Etiket arşivi: ABD

Bağımsızlık, özgürlükle güzeldir

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Güzelim hayat, sen resmen mucizesin, bilmiş ol! Memlekette ne kadar varsa gamsız, bir anda oldu mu sana bağımsız, kocaman bir şaka gibi! Artık dönüş hızlarına, Usain Bolt bile yetişemez oldu, depara kalkıyorlar, süratlerini arttırıyorlar, yine ve yeniden kendilerini aşıyorlar. Hani eski bir çizgi filmde vardı; “Hooop Hooop, değiş tonton” derlerdi, o hesap!
Anti-emperyalist ve anti-kapitalist ruhu, ABD üretimi akıllı telefonları kırmakla yakalamaya çalışmak, elbette şaşkın ve komik bir hale düşürse de ahaliyi, bu yeni eylemlilik hali, Çinli yerine Koreli dövmek, portakal bıçaklamak, turp ısırmak gibi geniş bir tuhaflıklar yelpazesinde, pek de sırıtmıyor hani. Ayrıca onlar, gariplikler evresinde, hayli üst modelimiz olsa da, hepimizi zehirleyen, adeta bağımlılara çeviren ve adına teknoloji denilen hınzır, bizimle çoktandır dalgasını geçiyor, sosyal medyada yaşamamızla, hunharca eğleniyor, lakin orası farklı bir mecra…

Hah! Tam ABD’yi protesto ederken, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı, Oscar aday adayı oldu, iyi mi? Hayli ikircikli ve irkiltici bir durum bu, şimdi meşhur Akademiyi de mi kınasak, yoksa sistemi yücelten, ülkesinin çıkarlarını gözeten Hollywood’un arka bahçesini, güzelce sulasak mı, harbiden bilemedim. Veya geçen sene sıradan Amerikalıların, oldukça beğeneceği Ayla adlı yapım bile yarışa sokulmadı, bu bize özgü diyaloglarla süresi köpürtülen filmin hiç şansı yok gardaşım diyerek, ortalığı velveleyi mi versek? Dengeleri gözetip, öyle karar verelim, baksanıza dün düşman olduklarımız bugün dost, dostluk kurduklarımız ise hasım oldu, bu suni med-cezir ortamında, her şey mümkün! “Yılın en yakışıklısı” gibi çakma Oscar heykelcikleri (ben de bile var, gülünç elbette), hediye ediyor birbirine insanlar, şimdi gerilim tırmanmayı sürdürürse, o heykelciklerin akıbetini düşünemedim bile, vah zavallılar!

ABD’nin troll başkanı Donald Trump’ın, kafasına estikçe bol bol tivik atarak, dünyaya ayar çekmesi, kâh sulandırıp, kâh germesinin, mizah ile izah edilecek bir hali kalmadı. Kırılgan ekonomiler, kapitalist ve acımasız bir patronun oyuncağı mıdır? Milyonlarca fakiri, dar gelirliyi perişan edecek, açlık sınırına sürükleyecek bu saçmalık, kendine insanım diyen herkesin kanına dokunmuyor mu? İktidar partisinin ve muktedirin, senelerdir süren bariz hataları, bizi bu kaygan zemine bıraktı, elbette. Bundan tarafsız olan hiç kimsenin kuşkusu, zaten yoktur. Aynı gemideyiz zihniyeti, işler iyiyken bizi, asla almıyor gemiye, durum kötüleşince, hop oturtuyor güverteye… Tüm bu malum gerçeklere rağmen, Amerikan emperyalizminin dayatmalarına, ay bize eğlence çıktı tepkisi vereceklerden de değiliz! Bağımsızlık bizim en büyük yaşam gerekçemiz, özgürlükler kadar!

Hep fabrikalar ve tarlalar derken solcular, bunu ucuz slogan olarak gören muhafazakâr ve sağ çoğunluk, satmak odaklı esnaf kafasından bir türlü sıyrılamadı, tüketiciyi yerli-yabancı ürünlerle tıka basa besleyip, perişan haldeki üreticiyi ıskalamanın büyük bedelini görmedi, göremedi. Yol, köprü, tünel yapmak, hayvancılığı ve tarımı, dışa bağımlı hale getirmek (anti-yerli ve anti-milli), ekonomiyi, salt borsa, finans, bankacılık olarak görmek, sabah ve akşam, TV’de dizi izler gibi, kur dalgalanışını seyreyleyen canlılara çevirdi hepimizi… Dolarım yok, bunlardan bana ne diyen tipleri bile şahit oldu bu kulaklar, ne desek boş, bazılarına… Hayatın ağırlığını, kâğıtlar belirliyor işte, varsa dert, yoksa daha büyük dert!

İktidar, yarattığı krizlerde bile oy potansiyelini korur ve hatta artırırken, kendisine muhalefet partisi diyen oluşumların, mevcut koşullara karşın, oy kaybetmesinin sebebini, nasıl açıklayacağız? Samimiyet ve dürüstlük konusunda değer ve önem kaybı yaşadıkları ortada, suskunluk zaten gırla, çözüm üretmek deseniz, masal bile daha gerçekçi olur. Hep söyledim, söylüyorum, bizim derdimiz, muhalefettir, iktidardan daha önce ve daha çok. Bazen nereye düştük biz böyle derken yakalıyorsanız kendinizi, bu garabetin farkındaysanız, ummadığınız yerden sürekli örseleniyorsanız, artık silkelenmenin, kendine gelmenin, yeni ve güçlü bir muhalefeti inşa etmenin zamanı gelmemiş midir? Dışa bağımlı olan ve kendini solcu sanan ibişleri, mümkünse artık yüceltmeyelim, bizim dışa bağımlı olduğumuz tek kesim, tüm dünyanın emekçileridir, onların devletleri ve karmakarışık teşekkülleri değil! Yok öyle bir şey demeyin sakın bana, inanmam!

Bu zor günlerde, sadece ve sadece Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin, değerleri ve önemleri, son süreçte, daha anlaşılır olduğu için mutluyum, onlar gerçek yerliydi, gerçek milliydi, üstelik enternasyonaldiler, yarattıkları gelenekten sapanların hali ortada, liberal soslu akımlara kapılanların, kendine başka başka dostlar arayanların geldikleri yer, harbiden acınası… Bizlere, ABD’nin boyunduruğundan kurtulma nutku verenlere, sürekli onları anlatacağız, büyüklerinin yarattığı Kanlı Pazar’lardan utansınlar diye, yeni yeni kuşaklar, başkaca bir yol yok!

Bu yazının başındayken, bir habere takıldı gözüm, Kocaeli’nde kendini vali olarak tanıtan bir adam, hiç acımamış, gözlerinin yaşına bakmamış ve dolandırmış ahaliyi, kanmaya, kandırılmaya bunca müsait bünyelerle, zorluk derecemiz artıyor ifade mevzusunda, bu da bizim engelli etabımız olsun, ne edelim?

Tatildeydim, tüm bu günler boyunca, dolar, avro ve de papaz konuştuk aramızda, zulüm gibi resmen, kafa dinleyelim, beden dinlendirelim derken, kafa davul gibi şişti, ani gelişen ataklarla, “dönbaş” olduk, üst üste espri kastık, kendimizi gülmeye zorladık. Özetle; papazı bulduk!

Herkesin diktatörü kendine güzel!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Açılın! “Stalin’in Ölümü” (The Death of Stalin) filmi üzerine söyleyeceklerim var. Bir eleştirmen olarak, aman şunu ıskalayalım, bunu görmeyelim, ona nazik olalım, ötekine dalalım, diğerine hak etmediği değerler katalım şeklinde bir düşüncem hiç olmadı ve ötesinde şu hayattaki her şeyin itinayla eleştirilebilmesi gerektiğini savundum, savunurum. İllaki siyasi görüşüm, hayata bakışım, bilcümle yaşanmışlıklar, eleştirimde baskındır ve kuşkusuz belirleyicidir. Çünkü beni ben eden şeyler bunlardır, elbette algılayışımı, kavrayışımı, anlamlandırışımı da, derinden etkilemiştir. Yani solculara dokunulmasın, sağcılara ise abanılsın gibi meylim olsa, kabul buyurun, bu saçmalığın daniskası olur. Lakin Büyük Britanyalı sinemacılardan, önce “En Karanlık Saat” (Darkest Hour) ile, Winston Churchill güzellemesi seyredip, ardından da Stalin ve tüm saz arkadaşlarıyla dalga geçilmesini, kısa aralıklarla izlemek, Batı’nın klasik tavrı konusunda, beni yine ve yeniden şaşırtmadı. Kapitalist, emperyalist, işgalci, sömürgeci tayfasının, ölümünün üzerinden 65 yıl geçse de, SSCB yıkılıp, tarihe karışsa da Çelik Adam (Stalin) ile dertlerinin bitmediğini görmek, şüphesiz sola dair ideallerin ve görüşlerin hala korkutucu olduğuna dair değilse, nedir?

