“Kibir, en sevdiğim günahtır!”

 

 

 

Alper Turgut

 

Cumhuriyet gazetesinde yaşanan son gelişmeleri, harbiden hayretle ve ibretle izliyorum, elbette üstüne lak lak edecek halim ve mecalim var, çünkü onca yılımı verdim o ‘sosyal tesislere’ (arkadaşlarla aramızda adı buydu, huzurevi, orduevi ve benzeri tabirler de ziyadesiyle mevcuttu), adı geçenlerin büyük bir bölümünü bilirim, tanırım, samimiyetim pek olmasa da… Dünya görüşü ve olaylara bakış açısı baz alındığında, öncelikle eski yönetimle de, yeni yönetimle de aramda hayli mesafe bulunduğunu vurgulamak isterim. Yani ulusalcı kadrolar kadar, liberal taraflar da bana epey uzak, memleketimizde hatırı sayılır çoğunluktaki yapış yapış, yılışık, dümeni aniden kırmaya alışık solculardan nefret etsem de, daha ufacık bir velet iken tutmuş olan maya var olsun, istikametimi sol vicdandan yana belirlediğimi, rahatlıkla söyleyebilirim. Mantığımla ve adalet duygumla çelişen her işten, mümkün mertebe ırak durdum.

Yöneticilerine aldırmadan, yani onların her türlü iş bilmezlik, ayırım ve tuhaflıklarına rağmen, yine de yıllarca emek verdim gazeteye, üstelik kolluk güçlerince kah tartaklanıp, dövülme kah gözaltına alınma pahasına… Gazetecilik mevhumu, kişisel sorunların ve anlaşmazlıkların çok ötesindedir, hem de bir gazete sadece gazete değildir, sorumluluğun patrona, patroncuklara değil, okuyucuyadır, kol kırılır, yen içinde kalır klişesi de saçmalıktır, işte bir şekilde sızıyor, eninde sonunda her gerçek, kesinlikle ortaya çıkıyor. Her grup, en iyi gazeteyi kendilerinin çıkartacağını söylüyor, diğerini kötülüyor, aidiyetler, artık can çekişmekte olan bu güzelim mesleğin önüne geçiyor, dışarıda sabırsızlıkla bekleşen leş kargalarına da böylelikle gün doğuyor. Aidiyetler başa beladır, bağlılıklar, bağımlılıklara kolayca evrilir, hadi aidiyet hissi doğacaksa (özellikle çalışanlar açısından), bari bu yönetimlere değil, gazeteye olsun. İnsanlar gelir ve gider, yaşaması gereken gazetedir. Onu havuzun paçavrası yapmamak, onu muhalif ruhundan alıkoymamak, birinci görev ve ödev bu, zaten gerisi itiş-kakış, gerisi böğürtü, tam tekmil kuru gürültü!

Şeytanın Avukatı filminde, iblise can veren pek meşhur abimiz Al Pacino diyor ya; “Kibir, en sevdiğim günahtır!” diye…

Hah! İşte bu söylem, günümüz gerçekliğiyle, ne de güzel örtüşüyor, herkes inadına bencil ve olabildiğince kibirli, tek doğru benim, biz hep haklıyız kafası, kocaman yanlışlara yol açıyor oysa… Tarafların kısmen haklı, kısmen haksız olduğu, buna karşın kıyasıya vuruştuğu yerde, iktidarın sahibi de, kıs kıs gülüyordur elbet! Madem hepiniz muhalifsiniz, birleşip, gürleşip, güçlü bir içerikle, taze soluklu bir gazete koysaydınız ortaya, ama nerede? Bu küçük hesaplarla didişirken siz, büyük hesap, varlık fonunun da tapusunu üstüne almış çoktan…

Bakın, gazeteden koptuktan sonra, beni tek üzen şey, film eleştirilerimin internet sitesinde aynen korunup, sadece ismimin yok edilmesiydi. Rutin haber olur, imza konmaz, ortak üretim olur, hadi ona da konmaz, yahu eleştiri bu, öznel bir şey, kendi kendine mi yazılmış o, ne demek imzayı atmak, o vakit, arşive inin, gazetelerdeki imzalı haberlerimi kesip alın, beni tarihten silin. Hani kadim Mısır’da firavuna muhaliflik edenlere ceza, hiyerogliflerden isminin kazınmasıymış ya, o hesap! Yine de bu acımasız garabeti, gazeteye mal etmedim, dedim, bunu biri veya birileri yapmıştır, ne bileyim düşman bellemiştir, dost görünümlü kurt kafası yaşıyordur, ergence işlere merak sarmıştır falan filan. Özetle; nedenler kadar, sonuçlara da bakalım artık, biraz zaman, biraz şans tanıyalım, haaaa gazeteyi, güvenli limana sürükleyip bırakırlarsa, bizi birbirimize düşürmeye çabalarlarsa, hep beraber karşı çıkarız. Hele bir soluklanalım bakalım.

