Etiket arşivi: Ahmed Arif

“Yaşamak ayrı bir dert, gülmek tesadüf…”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Bu hafta, iki film girdi vizyona, Urfa-Adana hattında, Biri Çirkin Kral Efsanesi belgeseli, diğeri de kurmaca Müslüm Baba… Yılmaz Güney, Urfa’dan gelen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş Adana’da, Müslüm Gürses de, çocuk yaşta Urfa’dan gelmiş Adana’ya… Durun! Daha bitmedi. O Ses Çocuklar yarışması şampiyonu, şimdilerde 17 yaşında olan ve Müslüm Baba’nın gençliğini büyük bir başarıyla canlandıran Şahin Kendirci de, Urfa orijinli Adana doğumlu bir delikanlı. Ne de güzel söylemiş filmde, Müslüm Gürses’in hocası Limoncu Ali’nin türküsünü; “Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi, kebabından yiyek mi? Heye gardaş gel gidek!”

 

Adanalıyık gardaÅŸ, harbiden sıcaktan, kaostan, dostluktan var olmuÅŸuz, vay Teksas gibi yer ha diyor ya bazıları, ana haber bültenlerine düşen her vukuatın ardından, onca göçü, hayata tutunma halini, yeni bir yaÅŸam umudunu, küllenmemiÅŸ davayı, kozmopolit yapıyı, zengin-fakir ayırımını, mantığından ziyade duygularıyla harekete geçen insanlarını es geçerek… Bakale bizi biz deÄŸil de Ahmed Arif anlatsın hele;   “Çukurovam, /Kundağımız, kefen bezimiz /  Kanı esmer, yüzü ak / Sıcağında sabır taÅŸları çatlar / Çatlamaz ırgadın yüreÄŸi  / Dilerse buluttan ak / Köpükten yumuÅŸak verir pamuÄŸu / Külhan, kavgacıdır delikanlısı / Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun / En çok Çukurovalılar mahpustur /  Dostuna yarasını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / Öyle içten / Öyle derin  / Türkü söylemek, küfretmek  / Çukurova yiÄŸidine mahsustur…”

 

Memleketimi yeterince övdüysem, mevzuya dalayım artık, Müslüm Baba, gözyaşına, duygusuna, oyuncusuna, emeğine, sanat yönetimine hiç lafım yok, lakin gayrımüslümcü bir film olmuş ağa. Hakkını teslim edeyim. Hayli etkilendim, çokça üzüldüm, karanlığı kalkan edip, gözyaşı da döktüm.  İnsanım diyen, zaten kayıtsız kalamaz, o nasıl bir yaşam öyküsüdür, keskin jilet gibi gerçekliktir. O nasıl bir babadır, resmen saf kötülüktür. Tarumar eder, duman eder ailesini… Hani Cengiz Kurtoğlu söylerdi ya; “Hayatımı yazsam roman olurdu.” Müslüm Gürses’e dair özyaşam; bırak romanı, en hakiki dram koleksiyonu diye, resmen külliyat olurdu. Çile nedir, acı nedir, ağrı-sızı nedir, hayatın tüm illeti, eziyeti nedir, taşınmaz yük nedir, hicran nedir, hüsran nedir, damar nedir, damar ulan! Boşuna, “Herkesin acısı, sevgisi kadar” dememiş Baba, yani anlayana…

 

Müslüm Gürses’in Evlatları belgeselinde (Vuslat SaraçoÄŸlu – 2013), baba ve yavrularına dair konser izlenimlerimi anlatmıştım. Sonra eklemiÅŸtim; “Müslüm Gürses, beyaz Türk olsaydı, ÅŸehrin yoksul varoÅŸlarının gençleri, ona asla baba demezdi, onlar, kendileri gibi olanı, kendilerinden olanı seçtiler” Sevginin terazisi, sanıldığının aksine, hiç de eÅŸit deÄŸildir ha, evet, o gün de söyledim, yine söylüyorum; “Bizler, iyi bir müzisyeni, bir güzel adamı kaybettik, onlarsa babalarını…” İşte Müslüm Baba filminde, meÅŸhur Gülhane Parkı konseri dışında, onlar yoklar, efsaneye gönülden baÄŸlı olanlar, hala o ölmemiÅŸ gibi onu yaÅŸatanlar, yoklar. Bu film, Müslüm Gürses filmi olabilir, Müslüm Baba ise olamaz, zannımca. Bir Müslümcü ile Anti-Müslümcünün tartışmasına tanık olmuÅŸtum seneler evvel, Müslümcü, sen hayattan sadece bir fiske yedin, bana ise tekme-tokat daldı, duvardan duvara vurdu demiÅŸti ötekine… KuÅŸkusuz, haklıydı.

 

Müzik, önemlidir, ses, söz önemlidir, değerlidir. Ben Ahmet Kaya, Grup Yorum dinlerken, biraderlerim Müslüm Gürses dinlerlerdi, atışırdık hatta. Ben, arabeskin, cuntanın kaderciliği köpürtmek, yalnızlığı yüceltmek, kitleleri bireyselleştirmek, ortak bilinci törpülemek adına önünü açtığını söylerdim, onlar, hiç tınmazdı, oturup, bir kez bile tam dinlemedin, ama anında hüküm verdin derlerdi. İşte aidiyetler, önyargılar, yaftalamalar, bakışımızı bozuyor, anlamamızı zorlaştırıyor. Neyse… Sonra oturup dinledim ve kararımı verdim; Arabesk hala beladır, hala ‘Magirus edebiyatıdır’, hala kendini bile isteye zincirlemektir, Müslüm Gürses hariç!  Evet, çok uzun zamandır, Müslüm Babayı, ahir zaman dervişini, kendinize zarar vermeyin, kendinizi kesmeyin diyen adamı, yakarsa dünyayı, Garipler yakar diyen adamı anlıyor ve önemsiyorum. Çünkü sözlerinde ve sesinde, itirazı ve isyanı buldum, bu da bana yeter!