 

Film, Yosif Visaryonoviç Cugaşvili nam-ı diğer Josef Stalin dışında, Nikita Kruşçev, Lavrenti Beria, Vyaçeslav Molotov, Georgi Malenkov ve Mareşal Georgi Jukov gibi gerçek ve tarihi kişilikleri de öyküsüne katıyor ve karikatürize edilmiş karakterle, seyirciyi hiciv bombardımanına tutuyor. Yönetmen Armando Iannucci’nin, Jeffrey Tambor, Steve Buscemi, Andrea Riseborough, Olga Kurylenko, Rupert Friend, Michael Palin, Paddy Considine ve Simon Russell Beale gibi isimlerden oluşan sağlam bir kadroyla, siyasetten bağımsız olarak, ortaya izlenebilir ve kıs kıs gülünebilir bir işçilik çıkarttığı gerçeği, elbette su götürmez. Yalan yok, seyir boyunca, hayli kıkırdadım, özellikle adı geçen ünlü simalar konusunda bilgi birikimine sahip olmayanlar, beyazperdeye yansıyan bu tiyatro oyunu tadındaki yapıttan daha çok keyif almışlardır, lakin konuya hakim olanlar, mübalağanın dozu kaçmış, yok artık! demişlerdir, zannımca…

 

Herkes kötü, herkes çıkarcı, herkes üçkâğıtçı, herkes ezik, herkes ahmak, koskoca Moskova, ziyadesiyle dingillerin kıskacında… Ehi ehi ehi, çok komik! Saddam diktatör, Esad diktatör, Kaddafi diktatör, Suudi Arabistan kralı ise çok cici, Katar emiri çok tatlış, Kuveyt emiri çok minnoş… Bu hesap, o hesap. Diktatörler konusunda bile ahali hemfikir değil! Çünkü mesele, diktatör değil, mevzumuz ideoloji, tastamam. Stalin’i batı medyasının gazı ve yönlendirme gücüyle, kafasında şekillendirenlerin hezeyanı, ama bu kendi çıkarımlarımız iddiası kadar gülünç. Sana zerk edildi be o bebeğim, tanımadın, tanıştırıldın yani. Stalin’in her şeyini savunduğumuz gibi bir mana uyduracak olanlar, kendi bilgisizliklerine kılıf da uydursunlar ha, eşzamanlı… Biz hiç değilse neyi savunup, neyi yargılayacağımızı, neyi koruyup, neyi suçlayacağımızı araştırdık ve bulduk. Yemeği ısmarlamadık, oturduk ve kendimiz yaptık. Peki, muktedir olmuş her liderle dalga geçelim, mavra yapalım, alay edelim, kıyasıya çemkirelim, hunharca eğlenelim, haydi, var mısınız? Efendim, sizi duyamadım!

 

Film kötü değil ha, yanlış olmasın, tarafgirlik hali fena, o kadar! SSCB, bir örnektir, sosyalist bir dünya kurmaya dair, ancak tek ve bariz gerçeklik değildir. Birçok örnek, birçok farklı uygulama, teoriden pratiğe yine geçiş yapabilir. Çünkü vahşi kapitalizm, eninde sonunda kendini tüketecek, gelecekte elbet, onun alternatifi hayata sirayet edecektir, siz istesiniz de, istemeseniz de. Sovyetlerin, müthiş ve mükemmel bir sistem kurduğunu öne süren de yok, öyle olsaydı, zaten dimdik ayakta olurdu. Seri yanlışlar ve hatalar yapıldı ve tüm bunlar, tek kutuplu dünyanın kapılarını ardına dek açtı.

 

Stalin, Çelik Adam değildi, süt dökmüş kediydi, ne çeliği, havaydı, cıvaydı. He canım, he, Nazi Almanya’nın başkenti Berlin’e, orak çekiçli kızıl bayrağı diken de onun iradesi değildi, gamalı haçın gölgesinde korku içinde bekleşen Batı’yı, 22 milyon yurttaşını yitirme pahasına kurtarmaya girişen korkak, zayıf ve ürkek bir herifti. ABD, Kızılderili soykırımı yapmadı, siyahileri köle etmedi, dünyanın en çok savaş çıkartan devleti de olmadı, İngiltere desen, Güneş Batmayan İmparatorluğu tatlı dille sağladı, şiddet değil, sevgiyle büyüttü topraklarını… Misal Fransa, daha 1994’te iki milyon insanın canından olmasının sebebi değildi Afrika’da… Özetle, kendi baskı, zor, şiddet, katliam ve soykırım tarihinizle de dalga geçeceğiniz gün, her taş, yerli yerine oturmuş olacak. Aksi takdirde, basit ve kolay yoldan, başkalarının tarihiyle oynaşır durursunuz.

Hepimiz aynı gemide değiliz!

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

“Hepimiz aynı gemideyiz!”, ne vakit bu meşhur klişeyi duysam, ya işler yolunda gitmiyordur kimileri için, ya da bak bedelini birlikte öderiz diyerek resmen yol yapmaya çalışıyor ve elbette direkt gözdağı vermeye çabalıyordur birileri, pek hayırlı bir cümle değildir özetle. Bugünlerde yine dillere pelesenk olmuş gibi, iktidarla saf tutanlar, ağzını açıyor, gözünü yumuyor, batacaksak hep birlikte batacağımızı nakarat ediyor. Gemi seyir halindeyken yokuz, limanda demirlemişken yokuz, lakin batma ihtimaline karşı varız. Hı hı oldu, yüzün bir anda soldu, nen var kuzum?

Oysa gemide hepimize yer olmalıydı, cümleten adil ve eşit koşullarda, huzur, güven ile mutlulukla yolculuk yapabilmeliydik. Hatta bağıra çağıra ve kol kola şarkı bile söylerdik; “Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım, vız gelirdi her şey inan bana, yeter ki ben sana varsaydım…” Kadırgada forsa sandınız bizi, güzelim memleket denen taşıtı, ünlü köle gemisi Amistad’a çevirmek istediniz, işte bakın her yer buzdağı, sonumuz Titanik olur dedik, asla dinlemediniz. Filika ve can simitleri (yurt dışına çıkartılan paralar filan) de sizin üstelik, önce kadınlar ve çocuklar geleneğini bile yerine getirmez, ilk siz kaçar, ilk siz kurtulursunuz. Yani hem aynı gemideyiz, hem de değiliz. Gemide istenmeyenleriz, siz lüks mevkide şatafat içinde yaşarken, bizler kazan dairesinde çile çekenleriz. Sizler gemisini yürüten kaptan, bizler zavallı miçolar. Lafla peynir gemisi yürümüyor a dostlar, illaki ve kesinkes.

Birkaç gün sonra akademisyenlere açılan davalar başlıyor, sizden olmayan avukatlar halen içeride, gazeteciler zaten hapiste. Bedel ödüyor insanlar, muhalif olmanın bedelini, barış istemenin bedelini, ötekileştirmeye karşı çıkmanın bedelini… Ha ha ha vatan haini bunlar, ha ha ha sürünsünler, ha ha ha milli ve yerli değiller! Aynı gemideyiz ha! Yok ya! İktidara karşı çıkmayı bırakın, yanında sıralanmazsan, her dediğini onaylamazsan, iş yok sana, tüm kapılar kapatılır bir bir üstüne ve kilit vurulur hepsine… Biat etmemek, biricik suçumuz bu, aklımızı, vicdanımızı ve insana dair güzelim hasletlerimizi unutmamamız, işte budur en büyük günahımız. Demek ki doğru ve hakiki yoldayız, yanlış ve ters istikamette giden gemide olsak dahi.

CHP’nin dağıttığı Man adasına dair belgeler, ABD’de görülen Reza Zarrab davası, yakında bunların bile suçlusu, biz olursak asla şaşırmam. Meclisin araştırma komisyonu kurmasını engelleyen de biziz, kolumuza en pahalı saatleri takan da, aklımıza sığmayan büyük paraları rüşvet çarkında çeviren de, hımmm her koşulda suçlu ilan edilmek, harbiden ne güzel şey!

Aslında Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filmini eleştirecektim bu yazıda, Saray’da (pardon Külliye’de) galasının yapılması nedeniyle, içim el vermedi ve bile isteye seyretmedim. Belki bir gün izlerim, bir ünlü sinemacının, erk ile bu denli yakınlaşmasının sebeplerini çözebilirsem şayet. Akademisyenlere destek olmak isteyen sinemacıların tek tek ve toplu olarak, tüm projelerinin çizik yediği bir yerde, sırtı sıvazlanan, bravo bizimlesin denen filmlerin, neler anlattığını merak edersem eğer, zorluklar ve baskılar karşısında sinema yolculuğunu devam edenlerin hatırı kalmaz mı? Yönetmen dediğin de bir nevi kaptan en nihayetinde, fırtınalarda dahi sürmeli o seyahat, en lüks marinaya demir atmak, kolaya kaçmaktır ve konfor uğruna, kamerayı sabitlemektir, iktidarın onay verdiği bir noktaya… Değil mi ama?

Gemi miydi, gemicik miydi, harbiden biz neyin içerisindeyiz, bilen varsa, uyandırsın bir zahmet. Hem bağlı ve bağımlı olmamak uğruna, gemileri yakmadık mı biz? Ezeli ve ebedi isyanımızın ve ısrarımızın nedenlerini mi unuttuk? Yooo, gayet farkındayız, ezenlerin ve ezilenlerin insanlık tarihi kadar eski kavgasında, farklı mevkilerde yer aldığımızın, en altta kaldığımızın… Mücadelenin gayesi asla değişmedi, değişemez, sömürü bitene dek sürecek, öyle ya da böyle. Sürecek! İşte tam da bu yüzden, bize ceza kesen, bedel ödeten, işimizden, gücümüzden, hatta tatlı canımızdan edenleri daha samimi ve dürüst bulurum, hepimiz aynı gemideyiz diyenlerden… Çıkarına göre hareket eden yerine, direkt düşman belleyen yeğdir. Öyle de olmalıdır.