Gazete içerisinde yaşananlara şahidim, tanığım, derler ya, ciğerine kadar bilirim, aynen öyle. Gelen de, giden de hatalar yaptı, açık kapılar bıraktı, sırf bu yüzden, kiminin vebali, harbiden büyük! Öncelikle sıralı ve seri hatalar, havuz içerisinde gülüşen sırtlanlara, tirat atacak malzeme verdi, çünkü algılar, asri zamanların gerçek sanrısı, didişme, çemkirme, hedef gösterme ustaları için de biçilmiş kaftan, o kadar. Kıssadan hisse; Anılarım çok, anlatılacak şeyler de çok, lakin ne zamanı, ne de yeri değil!

Tam beÅŸ önce, Gezi’nin belki de tortusunda, hani Avrupa’dan Anadolu yakasına taşınmışken son sokak eylemleri, bir gözlemim vardı, paylaÅŸmıştım; “Kadıköy’de sabahın ilk ışıklarına dek süren gaz bombası atmaca ve kaçıp kovalamaca filminin en can alıcı sahnesi ÅŸuydu; balkonda sigaramı içiyorum, gözlerim gazdan tavÅŸan kırmızısına dönmüş çoktan, gençler, artık bilmem kaçıncı kez bizim sokaÄŸa girdi, ardından da maskeli polisler ve gaz fiÅŸekleri… Bir sokak köpeÄŸi, artık polise isyan ederek, üstlerine doÄŸru, daha doÄŸrusu aradaki gaz bulutuna doÄŸru havlayarak ilerlemeye baÅŸladı, gitme, gitme, gitmeeee orada çok gaz var diye ardından seslendi, bağırdı ve hatta ne olur gitme diye yalvardı gençler, bu haylaz laf dinlemedi, hav hav diye ilerledi, sonra yüzüne tişörtünü dolamış iri kıyım bir genç, koÅŸarak onun peÅŸine düştü, köpeÄŸi gaz bulutunun tam ortasında kucakladı ve ardından hep birlikte sevinç çığlıkları atarak, köpekle birlikte sokağı terk ettiler. Ve sigaram bitti, polis de gaz atmak için baÅŸka bir sokaÄŸa gitti.” Sanki üzerinden bin yıl geçmiÅŸ gibi, arada ne çok örselendik, umutlarımız kırıldı, yaprak kımıldamaz oldu. Tez elden umarsızlık, karamsarlık çemberini aÅŸmak, hasletlerimize tekrar kavuÅŸmamız gerek.

Çünkü insanlar, çok daha zorlu zamanlarda, ayakta kalmasını, karşı çıkmasını, dik durmasını bildiler. Cumhuriyet Pazar Dergi için amcam Erdal Turgut ile söyleşmiştik, dokuz sene evvel, kanlı cuntayı cezaevinde karşılaşmıştın, anlatsana hele; “12 Eylül 1980 günü sabaha karşı, Sultanahmet Cezaevi’nde bir arkadaşımızı uyandırdık ve durumu söylediğimizde, ‘beni böyle ufak tefek şeyler için uyandırmayın’ dedi. 13 Eylül’de cezaevi personeli de şaşkındı ve o gün bekleşerek geçti.14 Eylül günü ise arkadaşımız, ufak tefek şeylerin ne olduğunu, bizimle birlikte gördü. Biz tek tip elbiseyi hiç giymedik, hazır ola geçip, ‘emredersiniz komutanım’ demedik. Bir avuç kalsak da direndik ve siyasal düşünceyi asla teslim etmedik. Dünyaya tekrar gelsem, yine devrimci olurdum. Düzenle asla uzlaşmaz, direniş cephesinde ve örgütlü yaşayış içerisindeki yerimi alırdım.” Öyle ya da böyle, dönmek kolay, devam etmek zor, güzel, değerli ve önemli olan biricik şey besbelli; hiçbir zaman, hiçbir koşulda ve hiçbir yerde savrulmayacaksın!

Hiçbir baskı, korkutamaz anneleri…

 

 

 

Alper Turgut

 

Adını koymalı artık, pek mühim kâğıt mevzusu, her türlü yayımcılığın sonunu, çok da uzak olmayan bir tarihte getirecek, acı ama gerçek, bu besbelli. Zamlar, kampanyalar, her türlü çabalar, ancak bir nebze ötelemeye yarar, o kadar. Kapatmalar, işten çıkartmalar deseniz, bu acıklı öykünün, gerçeklikle buluşma süreci, malum başladı zaten… Sadede gelirsek şayet; Okumayı hiç sevmeyen, hatta harbi harbi bu güzelim uğraştan nefret eden, ancak bilmediği konularda dahi bilgiçlik taslamayı çok seven sayın halkımızın bu umurunda olur mu? Asıl yara da burada ha, hep kanayan, asla kabul bağlamayan… Olmaz canım gardaşlarım, olmaz, “naber lan entellllllllll?” zihniyetinden, “vay inek, vayyyy!” söyleminden, en ufak bir sekme olmaz.