 

Filme dönecek olursak, 132 dakika, babayı anlatmaya kafi gelmemiş, çokça sezonluk, bilmem kaç bölümlük dizi olsaymış keşke. Yönetmen, yapım, senarist, oyuncular, onlara da lafım yok, hayli didinmişler, besbelli! Son yıllarını hızla bağlamaları, kurgu hataları, bazı abartılı hareketler, yanlış zamanlama, hata ararsam, tonla bulurum. Dilersen, sekiz Oscar’lı Amedeus (1984) da bile hata bulursun, maksat amacın, yermek olsun. Buradan, hop diye Kimsesizler mezarlığına gömülen Mozart’ın tarihsel dramına geçmeyeceğim, rahat olun. (Kasım ayında Bohemian Rhapsody geliyor, Freddie Mercury de, Müslüm Baba gibi candır, bitip tükenmez heyecandır.)

 

 

Müslüm Gürses, harbi evliya gibi adam, suç makinesi babasına dahi evini açan, konserinde kendisini bıçaklayan hayranına kucağını açan, valla tepeden tırnağa vicdan. Diyeceksiniz şimdi, lan arkadaş, insan, taptığı adamı bıçaklar mı? Psikopatlığa bak! Efsanevi John Lennon’un, fanatik hayranı tarafından öldürüldüğünü de hesaba katlayalım o vakit. Boş yere denmiyor, sevda ve nefret, tutkunun ikiz çocukları diye…

 

Yerli sinema adına bunca çöp işin olduğu yerde, bu filmin duygusu geçti bana, tıklım tıklım sinema salonunda (Kadıköy Rexx), Müslüm Gürses’i sonradan keşfedenlerle seyrettim, çıkışta herkesin ağlamaklı olduğuna, tesirin hala sürdüğüne şahitlik ettim. Müslümcülerle seyretmek isterdim aslında, onların tepkilerini görmeyi, sonunda onlarla iki kelam etmeyi isterdim. Yalan yok!

 

Önce Demokrat Parti’nin ilk ipini çektiği, ardından da 12 Eylül Cuntasının, tarihe gömdüğü Halkevi gerçeğinin, bize Müslüm Gürses’i hediye ettiğini görenler, belki sorgularlar, muhafazakâr büyüklerimiz, neden böylesi gerekli ve hayati bir oluşumu yok etmek istediler diyerek… Hiç sanmam ya. Portekiz’de Salazar diktatörlüğüne karşı yapılan Nisan Devrimi’nde (25 Nisan 1974 / Karanfil Devrimi), yılgın, bezgin ve sabrı sınanmış halk, radyodan çalınan Grândola, Vila Morena şarkısını duyunca, sokağa ve özgürlüğe koşarlar. Çünkü şarkının sözleri, çoktandır beklenen şifre gibidir, iktidarın halka ait olduğunu söylemektedir. Müzik bambaşka bir şey; bireyler kadar, kitleleri de harekete geçirebilir.

 

Kanser ilaçlarının temini için baÅŸvurduÄŸu bakandan dilenci muamelesi gören ve bu sene yalan dünyayı terk eden Dilek Özçelik’in sesi ve sözleri uÄŸulduyor kulaklarımda; “Görüyorum ki, çaresizliÄŸi tatmamışsınız hayatınızda…” Talihsizler, çaresizler, yitikler, kırgınlar ve gönülden yaralıların babası Müslüm Gürses; “Bir Ömür Yetmez” derken haklıydı, “Aynalar yaÅŸlanmış gösterse bile, yaÅŸanmadan geçen yıllar utansın…” derken de… İşte öyle…

Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız!

 

 

 

ALPER TURGUT / @AlperTurgut01

 

Hani dert yeni deÄŸil, seneler evvel, gazetecilik bölümündeki bitirme tezim, “Basının Cezalandırılma Süreci” idi. İdealist ergen ben, mesleÄŸin hava, gaz, cıva haline kanmamış, katı gerçeklerinin farkına varmış ve direkt seçimimi yapmıştım. Magazin, spor, ekonomi, vesaire vesaireyi küçümsediÄŸimden deÄŸil ha, ‘güvenli alan’ mevzusunu sevmediÄŸimden, tekinsiz, güvenliksiz meydanlarda ve sokaklarda olmayı ise arzu ettiÄŸimden, yani belki. Baskı, zor, tecrit, öteleme, resmi nefret-hiddet-ÅŸiddet ve elbette yaptırım, salt silkelenip, şöyle bir güzel titreyip uyananlar içindi, gözleri açık uyumayı tercih edenlere ise, hayat çok kolay, hayat çok basit, hayat çok rahattı, hiç tereddütsüz. Özetle; aydınlıktan korkan, karanlığa bayılan egemen gücün ve onun emrini ikiletmeyen kolluk kuvvetlerinin, aykırı bir sese, görüntüye, yazıya tahammülleri pek yoktu, hatta hiç yoktu. Bizim meÅŸ’um mesele, bugün, dün, önceki gün falan filan deÄŸil, ta ezelden beri, bu böyle…

 

Şimdiye dek kaç “Özgür Basın Susturulamaz” eylemine katıldığımı, inanın hatırlamıyorum. Çok öfkeli, az neşeli bir abimiz, “Lan gardaş, bizi hep susturmaya çabalıyor bu hıyarlar, biz ise bir avuç can, sürekli tırmalıyor, kendimizi parçalıyoruz, yıkılmadık ayaktayız diye… Sanırım doğru ve haklı yoldayız, çünkü ne onlar vazgeçiyor, ne de biz. Biliyorlar, bir kişi bile susmayacağız dese, yine de özgürlük kavgası sürecek” demişti. “Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem” derdi, sigarayla çatallaşmış, katran sesiyle, Ahmed Arif’in bu şiirini ne çok severdi. İşte birkaç sene evvel, hasta yatağında, son nefesini vermeden bir süre önce, yüzündeki gülümsemeyi yakalamıştım güzel abinin, hep ciddiyet anıtı gibi duran adama, yalan yok, pek yakışmıştı tebessüm. Dedim hayırdır? “Bu izansız, vicdansız p.zevenkler yıkamadı, susturamadı beni, şu kanser illeti kadar olamadılar.” Hem güldü, hem de ciğerleri çıkacak gibi öksürdü, hiç ben demedi, mücadelenin isimsiz kahramanlarından biri gibi öldü. İşte her neyse, eğilmeyen, bükülmeyen, kırılan ama dimdik durmaya çalışan bir kişi kalsa bile, zalimler kaybedecek. Lakin sokaklar korkuya teslim olup, bir insan bile bedel ödemeye yanaşmaz ise, hani Sezen Aksu şarkısındaki gibi; “İşte biz, o gün tükeneceğiz!” Hiç şüphesiz.