Canımız ciğerimiz Bertolt Brecht Usta, “Eskiden düşünürdüm: ilerde, çok ilerde, çökünce oturduğum evler, bindiğim gemiler çürüyünce, anarlar benim de adımı, başka adlarla birlikte / Çünkü ben faydalıyı övdüm, adi buluyorlardı yaşadığım günlerde, çünkü ben dinlerle savaştım, zulme karşı çıktım çünkü ya da başka bir şeyden ötürü / Çünkü ben insanlardan yanaydım, saygı duydum, onlara bıraktım her şeyi; şiir yazdım, dili zenginleştirdim, pratik yollar öğrettim çünkü ya da başka bir şeyden ötürü / Düşündüm bu yüzden adım anılır benim, durur bir taşın üstünde, alınır kitaplardan basılır, yeni yeni kitaplara /Bugünse, pekâlâ, unutulsun! Ne diye ekmek varsa yeterince, sorulsun fırıncı? Ne diye yeni kar bekleniyorsa övülsün erimiş kar? Ne diye bir gelecek varsa dursun bir geçmiş? Ne diye anılsın adım” der, Evet, evler çöker, gemiler çürür, geleceğe sadece direnenlerin, zulme karşı mücadele edenlerin isimleri kalır.

Neyse… Gemiyi çok kurcalamayın dedik, yapmayın, etmeyin, su alır dedik. Hünerli ellere teslim edin, liyakat, bilgi, beceri esas olsun, kayırma, haksızlık, eş, dost, hısım akraba olmasın dedik, aksi takdirde alabora olması kaçınılmaz dedik, Dinletemedik! Cemiyeti indirip, cemaati bindirdiniz gemiye, güldürdünüz cümle emperyalist ve kapitalist deliye… Beyin göçü verirken, sarsıla sarsıla kahkahalar atıyordunuz, cehalete, lümpenliğe geçit verirken, büyük bir saadet içerisindeydiniz. Oysa sizi de ezen eski gemi, bizi de ezmişti, vesayet denen illet, sizin kadar, bizim de üstümüzden geçmişti. Hep birlikte yeni gemiye geçebilir, geleceğe yelken açabilirdik. Siz, yeni gemiyi, eski geminin bambaşka versiyonuna çevirme gayretinde ve gafletinde bulunmasaydınız eğer. Hepimiz sığabilir, hepimiz en üst güvertede, keyifle güneşlenebilirdik. Lakin size kaldı kaptan köşkü, bize de sintine… Hani aynı coğrafyanın güzel çocuklarıydık, hani gardaştık hepimiz?

Devletin mangırıyla, bağımsız sinema olamaz!

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Her şerde bir hayır vardır derler ya, valla kısmen doğrudur, işte bir festival, kendince safraları (aman sahnede protesto şeysi filan olmasın kafası) atmaya çabalarken, resmen ikinci festivale yol açtı, bildiğiniz sınırları aştı, tek kente sığmaz, sığamaz oldu.

Uluslararası yarışma, Antalya’ya, ulusal yarışma da İstanbul’a kaldı, yani bizim meşhur kazan yine doğurdu, buna inanın! Bence gayet iyi oldu, iyi, üstelik alternatif yaratmanın hazzı, seçeneksiz değiliz canım be demenin tadı, haliyle bambaşkadır.

Hah! Gelelim meselenin bam teline… Yerli ve milli olacağım iddiasında olanların, ulusal film yarışmasından vazgeçmesi, yerli ve milli olmamakla suçlananların da ulusal yarışmaya sahip çıkması, bir büyük ironi değilse, harbiden nedir? Memleketimin tuhaf halleri, zaten malumunuz, haaa komiklik olsun diye yapılmıyorsa şayet, durumumuz vahimdir, vahim!

Evet, iki hafta önce Antalya’ya gideceğim ve döndükten sonra izlenimlerimi yazacağım demiştim, o halde, vakit kaybetmeden başlayalım. Öncelikle, Antalya’yı Cannes’a benzeteceğiz, ona dönüştüreceğiz iddiası, kuşkusuz bebelere balon kıvamında bir masaldır, koca koca yetişkinlerin buna inanması ise ayakları yere basmayan hayal ile absürt bir gerçeklik arasında bocalamaktır. Ziyadesiyle pimpirikli, hep başkalarına hevesli, bir türlü tutturulmayan etiketli, elbette bol bol gülme efektli…

Reçeteye gel!

Arkadaş, ABD’nin, Avrupa’daki sinema vitrinidir Cannes, yeni kıta, eski kıtaya, ünlü yünlü isimlerini ve cicili bicili filmlerini taşımak için ilk durak olarak orayı seçmiştir. Sen ise memleketimizin en eski film festivali, Yeşilçam’ın eski kalesi, yerli yapımların hamisisin, varlık ve yaşama sebebin bambaşka, güzelliğin, özelliğin, önemin ve değerin, kırmızı halıdan, yarı-meşhur kaprisinden ve ben yaptım oldu zihniyetinden çok daha büyük, asla unutma, yabancıyı tanıtmak değil, yerliyi geliştirmek, iteklemek, yürütmek senin biricik görevin… Cannes dediğin, el kadar kasaba yahu, sen güneyin incisi, kadim dağlara yaslanmış kocaman bir kentsin, bırak da, o sana benzesin, değil mi ama?

Antalya’dan Altın Portakal adını aldınız, kısa filmi aldınız, belgeseli aldınız, uzun metraj kurmacayı aldınız, geriye salt uluslararası yarışmayı bıraktınız; peki, yerli işi yapımlara para veriyoruz, onlar da bizi ödül töreninde kınıyor diye, birkaç cılız ses çıktı diye, tüm bunlara değdi mi? Onca emek, onca çalışan insan, onca para, onca reklam… Ve bunca bedel karşısında, ortaya çıkan bu sıkıntılı, tartışmalı ve halktan kopuk sonuç, sizce de yazık değil mi? Gerçek kesin ve net, hiç kuşkusuz, film forum ve etkinlikler, harbi harbi film festivalinin önüne geçmiş, film sayısı da azalmış, film seçkisiyse, bırakın katmanı, derinliği, cezbetmekten dahi muaf olmuş. Gelen çaptan düşmüş yabancı ünlüler de, memleket sinemasından bihaber ha, biri deri tasarımında uzmanlaşmak istiyormuş, diğeri iki uçak kaçırıp, üçüncüde yetişebilmiş, herkes bir âlem yani, ben burada ne arıyorum yahu demiyorlarsa şayet, söyleyecekleri şey besbelli; geçiyorduk, uğradık! Hımmm bundan sonra çağıracaklarınıza, bari Türkiye’ye ve sinemamıza dair okuma yaptırın, yine ve yeniden ahaliye eğlence çıkar, aksi takdirde.

Gelecek sene, ulusal film yarışması, tekrar Antalya ile bütünleşebilir, niye mi? Sadece film direktörlerine, koordinatörlerine kalmıyor ki ihale, belediye başkanları da, hoppppppp değişiveriyor, hatta sabit koltuk sahibinin iması bile yeterli oluyor, canım memlekette. Özetle; önümüzdeki yıl, kim öle, kim kala?

Lak lak bittiyse eğer, ben asıl mevzuma odaklanayım, Antalya’nın bana güzelim hediyesi, “Dürüst Bir Adam” (Lerd) filmi oldu. İranlı yönetmen Muhammed Resulof, bedel ödemeyi, yeniden göze alarak, çarpık sistemi, tokatlamış resmen. Zaten kesinlikle ödün vermeyen, zalimlere kamerasıyla hücum eden, baskılara boyun eğmeyen bir sinemacı, bizim en büyük hasretimiz değil mi? Niye hala ve ısrarla bir, iki, üç, daha fazla Yılmaz Güney diyoruz, tam da bu yüzden işte. Düşünün hele, ağır baskıcı bir ülkede yaşıyorsunuz, sansür, ceza, sürgün, alıkoyma, hapislik o biçim, ama susmak bir yana, kadrajınızı konuşturuyor, isyanınızı peliküle döküyorsunuz, çünkü siz, sinema tutkusuyla ve özgürlük aşkıyla yanıyorsunuz ve hiçbir güç, hiçbir tehdit, hiçbir ceza, size engel olamıyor, doğru bildiğiniz yoldan, asla ama asla vazgeçiremiyor. İşte siz, dürüst bir insansınız, sahici, düzgün ve samimi…

Bize, memleketimize ve biricik yerküremize, düzgün adamlar ve kadınlar lazım, yapmacıksız ve tereddütsüz. Aman devlet bana para versin, ben de muhalif yönetmen olayım, devletten kredi alayım, bağımsız film yaptım diye hava atayım ezik zihniyeti nerede, filmi yüzünden yargılanan, hapis cezası alan, pasaportuna el konulan, uslanmak bir yana, ilk fırsatta yine bildiğini okuyan ve zulümle mücadelesine kaldığı yerden devam eden berrak, aydınlık ve özgün bilinç nerede? Neden İran sineması, yerelden evrensele ulaştı, neden biz bir ekol, bir okul olamadık, şifresi burada canlar, devletin artığıyla beslenen ve devlet aygıtına kafa tutan ayırımında… Öyle ya da böyle, ezber bozmak, herkesin haddi ve harcı değil!

