Etiket arşivi: adana

Roma; yılın en iyi filmi

ALPER TURGUT

Roma, bu sene seyrettiğim en iyi film, sıradan insanlara dair, siyah-beyaz bir sinema destanı, tastamam. Belki küçük bir öykü bu, lakin inadına derin, kadın sorunu, sınıf sorunu, aile sorunu, ziyadesiyle mevcut. Ötesinde hem ölüm, hem yaşam, hem düğün, hem ayrılıklar, hepsi var.

Dedem anlatmıştı, bundan yaklaşık 70 sene evvel, köyümüz Kadıköy’de yaşadıklarını… Kadıköy, eskiden Adana’nın deniz gören ilçesi Karataş’ın köyüydü, 1986 yılında Yüreğir ilçe olunca, hop oraya bağlandı. Çukurova, malumuz bereketli yer, toprak ağaları, sınırsız tarlara sahip olunca, ırgat mı dayanır, mevsimlik işçiler akın akın geliyor, yeni bir hayat aşkına da değil ha, resmen boğaz tokluğuna… Köy desen büyüdükçe büyümüş, nah kasaba kadar olmuş. Hah! Çalışmanın da yaşı yok, çocuklar bile pamuk peşinde… Kaytaran, yaramazlık yapan, haylazlık eden yoksul çocuklar, köyün eskileri ve sözü geçenleri tarafından, meydanda göstere göstere dövülmekte, diğerlerine ders olsun diye, ezilmeyi öğrensinler diye.

Bu saçmalık, gelenek haline dönüşmüş, benim delifişek dede de, o dönem ırgatbaşıymış, artık dayanamamış ve almış silahı, çıkmış eziyetçi güruhun karşısına. Demiş ki; bu benim ilanımdır, sözümden dönmem, bir daha böyle bir şey yaşansın, bir yoksul çocuğa, bir garibana bir fiske atılsın, görün bakalım neler olacak. Kimse karşı çıkamadı, böyle bir şey bir daha yaşanmadı ben oradayken dedi dedem, çünkü yapacaklarımı biliyor ve beni tanıyorlardı. Torunum dedi sonra, zenginin ettiği zulümden daha fenadır, fakirin fakire ettiği zulüm, insanı daha çok yaralar. 

Evet, Roma filmini seyrederken bunu düşündüm, zenginler bir avuç şu yalan dünyada, üflesen mumları söner, peki, nasıl zulmedebiliyorlar hala ve ısrarla? Fukaralar yüzünden, elbette. Bilinçlenmekten, örgütlenmekten kaçan, dengini bulunca ezmeye çabalayan, düşküne direkt abanan, varsılı görünce el pençe divan duran, işte nice ‘insan’, lanet sömürünün sigortası değilse, nedir? 

Meksika’nın sinemaya armağanı üç dâhiden biri olan Alfonso Cuarón (diğerleri Alejandro González Iñárritu ve Guillermo del Toro), yine kendisiyle yarışmış ve yine kendisini geçmiş. Böylesi yaratıcılar aşkına, hala küllenmiyor sinema sevdamız, hiç kuşkusuz. Netflix platformu ve sinemalar, önceki gün ayrı anda gösterime başladı, Roma’yı kaçırmayın derim. Ha! Roma deyince, İtalya’nın başkenti gelmesin aklınıza, bu Roma, Meksika’da bir mahalle, o kadar. Mahallenin resmi adı da değil hani, halkın koyduğu isim o. Hani bizim meşhur 1 Mayıs Mahallesi gibi, adı bambaşka oysa. Ve film bizi, 1970’lere taşıyor, orta sınıfının konuşlandığı, hiyerarşinin bariz hissedildiği bir eve ve ona açılan sokaklara da. 


Evin hizmetçisi ve çocukların bakıcısı Cleo, fakir bir yerlidir, kökeni kıtanın ta en eski sahiplerine kadar dayanır, onun sevgi dolu ve saf dünyasına konuk oluruz, onca adaletsizliğin ve aşınmanın tam ortasında, o çırpınır durur. Sonra film akar ve dünya birden genişlemeye başlar. Öyle ki, içine katliam bile sığar. 

Meksika’nın başkenti Meksiko’da 10 Haziran 1971’de, İsa’nın Bedeni Festivali yapılır, o gün kendilerine Şahinler (Los Halcones) adını veren ve ABD tarafından eğitilen yarı askeri (paramiliter) güçler, sol görüşlü göstericilere ve öğrencilere saldırırlar. Ve gün boyu yaşanan saldırı dalgası, katliamla sonlanır, yaklaşık 120 insan, bu eğitimli katillerin kurbanı olur. Peki, ölenler kadar, öldürenlerin de yoksul insanlar olduğundan dem vurmaya gerek var mı? Haliyle yok! Müslüm Gürses, yakarsa dünyayı garipler yakar demiş ya, kendilerini yakmaktan, dünyayı yakmaya fırsat buladıklarını hesaba katmamış sanırım. 

Film, bir yandan öznel, Alfonso Cuarón’un çocukluğuna ve onun dadısına dair. Lakin bu muazzam çekim tekniği, kamera açısı, sesin kullanımı ve işleyiş dili, kesinlikle evrensel. Böyle bir sonuca ulaşabiliyorsa, kişisel de neymiş? Çocukluk hatıraları, bizleri bambaşka bir dünyaya taşıyorsa, bizi inandırıyor, bizleri sarıp sarmalıyorsa, daha da ne ister insan? Yani bir araba bile anlatıma kuvvet katabiliyor, bir adam, daracık yerde usta manevra, bir kadın, iki aracın arasına, hasar pahasına dalma, sonra büyük araba gider, küçük araba gelir. Hayat daha da hafifler. 

Şöyle ki; evin hizmetçisi, en uzak ve en yakın olabiliyor, sınıfsal fark, onun dertleriyle değil, verdiği hizmetle ilgileniyor, onun yaşadığı travmalar, bir yere kadar, çok da umurlarında değil hani. Emek sömürüsünün, hayatın gerçeği olduğunu, yoksulların, temizlik işleri kadar, kirli işler için de rahatlıkla kullanabileceğini bize gösteriyor. Bağırıp çağırmıyor, slogan atmıyor, anlatıyor, göstererek anlatıyor. Ne güzel!

