ÅŸansı, paraysa para ve hatta sanat odaklı sinemanın biricik yaÅŸam alanı… Festivaller olmasa, salt giÅŸe odaklı filmler kalacak, hala sektöre dönüşememiÅŸ piyasada, yani 7. Sanat için El Fatiha…

 

Eleştirmenliği, PR faaliyeti sananlar, kötü işçiliği göklere çıkaranlar, olmamışlığın sırtını sıvazlayanlar, çıkar amaçlı alkışlayanlar, suçlular bunlardır.

 

Adana’ya dönelim. Vasat filmlerden fırsat bulunca kenti dolaÅŸtım. İşte kıyma kebap, ÅŸalgam, buzlu muzlu süt filan derken, şırdana, bici biciye, sıkmaya henüz fırsat olmadı. Zaten bir kısmını ara ki bulasın, ya turistik olmuÅŸ, ya ÅŸehir dışına, Tarsus yoluna kaçmış, öyle ya, Yeni Türkiye gibi Yeni Adana da var. İstanbullu ne severse onlar da seviyor, AVM’ler dolup taşıyor. Hah! Bu yarım yamalak filmleri, AVM’lerdeki salonlarda seyrediyoruz. KeÅŸke Eski Adana dediÄŸimiz yere, sinema salonları kurulsa ve yazlık sinemalar tekrar açılsa… Ve her ÅŸeyden önemlisi, insanımız, sinemayla tekrar barışsa… Haliyle iyi projelere ve güzelim filmlere ihtiyacımız var. Eksik gedik, iyi baÅŸlayan sonunu getiremeyen, dağıtan, toparlayamayan, ne anlattığı anlaşılamayan, saçmalayan yapımlara deÄŸil!

 

Az önce canımız ciğerimiz Kazım Koyuncu’yu anlatmayı deneyen Yağmur-Kıyamet Çiçeği filminden çıktım. Meseleleri istif, duyguyu istismar eden bir film idi bu, olmamıştı, Kazım’ımıza yakışmamıştı. Kanseri mi anlatacaksın, devrimci gençleri mi, aile içi çatışmayı mı, fuhuşu mu, Trabzonspor’u mu, taraftarı mı, mafyayı mı, yoksa Kazım’ı mı? İki saatte tüm bunları anlatamazsın, hiçbirinin içerisinden çıkamazsın. Sonra Beni Sen Anlat adlı bir filmi seyretmeye çabaladım, bir şey anlatamayınca, kaçarcasına uzaklaştım. Önce sen kendini güzelce anlat ki, başkalarının da seni anlatmaya mecali olsun.

 

Efendim, ÅŸimdi çok biliyorsan sen bir film yönet diyenler olacaktır. Tamam, ben de bir film çekeyim, inanın daha vasat olamaz. Hem yönetmenlik benim olayım deÄŸil der, çıkarım iÅŸin içinden…

 

21 Eylül 2014 / Evrensel

Bırak “Uzun Hikaye”yi, kısa bir öyküye bile razıydık oysa!

ALPER TURGUT

Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal’ın ardından memleket sinemasına dair iki laf edecek kıvama geldik, eh nihayet… Birkaç yıl önce sinemamızın mesele problemi var, kendine bir mevzu bulamıyor filmlerimiz diyordum, ÅŸimdi konuyu yakaladık ama bu kez de öyküleri ıskaladık. YaÅŸam kesitleri sunma, gerçekliÄŸi kanırtırken reality show moduna geçme, yavaÅŸlıkta inat etme, öykünme, esinlenme, tekrara düşme… Yaz yazabildiÄŸin kadar… ArkadaÅŸlar, öyküleri resmetme sanatı bu, belgesel deÄŸil, fotoÄŸraf deÄŸil, tiyatro deÄŸil. Sinema bu, ruhu, tutkusu, hikayesi olsun, bize baÅŸkalarının penceresini açsın, masallar anlatsın, inandırsın.

Festivalden evvel, Osman Sınav’ın son filmi “Uzun Hikaye”yi seyrettim, elbette önyargımı kuÅŸanıp gittim, “Kurtlar Vadisi” tipi aksiyona meyilli ve beni deli etme potansiyeli olan bir film bekliyordum, yanıldım. Tamam, süresi de adı gibi uzun idi, hayli karikatürize idi, hatta kestirme yoldan TV filmi veya dizisi de olurdu bu estetikten ve projeden, ancak anlatmak istediÄŸi bir öyküsü vardı, kesinlikle… İşte tam da bu yüzden, Uzun Hikaye’ye, birçok eleÅŸtirim de olmasına karşın Antalya’da ve Adana’da ödül bile verirdim, sanat adına bizi vasat, benzer ve ağır çekim iÅŸlere mahkum edenlere inat.

Tam 227 kopyayla 433 sinema salonunda gösterime giren Uzun Hikaye, bir baba-oÄŸul öyküsünden demleniyor ve ilerliyor. Çocukluk, ergenlik ve delikanlılık diyebileceÄŸimiz evrelerde resmedilen bir oÄŸul ve onu memleketin farklı yerlerine peÅŸinden sürükleyen, hep vicdanıyla hareket eden, şüphesiz haklı olanı savunan ve gerçekten idealist bir baba… Evet, bu bir baba-oÄŸul öyküsü ve annenin erken kaybı, bu ikilinin kaderini de deÄŸiÅŸtiriyor.

Filmin oyuncu kadrosu hayli geniş; Kenan İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz, Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşıray, Mustafa Alabora, Şener Kökkaya, Osman Alkaş, Melih Çardak, Cengiz Bozkurt, Ufuk Karaali, Mustafa Üstündağ, Erkan Avcı, İsmail Hakkı, Bora Koçak, Ferdi Kurtuldu, Ushan Çakır, Damla Sönmez, Taner Ölmez, Batuhan Karacakaya, Elif Atakan, Buğra Bahadırlı, Başak Kasacı, Meriç Benlioğlu, Taha Yusuf Tan, Fatima Betül Cordal.