Muhammed Resulof, Dürüst Bir Adam ile 54. Antalya Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı, pardon alamadı, çünkü pasaportuna el konulduğu için, çıkışına izin verilmedi, tıpkı Cafer Penahi ve diğerleri gibi, o da bedel ödüyor ve onların varlığı, benzer koşullar altında olan bizlere de umut veriyor. Filmi seyrederken, kendi memleketimden çok şey buldum, yok artık dedirtecek kadar, yalan, dolan, talan, işte ne ararsan, sonra Antalya’da kendine muhalif diyen sinemacılar gördüm, acı acı güldüm, o esnada İstanbul’da olan ve bir küçücük protestoyla bağımsız kaldıklarını sananlara da elbette… Dost acı söyler; İranlı meslektaşlarınızın seviyesine ulaşmak için, sizin daha 40 fırın ekmek yemeniz gerek!

Gece Kralı gelecek, dertler bitecek!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Kadim, acımasız ve devasa mahlûk ejderhanın alevli soluğu, resmen zavallı ensemi yalarken, kış geliyooo diyerek feryat figan edesim var. Haydi sıcağı, nemi boş verin kuzum, harbiden G.O.T. (Game of Thrones) evreninde yaşıyor gibi hissetmiyor musunuz kendinizi? Vicdansız ve gaddar yöneticiler, hırslı ve kraldan çok kralcı tipler, azimli yardakçılar, sınır tanımayan şakşakçılar, kurban edilmeyi usulca bekleyen yoksullar, gerzekleri kurtarmak için canından olan salak kahramanlar… Sonra bitmek bilmeyen güç ve hâkimiyet savaşları, ardından gelen bariz adaletsizlik, çözümsüzlük, çaresizlik ve elbette baş tacı edilen gereksizlik… Dünyanın en iyi dizisi mi, kesinlikle hayır! En çok izlenen ve merak edilen mi, işte bunda kuşku yok! Sızdırılan bir bölümün heyecanı dahi, yakıcı, sarsıcı, yıkıcı gündemi altüst ediyorsa, tüm hafta boyunca en çok konuşulan şeye dönüşüyorsa, kurgu, gerçeği bir kez daha tepelemiş demektir. Şimdi kiminiz işte ne yapalım, bu bir gönüllü kaçıştır diyecek, kiminiz saçmalama merkez, Khaleesi’yi seviyor herkes diye söylenecek. Neyse olur öyle.

 

Derdin ne birader, direkt siyaset yazsana diye fırçaladım kendimi az evvel, troll dünyasında politika şey ettirmenin ne kadar anlamsızlaştığı aklıma geldi, salla dedim, salla gitsin. İroniden anlamayan, incelikten yoksun, tarafgirliğin esiri olmuş, zekânın tarifsiz kıvrımlarından da bihaber ibişler, elbette hedef kitlem (bu ne biçim bir laftır yahu, harbi harbi komik) değil! Ancak yine de tadımız tuzumuz kaçtı, ayarımız bozuldu, ruhumuz yara aldı, bunları tek tek söylemek gerek! Sinemada da yazsam siyaseti, spor da yazsam siyaseti, ne yazarsam yazayım siyaseti yediririm metne, bilirim, her şey ekonomidir (din, kültür, sanat, teknoloji, aklınıza ne gelirse), ekonominin, en işlevsel anahtarı ise siyasettir, siyaset de gündelik hayatın belirleyicisi, kolaylaştırıcısı, zorlaştırıcısıdır. Yani ben siyasete uzağım, politikadan ırağım ile olmaz, olamaz, kaçış yok, kurtuluş yok!

 

Eee gardaş, ejderhaların, günümüz dünyasında benzeştiği ne var diye sorarsanız, bende yanıt tükenmez derim, modern savaş ve avcı uçaklarının, kıtalararası nükleer balistik füzelerin, ejderhalardan daha masum olduğunu düşünüyorsanız, ya safsınızdır, ya da … Aman neyse, dilim varmadı. Meşhur Demir Taht kimin, valla dünyanın jandarması ve belalısı ABD’nin olabilir şimdilik, Cersei Lannister Sultan da, Donald Trump niye olmasın, ejderhaların annesi, yedi krallığın peşindeki Daenerys Targaryen ise varsın Putin olsun. Ba ba ba, resmen fotoşok yardımıyla ayının sırtında seyahat ediyor Rusya’nın lideri, diğeri de uyduruk nasılsa, gönül rahatlığıyla, sanal ejderhaya biniyor güvenli stüdyoda.

 

Hımmm Kuzeyin yeni kralı John Snow, çok iyi, efendi ve sevimli bir adam, olsa olsa İzlanda’ya yönetici olur, o da seçimle… Kötülüğün, karanlığın, dehşetin, vahşetin, şiddetin kol gezdiği bu dünyaya da, fantastik evrene de fazla bu adam, zaten ergen gibi biraz, aman ha büyümesin sakın! Bak ya, ünlü Demir Bankası’nı es geçiyordum az daha, vahşi kapitalizm tastamam budur işte, savaşmadan kazanan, her şeyi ve herkesi kullanmaya bayılan, kana doymayan, yenilenin de, yenenin de muhtaç olduğu, harbiden gerçek bir galip! En tehlikelisi o, en korunaklısı o, en despot o, ancak hedef alınmayan, suçlanmayan, tehdit altında kalmayan, aşınmayan, sarsılmayan, yıkılmayan da o. Hay maşallah!

 

Biraz zorlarsak, GOT dünyasındaki herkesin, yerkürede karşılığını buluruz. Kuzey Kore, Çin, IŞİD, AB, Ortadoğu ve diğerlerine cuk diye oturtur, kalıbına uydururuz. Ama Gece Kralı’nın (The Night King) yeri bambaşka, o gönüllerimizin hakiki ve sahici sultanı, insanlar her türlü pisliği, iğrençliği yapsın, kanı, kiri, zehri dünyaya bulaştırsın, sonra suçlu ölümden (öldürüyor ama geri de döndürüyor) yaşam doğurtan zombilerin efendisi olsun, hadi canım oradan… Benim favori karakterim o, yedi krallığın başına geçsin, doğanın ve hayatın biricik düşmanı insanlığı dizide de olsa, tarihten silsin istiyorum. Hani gerçek hayatta kötüler, filmlerde ise iyiler kazanır ya, bu ezber kolay kolay bozulmaz, yeter gayrı, zamanı ve yeridir. Hem algı mühendisliği de yapmayın, iyiyi kötü, kötüyü iyiye çevirmeyin. Memleketimizde uzun süredir yaşanan da bu değil mi zaten, hepimizin derdi, sorunu, ağzını açanı, sesini çıkartanı, ifşa etmek, hedef göstermek, bedel ödettirmek, ezmek, sürmek, hapsetmek olan zihniyet değil mi? Gelecek kuşaklar da tekrar tekrar aynı tuzaklara mı düşsün, biri gülerken, diğeri ağlasın mı? Eşitsizliğin ve adaletsizliğin panzehri, işte bizim maviş gözlü, karizmatik ve suskun Gece Kralı, hepimizi zombi edecek, tüm acılar bitecek, ortalık resmen şenlenecek. Tey teyyyyy.

Kafanızı şişirdiysem, affedersiniz, Yunan adalarını övmeye gelmiştim, kendimi yine ve yeniden Bodrum’da buldum, bu da benim sınavım, 25 sene evvel ilk kez geldiğimde, bir daha da uğramam sana demiştim, bana lafımı çok kez yedirdi, hakkını vereyim. Sanırım arızalı, tutkulu, iten ve çeken bir sevgi bu, yerleşmeye karar vereceğim son yer desem, inat ya, kendimi buraya çakılı bulurum, abooo! Esnafı mı yersem, tatilcileri mi dövsem, pahalılıktan mı şikayet etsem, zelzele oldu diye tibit mi atsam, bilemedim. Hemen herkesin diline pelesenk olmuş şeyler hakkında bik bik etmek yerine, şamrelimi kapıp, çimeyim en iyisi… Haaa akşama nemli, kalabalık ve mutsuz insanlar diyarı İstanbul’a döneceğim ve oturmuş bir gölgelik yere, bu tuhaflığı yazıyorum, güldürmeyen şaka mıyım, deli miyim, divane miyim, neyim? Allah, bana akıl fikir versin!

 

Kumpas acemisi, haksızlık abidesi havuz medyası tarafından, ben ve gazeteci arkadaşlarım, hedef gösteriliyoruz diye savunma yazısı mı yazaydım yani, saçmalığı itham mı etseydim, akıllara zarar ziyan, mantığın direkt iflası, gerçekliğin acıklı ölümü olmaz mıydı bu? Örgütlü cahillik ve saf kötülük, yeterince azmadı mı? Onları ciddiye almak, mutlu etmektir, sevindirmektir, kendimize güldürmektir. Yeter artık, bu hileli oyunda, asla yokuz.

Oscar, dışı seni, içi beni yakar!