Arkadaş, en çok bozulduğum şey, insanlar, sinemayı daha gerçekçi bir hala nasıl getirebiliriz uğraşında, kafa patlatıyorlar resmen, biz ise sinemada sigarayı da yasaklayalım, filmlerde artık hiç olmasın gibi gizli sansürlerin peşindeyiz. Misal ağır dertlenmiş eleman, ya işten kovulmuş, ya da sevdiğinden ayrılmış, üzüntüden avokado mu yesin, suşi mi yutsun gidenin ardından. Veya ayran içip, acıklı türkü mü çığırsın, harbi harbi ezber bozmak uğuruna ne yapsın bu insanlar?

Kimsenin aklında ‘sarı yelek’ giymek yok, iktidara yakın cenah, sürekli giymeyin ha, sokağa çıkmayın ha, şöyle yaparız, böyle ederiz, gününüzü gösteririz tiradı atıyor, hep bir ağızdan. Hayır, evimize ani baskınla dalıp, bize zorla sarı yelekleri giydirir ve sokağa, güvenlik güçlerinin ta ortasına atarlarsa, şaşırmayalım. Meksika’dan niye memleketimin gündelik ucuz politikasına geçtim ki şimdi, filmin tadını da bozuyorum. Haydi, iyi seyirler.

“Yaşamak ayrı bir dert, gülmek tesadüf…”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Bu hafta, iki film girdi vizyona, Urfa-Adana hattında, Biri Çirkin Kral Efsanesi belgeseli, diğeri de kurmaca Müslüm Baba… Yılmaz Güney, Urfa’dan gelen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş Adana’da, Müslüm Gürses de, çocuk yaşta Urfa’dan gelmiş Adana’ya… Durun! Daha bitmedi. O Ses Çocuklar yarışması şampiyonu, şimdilerde 17 yaşında olan ve Müslüm Baba’nın gençliğini büyük bir başarıyla canlandıran Şahin Kendirci de, Urfa orijinli Adana doğumlu bir delikanlı. Ne de güzel söylemiş filmde, Müslüm Gürses’in hocası Limoncu Ali’nin türküsünü; “Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi, kebabından yiyek mi? Heye gardaş gel gidek!”

 

Adanalıyık gardaÅŸ, harbiden sıcaktan, kaostan, dostluktan var olmuÅŸuz, vay Teksas gibi yer ha diyor ya bazıları, ana haber bültenlerine düşen her vukuatın ardından, onca göçü, hayata tutunma halini, yeni bir yaÅŸam umudunu, küllenmemiÅŸ davayı, kozmopolit yapıyı, zengin-fakir ayırımını, mantığından ziyade duygularıyla harekete geçen insanlarını es geçerek… Bakale bizi biz deÄŸil de Ahmed Arif anlatsın hele;   “Çukurovam, /Kundağımız, kefen bezimiz /  Kanı esmer, yüzü ak / Sıcağında sabır taÅŸları çatlar / Çatlamaz ırgadın yüreÄŸi  / Dilerse buluttan ak / Köpükten yumuÅŸak verir pamuÄŸu / Külhan, kavgacıdır delikanlısı / Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun / En çok Çukurovalılar mahpustur /  Dostuna yarasını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / Öyle içten / Öyle derin  / Türkü söylemek, küfretmek  / Çukurova yiÄŸidine mahsustur…”

 

Memleketimi yeterince övdüysem, mevzuya dalayım artık, Müslüm Baba, gözyaşına, duygusuna, oyuncusuna, emeğine, sanat yönetimine hiç lafım yok, lakin gayrımüslümcü bir film olmuş ağa. Hakkını teslim edeyim. Hayli etkilendim, çokça üzüldüm, karanlığı kalkan edip, gözyaşı da döktüm.  İnsanım diyen, zaten kayıtsız kalamaz, o nasıl bir yaşam öyküsüdür, keskin jilet gibi gerçekliktir. O nasıl bir babadır, resmen saf kötülüktür. Tarumar eder, duman eder ailesini… Hani Cengiz Kurtoğlu söylerdi ya; “Hayatımı yazsam roman olurdu.” Müslüm Gürses’e dair özyaşam; bırak romanı, en hakiki dram koleksiyonu diye, resmen külliyat olurdu. Çile nedir, acı nedir, ağrı-sızı nedir, hayatın tüm illeti, eziyeti nedir, taşınmaz yük nedir, hicran nedir, hüsran nedir, damar nedir, damar ulan! Boşuna, “Herkesin acısı, sevgisi kadar” dememiş Baba, yani anlayana…

 

Müslüm Gürses’in Evlatları belgeselinde (Vuslat SaraçoÄŸlu – 2013), baba ve yavrularına dair konser izlenimlerimi anlatmıştım. Sonra eklemiÅŸtim; “Müslüm Gürses, beyaz Türk olsaydı, ÅŸehrin yoksul varoÅŸlarının gençleri, ona asla baba demezdi, onlar, kendileri gibi olanı, kendilerinden olanı seçtiler” Sevginin terazisi, sanıldığının aksine, hiç de eÅŸit deÄŸildir ha, evet, o gün de söyledim, yine söylüyorum; “Bizler, iyi bir müzisyeni, bir güzel adamı kaybettik, onlarsa babalarını…” İşte Müslüm Baba filminde, meÅŸhur Gülhane Parkı konseri dışında, onlar yoklar, efsaneye gönülden baÄŸlı olanlar, hala o ölmemiÅŸ gibi onu yaÅŸatanlar, yoklar. Bu film, Müslüm Gürses filmi olabilir, Müslüm Baba ise olamaz, zannımca. Bir Müslümcü ile Anti-Müslümcünün tartışmasına tanık olmuÅŸtum seneler evvel, Müslümcü, sen hayattan sadece bir fiske yedin, bana ise tekme-tokat daldı, duvardan duvara vurdu demiÅŸti ötekine… KuÅŸkusuz, haklıydı.