Filmde Tuğçe Kazaz’a deÄŸil, Altan Erkekli’ye takıldım daha ziyade, Uzun Hikaye’den sonra Altın Portakal’da yarışan Tunç Okan’ın Umut Üzümleri’nde de izleyince karar verdim, sürekli kendini tekrar ediyor, sanki her filmde aynı rolü oynuyor, aynı ÅŸey Serra Yılmaz için de geçerli ya, neyse… Kenan İmirzalıoÄŸlu’nun kabadayı, bıçkın polis vs. dışında farklı bir rolü sırtlaması iyi olmuÅŸ. Biraz karikatürize bir karakter ancak olsun, bu filmi bir masal olarak gördüm ve kabul ettim, bu yüzden sorun yok.

Karısına aşık bir babanın oğlu büyür ve o da sevdaya yakalanır, zaten tarih tekerrürden ibaret değil midir?

Tarih demiÅŸken, zaman mevzusu üzerine iki film girdi bu hafta vizyona. Biri “Tetikçiler” (Looper) diÄŸeri de “BaÅŸka Bir Kadın” ((La Vie D’une Autre)… Gelecekten gelen insanları (kendi yaÅŸlı halleri dahil) öldüren tetikçileri kurgulayan ilkini seyredin derim, uyandığında hayatının15 yılını hatırlayamayan bir kadını anlatan ikinci filmi ise bol zamanınız varsa ÅŸayet, izleyebilirsiniz. Uzayda zaman mefhumu yoktur, biz insanların algısıdır zaman… Felix, uzaydan atlıyor, ben de daldan dala… Ve daha Çanakkale 1915’i yazacağım, bana müsaade.

Altın Koza’nın ardından…

ALPER TURGUT

İzmirliler kadar fanatik deÄŸilim belki ama serde var iÅŸte, Adanalıyık… İstanbul’dan, doÄŸduÄŸum bereketli topraklara her gidiÅŸimde, herbiri sinema karesi kadar güzel ve unutulmaz olan çocukluk anılarım canlanır. Sinema ve Altın Koza, herkes için deÄŸerli, benim için çok daha deÄŸerli, ötesi yok. HemÅŸerilerim iyi de ağırlıyorlar bizleri, sıcak kanlıdır insanlarımız, ben biraz soÄŸuk nevaleyim o baÅŸka… Bak ya, yine günlüğe dönüşüyor yazı… Tamam, toparlıyorum. Altın Koza, maddi ve manevi destek atıyor memleket sinemasına, sorun festivalde deÄŸil zaten, jürilik müessesesinde… Geçen yıl, sinemamız sıçtı demiÅŸtim, bazı arkadaÅŸlar, festivallere yamamaya çalışmışlardı sözlerimi, aÄŸzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor, yazarken haydi haydi görürüz. Sinema da yetmiyor, polemik sanatı aşıklarına, neyse…

Sonuçta; bir Adana Altın Koza Film Festivali daha bitti ve ben yine ödül mödül almadım, alamadım. Hımmm… Ödün de vermedim ama… Ne anlatıyor ÅŸimdi bu eleman diyorsunuzdur, haklısınız, kendimi ifade edemiyorum. Hah! Festivallerde yarışanlar ve onları seçenler gibi aynı, çünkü onlar da dertlerini dökemiyor, meramlarını anlatamıyorlar, kanımca… Sanat adına yarışmak biraz tuhaf geliyor bana, ortada para olmasa, yarışmaya katılır mı bunca film, iÅŸte buna pek emin deÄŸilim. Kültür Bakanlığı’ndan para almazsanız, festivallerden para ödülü kazanmazsanız, giÅŸede de tutunamadığınız malum, film çekmek için, yani en pahalı sanat dalı için para bulmak, haliyle zor. Büyük stüdyolarımız yok, batacaksak batalım, ama sanat yapalım diyen yapımcılarlarımız hiç yok. Bu durumda, 350 bin lira, iyi para… Para kazanmak için yarışmak ise bela iÅŸ, keÅŸke sinemaya gönül verenler, zorunda olmasalar, zorunda kalmasalar, yarışmaya… Festivallerde sadece filmler gösterilse, bunun ötesinde, yarışmayı çok mu arzuluyorsunuz? Yine yarışın, ama salt maneviyat için…

Ama ortada bir yarışma varsa, jüri hakkaniyet ile hareket etmeli, mantıklı ve doyurucu açıklamalar yapılmalı… Kazanan maÄŸrur, kaybeden maÄŸdur olmamalı… Lakin bizim festivallerimizde hemen her jüri kararı tartışılır, herkes filminin en iyi olduÄŸunu düşünür, kaybetmeyi gururuna yedirimez. Jürilerin de tuhaf seçimleri vardır, yok yahu, daha neler dedirtir hatta… Altın Koza ulusal film yarışmasında, 14 film yarıştı, sekizi ödüllendirildi, altısı hiç ödül alamadı. Üç ödül, ikiÅŸer kiÅŸiye gitti. Bunu anlamak zaten zor, en iyi ödülünü iki kiÅŸi veya iki film nasıl paylaşır, adı üstünde en iyi, ya da deÄŸiÅŸtirin ÅŸunu, en iyiler yapın, toplu ödüllerle herkes sevinsin.