Şimdi doğruya doğru, ülkemizde kültür ve sanat, hayli zamandır can çekişiyordu, yeni nesil bomboş kitapları, bırakın okunmayı, kabına bakmaktan üşeniyordu çoğu insan, yalana gerek yok, içerik tam tekmil geberik idi, artık o bitmişliğin, tükenmişliğin bile arar olunacağı zaman dilimine giriyoruz sanki. Veya illaki. Bakınız; Ajans Press’in OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) verilerinden yola çıkarak derlediği araştırmada: Türkiye’de en üst sosyoekonomik dilimde yer alan hanelerde, ortalama kitap sayısı 179 olarak belirlenmiş. Koca Avrupa kıtasında, sadece Hırvatistan’ı geçebilmişiz, birinci sırada Lüksemburg var, ev başına 423 kitapla… En üst sosyoekonomik kesim bu haldeyse eğer, diğerlerinin hali duman, vay aman! Ders kitapları hariç, kitap görmeyen evler var, şiirden, romandan muaf! Övünmek gibi olmasın, senelerdir saymadım, lakin en son 1500’ü aşmıştı evdeki kitap sayısı, hatta taşınırken, taşıma şirketi çalışanları, tuğla kalınlığındaki eserlerin karşısında, bu ne yaman ağırlık diye, sahte sahte ağlaşmıştı. Kendimi ayıplıyorum, şampiyon Lüksemburg’a üç tur fark attığım yetmezmiş gibi, memleketimin en üst sosyoekonomik sınıfıyla alakam dahi olmamasına karşın fersah fersah geçtiğim için, kısmen mağduriyet yarattığım için, kusuruma bakmayın a dostlar!

Kuşkusuz her alanda büyük sorunlar, ziyadesiyle mevcut, lakin inşaat sektörünün durumu, harbiden önemli, çünkü iktidarın, bitmeyen, tükenmeyen beton aşkı için resmen gözünü kararttığı, en çok koruyup kolladığı o şirketler ve patronlarıydı. Hristiyan yurttaşlarımızın zanaatkârlığı, Karadenizli işadamlarının müteahhitlik merakıyla yer değiştirdiğinde, bina diye ortaya çıkan şeylerin toplamı; çirkinlik, vasatlık ve karmaşa olmuştu. Kilim desenli fantastik bozukluk, eğri büğrü işçilik, deniz kumuyla destekli, çökmeye meyilli konutlar, boyayı unutan, salt alçılı yapılar, hatta kiremitler ve tuğla kâfi diyen ve işi o noktada bitiren tuhaf evler kapladı, istisnasız hemen her yanı… Yeni nesil inşaatçılık, bu bariz kitsch (tam karşılığı yok bu meretin) durumu, uzun upuzun apartmanlar yaratarak çözmeye çabaladı, insanları kümes boyutundaki evlere tıkarak, bu vicdansız sıkışıklığa milyon dolar fiyatlar biçerek… Sonra ne oldu? Haliyle ederinden fazla olan şey, ellerinde patladı, parayı, betona gömme modası tutmadı. Hayret kere hayret, bu önemli meseleyi, hala meşhur papaza bağlamadılar. Zevksizlik, estetiksizlik, gereksizlik, bizim değil, papazın eseridir demediler. Vah!

Beton manyaklığını anmışken, AVM’leri (alışveriş merkezi) hatırlamamak bize yakışmaz. Memlekette neredeyse birbirinin benzeri, tam 411 AVM varmış, bu çılgınlık yeterli gelmemiş olsa gerek, 2021 sonuna dek, 43 AVM daha katılacakmış aralarına, toplamda 454 rakamına ulaşılacakmış. İktidarın, 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinde, Türkiye’yi toptan AVM’ye çevirmek varsa, sanırım kimse şaşırmayacaktır. Hayır, zamlar üst üste geliyor, 2019 Ocak ayı itibarıyla, zam delisi olacağımız konuşuluyor, gezmek, yazın serinlemek, kışın ısınmak, bunlar tamam, peki, alışveriş meselesi ne olacak? Hah! İşte orası gerçekten muğlak…