 

Boş yere, “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diye haykırmıyor insanlar, valla deli değiller, maksat macera olsun diye de takılmıyorlar. Sizlerin bilgilenme, öğrenme, gerçeği görme, yanıltılmama, kandırılmama (bu önemli) haklarınız için didiniyorlar. Peki, sizler (yani çoğunuz) ne yapıyor? Pis terörikler, devletimize bik bik ediyorlar, cici iktidarımıza kafa tutuyorlar. Eee? Hiç mi adamakıllı bir adım atmayacak, ezberinizi bozmayacaksınız? Sizden olmayan herkesi düşman bellemek, farklı olana tahammül edememek, tek ses, tek renk, tek fikir, tek düşünce olsun demek, her şeyden önce insanın, gelişmeye ve ilerlemeye açık, sorgulayan, doğruyu arayan iradesine hakarettir, bilesiniz. Özgür irade, bizi biz eden şeydir, onu teslim etmek, köleleşmek ve robotlaşmak demektir. Hani çok bildik bir laf vardır ya; “Bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” diye… Biat edeyim derken, ruhunuzu teslim edeceksiniz resmen. Bu yol, yol değil, demedi demeyin, harbiden sıkıntı büyük!

 

Eskiden, tek kanallı televizyonun siyah beyaz dünyasında, gece rap rap yürüyen askerlerin ve İstiklal Marşı’nın ardından, ekranda “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız!” yazısı belirirdi. Sonra ekrana üşüşen karıncalar, parazit bir ses ile seni zorlarlardı TV’yi kapatman için, kumanda yok, kalkardın ayağa, bu zulme son verip (kapatıp), yatardın yatağa… Devletin kanalı, erken kapatıyordu dükkânı… Zaten haber namına bir şey yoktu, parti yapmayı beceremeyen yoksul evlere, eğlence işte. Hah! Aradan zaman geçti, ekranlar renklendi, kumandalar geldi, bir kanal, yüzlerce kanala evirildi, yayın akışı ise kesilmedi. Peki, haber alma hakkımız ne oldu? Affedersiniz bok oldu, bombok oldu. Birkaç özgür kanal vardı, onları da Kanun Hükmünde Kararname ile yel aldı. Normal halimiz bile dumanken, pek yamanken, OHAL’imiz, memleketin siyaset iklimine benzedi. Kurak, çatlak, çorak ve hep patlak…

 

Tepkinizi koyun arkadaşlar, bize bunları reva görenleri seyretmeyeceğiz deyin, hadi onca para verdiniz alete, bari televizyonunuzu kapatmayı unutmayın. Sürekli tespitleri çuvallayan, uluorta sıçan, yanıldıklarını bile kabullenmeyip, hâlâ zırva kasan yorumcuları, seyretmeyiverin gari. Soruyorum; bu mağduriyet tiplemelerini ve bitmeyen ibişliklerini, sektirmeden izlemekteki amacınız, karınız, çıkarınız, kazancınız nedir? Beyin hücrelerinize yazık, zamanınıza yazık, laçkalaşan ve hoplayan sinirlerinize yazık… Değil mi ama? Evet, tek kaynaktan beslenmeye hayır deyin, hep aynı dingilleri görmeye hayır deyin, birlik ve beraberlik söylemiyle, salt kendini dayatan ve başka ses, renk, fikir ve düşünceye yaşam hakkı tanımayan zihniyete aldanmayın. Bağımsız yayınların, kanalların tarihe gömülme çabasına katılmayın, herkesin yandaş olduğu bir coğrafyada yaşamaya alışmayın.

 

Veya katılın giderek büyüyen ve başa bela açmayan suskunlar korosuna, mütemadiyen hakaret eden troll kafasından farklı olduğunuzu düşünüp, kendinizi avutun. Susmanın meziyet olduğunu sanan, eziyet edilenlere iyilik yapmış olmuyor, aksine zulme yol açıyor, fenalık ve kötülük böyle büyüyor. Cadı avı tam gaz sürüyor, suçlu olanlar yerini ve konumunu koruyor, suçsuz olan çoğu insan, hak etmedikleri şeyler yaşıyor, açığa alınıyor, itinayla damgalanıyor, özenle yaftalanıyor. Bir arkadaş yazdı geçen gün, açığa alınan bazı öğretmenler, eşyalarını satmaya başlamış. Nasıl çıkar amaçlı suç örgütü ise bunlar, cep delik, cepken delik.

 

Şaka gibi memlekette her şey, lakin kötü bir şaka bu, güldürmeyen, düşündürmeyen, harbi kâbus muadili bir şey… Erkten, güçten yana, paradan puldan taraf, kuşkusuz çoğunluk içine hapsolmuş ve “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız tek şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın suskunluğu olacaktır” sözlerini paylaşıyorlar. İnsanda utanma olur, arlanma olur. Oh be! Hem susturmaya, iftira atmaya ve muhbirlik yapmaya çalış, hem de büyük büyük lafların arkasına saklan. Bakın, insan dediğiniz, kesinlikle haddini ve tezat nedir bilecek, kapattığı pencereyi aşan ve sabır küpünden taşan işlere ise, hiç girişmeyecek.

Korkulmayacağını gösterirsek, ötekiler de peşimizden gelir.