 

Müzik, önemlidir, ses, söz önemlidir, değerlidir. Ben Ahmet Kaya, Grup Yorum dinlerken, biraderlerim Müslüm Gürses dinlerlerdi, atışırdık hatta. Ben, arabeskin, cuntanın kaderciliği köpürtmek, yalnızlığı yüceltmek, kitleleri bireyselleştirmek, ortak bilinci törpülemek adına önünü açtığını söylerdim, onlar, hiç tınmazdı, oturup, bir kez bile tam dinlemedin, ama anında hüküm verdin derlerdi. İşte aidiyetler, önyargılar, yaftalamalar, bakışımızı bozuyor, anlamamızı zorlaştırıyor. Neyse… Sonra oturup dinledim ve kararımı verdim; Arabesk hala beladır, hala ‘Magirus edebiyatıdır’, hala kendini bile isteye zincirlemektir, Müslüm Gürses hariç!  Evet, çok uzun zamandır, Müslüm Babayı, ahir zaman dervişini, kendinize zarar vermeyin, kendinizi kesmeyin diyen adamı, yakarsa dünyayı, Garipler yakar diyen adamı anlıyor ve önemsiyorum. Çünkü sözlerinde ve sesinde, itirazı ve isyanı buldum, bu da bana yeter!

 

Filme dönecek olursak, 132 dakika, babayı anlatmaya kafi gelmemiş, çokça sezonluk, bilmem kaç bölümlük dizi olsaymış keşke. Yönetmen, yapım, senarist, oyuncular, onlara da lafım yok, hayli didinmişler, besbelli! Son yıllarını hızla bağlamaları, kurgu hataları, bazı abartılı hareketler, yanlış zamanlama, hata ararsam, tonla bulurum. Dilersen, sekiz Oscar’lı Amedeus (1984) da bile hata bulursun, maksat amacın, yermek olsun. Buradan, hop diye Kimsesizler mezarlığına gömülen Mozart’ın tarihsel dramına geçmeyeceğim, rahat olun. (Kasım ayında Bohemian Rhapsody geliyor, Freddie Mercury de, Müslüm Baba gibi candır, bitip tükenmez heyecandır.)

 

 

Müslüm Gürses, harbi evliya gibi adam, suç makinesi babasına dahi evini açan, konserinde kendisini bıçaklayan hayranına kucağını açan, valla tepeden tırnağa vicdan. Diyeceksiniz şimdi, lan arkadaş, insan, taptığı adamı bıçaklar mı? Psikopatlığa bak! Efsanevi John Lennon’un, fanatik hayranı tarafından öldürüldüğünü de hesaba katlayalım o vakit. Boş yere denmiyor, sevda ve nefret, tutkunun ikiz çocukları diye…

 

Yerli sinema adına bunca çöp işin olduğu yerde, bu filmin duygusu geçti bana, tıklım tıklım sinema salonunda (Kadıköy Rexx), Müslüm Gürses’i sonradan keşfedenlerle seyrettim, çıkışta herkesin ağlamaklı olduğuna, tesirin hala sürdüğüne şahitlik ettim. Müslümcülerle seyretmek isterdim aslında, onların tepkilerini görmeyi, sonunda onlarla iki kelam etmeyi isterdim. Yalan yok!

 

Önce Demokrat Parti’nin ilk ipini çektiği, ardından da 12 Eylül Cuntasının, tarihe gömdüğü Halkevi gerçeğinin, bize Müslüm Gürses’i hediye ettiğini görenler, belki sorgularlar, muhafazakâr büyüklerimiz, neden böylesi gerekli ve hayati bir oluşumu yok etmek istediler diyerek… Hiç sanmam ya. Portekiz’de Salazar diktatörlüğüne karşı yapılan Nisan Devrimi’nde (25 Nisan 1974 / Karanfil Devrimi), yılgın, bezgin ve sabrı sınanmış halk, radyodan çalınan Grândola, Vila Morena şarkısını duyunca, sokağa ve özgürlüğe koşarlar. Çünkü şarkının sözleri, çoktandır beklenen şifre gibidir, iktidarın halka ait olduğunu söylemektedir. Müzik bambaşka bir şey; bireyler kadar, kitleleri de harekete geçirebilir.

 

Kanser ilaçlarının temini için baÅŸvurduÄŸu bakandan dilenci muamelesi gören ve bu sene yalan dünyayı terk eden Dilek Özçelik’in sesi ve sözleri uÄŸulduyor kulaklarımda; “Görüyorum ki, çaresizliÄŸi tatmamışsınız hayatınızda…” Talihsizler, çaresizler, yitikler, kırgınlar ve gönülden yaralıların babası Müslüm Gürses; “Bir Ömür Yetmez” derken haklıydı, “Aynalar yaÅŸlanmış gösterse bile, yaÅŸanmadan geçen yıllar utansın…” derken de… İşte öyle…

Sen denetleme mümkünse…

 

 

 

Alper Turgut

 

İktidarın, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) aracılığıyla, internet üzerinden yapılan yayınlara denetim getirmesi, uygulanabilirlik konusunda bariz muğlaklık içerse de, biricik gayenin sansür olduğu apaçık. Erk mekanizmasının işine gelmeyen, haliyle televizyonlarda da gösterilemeyen siyasi, insani, hayati içeriklerin, internet aracılığıyla yayılmasını istemiyorlar, görüntülerin görünür olma ihtimali dahi, tatlı rüyalarını kaçırıyor besbelli.

 

Gazeteci arkadaşımız Ergün Demir’in, evladına pantolon alamadığı için intihar ettiği söylenen babanın ardından yaptığı haberden sonra gözaltına alınması, mevcut vahametin tescili değilse, harbiden nedir? Haber filan istemiyorlar arkadaş, sadece övülsünler, alkışlansınlar, yere göğe sığdırılamasınlar, sürekli pohpohlansınlar, yegâne arzuları bu, haber değil, PR çalışması yapılsın, gazetecilik değil, halkla ilişkiler ve reklam mevzusu alıp başını yürüsün, işte o kadar. Yani televizyon kanallarının hali ortada, internet platformlarını da aynı şekilde, sıkılmış limona benzetecekler.

25 Uluslararası Adana Film Festivali’nde yazıyorum bu yazıyı, aynı gün içerisinde, hem son derece lüks gece kulübünde, su gibi para akıtarak, dünya yansa umurumda değil modunda eğlenen insanları da gördüm, hem de sokak arasındaki çöp konteynırının yanı başında, bulduğu karpuz ve kavun kabuklarını temizleyerek kemiren adamı da…

Doğduğum güzelim kentte, turist pozisyonunda da olsam hayli zamandır, bu büyük değişimi fark etmemi engellemiyor.