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin 700. haftası için, Galatasaray Meydanı’ndaydım. Kayıp yakınları, oturma eyleminin öncesinde gözaltına alınmıştı, desteğe gelenler ise gaz bulutuyla karşılandı, devlet tarafından… Sivil itaatsizlik suç değildi, evlatlarını aramak meşru idi, ancak analar, yine ve yeniden, resmi inadın gadrine uğradı, canları yandı. Bu en uzun soluklu eylemlilik halini, ta en başından beri takip eden biri olarak, şunu söyleyebilirim, anaları, zulümle, baskıyla ve şiddetle evlerine kapatamazsınız, gözaltında kaybedilen yavrularını aramak, kaybedenlerden hesap sormaktan alıkoyamazsınız. Nereden mi biliyorum? 170. Hafta ile 200. Hafta arasında, yani tam 30 hafta boyunca, kapatılan alana ulaşmak için her türlü baskıya göğüs gerdiler, çünkü oradaydım, yanlarındaydım, gördüm, bildim, hissettim, anladım, onlar bu davaya baş koymuşlar, çocuklarının yoluna adanmışlar. Bundan kuşkunuz asla olmasın, asla! Sonra bu 30 acılı, sancılı, yankılı haftanın sonunda, eylemlerine ara vermişlerdi kayıp yakınları, korktuklarından değil ha, desteğe gelen delikanlıların, genç kızların da benzer akıbete uğramalarından çekindiler. Ve bir süre geçti ve onlar, kendileriyle özdeşleşen alanlarına geri döndüler. Özetle; biz bunları yaşadık, malum iktidar partisi, daha ortada yoktu, derin devletin icraatları, tam gaz devam ediyordu. Şimdi bambaşka sonuçlar mı olacak sandınız? Kazanan yine haklılık ve meşruiyet olacak, şüphemiz yok! Çünkü analar bu yoldan dönerlerse, gelecek kuşaklar, kayıp evlatları unutacak, belki de yeni evlatlar kaybolacak. Buna müsaade etmeyecekler, buna izin vermeyecekler.

İşte geçen Cumartesi, İstiklal Caddesi’nde bangır bangır Ahmet Kaya’nın “Beni Bul Anne!” şarkısının bir başka versiyonu çalarken, resmi kıyafetli, hafif şişman, boylu poslu, külhanbeyi gibi kasılarak yürüyen çevik kuvvet amiri, peşindeki polis memurlarına, açık ve kapalı alandaki her insanı hedef göstererek, “sık, sıkkkkk, sıkınnnnnnn” diye emirler yağdırıyordu. Sonra o talimat verdikçe, gaz deneyinin mağdurlarına dönüştük, çay içerken de sıktılar, su içerken de, yürürken de, otururken de, elde karanfil gezerken de, ayaklara sıkınca, tabanlar yandıkça yandı, akşamında sağ gözümün altı davul gibi şişti, neyse sağlık olsun! Bu yazı sırasında, Taksim ve çevresini, güvenlik kordonuna alınmaya başlamıştı çoktan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun söylemi, gidişatı açık etmişti zaten, ne diyelim, zorlu yolu seçtiler, anaları ve onların büyük azmini hesaba katmayarak, elbette…

 

Fotoğraf: Vedat Arık

Bağımsızlık, özgürlükle güzeldir

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Güzelim hayat, sen resmen mucizesin, bilmiş ol! Memlekette ne kadar varsa gamsız, bir anda oldu mu sana bağımsız, kocaman bir şaka gibi! Artık dönüş hızlarına, Usain Bolt bile yetişemez oldu, depara kalkıyorlar, süratlerini arttırıyorlar, yine ve yeniden kendilerini aşıyorlar. Hani eski bir çizgi filmde vardı; “Hooop Hooop, değiş tonton” derlerdi, o hesap!
Anti-emperyalist ve anti-kapitalist ruhu, ABD üretimi akıllı telefonları kırmakla yakalamaya çalışmak, elbette şaşkın ve komik bir hale düşürse de ahaliyi, bu yeni eylemlilik hali, Çinli yerine Koreli dövmek, portakal bıçaklamak, turp ısırmak gibi geniş bir tuhaflıklar yelpazesinde, pek de sırıtmıyor hani. Ayrıca onlar, gariplikler evresinde, hayli üst modelimiz olsa da, hepimizi zehirleyen, adeta bağımlılara çeviren ve adına teknoloji denilen hınzır, bizimle çoktandır dalgasını geçiyor, sosyal medyada yaşamamızla, hunharca eğleniyor, lakin orası farklı bir mecra…

Hah! Tam ABD’yi protesto ederken, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı, Oscar aday adayı oldu, iyi mi? Hayli ikircikli ve irkiltici bir durum bu, şimdi meşhur Akademiyi de mi kınasak, yoksa sistemi yücelten, ülkesinin çıkarlarını gözeten Hollywood’un arka bahçesini, güzelce sulasak mı, harbiden bilemedim. Veya geçen sene sıradan Amerikalıların, oldukça beğeneceği Ayla adlı yapım bile yarışa sokulmadı, bu bize özgü diyaloglarla süresi köpürtülen filmin hiç şansı yok gardaşım diyerek, ortalığı velveleyi mi versek? Dengeleri gözetip, öyle karar verelim, baksanıza dün düşman olduklarımız bugün dost, dostluk kurduklarımız ise hasım oldu, bu suni med-cezir ortamında, her şey mümkün! “Yılın en yakışıklısı” gibi çakma Oscar heykelcikleri (ben de bile var, gülünç elbette), hediye ediyor birbirine insanlar, şimdi gerilim tırmanmayı sürdürürse, o heykelciklerin akıbetini düşünemedim bile, vah zavallılar!