 

 

ALPER TURGUT

 

Meşhur Akademi Ödülleri, 89 yıl hayat buldu, bunun da 20 senesi Meryl Streep ablamızın adaylığıyla geçti. Yani o, mevzuya en hâkim kişi ve özetle şöyle diyor pek sevgili yetenek abidesi; “Oscar ödüllerinin giderek siyasi kampanyalara dönüşmesini korkutucu buluyorum. Bu gerçekten tatsız… Televizyon reklamlarına da en iyi görüntü, en iyi aktör ve bunun gibi ödüller vermeye başlamaları uzun sürmez.” Lanet televizyonu da, melanet reklamı da bir kenara koyarsak, hani sadede gelirsek, 7. sanatın, kültürel bir etkinlikten ziyade, hoyrat bir propaganda aracına dönüşmesi, bizim büyük sevdamız beyazperdenin, kapkara talihi olsa gerek. Ve bu dönüşüm, öyle ağırdan da almıyor, hızlı mı hızlı, topaç gibi hay maşallah ve sanırım çok eğleniyor zengin keratalar… Ha! Yepyeni, gıcır gıcır, pırıl pırıl bir oyuncak da değil ha, epey uzun bir süredir oynuyor yerkürenin belası egemenler, harbiden hunharca…

Ve gerçekten karikatür gibi bir tipleme olan Donald Trump’a, bunu biz televizyon şovlarıyla büyüttük demeyip, acıklı acıklı feveran ve veryansın edenler, onu iğnelemeyi, ona laf çakmayı, politik bilinç gibi şey ettirenler, şimdilerde kitap yazsınlar diye on milyonlarca doları cebe atan Obamagilleri ise, resmen kutsuyor, her şey tıkırındaymış gibi mutluluk saçıyor, direkt şovlarına katıyorlardı. Ünlü belgeselci Michael Moore’u hatırlayın hele, cumhuriyetçiler iktidardaysa, eleman anında muhalif kesiliyor, aslan gibi kükrüyor, demokratlar gelince koltuğa, sertlik gidiyor, yumuşacık oluyor, dertler bitiyor, kuzular gibi mutlu mesut meliyor. Dünyanın mazlum halkları açısından da, hakeza ABD’nin yoksulları için de, demokrat ile cumhuriyetçi arasında pek bir fark yoktur oysa…

Ah! Tatlı su muhalifleri, sistemle derdi olmayıp, siyasi partilere göre şekil alanlar, refleksini ona göre belirleyenler, siz yok musunuz siz, her yerdesiniz ulan! Bizim memlekette de, benzer kumaştan tiplere rastlarsınız, az da değillerdir, bildiğin kalabalıktırlar, üstelik sinsidir bunlar, ayakkabıya girmiş küçük taş, tekere denk gelen çivi gibidirler, devinime engel olur, hayat enerjisini alır, mücadeleyi söndürür, kısaca usandırırlar ve bıktırırlar her şeyden, inanın. Daha önce de söylemiştim, muhaliflik, bir elbise değildir, mevsime göre değiştiresin, bedel isteyen, gönüllük isteyen, ağır ve kıymetli bir yüktür bu kimlik, ömür boyu taşıyacağın… Ta ki, ezenin ve ezilenin olmadığı, bir dünya kuruluncaya dek…

Oscar töreninin sonundaki skandal, en nihayetinde bir insan hatası, yani olur böyle vakalar. Yaşayanlar üzülür azıcık, izleyenler de, işi dalgaya vurur birazcık, sonraki törene dek unutulur. Asıl skandallar, bilinçli ve kasıtlı seçimlerdir, militarizmi kutsayan filmlere verilen nice ödüller, smokinli, tuvaletli ünlü aktör ve aktrisler tarafından, alkış manyağı edilmediler mi? O meşhur kırmızı halı, belki de rengini, fakir halkların, sivil kurbanların, üstüne bombalar yağan çocukların kanından alıyordur, kim bilir.

 

Geçen sene yine bir Oscar yazısı yazmıştım; “Oscar Emmi, insanın yakasını asla bırakmaz, hakkında konuşulmasını önemser, Sam Amca ile de kankadır zaten bunlar, ABD için, Amerikan Rüyası için çalışır dururlar. Yani savaş rüzgârları eserse, bilin ki, barış filmi çöpe gidecek, siyasi iklim ılımansa, laylaylom bir film kazanacak. Aksini düşünen varsa, bana da anlatsın, belki inanırım. Yoksa dediğim dedik, bildiğim bildik. 1929’da ilk Oscar’ı, bir süre sonra Naziler için propaganda filmleri yapacak olan Alman aktör Emil Jannings kazanmıştı. Hımmm nereye sürükleneceği, ta başından belliymiş değil mi?” Tüm zamanların gişe rekortmeni Avatar gibi çevrecilik iyidir, hoştur, çok tatlıştır filmi yerine, militarizm güzellemesi Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) adlı şeye, altı heykelcik vermek, devasa savaş aygıtına destek değilse nedir? Yıldız oyuncuların, işgalci askerlere, moral aşılamak için görevden kaçmaması, onları eylemek için cephelere koşması, canım sinemanın, gaddarlar için yararlı bir aparata çevrildiğini göstermez mi?
Bana sorarsanız, ödül almaktan ziyade, ödün vermemektir asıl mesele, beyazperdenin tarihine geçen, birçok iyi, ünlü ve yetkin sinemacı var, önemli bölümü de sizlere ömür, Akademi’nin suyuna gitmek, ilgisini çekmek gibi bir dert edinmediler asla! Onlar, filmler çektiler, rol aldılar, ürettiler, sinema aşkına yaşadılar ve ölümsüz eserler bırakarak öldüler. Hep anlatırım, yine söyleyeyim; Woody Allen abimize, gel yine Oscar kazandın (dört Oscar’ı var) demişler; “Beni böyle boş işlerle meşgul etmeyin, film çekiyorum kardeşim…” diye söylenmiş.

Hele hele Beyaz Baretliler adlı, herkesin malumu grubun, Oscar kazanıp, ayakta alkışlanmış olması ise tam bir trajikomedi. Algı mühendisliği çok güzel gelsenize, heyyyyyy manipülasyon var, yeni çıktı, taptaze… Absürtlüğün salt bizim memlekete dair bir şey olmamasına sevinsek mi, üzülsek mi, işte bunu bilemedim. Neyse, her neyse…

Misal bana, eee birader, bunca laf söyledin, ne yapalım, 90. ödül töreni gelmeden, Oscar’ı mı kaldıralım diye sorarlarsa şayet, elbette hayırrrrr derim. Akademi Ödülleri, tüm olumsuz yanlarına rağmen, önemli ve değerli… Çünkü gişe filmlerini, araya sanat yapıtlarını katarak onurlandıran böylesi bir ödülün, muadili yok, ne yazık ki… Oscar olmasa, belki de gişe filmleri, iyice çöp işlere dönüşecek, herkes salacak, serecek, alın bunu çektik, takılın işte denecek. Haliyle Akademi Ödülleri, kötü için bir frendir, iyiye de gazdır, gaz. Avrupa’nın çoğu geleneksel ve büyük festivali, sanat odaklı yapıtları ve bağımsız eserleri ödüllendiriyor. Oscar’ı eşsiz ve özgün kılan şey, yeni dünyanın, eski kıtanın tarzını benimsememiş olmasında yatıyor. Bakın geçmişin, sinema devi ülkeleri Fransa ve İtalya’ya, şimdi ne haldeler? Sinemasever insanlığa, Yeni Dalga ve Yeni Gerçekçilik gibi iki önemli akım hediye eden büyük ve önemli yönetmenlerin mirası ve ruhu, harbiden neredeler? Ülke sinemasında, ekol ve okul haline dönüşmek kadar, bunu korumak, devam ettirmek ve çıtayı yükseltmek de gerekiyor, kıssadan hisse. Son olarak, İran yine ve yeniden kaptı heykelciği, eyyyy memleket sineması, seni sarsmak için daha ne lazım, artık uyanma vaktidir.

10 sene evvel, Fidel henüz ölümsüz olmamışken…

 

 

 

Chavez, Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haber ve fotoÄŸraflar bu hüznü yatıştırdı. Fidel, Küba halkından biraz zaman ve sabır istedi. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler.