İşte bu çöplükte bulduğuyla beslenen, başkalarının artığıyla hayata tutunmaya çalışan çaresiz insanı, televizyonlardaki haber bültenlerinde görmeniz mümkün değil artık! Kaldı mı geriye internet, hah! Mesele tastamam budur, memlekette kriz mriz yok, her şey çiçek, kelebek, herkes memnun, gayet mesut!

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin eylemine gittim, polisler, devletin verdiği sürekli sarı basın kartını göstermeme karşın, inat ettiler ve içeri sokmadılar, ne yaptım, ne ettim, barikatı aşmama engel oldular. Polislere, yahu aranızda yetkili bir kimse yok mu dedim, hop gidip komiserlerini çağırdılar. Komiser, kartımı dikkatle inceledi, GBT’ye bakacaksan, o işi metrobüste çözdük dedim, anlamsızca yüzüme baktı, sonra burada haber falan yok diye geçiştirmeye çabaladı. Diretince, bu kez takip edilmesi yasak dedi, haydaaa OHAL bile kalktı, neyin yasağıymış bu diye sordum. Ben bilmem müdürüm bilir dedi. Eee müdür nerede, barikatın öteki tarafında, oraya nasıl gideceğim, yanıt; tısssss! Aynasızlar, çeyrek asır önce, sarı basın kartım olmadığı için engel oluyorlardı, şimdi olması da fark etmiyor. Hemen her şey yenileniyor ve gelişiyor, zaman inadına ilerliyor, lakin mevzu en temel haklar olunca, yakıcı gerçeğimizin özeti; bas geri!

Adana Film Festivali demişken, son yıllarda attığı deparla, memleketimizin en gözde, en önemli ve değerli film festivaline dönüştüğünü vurgulamak isterim. Hele hele bu sene, yurdumuz adına bir ilki yaratmışlar, resmen dijital devrim yapmışlar, cep telefonuna uygulamayı indiriyorsun, filmini ve koltuğunu seçiyorsun, işlem tamam. Ulusal uzun metraj kurmaca için tam 42 film başvurmuş, ön jüri aralarından 15 finalist yapımı belirlemiş. Elbette iyi film sayısı az, vasatlar çoğunlukta, bu festivalin derdi değil. Sorun, memleketimizin sinemasında, muhalefetin durumuna benzeşiyor haliyle, bir türlü üretemiyor, üzerindeki ölü toprağını atamıyor, silkelenip ayağa kalkamıyor. Ne yazık ki… Hal böyleyken, ne etsin sayın halkımız, işte birçok sinemasever, ister istemez yabancı filmlere meylediyor, haksız da değiller hani.

Evet, Adana iyi ve doğru bir yol tutturmuş, peki, Türkiye’nin en eski film festivali olan Antalya ne durumda? Bakın, 55 yıl, dile kolay, Yeşilçam’ın kalesi, sinemamızın vitrini olan Antalya’nın, kısaları, belgeselleri, ardından da ulusal uzun metraj kurmaca yarışmasını kaldırması, gerçekten kimsenin umurunda değil mi? Bir de bu yıl, sanki Antalya’yı, Adana’yla birleştirmeye karar vermişler, çünkü resmen biri bitmeden daha, diğeri başlıyor. Antalya’nın sorumluları, şu gereksiz restleşmeye artık bir son verin, dev gibi kentten, minicik Cannes çıkartma çabası, hem komik, hem de dramatik çünkü. Ha aklıma gelmişken, sinemacılarımız, babaları ve güvercinleri çok seviyor sanırım, dört baba, iki güvercin filmi, yeni bir moda başlatmaz umarım. Meramımı dile getirdiğime göre, Adanaca soralım o vakit; Ayıktın mı?

Anons adlı çokça konuşulan filmi, dün gece seyrettim nihayet, bir dönem işi, 1963 yılında yaşanan ve daha sonra ayaklanma olarak adlandırılan başarısız darbe girişiminden yola çıkıyor. Tasfiye edilmiş dört subayın, İstanbul Radyoevi’ne baskın düzenleyip, anons ile halka seslenme gayretinin, gündelik hayatla karşı karşıya kalması, filmin kısa hikâyesi… Yer yer komik, bir parça absürt bir yapım ve ziyadesiyle kara mizah. Kendi adıma, eleştirilerim de olsa, filmi iyi buldum, salondan çıkarken, insanların, cunta girişimi gibi ciddi bir konunun, sulandırıldığından bahsediyorlardı. Bir avuç rütbelinin, milyonlarca sivilin geleceğiyle oynama çabasına girmesi, şuursuzluğun dibidir ve bu hal, kabul buyurun absürttür. Halktan kopuk, insanlıktan uzak bu anlamsızlıklar silsilesi, çok canını yaktı bu güzelim coğrafyanın, tarife lüzum bile yok!

Eller aya, biz yaya, bizim en bildik klişelerimizdendir, bunu aşacak ne yaptık, işte meselemiz budur. Ancak tüm bunların da ötesinde, adı sanal olsa dahi, sınırların kalktığı bir dünya yaşanıyor internette, özgürlüklere düşman olanların, tüm tepkisinin, başkaca bir sebebi de haliyle namevcut! Güvenli internet istiyoruz ile başlar bu süreç, sonra sansür, oto-sansür, ceza ile devam eder. İhbarcı yurttaşların zaten hoşuna gider mevzu, burada geleneklerimize laf söylendi, şurada öpüştüler, aaa içki içtiler, neeeeee seviştiler mi, ülkemizi kötülüyor hayınlarr gibi ve benzeri coşma halleri, mekanizmayı harekete geçirmeye yeter de artar bile… Çocuk, hayvan istismarına, kadınlara yönelik tacizlere, nefret söylemine karşı çıkmak, salt devletin değil, hepimizin en asli yükümlülüğü, bu suçtur ve cezası vardır, gerekçe bu olursa ve potansiyel aranırsa, lanet fişleme devreye girer. Bakın denetleme dedik, fişlemeye kadar geldik. Sorarım, yönetenlerin amacı hakkında hala şüpheleriniz mi var?