 

 

 

ALPER TURGUT / @AlperTurgut01

 

Seneler önce güzelim memleketin ücra bir köşesinde, 100 yaşındaki bir dede ile sohbet etmiştik. Okuma yazması yoktu, askerlik dışında bırakın kentinden, köyünden bile ayrılmamıştı. Uzun, upuzun yıllar boyunca çobanlık yapmıştı, sırtında abası, elinde sopası, heybesinde azık, kuşağında kavalı… Köpekler, keçiler, koyunlar, gündüz güneş, gece ay ve yıldızlarla geçmişti ömrü… Her sorumuza bilgece yanıtlar veriyor, getirdiği çözümler ve tahlil yeteneği, hepimizi şaşırtıyordu. Dede dedik, nereden öğrendin, nasıl biliyorsun ve tahmin ediyorsun? Çocuklar demişti, 36500 gündür, mavi göğün altında, karda, kışta, yağmurda, sıcakta doğayla baş başayım. En büyük öğretmen, hayatın ta kendisidir.

 

Evet, herkese kısmet olmaz uzun ömür, lakin bilgelik, o daha da zor, çok daha zor. Düşünmeden, kendini adamadan, çabalamadan, olmaz, olamaz. İşte Vedat Türkali, uzun bir ömür sürdü, inandığı yoldan dönmedi, yoruldum demedi, benden bu kadar diye söylenmedi. O, asla vazgeçmedi, yazdı, söyledi, öğretti. Tıpkı Pir Sultan Abdal gibi; “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan…” Öyle ya da böyle, nice umut bağlanan ve parlatılan isim, harbi harbi çuvalladı, affedersiniz, sıçtı sıvadı. Kendine güvenenleri yarı yolda bıraktı, resmen kazık attı. Oysa Vedat Amca, varlığı içimizi ısıtan, söylediklerine, ısrarla kulak kabartılan bir ahir zamanı bilgesiydi. Eski tüfekti o, tutarlı, kararlı ve haliyle tereddütsüz.

 

Misal John Steinbeck, yaşlanınca muhafazakârlaşan, değerlerini ıskalayan, geçmişte yaşadığı dev acıları unutan ve emperyalist azgınlığın, Vietnam işgaline arka çıkan bir tipe dönüştü. Pulitzer, Nobel kazandı, ama yolunu ve ona inananları kaybetti. Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün, o bunu beceremedi. Ancak büyük buhran yıllarını anlatan Gazap Üzümleri’ni iyi ki yazmış dedim, açlıktan ölüm sınırına gelmiş bir adamın, bir kadının sütünü içerek, hayata bağlanması, hala usumuzda… Bitmeyen Kavga’yı anlatan, Marksist bir duruş sergileyen usta yazarı, zaman, eleştirdiği vahşi, kanlı ve acımasız ABD politikalarını savunmaya kadar götürdü. Nereden, nereye…

 

Vedat Amca ile birkaç kez hasbıhal etmiştik, not defterimi ve kalemimi çıkartmıştım. Söyleşi mi yapacaksın demişti, yok demiştim, unutmamam gereken sözlerini, kulağıma küpe olsun diye yazacağım. Elime dokunmuş ve unutmaya meyilli ise kafan, artık sözlerin de pek önemi yoktur demişti. Zehir gibi bir zihin, bitmeyen bir üretkenlik ve tekerlekli sandalyeyle bile bırakılmayan eylemler, meydanlar. Vedat Türkali olmak kadar, Vedat Türkali kalmak, işte mühim mesele, işte hayati nokta budur.

 

“Devrim ÅŸiir gibi oÄŸlum; baÅŸka dile çevrilmesi güç iÅŸ!” demiÅŸti çınarımız, birkaç gün önce sosyal medyada yazmıştım; Güzelim ÅŸair Ahmed Arif, İstanbul ÅŸiirinin tüm kuÅŸağını etkilediÄŸini ve aynı hissiyatın gelecek nesillere de taşınacağından emin olduÄŸunu söyler. Dile kolay, Vedat Türkali, 71 sene evvel yazmıştır bu ÅŸiiri, o günden bu güne kavganın baÅŸkenti, eli kulağında bekler, zafer ÅŸarķılarını, ona layık olanları, bu arada haramiler de semirir durur. Lale’nin en sevdiÄŸi ÅŸiir idi, ölüm orucunda hücre hücre erirken, bekle bizi İstanbul diyordu, ben gelemesem de, elbet bir gün yoldaÅŸlar gelecek. Yıllar önce, genç bir devrimcinin delik deÅŸik edilmiÅŸ bedeni yıkanırken, aÄŸlamamak için diÅŸlerini sıkan, dillerini ısıran gençler, kan çanağına dönmüş gözlerini birbirinden kaçırırken, nikotinden sararmış pos bıyıklarıyla bir eski tüfek girdi içeri… Nasırlı yumruÄŸunu kaldırdı ve gür sesiyle haykirdi; “BoÅŸuna çekilmedi bunca acılar…” Sonra devam etti; Sakın ha aÄŸlamayın, düşmanı sevindirmeyin. Hesap sorun, hesap sorun, hesap sorun… Evet, çok uzaklardaydım cenaze töreninde sırasında, ama aklım, kalbim, ruhum oradaydı. Televizyondan seyrettim, sıradan bir tören olmamasına çok sevindim, bir ünlü cenazesine dönüşmemesine yol açan tüm dostlara, sevgiler ve selamlar. Bir komüniste yakışır ÅŸekilde, halkların kardeÅŸliÄŸine, bizi biz eden deÄŸerlere ve ortak bilince uygun bir uÄŸurlama, ne güzel!

 

Bir emekçi dostuydu Vedat Türkali, sadece sanat-kültür cephesi değil, tüm memleketten alacaklıydı, unutmamak, hep hatırlamak ve hatırlatmak, onu gelecek kuşaklara ulaştırmak, boyun borcumuz. Bilesiniz. Kültür ve sanat demişken, edebiyat, sinema, tiyatro, müzik, salt oğul ve kız değil, torunları da üretmekte. Çünkü sanat en güçlü muhalefet biçimidir demişti Türkali; “Yeşilçam’da yalnız değildik. Oyuncusu, yönetmeni, işçisi, yazarıyla herkesin bildiği bir sürü ad sayılabilir. En büyük kavga kime karşı oldu? Sansüre karşı. Yani, devletin olumsuz baskısına karşı… Âdeta yabancı filmlere alan açar gibi, onlara hak gördükleri birçok şeyi, Türk sinemasına yasaklamışlardı.” Memleket sinemasına hiçbir hak tanınmadığını, sansürün kaldırılmadığını söylemişti. Eee günümüzde yüz yaşını aşan sinemamızın perişan hali ortada, beyazperde resmen tarumar.