14 filmi de izledim, festivalin son günü, kaçırdığı üç filmi, video odasında seyrettim. Hatta yarışmanın bence en zayıf halkası olan “Rüzgarlar” filmini hızlı hızlı ileri sardım, ancak bu da pek iÅŸe yaramadı, ben hızlandırdıkça sanki o, inadına yavaÅŸlıyordu. Esnemekten çenem çıktı, harbiden beni aşıyordu bu film, donmuÅŸ kalmış gibiydi resmen sahneler… Ne kurmaca ne belgesel, salt deneysel bir iÅŸ olan, fantastik bir video klip diyebileceÄŸimiz performans iÅŸi “Aziz AyÅŸe”, festivalde niye yarışıyordu, bugün hala çözebilmiÅŸ deÄŸilim. Festivalde özel gösterim yapılacak bir projeydi bu, özgün ve farklı, eyvallah ama kurmaca filmlerle yarışması, bir hayli saçma olmuÅŸtu. “Siirt’in Sırrı”, kadının yok sayıldığı bir coÄŸrafyada, gencecik bir güreşçi kızın, güzünü uluslararası ÅŸampiyonluklara dikmesini anlatıyordu. Bu bir baÅŸarı öyküsüydü, daha çok TV iÅŸi bir belgesel gibi dursa dahi, kazanma hikayeleri hep sevilir, bu sebeple ödüller kazanmasına ÅŸaşırdım diyemem.

DerviÅŸ Zaim’in kurmaca katkılı belgeseli “Devir”i sevdim, üstüne düşünülecek, derinlikli ve felsefi yönü kuvvetli bir yapım idi ancak kurmacalar karşısında ÅŸansı pek yok diye düşünüyordum. Ancak Siirt’in Sırrı’na ödül gidiyorsa, daha usta bir iÅŸ olan Devir’i es geçmemek lazımdı, jüri bunu dikkate almadı. Erden Kıral’ın “Vicdan” filmini beÄŸenmemiÅŸtim, son filmi “Yük”ü ise görece baÅŸarılı buldum, mekan, oyunculuk vasatı aşıyor, ancak senaryo tıkanıyordu, biricik sorunu buydu. Tülin Özen ve Nadir Sarıbacak ise döktürmüşlerdi resmen… Yeraltı filmini, İstanbul Film Festivali’nde izlemiÅŸtim, beÅŸ ay geçmiÅŸ üzerinden, en iyi erkek oyuncu Engin Günaydın ve yönetmen Zeki Demirkubuz yine favori, lakin jüri bu, sağı solu belli olmaz, gidip farklı bir filmi seçebilir, demiÅŸtim festivalden önce dediÄŸim gibi oldu.

“Yabancı” adlı filmi karşı çok doluyum, tam da bu yüzden konuÅŸmak istemiyorum, ÅŸirazeden çıkabilir, ağır konuÅŸabilirim, bunu istemem. “Åžimdiki Zaman”, üç ödül aldı, İstanbul Film Festivali’nde dört dörtlük oynayan ve en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Sanem Öge, bu kez eli boÅŸ döndü. “Lal ve Gece”, Reis Çelik’in en iyi filmi, ancak ödül gelir mi? Emin deÄŸilim demiÅŸtim, Adana’da seyirci ödülünü kazandı, güzel de oldu. AteÅŸin Düştüğü Yer iyi giderken, savrulan bir yol filmiydi, namus belasına dair. Montreal’de ödül geldi, Adana’da ise zor demiÅŸtim, bu da tuttu. Åžimdi Oscar yolculuÄŸuna çıktı AteÅŸin Düştüğü Yer, umarım o eski kırmızı araba, bu kez hedefine varır.

Ana Dilim Nerede ve Babamın Sesi ile kent kent, festival festival gezdim. İkisini de sevdim ama ÅŸansları pek yok. Araf ve Gözetleme Kulesi, bu son iki film, gerçek finalistler, asıl yarışma aralarında olacak, iyi olan kazansın. Evet, yeni oldukları için Araf ve Gözetleme Kulesi yarışır diye düşünüyordum. Kısmen yanılmışım. Çünkü Gözetleme Kulesi yarıştı, Araf’ın yerini Babamın Sesi aldı. Yeraltı’nın kadınlara yaklaşımı pek hoÅŸuma gitmedi, ancak iyi bir film, Babamın Sesi’nin duygusunu sevdim ama senaryosu film halinden daha güzel, kesinlikle… Kafanızı çok karıştırdım biliyorum, dağılan bilyeleri bir araya getirmeyi deneyeceÄŸim. İlyas Salman ve Engin Günaydın ödülü hak ediyorlardı kesinlikle, Laçin Ceylan ve Nihal Yalçın da keza öyle… Nilay Erdönmez’de iyi bir performans sergilemiÅŸti, rakipleri Tülin Özen ve Sanem Öge kadar en az… Ancak bu en iyi kadın oyuncu ödülünde favorim Neslihan Atagül idi, ikinci kez umut veren kadın oyuncu ödülü aldı. Üçüncüyü de alınca ülke puanı mı yapacak, o zaman mı ödülü vereceksiniz? Yardımcı erkek performansında Menderes Samancılar’a itirazım yok, çünkü rakibi de yoktu neredeyse…

En iyi müzik ödülüne deÄŸer bulunacak yapım bulamamak pek şık olmadı, jüri burada sınıfta kaldı. Güzelim İki Dil Bir Bavul’u da çeken PeriÅŸan Film ekibini seviyorum ve kendimi onlara Zeki Demirkubuz’dan daha yakın buluyorum, çünkü anlatmak istedikleri yaÅŸanmışlıklar ve öyküler, önemli. Meseleleri var, barış istemek çok deÄŸerli bir mevzudur, aynen devam etsinler. Ancak salt senaryo ile en iyi film olmaz. Bir baÅŸka jüri de böyle bir ödülü vermez. Kurgu, sanat yönetimi, oyunculuklar, görüntü yönetimi, artık her ne varsa asılsınlar isterim. Zeki Demirkubuz, jüriye yönelik isyanında hem haklıydı hem de haksız, çünkü yarışmaya girdiysen, kaybetmeyi de göze alacaksın. Ya da hiç girmeyeceksin o topa… Gerzekler ise pek yakışıklı durmuyor, kelime olarak… Gözetleme Kulesi ile büyük bir adım atan Pelin Esmer’e çok ödül gitti, bari en iyi filmi de verseydiniz, daha şık dururdu. Jüri, eski yönetmenleri deÄŸil, gençleri tercih etti. Erden Kıral, YeÅŸim UstaoÄŸlu, Zeki Demirkubuz, DerviÅŸ Zaim, İsmail GüneÅŸ neredeyse elleri boÅŸ döndüler, yeni nesil sinemacılar kazandı. Ustalar, jürilere kızsınlar ancak festivallere sırt çevirmesinler, çünkü jürinin olduÄŸu yerde mutlak adalet olmaz, bunu en iyi onlar bilirler.