ABD’nin troll başkanı Donald Trump’ın, kafasına estikçe bol bol tivik atarak, dünyaya ayar çekmesi, kâh sulandırıp, kâh germesinin, mizah ile izah edilecek bir hali kalmadı. Kırılgan ekonomiler, kapitalist ve acımasız bir patronun oyuncağı mıdır? Milyonlarca fakiri, dar gelirliyi perişan edecek, açlık sınırına sürükleyecek bu saçmalık, kendine insanım diyen herkesin kanına dokunmuyor mu? İktidar partisinin ve muktedirin, senelerdir süren bariz hataları, bizi bu kaygan zemine bıraktı, elbette. Bundan tarafsız olan hiç kimsenin kuşkusu, zaten yoktur. Aynı gemideyiz zihniyeti, işler iyiyken bizi, asla almıyor gemiye, durum kötüleşince, hop oturtuyor güverteye… Tüm bu malum gerçeklere rağmen, Amerikan emperyalizminin dayatmalarına, ay bize eğlence çıktı tepkisi vereceklerden de değiliz! Bağımsızlık bizim en büyük yaşam gerekçemiz, özgürlükler kadar!

Hep fabrikalar ve tarlalar derken solcular, bunu ucuz slogan olarak gören muhafazakâr ve sağ çoğunluk, satmak odaklı esnaf kafasından bir türlü sıyrılamadı, tüketiciyi yerli-yabancı ürünlerle tıka basa besleyip, perişan haldeki üreticiyi ıskalamanın büyük bedelini görmedi, göremedi. Yol, köprü, tünel yapmak, hayvancılığı ve tarımı, dışa bağımlı hale getirmek (anti-yerli ve anti-milli), ekonomiyi, salt borsa, finans, bankacılık olarak görmek, sabah ve akşam, TV’de dizi izler gibi, kur dalgalanışını seyreyleyen canlılara çevirdi hepimizi… Dolarım yok, bunlardan bana ne diyen tipleri bile şahit oldu bu kulaklar, ne desek boş, bazılarına… Hayatın ağırlığını, kâğıtlar belirliyor işte, varsa dert, yoksa daha büyük dert!

İktidar, yarattığı krizlerde bile oy potansiyelini korur ve hatta artırırken, kendisine muhalefet partisi diyen oluşumların, mevcut koşullara karşın, oy kaybetmesinin sebebini, nasıl açıklayacağız? Samimiyet ve dürüstlük konusunda değer ve önem kaybı yaşadıkları ortada, suskunluk zaten gırla, çözüm üretmek deseniz, masal bile daha gerçekçi olur. Hep söyledim, söylüyorum, bizim derdimiz, muhalefettir, iktidardan daha önce ve daha çok. Bazen nereye düştük biz böyle derken yakalıyorsanız kendinizi, bu garabetin farkındaysanız, ummadığınız yerden sürekli örseleniyorsanız, artık silkelenmenin, kendine gelmenin, yeni ve güçlü bir muhalefeti inşa etmenin zamanı gelmemiş midir? Dışa bağımlı olan ve kendini solcu sanan ibişleri, mümkünse artık yüceltmeyelim, bizim dışa bağımlı olduğumuz tek kesim, tüm dünyanın emekçileridir, onların devletleri ve karmakarışık teşekkülleri değil! Yok öyle bir şey demeyin sakın bana, inanmam!

Bu zor günlerde, sadece ve sadece Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin, değerleri ve önemleri, son süreçte, daha anlaşılır olduğu için mutluyum, onlar gerçek yerliydi, gerçek milliydi, üstelik enternasyonaldiler, yarattıkları gelenekten sapanların hali ortada, liberal soslu akımlara kapılanların, kendine başka başka dostlar arayanların geldikleri yer, harbiden acınası… Bizlere, ABD’nin boyunduruğundan kurtulma nutku verenlere, sürekli onları anlatacağız, büyüklerinin yarattığı Kanlı Pazar’lardan utansınlar diye, yeni yeni kuşaklar, başkaca bir yol yok!

Bu yazının başındayken, bir habere takıldı gözüm, Kocaeli’nde kendini vali olarak tanıtan bir adam, hiç acımamış, gözlerinin yaşına bakmamış ve dolandırmış ahaliyi, kanmaya, kandırılmaya bunca müsait bünyelerle, zorluk derecemiz artıyor ifade mevzusunda, bu da bizim engelli etabımız olsun, ne edelim?

Tatildeydim, tüm bu günler boyunca, dolar, avro ve de papaz konuştuk aramızda, zulüm gibi resmen, kafa dinleyelim, beden dinlendirelim derken, kafa davul gibi şişti, ani gelişen ataklarla, “dönbaş” olduk, üst üste espri kastık, kendimizi gülmeye zorladık. Özetle; papazı bulduk!