 

“Bir Gün Tek Başına”, “Güven”, “Mavi Karanlık”, hangisini daha çok severim, bilemem. Ancak bana çok şey kattıklarını bilirim, hiç şüphesiz. Tüm külliyatını henüz okumadım, eksik kalanlara başlayacağım tez vakitte. Sonra kitaplarını önereceğim hararetle, teşvik edeceğim ısrarla, bu kaçınılmaz bir vazifedir, elden ele, dilden dile, elbette… Kitap okunmayan memlekette, bu kurak ve bilgisiz uzmanlar kaynayan ülkede, tek cehalete, kibre ve dediğim dedik ezbere değil, akıllı telefonlar diktatörlüğüne (bu illete bulaşmış ve alışmış kendimi de katarak) karşı da mücadele etmek gerekiyor. Yoksa ünlü topçu ve meşhur popçu dışında, hiçbir şeyi hatırlamayacağız, ne yazık ki.

 

Osmanlı’nın son döneminde doğup, kuruluş yıllarında çocukluğu, eski Türkiye’de baskıyı ve yedi yıllık hapsi, yeni Türkiye’de kısırdöngüyü ve çürümeyi yaşamış ve tanık olmuş Vedat Türkali, haramilerin saltanatının yıkıldığı günü, elbette göremeyecek, belki biz de göremeyeceğiz. Ancak zafer şarkılarıyla caddelerden geçilecek o güzelim gün, illa gelecek. Çünkü bekliyor hala ve ısrarla İstanbul, bekliyor kirli çocuklar, yumruklar, bekliyor tarih, bekliyor tüm memleket. Hem ne diyordu usta: “Korkulmayacağını gösterirsek, ötekiler de peşimizden gelir.”

Çalışmak insanı, nah özgürleştirir!

 

 

ALPER TURGUT

 

Efsane Steve McQueen, en sevdiğim aktörlerden biriydi, kuşkusuz hala öyledir, insan ölür, karakter ölmez, film sürer gider. Yönetmen olan ikinci Steve McQueen de Açlık (Hunger) ve Utanç (Shame) ile ilgimizi ve beğenimizi kazanmayı bildi, her çekeceği filmi, merak etmek, beklemek ve haliyle izlemek, şart oldu! Yeni yapıtı 12 Yıllık Esaret’i büyük bir beklenti ile oturup seyrettim, ilk yarısına lafım yok, ancak ikinci yarısı, beni sukut-ı hayale uğrattı dersem yeridir. Oscar almak için kurgulanmış, alelacele tamamlanmış, karakter gelişimi eksik kalmış bir film bu… Özgün bir işçilik, orijinal bir senaryo, bir parça da ışıltı, isteklerim bunlardı, yüksek bütçeli bir anı-kitap uyarlaması değil. Sert bir anlatım dili yerine, bariz bir yumuşama, hiç değil. Tamam, “based on a true story” ibaresi, Hollywood’un yeni vazgeçilmezi, eskiden de yaşanmış, gerçeklik payı olan filmler çekilirdi, lakin şimdi, zeka ürünü hayali tipleri, tamamen kurmaca bir karakteri bulmak neredeyse imkânsız hale geldi. Yönetmen, elini, gözünü korkak alıştırmak durumunda, hadi söyleyin, gerçek bir kişiliği ne kadar bükebilir, bir kitaptan ne kadar taşabilir, yaratıcı fikirlerinizi ne kadar katabilirsiniz?

 

Hah! Film kötü mü? Elbette değil, mevzu, bir başyapıt yaratabilecekken bunun ıskalanmasında, bildik yolu seçmesinde, klişelerle ilerlemesinde, yoksa müziğiyle, görüntü ve sanat yönetimiyle, Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Paul Dano, Lupita Nyong’o, Paul Giamatti, Quvenzhané Wallis, Sarah Paulson, Brad Pitt ve diğerlerinin oluşturduğu dev oyuncu kadrosuyla, izlenmeyi hak ediyor, şüphesiz. Özellikle Paul Dano, kısa ve akılda kalıcı performansıyla, harikalar yaratıyor, zaten o, hafif komik, güçsüz olduğu için tehlikeli, değişik bir arıza adam modelini, bir süredir iyi sırtlıyor. Lupita’nın oyunculuğuna, hani zorlarsak, didik didik edersek, belki laf edilebilir, ancak kast ekibinin, onu bularak, işini layıkıyla yaptığı görmezden gelinmez, gelinemez. Steve McQueen’in fetiş oyuncusu Michael Faasbender, yer yer karikatürize olsa dahi, müthiş oynuyor. Sarah Poulson da, rolünde gayet başarılı… Vasatı kısmen aşan, belli bir ortalamayı tutturan başroldeki Chiwetel Ejiofor ise gayet şanssız, çünkü bu sene Oscar yarışında Matthew McConaughey’i geçmek, pek mümkün görünmüyor. Dokuz Oscar adayı 12 Yıllık Esaret, en iyi film dalında Oscar’ın favorisi, ancak diğer dallarda zorlanacağı da aşikâr.