Bağımsızlık derken…

 

 

ALPER TURGUT

 

Şimdi efendim, vicdanımın reddetmesi bir yana, askere gitmekte, miskinlik ettiğim için, hop diye davayı açtı askeri mahkeme. Üstelik kaçmıyorum da, gazetede nal gibi imzam çıkıyor, hay maşallah! Bir garibim polis var, sabahları ilk görevi, karakolundan çıkıp, gazetenin danışma masasına gelmek ve beni sormak. Arada bana rastlıyor, gidip teslim ol artık, yahu kurtar beni, bu ayak işi vazifeden diyor. Eee haklı adam, onu savuşturmaktan ben de yoruldum, sonrasında jandarmayla da muhatap oldum. Neyse dostlar, Adana’daki 6. Kolordu açmış davayı, İstanbul’daki 1. Ordu’da duruşmam görüldü, hani şu meşhur Selimiye Kışlası’nda… Bir sivil olarak savunmamı yaptım, haliyle reddetti onca hazırlandığım söylevimi, bol yıldızlı kasıntı hâkim, savcı ise saçların da uzunmuş, sakalın da var dedi. Bağlantıyı kuramadım, ama içimden yav he he dedim. Cezayı yedim özetle, Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Tümeni’ne çıktı tayinim, şaka şaka zorunlu ikametgâh işte.

 

Siyah bereyi hak etmek için, kamuflajı giyip, kepi takıp, taşa, kuşa, ağaca, bulduğumuz her şeye selam vererek başladık işe, pardon vatani göreve. Ardından yanlış hatırlamıyorsam, 50 maddelik yasaklar listesini imzaladım. Hamamda şaka yapmayacağım, elektrik direklerine tırmanmayacağım, prize fiş niyetine parmağımı sokmayacağım gibi harbi absürt ve fantastik maddeler idi. Askerliğin, mantığın bittiği yerde başladığını kısa sürede öğrendim, sağ olsunlar. Yüzlerce erkek, höyküre höyküre, sarışın, kumral, esmer fark etmez, çünkü biz tankçıyız, tankçılar affetmez diye koşturuyoruz, nizami adımlarla. Herkes birbirine istisnasız sesini yükseltiyor, sesi düşük çıkana, aramızda kadın yok, utanma, bağır, çağır, haykır deniyor. Arkadaş, başkentte askerlik ne zormuş, herkes ya yıldızlı, ya da çubuklu, affedersiniz, helaya gideceğiz, acelen var, motor bozulmuş, koştur, hayda yine çıktı karşına üst rütbeliler, hop dur, selam ver, yavaştan hızlan ve kaybol! Sanki Ankara’nın göbeğinde, çok önemli bir işimiz varmış gibi şekil şekil hareketler, sağ el, kafayla bütünleşmiş, görsen çakı gibi asker, tüm yükü taşıyor, dünyayı kurtarıyor. Yok be canım, kantine gidiyoruz, çay içmeye, maksat görüntü, o kadar. Evet, şekil disiplini ile tanışmış oluyoruz. Askerlik, şekil demek, içerik olmasa da olur. Dolabının önü düzgün olsun, arkası isterse Çarşamba pazarına dönsün, fark etmez. Komutan, jilet gibi yatak görecek, etek tıraşını görecek. Üç, beş kişi, küçücük aynaya kafalarımızı sığdırmaya çabalayıp, resmen tıraş olmaya debeleniyoruz, soğuk suyla, Ankara’nın zalim ayazında… Harbiden zemheri, buz, buz, buz, dize kadar kar var, Etimesgut’a Sibirya diyor erat, erbaş, kendi aralarında, valla tam isabet. Kısa dönem askerim diye, poşet diyor uzun dönem erler, yine de asteğmenlerden daha çok saygı görüyoruz. Aynı yatakhaneyi, ranzaları paylaşıyoruz, aynı yat ve kalk saatinde hep birlikteyiz, yedek subaydan daha çok havamız olsun, mümkünse.

 

En nihayetinde, acemilik bitiyor, usta birliği de yine aynı tümende, lakin başka bir alayda sürecek. Ve tank çavuş oldum, sonrasında yaşadıklarım, beni militarizmden yine ve yeniden soğuttu. Halkı askerlikten soğutma kanunu, hiç kusura bakmasın, askerlik zaten soğutuyor kendisini, tüm yoksulluğuna rağmen ordunun parasını ödeyen, üstüne ona gözü gibi baktığı çocuğunu veren milletin ne suçu var? Hiç unutmam bir gün, kuvvet komutanı gelecek diye, tüm acemi erleri sakladılar tümende, kimini depolara, kimini arka bahçeye, buldukları her yere. Komutanlar, acemi görmesin diye, sanki salgın hastalık taşıyorlar, sanki suç işlemiş gibi güzelim çocuklar.

 

Bir gün, belge geldi, sen sakıncalısın, karargâha girmeyeceksin, istihbaratın (S-1) önünden bile geçmeyeceksin denildi. Hay hay, bana uyar, hatta mutlu olurum dedim. Ardından beni dış posta yaptılar, sabah kahvaltıdan sonra sivilleri çekiyorum, zorunlu sporu da, nöbeti de bıraktım, benden mesai saatleri içinde kurtulmaya çabalıyorlar. İşte çıkıyorum tümenden, sivil oluyorum gün boyunca, dolaşıyorum başkenti, akşam 17.00’de geri dönüyorum askere dönüşüyorum. Akşam ne yapacağım dedim, alay komutanına, sana kütüphaneyi verelim, sen sorumlu ol, kapat kapıyı, akvaryumdaki balıkları besle, bol bol kitap oku. Yaşasın böyle askerlik! Kitap okuyacağım lan, oh ne güzel! diyorum. Abooo, kitapların hemen hepsi, tank kullanımına, askerliğin inceliklerine, planlara ve harekâtlara dair. Tüh! Kahretsin. Ne yapayım, askerlikte zaman duruyor, hain saatin akrep ve yelkovanı, kımıldamamakta ısrar ediyor. Bari kitap okuyayım, militarizmin inceliklerini öğreneyim diyorum. Ah! Şaşkınlar, her yer gizli ve çok gizli belge dolu. Beni, sakıncalı diye istihbarata sokmayan zihniyet, gazetecinin önüne tüm gizli belgeleri döküyor. Okudukça soğudum, soğudukça okudum her şeyi, memleketin bağımsızlığı çoktan bitmiş, her şey ABD olmuş, NATO olmuş, tanklar zaten hibe, düşünsenize, M-48, 1948’de, M-60’lar, 1960’ta yapılmış, istediğin kadar modernize et, çelik yorgun, demir bıkkın. Ordu, ABD’nin yan kolu gibi, tüm kitaplar, çeviriler, buna dair, eğitim, eğilim, yönelim, hemen her şey.