“Ben yandım, siz yanmayın, Allah aşkına!”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Salt evler, arabalar değil ha, ağaçlar, hayvanlar, insanlar yanıyor, tutuşuyor her şey, tanımsız afet, hızla yayılıyor, önüne düşeni yakıyor, kavuruyor, anında kül ediyor. Ateş ilişmesin diye ete, can havliyle denize atlıyor insanlar, büyük yönetmen Theodoros Angelopulos’un güzelim filmlerindeki sahneleri andırsa da görüntüler, kurgu murgu değil bu, hepsi yalın gerçek, tüm iyi olanları, şüphesiz sarsan, burkan, içlerini acıtan… Sosyal medya denen, zalim, acımasız, hadsiz ve tarifsiz alanda, kötüler yine yaptı yapacağını, yazmadılar, kustular, susmadılar, irinlerini akıttılar, “oh kebap oldular” diyen de vardı, “su veren itfaiyenin hortumunu bilmem ne edeyim…” diyen de…

 

Utanmaz, arlanmaz, halden anlamaz tipler, aslında öyle az buz değildir, hep vardılar, sanılanın aksine, çoktular, çok! Daha da ötesinde; gazeteden ziyade paçavraya benzeyen bir neşriyatta (adını anmaya gerek yok), “Yananistan” gibi, kan donduran bir başlık atmayı da becerdiler, başkalarının yarasıyla, acısıyla, ağrısıyla, kaybıyla, hunharca eğlenmesini bildiler. Çürümenin keyfini sürdüler, büyük bir zevk aldılar, yine ve yeniden… Ahmet Kaya’yı dinleseydiniz keşke; “Ben yandım, siz yanmayın, Allah aşkına!”

 

Oysa hemen hemen aynı zaman zarfında, futbolcu Mesut Özil’in, haklı serzenişine destek olanlardı bunlar, “Almanya zaten faşik yaaaaa, ırkçılık çok kötü bir şeydir laaaaaaa” diye söylendiler, işte bu kafa, en tehlikeli kafadır, işte bu zihniyet, insanın en karanlık yanıdır. Kuşkunuz mu var?

 

Bu saçmalık, bu tuhaflık, bu anlamsızlık, her toplumun belasıdır, kiminde çokça yaşanır, kimi biraz, kimi kısmen törpülenmiştir, o kadar. Yoksa Kızılordu, Berlin’e girdiğinde, Almanya’daki milyonlarca Nazi Partisi sempatizanının, bir anda, sıradan insanlara dönüşmesini, aidiyetlerini hızlıca reddetmesini, komşularımızı ihbar etmedik, mallarını ele geçirmedik, onları ölüme göndermedik, suçlu değiliz, hepimiz masumuz demesini, asla açıklayamayız. Yani insanlar, beklerler, şekle bürünürler, tam tersi bir rolü üstlenirler. Ama zamanla değiştiler, dönüştüler, hadi canım, hadi, yok öyle bir dünya! Son Almanya gezimde, havalimanındaki orta yaşı geçmiş ve hayli suratsız görevli, sarışın ve mavi gözlü olmayan herkese kaba davranıyordu, sonra bir Alman çift geldi, eleman, gülücükler saçtı, nezaket gırla, zarafet o biçim! Bunu bir lokanta da, servis sırasını beklerken de şahit oldum, toplu ulaşım aracında da, kiraladığımız evin sahibi, ağır faşo herifte de… İşte tanık olmasanız dahi, hissedersiniz ya, içeride bambaşka şeylerin gizlendiğini, suretin, sırrını saklama çabasını… İşte o hesap!

 

Arenalarda, kölelerin, aslanlara yem edilmesini alkışlayan, birbirini kesen ve biçen gladyatörleri gördükçe, kendinden geçen, çoğunluk olmanın cesareti ve sadece bir el işaretiyle, yaşam ve ölüm kararını veren, yine bizim gibi, hepimiz gibi insanlar değil miydi? Boğaları kılıçla öldüren, kuma kanını döken matadorları kutsayanlar, sınırımızda kısa bir süre önce, binaların tepesinden, eşcinsel oldukları gerekçesiyle insanların atılmasını, tezahüratla karşılayanlar, linç girişimlerine katılanlar ve bu insanlık dışı eyleme destek sunanlar, kötülüğün cisimleşmiş hali değilse, harbiden nedir? Normal karşılamayı, onaylamayı, geneli bağlamaz kafa yapısını, adaletle, hakla, hukukla, insanlıkla bağdaştırmayı başaran varsa, bizleri de aydınlatsınlar, yol yordam göstersinler. Çünkü bir başıma, çare ve çözüm bulamıyorum, dürüstlük ve samimiyetin yok edilmesinin, vicdan kaybının, mantığın iflasının, alışılagelmiş gösterilmesine…

 

Hiç unutmuyorum, buz gibi bir bayram günü gecesiydi, Mart ayıydı, sene 1994 idi. Kıbrıs Rum bandıralı iki gemi, İstanbul Boğazı’nın Hamsi Limanı-Filburnu hattında çarpıştılar. Biri ham petrol yüklü dev bir tanker (Nassia), diğeri de kuru yük taşıyan şilepti (Shipbroker), iki gemi alevler içerisinde kaldı, birçok denizci can verdi, yangın, insanüstü bir gayretle, ancak dört günde söndürülebildi. Fotoğraf makinelerimizi donduran ayaza rağmen, karada ve denizde yangını takip ettik, haberi geçtik.