Son sözüm Altın Koza Film Festivali’ne, yarışma filmlerini bu yıl aynı salonda göstererek, eÅŸitlik adına güzel bir iÅŸ baÅŸarmışsınız, gelecek yıllarda, sinema salonlarını alışveriÅŸ merkezlerinden kurtarsanız ve festivali kent merkezine taşısanız, hatta yazlık sinemada gösterseniz, tadından yenmez.

Araf; reality show memleketine dair!

ALPER TURGUT

“Gözetleme Kulesi”, “AteÅŸin Düştüğü Yer”, “Araf”… Adana Altın Koza Film Festivali’nin yarışma bölümünde seyrettiÄŸim bu üç yerli iÅŸi film, istenilmeyen gebelikler ve bebeklere dair… DoÄŸum, düşük, ölüm… Belki hepsinin resmetmeye çabaladıkları, konusu, yolu birbirinden farklı ancak akla gelen ilk ÅŸey hep aynı; kürtaj… Yanlış anlaşılmasın, kürtaj, adını andığım bu yapımlarda yok, lakin bazı durumlarda doÄŸum denen seçenek, taşıdığın yük’ten ağır olabiliyor, ne yazık ki… Evet, bugün hala tartıştığımız istenilmeyen bebekler mevzusunu, kurguyla anlatmaya çalışmak, bu memlekette güncel tutmak çok önemli, beyazperdeyle buluÅŸturulan bu iÅŸler, inanın pek deÄŸerli…

Altın Koza’nın ardından Gözetleme Kulesi, AteÅŸin Düştüğü Yer ve diÄŸer filmlerle ilgili izlenimlerimi aktarırım, ama önce bugün gösterime giren Araf’ı anlatmayı deneyelim. Hah! unutmadan, Altın Koza’dan bir kez daha emin oldum, Flash TV kafasını yaÅŸayan hikayeler, üçüncü sayfa haberleri tipi mevzular, yeni memleket sinemasının yol haritası olmuÅŸ, belaya davetiye çıkaran gündelik yaÅŸamı hayli gerçekçi resmetmek, filmlerimize reality show tadı vermeye baÅŸlamış, bu haliyle belgeselvari ve deneysel çalışmalar, sinema denen o güzelim kurmacadan, müthiÅŸ olay örgüsünden, merak unsurundan, derinlikten uzaklaÅŸtırmış, resmen savurmuÅŸ. 7. sanat sinema, içinde her türlü sanatı barındırabilir, malumunuz. Ancak salt teknik, görsellik ve müzik deÄŸildir, sinemayı sinema yapan, tutkudur ve elbette ruhtur. Sen bunları savsaklarsan, sesi, görseli güçlü, TV estetiÄŸine yakın, inandıran ama bana, bize bir ÅŸey kazandırmayan bir ÅŸey yaratmış olursun, akılda kalan, sarsan, evrenseli yakalayan ve iÅŸte bu sinemadır diyeceÄŸimiz filmler çekilsin istiyorum artık, yoksa açarım televizyonu, belgeselden belgese zaplar dururum, gazeteleri açar, önce spor sayfasını ardından magazini ve en nihayetinde üçüncü sayfa haberlerini okurum. Peki, hani sinema nerede?

Yukarıda karaladıklarım genellemedir, yönetmenlerimiz eleÅŸtirilmeye gelemiyor, alınganlık mevzusunda üstlerine yok. Alınmayın arkadaÅŸlar, bu bir durum tespitidir. Üstelik, salt benim penceremden…

Araf’ı anlatacağım derken nerelere gelmiÅŸim, toparlayayım. Evet, Araf’ta bile kalsan, çoÄŸunluktan yana saf tutmak zorundasın, yani onlardan yana taraf olmazsan, bertaraf ederler, ötesi yok! Öncelikle YeÅŸim UstaoÄŸlu’nun bir önceki filmi Pandora’nın Kutusu’nu daha çok sevmiÅŸtim, bu Araf’ı beÄŸenmediÄŸim anlamına gelmesin, oyuncularıyla, konusuyla, finali bir ülke gerçeÄŸine baÄŸlamasıyla, bu iyi bir film. Üstelik Özcan Deniz ve Yalçın Çakır’a raÄŸmen… Hadi Yalçın Çakır, belki rolü kısa ama yine de kendisini oynamış, ya Özcan Deniz? Rakibinin Charlie Chaplin olduÄŸunu söyleyen, yeni filmiyle Kubrick’e gönderme yaptığını dile getiren Özcan Deniz’i oynatmanın amacı nedir? İki replik dışında, susarak oynayan baÅŸka bir oyuncu bulunamaz mıydı, dert, giÅŸe midir? Bu soruların yanıtlarını ben bulamadım, lakin Özcan Deniz’in fazlaca konuÅŸturulmaması isabet olmuÅŸ, filmin dengesi altüst olurdu, neme lazım.