 

O yüzden kimse beni inandıramaz, darbe giriÅŸiminin, salt Cemaat iÅŸi olduÄŸuna… Arkasında CIA, Pentagon, NATO olmadan, cunta mı olurmuÅŸ? Tamam, siyasi iktidarlar, 40 yıldır bunların bitini kanlandırmış, erk tüm rüyalarını süslemiÅŸ. Sızıntı, zaten bu çetenin, ÅŸifresi… Gizlilik, sinsilik, o biçim. Ancak teknik, yönlendirme, plan, proje, aÄŸlayan bir adama, hipnoz olmuşçasına bağımlı olmuÅŸ bu tuhaf din merkezli kitlenin, çözeceÄŸi iÅŸler deÄŸil! Sivilleri bombalamak, insanları taramak, tam ABD iÅŸi, Irak’tan biliriz, dün gibi aklımızda.

 

Darbe giriÅŸimin ardından, Genelkurmay binasına “Hakimiyet Milletindir!” sözü asıldı, sokaklarda bunu yazan tişörtler, oldu son moda… Hakimiyet Allah’ındır diyenler dahi, milleti keÅŸfetti. Darbeciler de bildirilerini Atatürk ile süsledi. “Yurtta Sulh” koymuÅŸlar idi kanlı giriÅŸimin adını, korkunç bir ironiyle. Memlekette barış, bomba, jet, tank, ölüm demekmiÅŸ öğrendik. Tıpkı Hayata Dönüş operayonunda, mahkûmları katletmek gibi. Hah! Darbecilerin de, darbe karşıtlarının da kullandığı vecizeler, Atatürk’ten. Her yol, onu kullanmaktan geçiyor. Hâlâ ve ısrarla. Ne yazık ki.

 

Bu memlekette, daha büyük ne belalar olabilir dedikçe, daha büyüğü, daha çetrefillisi, daha can yakıcısı geliyor. Gariplikler hiç bitmiyor, bir süre önce, düşman belleyip bastıkları Doğan Medya Center’ı, tekbirlerle darbeci askerlerden kurtarmak, sizce nasıl? Albayların, komutanları olan paşalara emir vermesi nasıl? 300 darbecinin, eşlerini boşaması, bankadaki paraları çekmesi, dolara yönelmesi nasıl? Köprüye çıkıp, intihar girişiminde bulunan subaya, kendini hücumbota kilitleyen rütbeliye ne dersiniz? Servis edilen, darbeci girişimcilerinin işkence gördüğüne dair fotoğraflar, normal mi? Cumhurbaşkanının, enişteden, başbakanın, eş ve dosttan darbe girişimini öğrenmesi, sizce nasıl? Yani tuhaflık tam gaz sürüyor. Cadı avını, muhaliflerin alacağı pozisyonu sonra konuşuruz. Evet, halk için, it sürüsü dağıldı mı diye askerine soran albay, sizler, en büyük halk düşmanısınız, bilesiniz. Cunta teşebbüsünün ardından yapılan ankette; yüzde 82 çıkmış, darbe karşıtlarının oranı. Bak işte bu güzel haber!

Nem var kuzum?

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Affedersiniz ÅŸansıma tüküreyim, en bunaltıcı, bayıltıcı, kavurucu sıcakları hedeflemişçesine, birkaç gün önce Adana’ya gittim. Burası püfür püfür idi, sen geldin, resmen cehenneme döndü dediler. İhale, Afrika üzerinden gelen çöl sıcaklarına deÄŸil, bana kaldı, neyse saÄŸlık olsun. Hadi gölgedeki, güneÅŸ altındaki sıcaklığı geçtim, hissedilen 51 ile 61 derece arasındaysa, dayanmak ne mümkün, biri gaz verse, vantilatör ve klima asri zamanlar tanrısıdır dese, neredeyse tapınacak ahali. Artık fantastik sıcaklıktan olsa gerek, bizim ‘gavur’ Kadıköy’e dönmüş memleketim Adana… Bıkkın taksici, abi be, pek oruç tutmuyor kimse, herkes serinleme peÅŸinde diyor. İşte gündüz sokaklar boÅŸ, gece baraj yoluna akın var akın. Neden mi bunu anlatıyorum, geçenlerde bir video seyrettim, sosyal medyada yayınlanan, Erzurum’da ramazan günü, yiyecek bir ÅŸeyler arıyordu eleman, deney yapıyordu sanırım. İyi bari dayak yemedi, lakin açık bir lokanta da bulamadı. Adana’da tüm kebapçılar açık, meÅŸhur mahalle baskısını, tınlayan yok, terli bir zulüm altında, sevap da benim, günah da, kime ne diyorlar. Åžimdi buradan, ekstra sıcaklığın, insanı ateist ettiÄŸini çıkartan birileri olursa, hani ÅŸaşırmam, çünkü iyice sıyırdık, dolduk ve taÅŸtık, kabımıza sığamadık.

 

Aslında yazacak tonla mevzu var, balonu patlayan egolar, yani milli maç, pardon utanç var, Gezi’ye tarihi eser yapmak var, Türkiye, 3000 yılına dek AB’ye giremez diyen İngiltere’nin, açıklamadan bir ay sonra AB’den çıkması var, orucu ne bozar adlı 1400 yıldır çözemediğimiz havuz problemi var. Yani say say bitmez, bizde ilginçlikler hiç tükenmez. Güney Koreli plakçının dükkânını, hoyratça basanların serbest bırakıldığı, Özgür Gündem gazetesine destek olanların ise cezaevine konulduğu bir ülkede, konuşmanın da, yazmanın da, anlatmanın da abes olduğu aşikâr, insan yine de umut ediyor işte demeyeceğim, içimizi döküyoruz, o kadar.