 

Çekirdeklerini alan İstanbullular da, yangını seyretmeye geldiler, şaşıracak bir şey yok, inşaatı, yol çalışmasını, mahalle kavgasını bile saatlerce izleyebilme başarısı gösteren insanlarız biz, zaten dert de bu değil! Karaya oturan şilep, resmen cayır cayır yanıyor, çok yaklaşmak ne mümkün, direğe tırmanan gemiciler, can havliyle, kendi dillerinde tanrıya yakarıyor, çığlıkları, karaya ulaşıyor, çaresiz kalmak, zor be, harbi zor, adamlar gözünün önünde yanıyor, kurtaramıyorsun, çözüm bulamıyorsun, izlemekle kalıyorsun. Kıyıda ah vah eden insanlar kadar, Kıbrıs Rum gemilerinin yandığını öğrenince sevinen, oh çeken, “Layığınızı buldunuz” diyen gaddarlar da var. İnsan canını da, çevre kirliliğini de, doğa felaketini de düşünmüyor, düşman bellemiş, gözünü kan bürümüş, ötesi fark etmiyor. IŞİD nedir, bu garabet nasıl bedene bürünür, kafa yormaya gerek yok, sıradan insanların içerisinde doğar ve büyür.

 

Daha çok örnek var böyle hatırımda, bir tatil beldesinde, çıkan orman yangınına müdahale için, 16 yaşından büyük tüm erkekleri seferber olmasını istemişti belediye, çağrı üstüne çağrı yaparak, traktörün çektiği römorka doluştuk üstümüzde mayolarımızla, dönüp baktım, istifini bozmayan, güneşlenen, yüzenler ne çoktu. Alevleri de kucaklamadık ha. Verdiler kazmayı, çukurlar kazdık, sirayet etmesin diğer bölgelere diye, işte öyle. İmece, el ele verme, ne güzel şeydir!

 

Büyük Marmara Depremi’nin ardından, felaket bölgesinde bir ay kaldım, orada insanı tanıdım, bir can kurtarmak ve yardımcı olmak için tez yetişini de, ölenleri ve kurtulanları, soyup soğana çevirmeye, koşup gelenleri de… İnsan, karanlık veya aydınlıktır, insan, iyi veya kötüdür, insan, cüzdan veya vicdandır, insan, menfaatçi veya çıkarsızdır. Geçmişten bugüne, bizim biricik derdimiz, aslında besbellidir, bu hem bir yandan kendimizle, hem de öte taraftan fena insanlarla mücadele etme zorunluluğudur. İyi olmak ve iyi kalmak, kötülere asla kanmamak, onların kuytu yoluna sapmamak, insanlık için başkaca yol yoktur!

Our Trip to San Francisco

Cras eget elit convallis est condimentum congue non id sem. Proin metus dui, eleifend id mollis quis, pulvinar in metus. Nulla pharetra sapien ultricies dui blandit, eget condimentum tortor rhoncus. Donec gravida leo neque, ac consequat diam dignissim ut. In ligula felis, tempus vel est ut, pellentesque fermentum ligula. Proin at dui sagittis, rutrum velit in, fermentum nisl. Donec sagittis, risus vitae mollis pretium, tellus turpis feugiat mi, ac cursus nibh metus quis tortor. Integer ultricies ullamcorper nulla, nec consectetur mi hendrerit eget. Donec at elit vel ex pulvinar vestibulum. Cras tristique molestie leo malesuada sollicitudin. Nunc nec lorem id mi consequat rhoncus ac eget purus. Sed massa orci, volutpat sit amet velit sagittis, placerat euismod felis. In hac habitasse platea dictumst. Etiam interdum nulla vitae neque porta interdum quis a velit. Ut semper maximus vulputate.

In sodales leo velit, ac malesuada quam consequat in. Cras elementum feugiat tortor, nec vestibulum turpis consequat eget. Nam massa risus, ultrices et lacus id, maximus tempor tortor. Sed non sapien vitae sem dictum accumsan. Nulla scelerisque felis eget dolor scelerisque dignissim. Proin dictum euismod egestas. Suspendisse potenti. Praesent ullamcorper augue ut turpis sodales, ut luctus mauris mattis. Suspendisse accumsan ex arcu, in viverra odio hendrerit ac. Pellentesque tincidunt tortor nunc, vel commodo neque convallis aliquet. Cras mattis nec mi non sollicitudin. Vivamus semper euismod lectus sit amet ullamcorper. Nullam in nibh malesuada, vehicula sem sit amet, semper velit.