Bir kentten diÄŸer kente yolculuk yapıyorsunuz, mola yerinde durdunuz, otobüs, kamyon, araba, artık her neyse… İhtiyaç giderdiniz, sonra da yola devam ettiniz. İşte o mola alanında çalışan insanlara hiç dikkatli baktınız mı? Senin mola yerin, onun arafı, çıkışsızlık duygusu, taÅŸradan kurtulma arzusu, baÅŸka aklınıza ne gelirse… Karabük’te mutlu olanlar da var, mutsuz olanlar da, biri zengin olmak ister, diÄŸeri yeni bir hayat arzular, bir baÅŸkası dünyayı gezmeyi düşler… Bizim mutfak çalışanı Zehra’nın öyküsü bu, bir yanda ‘apaçi’, ’emo’ diye tabir edilen (sanırım ikisinin karışımı) akranı Olgun var, delikanlı, iyi yürekli bir delikanlı… Öte yanda kamyoncu Mahur var, yetiÅŸkin, sessiz ve Olgun’dan daha karizmatik, elbette görece…

Zehra’nın feleÄŸin çemberinden geçmiÅŸ iÅŸ arkadaşı Derya’ya takılır ve hayatı deÄŸiÅŸmeye baÅŸlar, Mahur ile yakınlaşır, Olgun’u da ihmal etmez, ona git demez. Ortada aÅŸk yoktur, taÅŸradan kurtulma isteÄŸi vardır, kamyoncu ne güne duruyor, sütü seven kamyoncu gibi masum da deÄŸil bu Mahur, Selvi Boylum Al Yazmalım’daki İlyas gibi aşık ve tutkun hiç deÄŸil. Zehra’yı elde edene dek, çok dakik, sonrasında ara ki bulasın. SeviÅŸmek ise hayli güzel, üstelik heyecanlı da gelenek görenekten saklanarak… Aile baskısı, mahalle baskısı yok, kenarda köşede her ÅŸey tıkırında… Ancak gebe kalmak, güzel günleri götürür, fırtınayı getirir. Åžimdi salt iliÅŸkini deÄŸil, kendini de saklamak zorundasın, yüklüsün, göbek ve bebek büyüyor, Mahur desen basmış gaza, vurmuÅŸ kendini yola, arkasına bile bakmayarak… Kamyoncu da bizlerden biri, mola yerine uÄŸrayanlardan hani… O gidecek, ya kalanlar? Olgun, Zehra ve hatta Derya, Karabük daha da küçülmeyecek mi? Sorular, sorular, sorular…

Neyse… Sonra Zehra bebeÄŸini düşürür, sert ve tokat gibi sahne bu, kanlı ve hüzünlü… Her erkek, bunu izlemeli, gözlerini kaçırmadan seyretmeli… Hani kısacık bir zevk uÄŸruna, bir kadının yaÅŸadığı depremi görmesi için, penisini bir bedene yaklaÅŸtırırken ötesini de düşünmesi için… Hayat denen ÅŸey, bazen güzel bir rüya gibidir, bazen de kabus… Durum budur!

Son olarak, Neslihan Atagül’e bir iki çift laf edelim, son dönemlerde gördüğüm en eÅŸÅŸis performans bu, müthiÅŸ oynamış, bir an bile karakterinden sıyrılmamış, onu ne güzel taşımış, hep böyle devam etsin.

İnsan, haklarıyla insandır

31. İstanbul Film Festivali’nin, insan haklarına dair bilinç ve duyarlılığı beyazperdeyle buluÅŸturmayı amaç edinen “Sinemada İnsan Hakları” bölümünde, tam 10 film, Avrupa Konseyi ve Eurimages iÅŸbirliÄŸiyle verilen Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE) için yarışacak. Jüri baÅŸkanlığını geçen yıl “YokmuÅŸum Gibi” (As If I’m not There) filmiyle bu ödülü kazanan yönetmen Juanita Wilson üstlendiÄŸi yarışmada, biri belgesel diÄŸeri kurmaca iki de yerli iÅŸi film de var.

Ruhi KaradaÄŸ’ın 1996 ölüm orucu ve süresiz açlık grevi eyleminde sakat kalan eski siyasi mahkumlarla çektiÄŸi belgesel “Simurg”u Adana Altın Koza’da seyretmiÅŸ ve eksiklerine ve anlaşılma zorluÄŸuna karşın çok çarpıcı bulmuÅŸtuk. Ankara Film Festivali’nde birkaç gün önce Ruhi KaradaÄŸ ile filmi üzerine konuÅŸtuk. Yeniden elden geçireceÄŸini ve kusurlarını düzelteceÄŸini söyledi. Güzel haber, tekrar izlemek isterim.

Yine ilk kez Altın Koza’da ardından da Malatya’da yarışan Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” filmi, vizyona da girmiÅŸti. 30’dan fazla ödül kazanan “Sonbahar” gibi müthiÅŸ bir ilk filmin ardından gelen Gelecek Uzun Sürer’i kendi adıma beÄŸenmemiÅŸtim. Bir film süresine hem Ermeni hem de Kürt meselesini sığdırmaya çalışması, olmamışlık hissini görünür kılmıştı.

İnsan hakları yarışmasının ödül için en ÅŸanslı üç adayı ise Hoşça Kal”, “Crulic-Öteki Tarafa Yolculuk” ve “Roza”, kesinlikle…

“İran hükümetine karşı suçlar” işleidği gerekçesiyle meslektaşı Cafer Panahi ile birlikte yargılanan ve filminin Cannes prömiyerine gitmesine izin verilmeyen yönetmen Muhammed Rasulof’un kendi öyküsüyle benzerlik taşıyan yeni filmi Hoşça Kal, Tahran’da yaşayan ve ülkeden ayrılmak için vize aramakta olan genç bir avukatın hikâyesini anlatıyor. Mutlaka izlenmeli.

Anca Damian’ın çektiÄŸi ödüllü uzun metrajlı canlandırma belgesel Crulic – Öteki Tarafa Yolculuk, Polonya’da bir cezaevinde açlık grevi sırasında ölen 33 yaşındaki Romanyalı Claudiu Crulic’in gerçek hikâyesini resmediyor.