ALPER TURGUT

SavaÅŸlar, yoksulluk, ÅŸiddet, salgın hastalıklar, doÄŸal afetler… Dünya giderek baÅŸ edilmesi zor bir yer haline gelirken, kimine göre güçlü, kimine göre hafif bir ışık umudu tazeliyor… Bu ışığın merkezi Küba, yaratıcısı ise Fidel Castro … 1989’da Sovyetler BirliÄŸi dağıldıktan sonra, tek sosyalist vatan olarak göz dolduran Küba ÅŸimdi Latin ülkeleriyle birlikte, yeni bir dalganın da esin kaynağı… Chavez , Morales ve diÄŸerleri halklarına vaatlerde bulunurken hep Castro’dan örnekler veriyorlar, baÅŸka bir hayatın mümkün olduÄŸunu Küba’yla somutlaÅŸtırıyorlar. Castro’nun hastalığı da iÅŸte bu yüzden dünyanın canını sıkıyor. Sonra ne olacağının endiÅŸesinden çok, onsuz bir dünyanın umuttan da yoksun kalacağı düşüncesi… Peki, Fidel Castro kim? İşte bu sorunun yanıtı…

Fidel Alejandro Castro Ruz , 13 AÄŸustos 1926 günü Oriente Eyaleti’ne baÄŸlı Mayari’de zengin bir toprak sahibinin üçüncü çocuÄŸu olarak dünyaya geldi. ”Uygun mücadele koÅŸullarında ve Don KiÅŸot’un bazı özellikleriyle doÄŸdum” diye anlatıyordu çocukluÄŸunu ”Politik bilince kavuÅŸmadan önce bile asiydim. Daha sonra isyankârlığım beni doÄŸru ve haklı bir yola ve o yolu savunmaya götürdü” . Küçük Fidel’in köyden kente geçiÅŸi sancılı oldu. Çünkü mutlulukla geçirdiÄŸi ilk yılların ardından henüz altı yaşında, yatılı bir okula verildi. Artık yalnızdı ve sorunları tek başına göğüsleyecekti. Yıllar, onu Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne taşıdı. Düşünceleri de artık netti, çünkü Karl Marks ‘ın Komünist Manifestosu’nu okumuÅŸ, hem kendisi hem de ülkesi için bir gelecek kurgulamaya baÅŸlamıştı. Küba, ABD’nin hegemonyasından kurtulup özgür olmalıydı. 1950-1952 yılları arasında yaptığı avukatlıkta, müvekkillerinin fakir tutuklular olması ise bu düşüncesindeki kararlılığı gösteriyordu. Örgütlenme çalışmalarını sürdüre dursun, 1952’de hem onun hem de kuÅŸağı için zor günler baÅŸlamıştı, Fulgencio Batista , ikinci kez diktatörlüğe soyunmuÅŸtu.
DEVRİME GİDEN YOL
Fidel ülkesinin özgürlüğü için mücadele etmeye kararlıydı. İyi bir hatip olması onu kısa sürede bağımsızlık hareketinin liderliÄŸine taşıdı. 26 Haziran 1953’te ikisi kadın 125 acemi savaşçı, Fidel’in komutasında Oriente’nin baÅŸkenti Santiago Cuba’nın en önemli kışlası Moncado’ya baskın düzenlediler. Saatler sonra püskürtüldükleri o gün tam 61 arkadaÅŸlarını kaybettiler… YenilmiÅŸlerdi. Ancak Fidel, askeri açıdan baÅŸarısızlıkla sonuçlanan bu baskının devrime giden yolu açtığını biliyordu. İşkenceli sorguların ardından mahkemeye çıkartıldı. Uzun savunmasını, ”Zararı yok, beni mahkûm ediniz! Tarih beni beraat ettirecektir” sözleriyle tamamlarken devrime giden bu yolu iÅŸaret ediyordu. 16 yıla hüküm giydi. Diktatörlük, cezaevindeyken bile tehlikeli buldu Fidel’i… İki yıl sonra serbest bırakıldı, sürgün hayatını yaÅŸayacağı Meksika’ya geçti.

Batista diktatörlüğü ÅŸiddetini giderek arttırıyordu. Rejim karşıtları, özellikle öğrenciler, sokaklarda ve gözaltında, iÅŸkencede katlediliyorlardı. ABD’nin ”arka bahçe” si Küba, kumar ve uyuÅŸturucu batağına çevrilmiÅŸti. Ülkeye yolsuzluk ve yoksulluk hakimdi, artık. Önce İspanya, sonra İngiltere, tekrar İspanya ve en sonunda da ABD’nin sömürgeleÅŸtirdiÄŸi topraklar, artık kurtarıcısını bekliyordu.
SOSYALİZMİ KURACAĞIZ
Fidel’in pes etmek gibi bir niyeti yoktu. Küba, nam-ı diÄŸer ”YeÅŸil Timsah” bağımsızlığına kavuÅŸmalıydı. Fidel ve dostlarının ilk iÅŸi Meksika’da ”26 Temmuz Hareketi” örgütünü kurmak oldu. Ayaklanma çocuk oyuncağı deÄŸildi. Moncado deneyimi de göstermiÅŸti ki, acemi yanları bir an önce törpülenmeliydi. Küba’da uzun soluklu bir gerilla savaşı vermek için eski kadrolardan eÄŸitim aldılar. Çok geçmeden Ernesto Che Guevara da aralarına katıldı. Hazırlıklar tamamlandı, artık Küba’ya dönme zamanı gelmiÅŸti. Fidel, Che ve Raul Castro ‘nun aralarında bulunduÄŸu topluluk, hem silah arkadaşıydılar, hem de dost. 12 metrelik ”Granma” adlı bir tekneye doluÅŸup 1956 yılının Aralık ayında Küba’ya çıkarma yaptılar. Asiler, karaya ayak basar basmaz ateÅŸ yaÄŸmuruna tutuldu. 82 kiÅŸilik gruptan topu topu 12 kiÅŸi, Sierra Maestra daÄŸlarındaki karargâha ulaÅŸabildi. DengesizliÄŸin savaşıydı bu… 12 isyancının karşısında yaklaşık 40 bin kiÅŸilik Batista ordusu vardı. Yılmadılar. Kübalı özgürlük savaşçısı Jose Marti ‘nin ”Haklı olmak bir ordudan bile kuvvetlidir” sözüne sarıldılar. Halk da kendilerini devrime ve özgürlüğe götürecek olan bu bir avuç insanı, ”YaÅŸasın Sakallılar” (Viva Los Barbudos) sloganlarıyla baÄŸrına bastı. Asi Radyo’dan (Radio Rebelde) savaÅŸ çaÄŸrısını duyan köylüler ve öğrenciler, akın akın gerillaya katıldı. 26 Temmuz Hareketi, önce kendini savundu, sonra taarruza kalktı. DaÄŸlarda geçen iki yılın ardından Fidel’in baÅŸkomutanlığında yedi cephe açıldı. Che, Raul Castro, Camilo Cienfuegos, Juan Almeida, Ramiro Valdes, Calixto Garcia komutasındaki milisler, kırları fethedip ÅŸehirlere dayandı. 1956 – 1959 yılları arasında 60 bin kiÅŸiyi katlettiren diktatör Batista, canını kurtarmak için 1 Ocak 1959 günü Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmak zorunda kaldı. Dokuz bin gerilla, bir gün sonra zafer ÅŸarkıları eÅŸliÄŸinde Havana’ya girdi. Castro ve diÄŸerleri, devrimden daha zor olanın devrimi korumak olduÄŸunu kısa sürede anladılar. Latin Amerika’da ABD emperyalizminin ilk bozgunu Domuzlar Körfezi Çıkartması, soÄŸuk savaşın doruÄŸu ve neredeyse üçüncü dünya savaşını çıkartacak olan füze krizi, rejim karşıtları, toprak aÄŸaları, Batista kadroları, ülkeyi parselleyen dev yabancı ÅŸirketler, Amerikan ambargosu, ülkenin yedek parça ve daha önemlisi enerji ihtiyacı… Küba halkına inancı tam olan Fidel, yoksulluk katlanıp, sorunlar çığ gibi büyürken bile; ”Ülkemiz insanlara maddesel zenginlikler sunmak için çok yoksul olsa da, onlara eÅŸitlik duygusu, insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul deÄŸildir” diyordu… Fidel ve yoldaÅŸları, kollarını sıvayıp ”Sosyalizmi kuracağız, kurduÄŸumuz gibi savunacağız” ÅŸiarıyla harekete geçtiler. EÄŸitimli yaklaşık 50 bin genç, Küba cehaletten kurtulsun diye okuma yazma seferberliÄŸine omuz verdi (bugün ülkedeki okuma yazma oranı yüzde yüz). 60 yeni üniversite açıldı, mezun sayısı 20 kat arttı. EÄŸitim, saÄŸlık ve barınma (Küba’da sokak çocuÄŸu yok) parasız hale getirildi. Spor özendirildi, her çocuÄŸa süt dağıtıldı. Yurtdışından 17 bin tıp öğrencisine bedava eÄŸitim hakkı tanındı. Ülkenin tek partisi konumundaki Komünist Parti’nin üyeleri ve devlet görevlilerine yılda bir ay tarlalarda veya üretimde gönüllü çalışmak zorunluluÄŸu getirildi.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Fidel, İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth ve Tayland Kralı Bhumibol Adulyadej’in ardından en uzun süreyle iktidarda kalan üçüncü lider. O, dünyanın ezilenleri için ÅŸaÅŸmaz bir pusula… Che, ona ”ÅŸafağın ateÅŸli peygamberi” diye seslenmiÅŸti ”Fidel’e Åžarkı” ÅŸiirinde. Ve Fidel’e şöyle veda etmiÅŸti; ”Bir gün baÅŸka gökler altında son saatim gelirse, son düşüncem halk ve özellikle sen olacaksın…” Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Nelson Mandela, Salvador Allende, Gabriel Garcia Marquez, Hugo Chavez, Evo Moroles gibi birçok dostu oldu Fidel’in… 20. yüzyılı sarsan birçok olaya tanıklık etti. Güney Amerika’da yükselen sol dalganın dayanağı da oydu. SavaÅŸa, iÅŸgale tepki gösterdi. Tek kutuplu yerküreye karşı ”baÅŸka bir dünya mümkün” diyenlerin sözcüsü ve filozofu oldu.