 

Tarihi eser yapmak, iyi fikirmiÅŸ aslında. Düşünsenize dünyanın en tarihi yeri, Mezopotamya, Anadolu ve OrtadoÄŸu deÄŸil, kumarhaneler diyarı Las Vegas olurdu. Eksantriklik aÅŸkına, otellerini, yerkürenin eski harikalarına benzetiyorlar. Neyse yahu, hem Vegas’ta yaÅŸanan, Vegas’ta kalır. Adana’nın hayli eski ve güzelim Atatürk Parkı’nda soluklandım, keÅŸke dedim, ‘ucube’ Taksim, meydan olmaktan çıksa, Gezi ile birleÅŸip, kocaman ve yemyeÅŸil bir park olsa. Valla dünyanın en çirkin alanı, harbiden var mıdır hiç hayranı? Bir kiÅŸi de çıkıp ortaya, ben bayılıyorum oraya derse, kesin arsızdır, şüphesiz dayaklıktır.

 

Benim üniversiteli cici oyum, ilkokul terk ‘cahil’ oydan 10 kat deÄŸerlidir dersem, gerçeÄŸi söyleyin, ciddiye alır ve tepki verir misiniz? Yoksa git, hortumla su tut kendine gardaşım, güneÅŸ geçmiÅŸ senin gafana mı dersiniz? Nenem çok yaÅŸlı ve kaç yıllık hacı, ömrü boyunca halk partiye atmış reyini, okuma yazması da yok, eee ne yapacağız bu durumda? Okumamışlar şöyle kötüdür, okuyanlar böyle iyidir, bik bik, vik vik… Geçiniz efendim, sadece yıldızlara bakarak, güzelim hayaller kurmuÅŸ, gerçeÄŸi, ilmi, bilgiyi, topraktan, doÄŸadan almış, fukara yaÅŸamış ama asla yoksun-yoksul olmamış deÄŸerler de var hayatta. Ve ne eÄŸitimli insanlar var, kibirden kasılan, egosuyla yaÅŸayan, onların başımıza çorap örmekten baÅŸka bir marifetleri yok. Hâliyle genellemeler yanlıştır, çözüm de getirmezler. Üstelik yeni derdi, lümpenlik bu memleketin, yozluk da, kaos da buradan doÄŸuyor, ÅŸimdi moda diye inançtan yürüyor bu dev kitle, baÅŸka bir güç gelse, devir deÄŸiÅŸse, anında oraya meylederler. Lümpenlikten önce de seçkincilik idi sorunumuz, ortayı bulayım diyen yok, elit, münferit, hepten bıktık be!

 

Dedeme sordum, ÅŸoförlükten, motor ustalığından önce, köyde tarladaydın, aÄŸa ve maraba ile haşır neÅŸir idin, bereketli topraklar üzerinde, dünden bugüne ne deÄŸiÅŸti diye? Dedi artık buÄŸday ve pamuk kalmadı, üretici karpuz ve narenciyeye döndü. Pamuk tamam da, buÄŸday, ekmeÄŸimiz, yaÅŸama nedenimiz, iÅŸte bu en büyük yanlış. Sonra iki de örnek verdi, aÄŸalara dair. Üç, dört bin dönüm toprağı olan bir aÄŸanın oÄŸlu, har vurup, harman savuran bir delikanlı imiÅŸ, bu gece barda, gönlüm hovarda yani. AÄŸa, günlerden bir gün, küt diye düşüp ölmüş. Mirasyedi oÄŸul, üç senede, tüm tarlaları satmış ve yemiÅŸ. Åžimdilerde dilenci imiÅŸ, iÅŸte nereden nereye… Sonra bir baÅŸka aÄŸadan bahsetti, daha büyük, daha güçlü, daha zengin. Tam 18 bin dönüm toprağı ve dört fabrikası olan aÄŸa, sevimsiz bir herifmiÅŸ, pek yakını da yokmuÅŸ. Marabaya kök söktürür, eziyet eder, bol bol beddualarını alırmış. Hayat kısa, kuÅŸlar uçuyor, haliyle ömür de tez tükenmeye meyilli. Bu aÄŸa da, hop mevta. Cenazesine neredeyse kimse katılmamış, iÅŸte birkaç ırgat, istemeye istemeye götürmüşler mezarlığa, ayaklarının ucuyla da atmışlar çukura. Özetle; “Ölülerinizi hayırla yad ediniz” minvalindeki peygamber buyruÄŸu bile, kar etmemiÅŸ. Adını anan, küfrü basmış, sövmüş de sövmüş.

 

Affedersiniz, ota b.ka kayyum atanacağına, sıcaklık illetine atansın. Nem var kuzum diye sorsun kayyum efendi, hakikaten olmuyor böyle, sürekli yıkanmaktan su kaynakları da kuruyacak, ısı ve nem, hesap versin, israfa sebebiyetten… Ya akıllı olsunlar, ya cezaevine konsunlar.

 

Kusura bakmayın, daldan dala sıçrayan bir yazı oldu, lakin Antalya Belek’teki esnaf ve taksici eylemini es geçemeyeceğim. Kontak ve kepenk kapatmışlar, son 20 senenin en kötü turizm sezonu için isyan etmişler, hain otellere, turistlerden nasiplenmek bizim de hakkımız demişler. Rus savaş uçağı düşürüldüğünde, turist de neymiş, yaşasın büyük ve yeni Türkiye diye nara atıyordunuz, ne oldu canlarım, aniden ne değişti? Yav he he, kutsal bellediğiniz istikrar işte, harbi harbi ne bekliyordunuz? Unutmazsınız artık, su gelir iz bırakır, turist gelir döviz bırakır sözünü.

 

Gösterdiğiniz sabır ve anlayış için, eyvallah! Daha uzatmayacağım, bitiyor yazı, son olarak, şunu söylemek istiyorum; memleket, kültür, sanat, spor, gündelik hayat, aklınıza artık ne gelirse, tükenmişliği ve kirlenmeyi yaşıyor, iliklerine dek. Ekonomik kriz de kapıda, duyduklarım, gördüklerim, hissettiklerim bu yönde. Her şey geçer, elbette bir gün yoluna girer. Sakın ha, arada sağlığınızı kaybetmeyin, hele hele akıl sağlığınızı asla! Bu absürt süreç, bizi ya deli, ya da veli edecek olsa da.