Polonyalı Wojciech Smarzowski’nin yönettiÄŸi Roza, savaÅŸta en çok acı çekenlerin askerler deÄŸil siviller, erkekler deÄŸil kadınlar olduÄŸu gerçeÄŸini dillendiren bir yapıt. Sovyet askerleri tarafından defalarca tecavüze uÄŸrayıp fahiÅŸelik yapmaya zorlanan Mazuryalı dul Roza’nın öyküsü, savaÅŸ adlı büyük yıkımın ertesinde yara sarmak isteyen koruyucu bir aÅŸk ile birlikte ilerliyor.

“Rahim” ve “Samanyolu” filmleri ile hatırlanan yönetmen Bence Fliegauf’un, son eseri “Sadece Rüzgar”, Macaristan’daki bir köyde Roman ailelerin öldürülmesini konu alıyor. Sadece Rüzgar, Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri, Uluslararası Af Örgütü ile Barış ödüllerini kazanmıştı.

Fransız yönetmen Vincent Garenq, “Yargısız” filminde yakın tarihin en önemli adaletsizliklerinden Outreau davasını ve hayatı acımasızca mahvedilen Alain Marécaux ile karısının gerçek hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Aile babası Marécaux ve karısı 2001’de, küçük bir Fransız köyü olan Outreau’da 12 kiÅŸiyle birlikte, çocuklara karşı cinsel istismar suçlamalarıyla tutuklanırlar. Ancak onlar masumdurlar. O suçsuzluÄŸunu haykırır ancak hukuksuzluk karşısında çaresizdir.

İtalya’nın Osar adayı Memleket’i, Emanuele Crialese yönetti. Göç sorunun yakıcılığını iÅŸleyen film, batan bir gemiden kurtarılan Etiyopyalı bir anne ve yavrusuna, balıkçı ailesinin sahip çıkmasını anlatıyor.

Fransa-Fas ortak yapımı ve Fas’ın Oscar adayı “Ömer Beni Öldürmek”, bir yoksul göçmenin iÅŸlemediÄŸi bir suç yüzünden, müebbet hapis cezası almasından yola çıkıyor.

Benito Zambrano’nun çektiÄŸi “Uyuyan Ses”, İspanya’da diktatör Franco’nun, iç savaşın ardından hakimiyeti ele geçirmesini ve bir kadın hapishanesinde direnişçilere uyguladığı zulmü iÅŸliyor.

Ötekileştiremediklerimizden misiniz?

“Altın Koza”dan sonra “Altın Portakal”a da noktayı koyduk, peş peşe yapılan iki festivalin ardından sinemamız hakkında iki kelam edecek kadar yerli işi film izlemiş olduk. Hatta ve hatta doyduk, kusacak kadar doyduk. Cinedergi’nin Ekim sayısında “Altın Koza’dan umutluyduk, affedersiniz sıçtık. Altın Portakal’dan umudumuz bile yok, artık bez getiririz, bir zahmet. Ön jürinin önüne gelen ve seçilemeyen filmler nasıldı acep? Onları hayal etmekte bile güçlük çekiyorum, gerçekten…” diye yazmıştım. Şimdi Kasım sayısında kaldığımız yerden devam ediyoruz.

ÖtekileÅŸtiremediklerimizden misiniz? yazısına devam et

Gülelim ağlanacak halimize!

 

ALPER TURGUT

Adana Büyükşehir Belediyesi 18. Uluslararası ‘Altın Koza’ Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda sekizi ilk film olmak üzere, tam 14 film yarıştı.

Serkan Acar’ın “Aşk ve Devrim”, Ali Özgentürk’ün “Beni Sev”, Onur Ünlü’nün “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”, Cemil Ağacıkoğlu’nun “Eylül”, Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer”, Erdoğan Kar’ın “Kadife”, Tolga Örnek’in “Kaybedenler Kulübü”, Caner Erzincan’ın “Mar”, İsa Yıldız ve Murat Onbul’un “Memleket Meselesi”, A. Haluk Ünal’ın “Saklı Hayatlar”, Ruhi Karadağ’ın “Simurg”, Burak Cem Arlıel’in “Türk Pasaportu”, Mustafa Nuri’nin “Vücut” ve Muzaffer Özdemir’in “Yurt” isimli filmleri, seyirciyle, eleştirmenlerle ve elbette jüriyle buluştu.

Yarışmacılardan Türk Pasaportu ve Simurg, belgesel idi, Memleket Meselesi, Kaybedenler Kulübü ve Saklı Hayatlar ise daha önce gösterime girmiş filmlerdi. Öncelikle vizyona giren, televizyonda gösterilen ve DVD’ye basılan yapımların yarışma kapmasına alınmasında herhangi bir mantık yok. Yarışa hükmen yenik başlamak gibi bir şey bu, merak uyandırmıyor öncelikle ve yenilere haksızlık olacak diye düşünür her jüri, ister istemez. Kurmaca filmlerin arasında belgesellerin yarışması da bir başka yanlış, elmalarla armutlar birlikte toplanmaz. Belgeselleri ayrı bir kategoride değerlendirmek gerek. Neyse ki; Adanalı sinemaseverler, Simurg’a hakkını teslim etmesini bildiler, hem fiziksel hem de zihinsel bir sakatlanmayla sonuçlanan büyük bir bedel ödeyen eski ölüm orucu eylemcilerini, izleyici ödülüyle onurlandırdılar.