 

Avrupa’dan Amerika’ya taÅŸan beyazların, önce Amerikalı yerlileri yok etmek, ardından da Afrikalıları köle yapmak ile kurdukları uÄŸursuz, kirli ve kanlı medeniyet, günümüzde de vahÅŸiliÄŸini, kan dökücü halini ve sömürgeciliÄŸini sürdürüyor. ABD’liler, filmleriyle günahlarını temize çektiklerini sanıyorsa ne ala, kendini kandırmaca, ya da baÅŸkalarına bunu yutturmaca siyaseti, mümkünse çöksün artık. Ve unutulmasın, kölelik kaldırıldıktan 100 yıl sonra dahi, fiilen devam ediyordu. Bugün, cezaevlerine dolduranlar, ikinci sınıf yurttaÅŸ muamelesi görenler, kendilerini bir beyazdan daha çok ispat etmek zorunda kalanlar, en az paraya tamah edenler, yine siyahi insanlar ise, sistem, baskı ve zor uygulamaları için sadece yeni ve daha az tepki çeken bir yol bulmuÅŸ demektir. Yine geçen yıl çekilen, kölelik denen illetten dem vuran, hani Obama’nın davete raÄŸmen oynamak istemediÄŸi The Butler filminde, şöyle söylüyor ‘zenci’ kahramanımız, “Tüm ABD’liler, biz de dahil, Nazilerin, Almanya’da ve iÅŸgal ettikleri ülkelerdeki toplama kamplarına üzülüyorduk, ancak benzer kamplar, ABD’nin güneyinde vardı.” Evet, pek meÅŸhur Arbeit macht frei… Çalışmak, insanı, nah özgürleÅŸtirir! Ne ücretsiz kölelik devrinde, ne de ücretli kölelik çağında…

 

Filmde, pek çok çarpıcı sahne var, Kanadalı beyaz kurtarıcıdan bahsetmiyorum, haliyle… Nehir gemisinde yolculuk sahnesi, en çarpıcı olan, bence oydu. Gemide, bir avuç beyaz, çok sayıda siyah var, ancak isyan etmiyor, kaderlerini kabul ediyorlar. Üç adam kafa kafaya vermiş, kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlar, biri çok ateşli, isyan edelim diyor, onlar özgürlüğün tadını almışlar, diğerleri köle olarak doğmuşlar. Hayır, diyor diğeri, yaşamaya bakalım, onlarla isyan edemeyiz, bize katılmazlar, çünkü onlar, ‘zenci’… Zaten ilk ölen, ateşli isyankar oluyor. Diğerleri yaşamak için boyun eğiyorlar.

 

Amistad filminde isyan edenler,  iÅŸkenceci ve insan taciri beyazlara, öfkelerini kusanlar, özgür Afrikalılardı, Zincirsiz’de (Django Unchained) zalim siyahi kahya, hürriyet nedir bilmiyor ve hem ondan hem de statüko kaybından ölümüne korkuyordu. Ahmed Arif’in ölümsüz dizeleriyle, “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküs”, özgür bir adam olarak doÄŸdu, gladyatör oldu. Ama içindeki özgürlük ateÅŸi hiç dinmedi, bekledi, örgütledi, sonra “kalkın ey köleler, artık esir deÄŸiliz” dedi. Sorun, boyun eÄŸen köleler deÄŸildir, onları köle eden, köle gibi hissettiren, köle olmaya devam etmelerini saÄŸlayan sistemdir, kraldan çok kralcı olanlar, efendisinden daha çok, kırbaç ve kamçı kullanmayı seven köleler, bu lanet olasıca sistemin ürünüdürler. Kölelik bildik anlamda kalkmış olabilir, ancak eÅŸitsizlik, tüm dünyada var, hala var, inadına var. EÅŸitsizlik ve adaletsizlik kalkmadan ortadan, ne efendiler, ne de köleler asla tükenmeyecekler.

 

Politik sinema umut ve yıkımın harmanıdır

ALPER TURGUT
Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün deÄŸildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inÅŸa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’ ne durumda ve yeni kuÅŸak sinemacılar simge isim Yılmaz Güney’i aÅŸabildi mi?” sorularını yöneltmiÅŸtik. Kimi Güney’in çıtasının daha da yükseklere taşındığını, kimi gerilediÄŸimizi, kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri de Türkiye’de siyasi sinema diye bir ÅŸeyin olmadığını söyledi.

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılması beklendi. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuÅŸaklar yetiÅŸmesine neden oldu. Sanırım çoÄŸumuz bu konuda aynı görüşü paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür… Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleÅŸtirmek, önermek, savunmak mümkün deÄŸilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koÅŸullarda politik sinema büyük bir düş idi ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister istemez… Yaprak bile kımıldamayan yılların ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevÅŸemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniÅŸ, ayaÄŸa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peÅŸi sıra geldi.

GeleceÄŸe umutla bakan, tartışma çeÅŸitliliÄŸinin arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli apolitikleÅŸme ilacının etkisinden kurtulduÄŸumuzu öne sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el deÄŸmemiÅŸ nice olay ve kiÅŸinin bulunduÄŸu bu ülkede konu sıkıntısı çekilmeyeceÄŸi yönünde… Demek ki, siyasi sinema adına adımlar atacak cesaret yavaÅŸ yerine geliyor. Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık… Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak denli özgürleÅŸir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir. (ÖrneÄŸin İspanya’da siyasi filmler festivali yapılıyor)

Politik sinema demiÅŸken yelpazenin en geniÅŸ halini görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiÅŸ filmleri baz alırsak; “BeÅŸir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50 Ölü Adam”, “Il Divo”, “AteÅŸ ve Citroen”, “Aleksandra”, “Firaaq”, “Bakış Açısı”… Liste uzayıp gidiyor. MübalaÄŸa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi politika sosuna bulayan bu filmleri görünce gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor, haliyle sinemacılar da derman arıyor.

Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan “Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri, Emile Zola’nın romanından devÅŸirme pek meÅŸhur “Tohum YeÅŸerince”, Fellini-Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma, Açık Åžehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi “ÇocukluÄŸum”, “Benim Üniversitelerim” ve “EkmeÄŸimi Kazanırken”… Sonra Elia Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi kiÅŸiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF, Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang), bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi dillendiren “Nanking Katliamı” konulu yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden “Gel ve Gör”… Sovyet sinemasından “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”, “St. Petersburg’un Sonu”… Siyasetin sol yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın Åžarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”… İspanya İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”, “Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda çok güzel anlattı, SİYAD üyeliÄŸi gerçekleÅŸen meslektaşımı kutluyorum)

Bilcümle savaÅŸ filmlerini atlamayalım. Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız. Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise belki de bunların en tazesi… Ya diÄŸerleri; Milcho Manchevski’nin çemberin asla yuvarlak olmadığını ‘kelimeler’, ‘yüzler’ ve ‘resimler’ ile haykırdığı muhteÅŸem baÅŸyapıtı YaÄŸmurdan Önce (Before the Rain), Balkan sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica’nın acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground) ve sonrasında Bir Mucizedir YaÅŸamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel Coixet’in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın ÅŸahsında savaşı resmettiÄŸi filmi Sözcüklerin Gizli YaÅŸamı (La Vida Secreta de las Palabras) ile Ahmed Imamovic’ten tabiri caizse ‘ortaya karışık’ ve kısmen absürd bir deneme Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler…

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda… Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki… Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri deÄŸil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iÅŸtir… Özetle emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, iÅŸgalin, CIA’nın, iÅŸkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin baÅŸrolü kaptığı bu yapımlara parantezler açmayı sürdüreceÄŸiz. Politik sinemaya –bu kulvar oldukça geniÅŸtir- ileriki aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden vereceÄŸimiz örneklerle dosyamızı ÅŸimdilik kapatalım. Not; Çıkış noktası politika olup, bir süre sonra raydan çıkanlar baÅŸka baÅŸka mecralara savrulan filmler de vardır. Siyasete uzak görünüp alt metinlerle en aÅŸağılık ve ırkçı söylemlere sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın filmler kuÅŸkusuz önceliÄŸimizdir.

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin) politik sinemanın, propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin, ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere hediyesi olan dahi yönetmen Sergei M. Eisenstein, adı geçen başyapıtı tam 84 yıl önce çekti. İşte Stalin’in direktifiyle kotarılan Potemkin Zırhlısı, 1905’te içten içe çürümekte olan çarlık rejimine karşı ayaklanan kahraman denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın 20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur) esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve “Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır. Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim niteliÄŸi -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı, dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen “YurttaÅŸ Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles) önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırırlar. Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı ne yazık ki; Hitler’in saÄŸ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkilemiÅŸtir; “EÅŸi benzeri olmayan ÅŸaheser. Bu filmi izleyen insan bir BolÅŸevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan beÅŸ parça ÅŸunlardır; “İnsanlar ve solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün çekiÅŸi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla randevu”… Özellikle Odessa merdivenlerinde yaÅŸanan katliam bölümü, sinema tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan ÅŸanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek çok ülkede yasaklandı, sansüre uÄŸradı. Ve bundan beÅŸ yıl önce film, hummalı bir çalışmayla yeniden yapılandırıldı.

Eisenstein’in bir diÄŸer politik filmi de, Amerikalı gazeteci John Reed’in, “Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü romanından uyarlanan “Ekim” idi. “YaÅŸasın Meksika” ise Eisenstein’ın “bitmemiÅŸ baÅŸyapıt”ıdır

Evlatların için ağla ey Arjantin

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial), siyasi sinemanın doruklarından… Naif, akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu… .

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici ve bildik gerçek, hiç kuÅŸkusuz ki; ötelenemeyen tüm acıların, tarifsiz yaraların ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur. Åžili cehenneminde yitirilen insanlığın ortak deÄŸerleri Salvador Allende ve Victor Jara’ya birer selam çakalım ve asıl konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976… Köşe baÅŸlarını tutan postallar, bütün renkleri boÄŸan üniformalar ve caddelere kan aÄŸlatan tank paletleri… Hain General Jorge Videla komutasındaki CIA güdümlü ordu, BaÅŸbakan İsabel Peron’u devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo Peron’un üçüncü eÅŸidir. İki kez baÅŸkanlık yapan eski asker Peron, bir dönem sekreterliÄŸini de üstlenen İsabel ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata erken vedasının ardından evlenmiÅŸtir. Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor ve Olivia Newton-John’un seslendirdiÄŸi Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina” (Benim İçin AÄŸlama Arjantin) unutulabilir mi?

Darbenin ardından Arjantin genelinde 650 tutuklama merkezi oluÅŸturulur ve 30 bin kiÅŸi yaratılan bu hayâsız kan gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif bellediklerini, sonsuz iÅŸkencelerin ardından kargo uçakları ve helikoptere bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık baÄŸlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin gözyaÅŸlarıyla izlediÄŸi Arjantin orijinli politik film “Olimpo Garajı” (Garage Olimpo / 1999) son soluÄŸunu azgın dalgalara bırakanları anlatır. Benzer bir canavarlığın yaÅŸandığı Åžili’de suya atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve idealist bir kadın öğretmen için de bir türkü yakılır; “O, denizden geldi”… Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi deÄŸildir; hamile kadınları iÅŸkencede öldürüp, 500’ü aÅŸkın bebeÄŸi evlatlık olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek aileleri tarafından bulunabildiler. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine de metanetini bir kenara bırakma ancak hiç deÄŸilse bir kez olsun, en asil evlatların için aÄŸla ey Arjantin.

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni Alicia, ABD’li ÅŸirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve beÅŸ yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile huzur, güven ve zenginlik içerisinde yaÅŸamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden gün be sıyrılmaktadır ve Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir. Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi. Siyasi filmler kategorisinden kısa bir sürede kült filmler listesine girebilen bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve yetkinliÄŸe sahip bu yapıt, en iyi yabancı film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı. Filmin baÅŸrollerini Norma Aleandro, Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital Kültür tarafından satılıyor)…

Tutkulu bir kadın aşksız da yaşayamazdı

 

“Rosa Luxemburg” (Die Geduld der Rosa Luxemburg) ise devrim hareketinin kuramcısı ve önderi bir büyük kadının öyküsünü resmeden ÅŸiir gibi bir seyirlik. Rosa Luxemburg, eski Çekoslovakya ve Batı Almanya ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu ve takdire ÅŸayan bir eser. Filmin yönetmeni ve senaristi Margarethe von Trotta… BaÅŸrolleri sırtlayanlar ise Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve Otto Sander… 2007’de gerçekleÅŸtirilen 2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini almanızı hararetle öneririm.