Kötü filmler çekme rehberi…

 

 

 

 

Alper TURGUT

 

Adana ‘Altın Koza’ Film Festivali, benim için doÄŸduÄŸum topraklara dönmek demek, Çukurova’nın bereketini, sinemada da görmek istemek demek. Ancak 100 yaşındaki memleket sineması, yönetmenler, kötü filmler çekme konusunda kıyasıya yarışınca, umut vaat etmek yerine, ne olacak bu iÅŸin sonu diye karalar baÄŸlatıyor, beyazperdeye… Evet, giÅŸe veya festival filmi fark etmiyor, tek tük iyi yapıtların varlığı, gidiÅŸatı deÄŸiÅŸtirmiyor, deÄŸiÅŸtiremiyor. Ne yazık ki…

 

Adana’yı seviyorum, Altın Koza’yı da… GeçmiÅŸ yıllarda, memleket sinemasının altına yaptığını yazmış, bazı her ÅŸeyden memnun tiplerin, hezeyanı ile karşılaÅŸmıştım. Hatta beni Altın Koza ve Altın Portakal’a ÅŸikayet dahi etmiÅŸlerdi. Neyse festival yöneticileri daha aklıselim çıkmış, burada sinemamızdan bahsediliyor, festivallerden deÄŸil demiÅŸlerdi. Tekrar altını çizelim, festivallerin sinemamıza zararı yok, yararı çok… Tanıtım, gösterim ÅŸansı, paraysa para ve hatta sanat odaklı sinemanın biricik yaÅŸam alanı… Festivaller olmasa, salt giÅŸe odaklı filmler kalacak, hala sektöre dönüşememiÅŸ piyasada, yani 7. Sanat için El Fatiha…

 

Eleştirmenliği, PR faaliyeti sananlar, kötü işçiliği göklere çıkaranlar, olmamışlığın sırtını sıvazlayanlar, çıkar amaçlı alkışlayanlar, suçlular bunlardır.

 

Adana’ya dönelim. Vasat filmlerden fırsat bulunca kenti dolaÅŸtım. İşte kıyma kebap, ÅŸalgam, buzlu muzlu süt filan derken, şırdana, bici biciye, sıkmaya henüz fırsat olmadı. Zaten bir kısmını ara ki bulasın, ya turistik olmuÅŸ, ya ÅŸehir dışına, Tarsus yoluna kaçmış, öyle ya, Yeni Türkiye gibi Yeni Adana da var. İstanbullu ne severse onlar da seviyor, AVM’ler dolup taşıyor. Hah! Bu yarım yamalak filmleri, AVM’lerdeki salonlarda seyrediyoruz. KeÅŸke Eski Adana dediÄŸimiz yere, sinema salonları kurulsa ve yazlık sinemalar tekrar açılsa… Ve her ÅŸeyden önemlisi, insanımız, sinemayla tekrar barışsa… Haliyle iyi projelere ve güzelim filmlere ihtiyacımız var. Eksik gedik, iyi baÅŸlayan sonunu getiremeyen, dağıtan, toparlayamayan, ne anlattığı anlaşılamayan, saçmalayan yapımlara deÄŸil!

 

Az önce canımız ciğerimiz Kazım Koyuncu’yu anlatmayı deneyen Yağmur-Kıyamet Çiçeği filminden çıktım. Meseleleri istif, duyguyu istismar eden bir film idi bu, olmamıştı, Kazım’ımıza yakışmamıştı. Kanseri mi anlatacaksın, devrimci gençleri mi, aile içi çatışmayı mı, fuhuşu mu, Trabzonspor’u mu, taraftarı mı, mafyayı mı, yoksa Kazım’ı mı? İki saatte tüm bunları anlatamazsın, hiçbirinin içerisinden çıkamazsın. Sonra Beni Sen Anlat adlı bir filmi seyretmeye çabaladım, bir şey anlatamayınca, kaçarcasına uzaklaştım. Önce sen kendini güzelce anlat ki, başkalarının da seni anlatmaya mecali olsun.

 

Efendim, ÅŸimdi çok biliyorsan sen bir film yönet diyenler olacaktır. Tamam, ben de bir film çekeyim, inanın daha vasat olamaz. Hem yönetmenlik benim olayım deÄŸil der, çıkarım iÅŸin içinden…

 

21 Eylül 2014 / Evrensel

Taraf Gazetesi’nin 20 sorusu ve benim yanıtlarım…

ALPER TURGUT – YAZAR

1. En sevdiÄŸiniz kelime nedir?

Sevi

2. Nefret ettiÄŸiniz kelime nedir?

İşkence

3. Ne sizi heyecanlandırır?

İsyan

4. Heyecanınızı ne öldürür?

Yılgınlık

5. En sevdiÄŸiniz ses nedir?

Başakları savuran rüzgârın sesi

6. Nefret ettiÄŸiniz ses nedir?

Cırlak ve çatlak insan sesi

7. Hangi mesleÄŸi yapmak istemezsiniz?

Askerlik

8. Hangi doÄŸal yeteneÄŸe sahip olmak isterdiniz?

Gerçek bir ÅŸifacı…

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Barbar Conan

10. Nerede yaÅŸamak isterdiniz?

Kavgamızın baÅŸkenti İstanbul’da…

11. En önemli kusurunuz nedir?

Dikkat dağınıklığı

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Nikotin bağımlılığı

13. Kahramanınız kim?

Rachel Corrie

14. En çok kullandığınız küfür nedir?

Bir Adanalıya sorulacak en son soru budur, Çukurova bereketi yansımışken küfür daÄŸarcığımıza…

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Canavar gibiyim.

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür…

17. Mutluluk rüyanız nedir?

İnadına çoğalan çocuk gülüşleri

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?

Hayatının baharında ölenlere dair her şeydir

19. Nasıl ölmek istersiniz?

Yatakta ilenerek ölmek istemem.

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda nesöylemesini istersiniz?

Tüm sevdiklerin burada…

TARAF GAZETESİ / 17 MAYIS 2009