Altın Koza’yı Altın Portakal’dan ayıran ve eşitlik aşkına üzerinde çalışmaları gereken biricik şey, yarışma filmlerinin, farklı ve birbirlerinden uzak sinemalarda gösterilmesidir. Filmlerin bazıları büyük perdede, yeni ve güzel salonlarda, bazıları da küçük perdede, köhne ve sıkışık salonlarda yarıştı. Bu hem seyirciye hem de film ekiplerine yapılmış bir haksızlıktır. Devamında 14 yarışma filminin 4 güne sıkıştırılması, aynı saatlerde farklı yerlerde yarışma filmlerinin gösterilmesi de bir başka sorun. Özetle; Sinemaseverler, yabancı yapımlara, kısa filmlere ve belgesellere bu yoğunlukta nasıl vakit ayıracak? Mümkün değil! Adanalı hemşerilerim, Altın Koza’yı giderek büyütüyor ve cazibe merkezine dönüştürüyor, sinema müzesi, sinema kongresi güzel hareketler, şimdi sırada yarışma filmlerinin gösterileceği bir sinema merkezini, Güney’in en bereketli kentine kazandırmak var, umarım tez zamanda bu gerçekleşir.

İkisi belgesel 11 yeni film ile büyük sükse yapan, yarışma tarihini de Haziran’dan Eylül’e alarak Türk Sineması’nın sezon açılışına dönüşen Altın Koza, yarışma filmlerinden bazılarının bütçesi kadar da ödül veriyor. Yeşilçam’ın eski kalelerinden Adana, sinemayı, sinema da Adana’yı seviyor, buraya kadar her şey çok güzel. Peki, festivalde boy gösteren sinemamız ne durumda? Yanıt yerine sinirden kahkaha atabilirim. Tamam, her yerde söylüyorum, ülke sinemasından bahsetmek için çok erken, bizim yerel, evrensel ile henüz buluşmuş değil. Tek tük yönetmen başarıları, bazı filmlerin nadir de olsa kalburüstü etiketini hak etmesi, bizlere bir katkı sağlamıyor. Emin olun. Üstelik bizim sinemamız, dizi film sektörünün bir uzantısı gibi. Yazlık sinemaları kapattık salt yazlık film çeker olduk. Kışın dizilerde öbekleşen yönetmenler, görüntü yönetmenleri, oyuncular ve senaristler, sınıfta çakmış ve yaz okuluna kalmış gibi, dizi muadili filmler yaratmaya çabalıyorlar, ağır olmayacaksa…

Bir hafta sonra Antalya Altın Portakal Film Festivali var, duyduklarımız gerçekse yandığımız resmidir. Altın Koza’dan umutluyduk, affedersiniz sıçtık. Altın Portakal’dan umudumuz bile yok, artık bez getiririz, bir zahmet. Ön jürinin önüne gelen ve seçilemeyen filmler nasıldı acep? Onları hayal etmekte bile güçlük çekiyorum, gerçekten…

Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi olmasaydı, bereketli topraklar çöle dönüşecekti, Ceylan’ın son filmi, sinemamızda adına bir vaha, bir heyecan, bir umut… Keşke yarışsa ve tüm ödüller ona gitseydi, bir kez daha keşke… Geri kalanlar nasıl? Demode var, müsamere var, yönetilmekten aciz olanlar var, senaryosu güdük olanlar, hatta senaryosu kabus olanlar var, tv filmlerine rahmet okutanlar var, karikatürize roller var, ödül almalarına pis pis sırıttığım ne naneler var. Erkek gözüyle yazılmış ve çekilmiş olanlar çok, kadın yok, yine yok. Minimal saplantısı, fotoğraf abanması, diyalog fukarası, metin zavallısı… Ne anlatayım sizlere, olmayan sinema sektörü tehlike zillerini çalıyor mu diyeyim, ego sorunu yaşayanlardan, rakiplerini suçlayanlardan mı bahsedeyim, umudumun kısa filmcilere kaldığını mı tekrarlayayım, Türkiye’de senaryo yazılamadığından mı dem vurayım, senaryosuz bir filmin omurgasız olacağını, felç kalacağını mı haykırayım. Hem bazı jüri üyeleri hem de değerlendirmeye alacakları oyuncular aynı menajerlik şirketinden, sizlere böyle alengirli dedikodular mı vereyim, sonra jüriyle tanış yapımcılar var ama haksızlık yok, bunu mu dillendireyim.

Kişisel görüşümdür, jürinin olduğu yerde adalet olmaz. Atıyorum sekiz kişinin verdiği karar, bir başka sekiz kişinin kararıyla örtüşmez bile. Hem bir yandan jüri ne yapsın diye düşünüyorum, iyi filmler arasından film, performans vs. vs. seçmek kolay, kötüler arasından seçmek ise zordur. Bu festivalde çok iyiler ve iyiler yoktu, kötüler, kötünün iyisi ve eh işteler vardı. Kimse çok sevinmesin ve kimse hakkımız yenildi diye üzülmesin. Asıl kahrolacak, kahrolunacak şey ıskalanır o vakit. En iyi yönetmen ödülü alan film, bir faciaydı misal, oyuncu performanslarının tümü Bir Zamanlar Anadolu’da susarak oynayan Fırat Tanış’ın yakınından bile geçmezdi. Düşünsenize en iyi senaryo ve en iyi film ödülü, absürt bir filme veriliyor, işte sinemamız adına kara mizah, tam olarak budur.

CineDergi 42. sayısında yayımlanmıştır.

Türkiye solunun son 30 yılı

 

ALPER TURGUT

 

Türkiye’nin en beğenilen ilk filmlerinden “Sonbahar”ın yapımcısı olan Serkan Acar, “Aşk ve Devrim” ile yönetmen koltuğuna oturdu. Aşk ve Devrim, Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali’nin ulusal uzun metraj yarışma filmlerinden biri. “Gelecek Uzun Sürer”den “Simurg”a, “Memleket Meselesi”nden “Saklı Hayatlar”a, politik göndermeli filmlerin yer alacağı Altın Koza, sanatın yanı sıra siyasete de kucak açmış durumda… Evet, ülkemizde salt gişe odaklı filmler dışında siyasi sinema örneklerinin de çoğaldığını görmek tüm sinemaseverleri sevindiren bir gelişme, hiç kuşkusuz. Filmin yönetmeni Serkan Acar ile Aşk ve Devrim’i konuştuk.