ABD ise Fidel Castro’nun peÅŸini hiç bırakmadı. Onu susturmak için her yol denendi. Floridalı gazetecilere Fidel’i karalamak için oluk oluk para akıtıldı. ABD’de konuÅŸlanmış rejim karşıtlarıyla Küba’daki müzmin muhaliflere milyonlarca dolar para yardımında bulunuldu. Dile kolay, CIA orijinli 621 suikast giriÅŸiminden kurtuldu Fidel…
Uzun zamandır Küba’yı kendisinden sonraya hazırlayan Fidel Castro bugünlerde hasta. ”Siyaset için en iyi yaÅŸ 80’dir” diyordu, ama BaÄŸlantısızlar Zirvesi’ne katılamadı. 80. doÄŸum gününü kutlamayı da 2 Aralık 2006 gününe bıraktı, Granma ile Küba’ya çıkartma yapmasının 50. yıldönümüne… 31 Temmuz günü ameliyat için hastaneye yatmasından bu yana 20 kilo verdi. Haki üniforması yerine onu pijamayla görmek sadece Kübalılar için deÄŸil, tüm dünyanın devrimcileri için de hüzün vericiydi, ama saÄŸlığının yavaÅŸ yavaÅŸ düzelmeye baÅŸladığına dair gelen haberler bu hüznü yatıştırdı. Bu arada ABD’deki Castro düşmanları nümayiÅŸe baÅŸladılar bile, Kübalılar ise ”Çok yaÅŸa Fidel, 80 yıl daha” diyerek karşılık verdiler. Fidel, yetkilerini kendisinden beÅŸ yaÅŸ küçük olan Raul Castro’ya devretti. Yaklaşık 10 yıl önce Komünist Partisi, olaÄŸanüstü durumlar için böyle bir kararı almıştı. Küba’nın iki numaralı adamı olan Raul, 53 yıldır aÄŸabeyiyle ortak mesai yürütüyor. Moncado baskınında Adalet Sarayı’nı ele geçiren, bu sebeple iki yıl hapis yatan, Meksika’ya aÄŸabeyiyle giden bir dava adamı Raul… Devrimin ardından Silahlı Kuvvetler Bakanlığı’na getirilen Raul, yıllardan beri Küba ordusuna komuta ediyor. Aynı zamanda Merkez Komite üyesi de olan Raul, aÄŸabeyinin ifadesiyle, ”dürüst, ileri görüşlü, ayrıntıya önem veren bir devlet yöneticisi”.

Fidel, tam 47 yıldır, dünyaya da geleceÄŸin ne getireceÄŸini göstermeye çalışıyor ve sosyalizmin bir hayal olmadığını… O Küba’ya inanıyor, Kübalılar da ona.

 

23 Eylül 2006

Bağımsızlık derken…

 

 

ALPER TURGUT

 

Şimdi efendim, vicdanımın reddetmesi bir yana, askere gitmekte, miskinlik ettiğim için, hop diye davayı açtı askeri mahkeme. Üstelik kaçmıyorum da, gazetede nal gibi imzam çıkıyor, hay maşallah! Bir garibim polis var, sabahları ilk görevi, karakolundan çıkıp, gazetenin danışma masasına gelmek ve beni sormak. Arada bana rastlıyor, gidip teslim ol artık, yahu kurtar beni, bu ayak işi vazifeden diyor. Eee haklı adam, onu savuşturmaktan ben de yoruldum, sonrasında jandarmayla da muhatap oldum. Neyse dostlar, Adana’daki 6. Kolordu açmış davayı, İstanbul’daki 1. Ordu’da duruşmam görüldü, hani şu meşhur Selimiye Kışlası’nda… Bir sivil olarak savunmamı yaptım, haliyle reddetti onca hazırlandığım söylevimi, bol yıldızlı kasıntı hâkim, savcı ise saçların da uzunmuş, sakalın da var dedi. Bağlantıyı kuramadım, ama içimden yav he he dedim. Cezayı yedim özetle, Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Tümeni’ne çıktı tayinim, şaka şaka zorunlu ikametgâh işte.

 

Siyah bereyi hak etmek için, kamuflajı giyip, kepi takıp, taşa, kuşa, ağaca, bulduğumuz her şeye selam vererek başladık işe, pardon vatani göreve. Ardından yanlış hatırlamıyorsam, 50 maddelik yasaklar listesini imzaladım. Hamamda şaka yapmayacağım, elektrik direklerine tırmanmayacağım, prize fiş niyetine parmağımı sokmayacağım gibi harbi absürt ve fantastik maddeler idi. Askerliğin, mantığın bittiği yerde başladığını kısa sürede öğrendim, sağ olsunlar. Yüzlerce erkek, höyküre höyküre, sarışın, kumral, esmer fark etmez, çünkü biz tankçıyız, tankçılar affetmez diye koşturuyoruz, nizami adımlarla. Herkes birbirine istisnasız sesini yükseltiyor, sesi düşük çıkana, aramızda kadın yok, utanma, bağır, çağır, haykır deniyor. Arkadaş, başkentte askerlik ne zormuş, herkes ya yıldızlı, ya da çubuklu, affedersiniz, helaya gideceğiz, acelen var, motor bozulmuş, koştur, hayda yine çıktı karşına üst rütbeliler, hop dur, selam ver, yavaştan hızlan ve kaybol! Sanki Ankara’nın göbeğinde, çok önemli bir işimiz varmış gibi şekil şekil hareketler, sağ el, kafayla bütünleşmiş, görsen çakı gibi asker, tüm yükü taşıyor, dünyayı kurtarıyor. Yok be canım, kantine gidiyoruz, çay içmeye, maksat görüntü, o kadar. Evet, şekil disiplini ile tanışmış oluyoruz. Askerlik, şekil demek, içerik olmasa da olur. Dolabının önü düzgün olsun, arkası isterse Çarşamba pazarına dönsün, fark etmez. Komutan, jilet gibi yatak görecek, etek tıraşını görecek. Üç, beş kişi, küçücük aynaya kafalarımızı sığdırmaya çabalayıp, resmen tıraş olmaya debeleniyoruz, soğuk suyla, Ankara’nın zalim ayazında… Harbiden zemheri, buz, buz, buz, dize kadar kar var, Etimesgut’a Sibirya diyor erat, erbaş, kendi aralarında, valla tam isabet. Kısa dönem askerim diye, poşet diyor uzun dönem erler, yine de asteğmenlerden daha çok saygı görüyoruz. Aynı yatakhaneyi, ranzaları paylaşıyoruz, aynı yat ve kalk saatinde hep birlikteyiz, yedek subaydan daha çok havamız olsun, mümkünse.

 

En nihayetinde, acemilik bitiyor, usta birliği de yine aynı tümende, lakin başka bir alayda sürecek. Ve tank çavuş oldum, sonrasında yaşadıklarım, beni militarizmden yine ve yeniden soğuttu. Halkı askerlikten soğutma kanunu, hiç kusura bakmasın, askerlik zaten soğutuyor kendisini, tüm yoksulluğuna rağmen ordunun parasını ödeyen, üstüne ona gözü gibi baktığı çocuğunu veren milletin ne suçu var? Hiç unutmam bir gün, kuvvet komutanı gelecek diye, tüm acemi erleri sakladılar tümende, kimini depolara, kimini arka bahçeye, buldukları her yere. Komutanlar, acemi görmesin diye, sanki salgın hastalık taşıyorlar, sanki suç işlemiş gibi güzelim çocuklar.

 

Bir gün, belge geldi, sen sakıncalısın, karargâha girmeyeceksin, istihbaratın (S-1) önünden bile geçmeyeceksin denildi. Hay hay, bana uyar, hatta mutlu olurum dedim. Ardından beni dış posta yaptılar, sabah kahvaltıdan sonra sivilleri çekiyorum, zorunlu sporu da, nöbeti de bıraktım, benden mesai saatleri içinde kurtulmaya çabalıyorlar. İşte çıkıyorum tümenden, sivil oluyorum gün boyunca, dolaşıyorum başkenti, akşam 17.00’de geri dönüyorum askere dönüşüyorum. Akşam ne yapacağım dedim, alay komutanına, sana kütüphaneyi verelim, sen sorumlu ol, kapat kapıyı, akvaryumdaki balıkları besle, bol bol kitap oku. Yaşasın böyle askerlik! Kitap okuyacağım lan, oh ne güzel! diyorum. Abooo, kitapların hemen hepsi, tank kullanımına, askerliğin inceliklerine, planlara ve harekâtlara dair. Tüh! Kahretsin. Ne yapayım, askerlikte zaman duruyor, hain saatin akrep ve yelkovanı, kımıldamamakta ısrar ediyor. Bari kitap okuyayım, militarizmin inceliklerini öğreneyim diyorum. Ah! Şaşkınlar, her yer gizli ve çok gizli belge dolu. Beni, sakıncalı diye istihbarata sokmayan zihniyet, gazetecinin önüne tüm gizli belgeleri döküyor. Okudukça soğudum, soğudukça okudum her şeyi, memleketin bağımsızlığı çoktan bitmiş, her şey ABD olmuş, NATO olmuş, tanklar zaten hibe, düşünsenize, M-48, 1948’de, M-60’lar, 1960’ta yapılmış, istediğin kadar modernize et, çelik yorgun, demir bıkkın. Ordu, ABD’nin yan kolu gibi, tüm kitaplar, çeviriler, buna dair, eğitim, eğilim, yönelim, hemen her şey.