Büyük ÅŸair Ahmed Arif’in “Suskun” adlı ÅŸiirinde selamladığı “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküsӟn” iki bin yıl sonraki takipçisidir Rosa Luxemburg… Spartaküs BirliÄŸi’ni birlikte kurduÄŸu ve aynı kaderi paylaÅŸtığı yoldaşı ise Karl Liebknecht’dir.

Polonya’da doÄŸan, genç yaşında teorisyenliÄŸe soyunan ve ardından evlenip Almanya’ya yerleÅŸen “Kızıl Rosa”, her zaman bıçak sırtında yürüdü, cezaevlerine düşmek ve yakasını bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan alıkoyamadı. Clara Zetkin, August Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle ya dostluk kurdu ya da karşılarına dikildi. Lenin de, zaman zaman ters düştüğü Rosa için – her ÅŸeye raÄŸmen – “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır” demiÅŸtir. Leo Jogies, Kostja Zetkin, Paul Levi, Hans Diefenbach… O, aÅŸksız da yaÅŸayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin büyük lideri Rosa Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla anıyoruz.

Provoke edici bir seyirlik

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduÄŸu oranda sarsıcı, etkileyici, provoke edici ve akılda kalıcı bir seyirlik… İngiliz iÅŸgaline karşı Kuzey İrlanda’nın mazlum halkının onurlu ayaklanması ve devamında bu isyanı simgeleyen gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle sonlanan destansı öyküsü…

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50 yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle alakası yok, sadece isim benzerliği) çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde, babası Alman, annesi ise Kuzey İrlandalı olan yetenekli aktör Michael Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı Bobby Sands ile mükemmel bir iş çıkaran Fassbender’i sinemaseverler, “300” ve “Angel” adlı yapımlardan hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan Fassbender’i yakında Quentin Tarantino’nun son filmi “Inglourious Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer önemli rollerini ise Liam Cunningham, Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden 28 ödülle döndü.

“Açlık grevi eyleminde yaÅŸamını yitiren İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi ve İngiliz parlamentosu milletvekili Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan yapım, gıdasını politikadan alsa da kendisine bildik siyasi filmlerden ayrı duran bir kulvar seçmiÅŸ. İşkenceci sadist gardiyanlara ve zulme uÄŸrayan siyasi mahkûmlara eÅŸit oranda yaklaÅŸtığı için suçlanılabileceÄŸi ince bir çizgide yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz bir plan, iÅŸkence sahneleri, duvarları bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü, eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin “Demir Leydi” lakaplı BaÅŸbakanı Margaret Thatcher’ın metalik sesi… Açlık’ın hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici… Tek kelimeyle; kışkırtıcı… Sands ve yoldaÅŸları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız Helen Mirren ve İrlandalı muhteÅŸem aktris Fionnula Flanagan’ın büyüleyici oyunculukları unutulmazdı), iÅŸgal altında sokakları tutuÅŸan ve yüreÄŸi içerdekilerle bir atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise neredeyse diyalogsuz bir ÅŸekilde korkuyu, yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı resmetmeyi deniyor.

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof”

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der Baader Meinhof Komplex), sol gösterip saÄŸ vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Almanya’nın yakın tarihini (1967–1977′) sarsan ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir. Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca, “kaldırım taÅŸlarının altında kumsal var” diyen Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar… Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik sosyalizm düşü kurmakta, sokakların ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın 2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini protesto eden gençler, polis şiddetine (İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin, Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe, Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar. Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi ve becerikli Horst Herold ise peşlerine düşmekte gecikmez.

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen Uli Edel’in devlet ideolojisinden yana taraf tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’ demiÅŸti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan oluÅŸan vahÅŸiler çetesini daha uygun görmüş sanırım) gösterime girdiÄŸi her ülkede tartışma yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir kadın düşmanı yani bildiÄŸiniz yarım akıllı bir maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde… Siyasi bir önderden ziyade mahallenin delisine dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir ev kadını kılığında… Edel’e göre o, resmen saftorik ve sıradan bir maceracı… Örgütün kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun Ensslin ise –sıkı durun- teÅŸhirci bir top modele çevrilmiÅŸ. İkinci kuÅŸak RAF’çılardan Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.

EleÅŸtirilerimiz bitti mi? Ne gezer… Yoldaşına, “cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi seviÅŸelim” diyen devrimci bir kadın militan. İçini boÅŸalt, karikatürize et, kullanabildiÄŸin kadar kullan ve at… İşte al sana yeniçağın ikon kültürü… UzlaÅŸmacılar, hinoÄŸlu hinler, hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar… Çıplaklar kampı sevdalısı, rock yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin, bir tek “ille de birey, birey, birey” diye bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek, filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş. Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini eÄŸiten Filistinli direnişçiler de “hödük” mertebesindeler… İnançlarından kati suretle ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu ÅŸekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!

BaÅŸrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaÅŸtığı Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne dek çekilmiÅŸ en pahalı Alman filmiymiÅŸ. Protesto gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu… Tamam, görsellik 10 numara ancak film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı RAF’tır gibi bir ucubelik çıkıyor.

27 AÄŸustos 2009

 

Ötekileştiremediklerimizden misiniz?

“Altın Koza”dan sonra “Altın Portakal”a da noktayı koyduk, peş peşe yapılan iki festivalin ardından sinemamız hakkında iki kelam edecek kadar yerli işi film izlemiş olduk. Hatta ve hatta doyduk, kusacak kadar doyduk. Cinedergi’nin Ekim sayısında “Altın Koza’dan umutluyduk, affedersiniz sıçtık. Altın Portakal’dan umudumuz bile yok, artık bez getiririz, bir zahmet. Ön jürinin önüne gelen ve seçilemeyen filmler nasıldı acep? Onları hayal etmekte bile güçlük çekiyorum, gerçekten…” diye yazmıştım. Şimdi Kasım sayısında kaldığımız yerden devam ediyoruz.

ÖtekileÅŸtiremediklerimizden misiniz? yazısına devam et