 

 

 

 

—Aşk ve Devrim, nasıl doğdu?

 

Aşk ve Devrim, yapmak istediğim siyasi üçlemenin ilk ayağı… Üçleme, Türkiye solunun son 30 yılına yakın plan kamerayı tuttuğum bir süreç olacak. 1980’lerden bugünlere uzanacağız. Film, “Başka Semtin Çocukları”nın senaryosunu kaleme alan Mehmet Serkan Turhan’ın “İki Yol” öyküsünden uyarlandı, senaryoyu da o yazdı. 1989’larda geçiyor öykü, devrimci gençler üzerinden Türkiye solunu anlatıyor, kirli savaşın başladığını dönemleri, solun darbenin etkisinden kurtulup yeniden toparlanmaya çalıştığı, neoliberal dalganın dünyayı kapladığı yılları… Altı yaşımdaydım darbe oldu, 1991’de üniversiteye girdim. Arkadaşlarımı kaybettim, yaşadıklarım ve gördüklerim var. Herkes kendi sokağını anlatır, sonuçta 1968’i anlatacak yetkinliğim yok.

 

—Peki, ikinci filmin konusu nedir?

 

İkinci film adı “Uzun Yürüyüş”. Türk solundan gerillaya katılan bir kızın öyküsü bu… Film, onun gerilladan ayrılıp gündelik hayata geri dönmesini anlatıyor. Kürt sorunu aslında bir Türk sorunudur, bunu ifade etmek ve göstermek istiyorum.

 

—Ya üçüncü ve son film?

 

Düzenle bağlarını kopartan bir anarşisti, sistemle bir anda tüm bağlarını kopartan bir adamın hikâyesini anlatacağımız filmin adı “Ret” olacak. İlk film 20’li yaşları, ikincisi 30’lu yaşları ve sonuncusu da 40’lı yaşları resmedecek. Bu öykülerin kahramanları, Türk ve Kürt sol hareketleri içerisindeki aktif insanlar olacak.

 

 

 

—Aşk ve Devrim ile anlatılmak istenen tam olarak nedir?

 

Aşk ve Devrim, çözülüş ve yalnızlık filmi… Sosyalist bloğun çöktüğü, dünyanın değiştiği, aşkın ve devrimin çözüldüğü yıllar bunlar. İllegal ve legal alanda mücadele eden sol bir örgütün üyesi olan genç bir devrimcinin, aşka ve devrime bakışı var konunun odağında. Ve tutku var, biliyorsunuz ki, tutkuda çelişkiler olur ve bu çelişkiler insanı ihanete kadar götürür. Evet, filmin ana teması ihanet. İlki sosyalist bloğun çökmesi, dünyanın ütopyasız bırakılması ihanet… İkincisi küçük sol örgütün çözülmesi, üçüncüsü ise bireyin çözülmesi. İranlı filozof Hafız’ın bir lafı var; “Sen nasıl bakıyorsan dünya öyledir” diye, ihanette herkese göre değişir. Filmin karakterleri idealize etmedim, film bir yandan 68, 78 ve 88 kuşağından insanların meselelere bakışını anlatıyoruz. Aşk ve Devrim’de kahramanlık miti yok, her türlü çelişkileriyle insanlar var.

 

—Devrimcilerin yaşamına dair (Fırtına / Bahoz dışında), pek örnek yok sinemamızda…

 

Bugüne dek devrimciler, dizilerde yan öğe olarak, çeşni olarak kullanılıyordu, seyirciler ilk kez devrimcilerin yaşamına tanık olacak. Bir sendika direnişi üzerinden direnişteki devrimcinin de zamanla çözülmesini aktarıyoruz. Üç radyo haberi var filmde, Berlin duvarının yıkılışı, Çavuşesku’nun idamı ve Gorbaçov’un konuşması.

 

—Aşk…

 

Filmde aşkın yeri çok önemli… İki aşk var, hem devrimcinin yaşadığı aşk, hem de rol modeli olan ağabeyinin altı dakika anlattığı bir aşk var.

 

 

 

 

—Filmin oyuncu kadrosu kimlerden oluşuyor?

 

Çoğu bilinmeyen genç tiyatroculardan oluşuyor. Nurgül Yeşilçay ve Sinem Kobal’a devrimci oynatacak halimiz yoktu, gülünç olurdu bu. Bunun dışında Saç filmiyle hatırlayacağınız Ayberk Pekcan ile Derya Durmaz var, onun dışındakiler dört aylık bir kast sürecinin ardından deneme çekimlerinden sonra belirlenen genç isimler; Gün Koper, Serhan Alben, Deniz Denker…

 

—Aşk ve Devrim, müziksiz olmaz gibi…

 

Filmin müziklerini o dönemin ruhunu iyi bilen bir isim olan Kemal Sahir Gürel yaptı. Az müzik kullandık ancak radyodan gelen şarkılar var, Ahmet Kaya, Edip Akbayram ve Ezginin Günlüğü’nden… Sonra Kazım Koyuncu’nun ilk grubu Grup Dinmeyen var; “Gece trenlerine binme çocuk vurulursun…”

 

—Son olarak filmi nerede çektiniz, maliyeti ne kadar, vizyona ne zaman giriyor ve festivallere gönderecek misiniz?

 

Aşk ve Devrim’in görüntü yönetmeni Feza Çaldıran, filmi altı haftada çektik. Çekimlerin çoğu İstanbul’da oldu, sadece bir kez Batı Karadeniz’de bir köye gittik. Aşk ve Devrim’in maliyeti, 900 bin lira ile 1 milyon lira arasında… Altın Koza’nın ardından film, 16 Aralık’ta gösterime girecek. Festivaller konusuna gelirsek, filmin kopyasını San Sebastian’a yolladık, Aşk ve Devrim’in uluslararası film festivallerinde şanslı olacağına inanıyorum.