 

O yüzden kimse beni inandıramaz, darbe giriÅŸiminin, salt Cemaat iÅŸi olduÄŸuna… Arkasında CIA, Pentagon, NATO olmadan, cunta mı olurmuÅŸ? Tamam, siyasi iktidarlar, 40 yıldır bunların bitini kanlandırmış, erk tüm rüyalarını süslemiÅŸ. Sızıntı, zaten bu çetenin, ÅŸifresi… Gizlilik, sinsilik, o biçim. Ancak teknik, yönlendirme, plan, proje, aÄŸlayan bir adama, hipnoz olmuşçasına bağımlı olmuÅŸ bu tuhaf din merkezli kitlenin, çözeceÄŸi iÅŸler deÄŸil! Sivilleri bombalamak, insanları taramak, tam ABD iÅŸi, Irak’tan biliriz, dün gibi aklımızda.

 

Darbe giriÅŸimin ardından, Genelkurmay binasına “Hakimiyet Milletindir!” sözü asıldı, sokaklarda bunu yazan tişörtler, oldu son moda… Hakimiyet Allah’ındır diyenler dahi, milleti keÅŸfetti. Darbeciler de bildirilerini Atatürk ile süsledi. “Yurtta Sulh” koymuÅŸlar idi kanlı giriÅŸimin adını, korkunç bir ironiyle. Memlekette barış, bomba, jet, tank, ölüm demekmiÅŸ öğrendik. Tıpkı Hayata Dönüş operayonunda, mahkûmları katletmek gibi. Hah! Darbecilerin de, darbe karşıtlarının da kullandığı vecizeler, Atatürk’ten. Her yol, onu kullanmaktan geçiyor. Hâlâ ve ısrarla. Ne yazık ki.

 

Bu memlekette, daha büyük ne belalar olabilir dedikçe, daha büyüğü, daha çetrefillisi, daha can yakıcısı geliyor. Gariplikler hiç bitmiyor, bir süre önce, düşman belleyip bastıkları Doğan Medya Center’ı, tekbirlerle darbeci askerlerden kurtarmak, sizce nasıl? Albayların, komutanları olan paşalara emir vermesi nasıl? 300 darbecinin, eşlerini boşaması, bankadaki paraları çekmesi, dolara yönelmesi nasıl? Köprüye çıkıp, intihar girişiminde bulunan subaya, kendini hücumbota kilitleyen rütbeliye ne dersiniz? Servis edilen, darbeci girişimcilerinin işkence gördüğüne dair fotoğraflar, normal mi? Cumhurbaşkanının, enişteden, başbakanın, eş ve dosttan darbe girişimini öğrenmesi, sizce nasıl? Yani tuhaflık tam gaz sürüyor. Cadı avını, muhaliflerin alacağı pozisyonu sonra konuşuruz. Evet, halk için, it sürüsü dağıldı mı diye askerine soran albay, sizler, en büyük halk düşmanısınız, bilesiniz. Cunta teşebbüsünün ardından yapılan ankette; yüzde 82 çıkmış, darbe karşıtlarının oranı. Bak işte bu güzel haber!

Güzellikleri istila etmeye dair!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

“Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” (Where to Invade Next), lan arkadaş, biz dünyanın jandarması ABD’liler, hep mi savaş, istila, kan, petrol ile anılacağız, artık iyi, doğru, haklı ve başarılı fikirleri işgal edelim ve apardığımız tüm güzellikleri, kapitalizmin elinde giderek çürüyen ve tükenen ülkemize zerk edelim diyen kurnaz ve seyri keyifli bir belgesel.

 

Evet, Oscar, César, Altın Palmiye derken pek çok ödül toplamış meşhur belgeselci ve aktivist Michael Moore, altı senelik aradan sonra tekrar sahalara dönüşüyor. Yerküreyi kavuran emperyalist, kapitalist, neo-liberal cehennemi, salt Bush yaratmış gibi ona saydıran, bunu harbiden takıntı yapan, ancak Obama gelince, sanki dünya cennete dönmüşçesine susan Michael Arkadaşın, samimiyeti de haliyle sorgulanır olmuştu. Senin biricik derdin özgür, silahsız ve mesut bir dünya değil, Cumhuriyetçiler imiş, aynı bokun laciverdi Demokratlar mı kurtaracak ulan dünyayı diye benim de öfkeli bir sualim var kendisine, her neyse.

 

Hem döverim, hem de severim kendisini, akıllı ve duyarlı adamdır, her şeye rağmen… Şimdi Nereyi İşgal Edelim?, elbette “Bowling for Columbine”, “Sicko” ve “Fahrenheit 9/11” ayarında değil! Lakin iki saatlik sürede, ülke ülke gezip ve insana dair iyi projeleri görüp, sonra kendi memleketimize ah vah etmedim dersem yalan olur. Kardeşler, biz boşa yaşıyoruz resmen yahu, gündelik hayatımız harbiden perişan, geleceğe dair umut desen, yerle yeksan.

 

Belgesel, bu ayın ortasında beyazperdeyle buluşuyor, İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti. Yaz aylarında öbekleşen ve beyazperdeyi kirleten, kötüden öte, tanımsız kurmaca filmleri seyretmektense, bu yapıtı izleyin derim, insanın yüzünde bir gülümseme beliriyor, iyi hissettiriyor. Bittiğinde gördüğümüz ülkeler ve hedefine koyduğu ABD’den ziyade, insan, Türkiye’yi düşünüyor ve güzel duygular tersyüz oluyor, o başka.

 

Michael Moore, Pentagon’a gidiyor ve rütbelilere, dünya sizin yüzünden cehenneme döndü beceriksizler diyor ve artık siz değil ben işgal edeceğim yeryüzünü diye, omuzu kalabalıklara ayarı veriyor. Özgürlük, demokrasi götüreceğim diye, savaş ve istila politikasını hayata geçirmek, ateşe benzin dökmek ile eşdeğer, en nihayetinde… Bu zalim aksiyon sonucunda, ne mi oluyor? Herkesin belalısı IŞİD doğuyor. Şiddet, şiddeti tetikliyor, hiddet, dehşet ve vahşet beraberinde geliyor. Ha bu arada, savaştaki askerler, ABD’deki evlerinden oluyor, ekonomik problemler büyüyor, sosyal patlamalara gebe bir gerginlik beliriyor. Yani kendi piyonlarına dahi, taze sorunlar yükleyenler, dünyanın dertlerine mi çözüm bulacak? Komik olmayın.

 

Yeni komutan Michael, alıyor ABD bayrağını, atlıyor uçak gemisine, çıkıyor Avrupa ve Akdeniz seferine… İtalya, Fransa, Finlandiya, Slovenya, Norveç, İzlanda, Portekiz, Almanya ve Tunus… İtalyanlar, neden yeni sevişmiş gibi mutlular? Çalışanlar, yıllık izinler, tatiller ve işçilerini mesut görmek isteyen patronlarla, nasıl mutsuz olsunlar ki? Hamburger yememiş, kola içmemiş Fransız çocuklar, şaşkınlık yaratıyor elbette, yemeğin bir kültür ve ziyafetin, sağlıklı ve dengeli beslenmeyle alakasının olmasını görmek, gayet hoş! Finlandiya, dünya eğitim sisteminin bir numarası… Çok mu çalıştıkları için böyle? Hayır, ev ödevlerini kaldıran, öğrenciyi uzun süreler değil, en az vakitle okulda tutan bir sistem bu, az ama öz, hayata hazırlanmak ve çocukluğunu yaşamak, başarıyı da getiriyor. Slovenya’da herkese ücretsiz üniversite hakkı tanınıyor. Dünyanın çoğu ülkesinde, eğitim borçlanmak ve çok para demek oysa… Üstelik salt kendi halkına değil, dünyanın her yerinden gelen öğrencilere beleş. Oh mis! Norveç’te, cezaevine düşmek bile dünyanın sonu değil! Ceza, eziyet ile karşılık bulmuyor. Topluma kazandırmak asıl mevzu, suçluyu, daha azılı suçluya çevirmek kolay, kötüyü iyilikle çevirmek, anlayış ve hayattan kopartmamak ise zor. Norveç, zoru seçmiş, çok şükür. İzlanda, erkeklerle batmak üzereyken, ekonomik krizi, kadınlar çözmüş. Dünyanın ilk kadın liderini çıkartmış bir ülkeden, tüm dünyaya acil ve önemli bir reçete. Almanya’dan, geçmişi gömmemeyi öğreniyoruz, ataların kötü şeyler yaptığını kabullenmeyi, özetle yüzleşmeyi… Portekiz, yıllardır uyuşturucu kullanan insanları tutuklamamış. Eee onlar da daha mı azıtmış? Aksine, uyuşturucu kullanımı azalmış. Tunus ise kadınlar isteyince, siyasi İslamcı bir partinin bile, devlet politikasını değiştirmesine ve kadın haklarını tanımasına örnek oluyor, ne güzel!

 

Belgesel, biraz kibirli bir finale uzanıyor, diyor ki, bu iyi fikirler dünyaya, eski ABD’den yayılmıştı. Şimdi onlar, bunu geliştirmiş, biz ise kendi fikirlerimizden vaz geçip, dibe vurmuşuz. Teori ve pratik arasındaki fark bu işte, fikirler, hayat bulmadıkça, pek bir anlam ifade etmezler, unutulmaya yatkın düş gibi kalırlar, o kadar. Meşhur Amerikan Rüyası da böyle bir şey işte, ona doğru koşanlar, gerçekle yatıp, kâbusla uyanıyorlar.