Cras pharetra, mauris sed feugiat accumsan, nisl quam rhoncus erat, non pulvinar urna velit non libero. Ut interdum suscipit fringilla. Donec semper volutpat libero, sed sollicitudin lectus tempus at. Sed congue lacinia tortor. Integer lacinia felis ac odio dictum tempor. Nullam massa mi, pulvinar interdum rutrum sed, pharetra nec dui. Integer a sapien sit amet purus finibus tincidunt. Morbi ac sapien sapien. Phasellus odio ipsum, vehicula hendrerit suscipit vitae, imperdiet ac tortor. Duis auctor facilisis efficitur. Vivamus non tortor pretium, bibendum velit ac, sagittis neque. Fusce varius ut ipsum sit amet viverra. Sed volutpat mauris non ex volutpat, at sagittis sapien dignissim.

Maecenas faucibus feugiat congue. Nam fringilla eros at ante consequat, at commodo nisl ultrices. Morbi ac purus sed erat pellentesque efficitur. Proin tempor quis purus sed vulputate. Cras pharetra luctus mi, vitae ultricies risus scelerisque a. Praesent faucibus sed elit eu aliquam. Morbi congue ipsum mi. Integer urna eros, efficitur a tellus nec, ornare volutpat urna.

Proin rhoncus congue nibh ut egestas. Vivamus a feugiat felis, a pharetra sapien. Nullam consequat, neque ac aliquam tristique, diam tortor pharetra lacus, quis laoreet ligula mi eget neque. Nullam non est mi. Integer eleifend neque non mauris elementum fermentum. Curabitur vitae tempus justo. Nunc fringilla ac tellus nec fermentum. In hac habitasse platea dictumst. Proin aliquet, ligula sed sollicitudin pharetra, velit mauris lacinia quam, eu tincidunt diam mauris eget justo. Quisque dictum risus a tincidunt cursus. Mauris non gravida sapien. Quisque eu magna dictum, faucibus ligula eu, rhoncus orci. Integer bibendum nulla id dui tristique, a rhoncus eros euismod. Curabitur in dapibus magna. Quisque nec ipsum odio. Orci varius natoque penatibus et magnis dis parturient montes, nascetur ridiculus mus.

Donec ut arcu dignissim, rhoncus lectus nec, sodales elit. Integer ex metus, imperdiet eu odio sed, rhoncus ultrices orci. Proin condimentum sodales lorem id ultrices. Aenean venenatis magna sem, ac sodales enim congue nec. Sed ut bibendum ex. Aliquam in purus ac augue mollis dapibus. Curabitur sit amet dictum leo, eget finibus dui. In hac habitasse platea dictumst. Suspendisse vitae tellus eget arcu pretium dictum. Nam tempor efficitur nulla in mollis. Maecenas orci neque, ullamcorper eu felis sodales, tincidunt luctus dui. Fusce est metus, semper sit amet erat a, molestie finibus arcu. Nullam interdum gravida ex a ornare.

Oh mis gibi kek’lendik!

 

 

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Memleketlerinin geleceği için azim ve heyecanla çabalayan insanlara dair; Sandıkları asla terk etmeyin ifadesi, artık kocaman bir dalga konusu oldu, Millet İttifakı desen, çoktan çatırdadı, aslında seçim günü bile uyum içerisinde değillermiş, bu kaçıncı ders oldu muhaliflere, saymayı unuttum. Sanırım uslanmaz ve usanmaz bir halimiz var, hem acıklı, hem de hayli insani… Evet, bu ittifak şeysinin adı, Cacık İttifakı olsaymış, harbiden cuk otururmuş ya, her neyse… Misal CHP, o gün 50 bin sandıktan veri alamamış, çünkü müşahit yokmuş, ötesinde 20 bin sandıkta zaten hiç kimse bulunmuyormuş, iddialar gırla, bla bla… Adil Seçim Platformu deseniz, ucuz, amaçsız ve güldürmeyen bir komedi gibi, acemilik desen değil, belki umut tacirliği olabilir, o da tam karşılamaz ha, bu bambaşka bir garabet, gerçekten tarifsiz.

 

Bir habere denk geldim az önce; Güney Afrika’daki bir doğal koruma alanında, kaçak gergedan avlayan en az iki kişinin, aslanlar tarafından öldürülüp yendiğine dair. Orman kanunda bile bir adalet ışığı var yani, bizim durum daha vahim, bunca beceriksizliğin ve boşa kürek çekmenin ortasında, hak, hukuk nafile, anca Alaattin Çakıcı’ya, “Yine de her şeyi Allah bilir” diye sağlık raporu hazırlayan hekimlerin haline gülebiliriz belki, o kadar. Türk Tabipleri Birliği (TTB); “Şimdiye kadar böyle bir şey görmedik, şaşkınız. Bu rapor dünya tıp tarihine geçer” diyor, tarihe geçeceğimiz tuhaflığa bakar mısınız Allah aşkına, tam tekmil hicran ve hüsran, tey teyyyyyy.

 

Çay ve kek mavrası, hayat buldu, çay demli mi, açık mı, sıcak mı, ılık mı, kek kabardı mı, artık tüm meselemiz bunlar, haaaa yepyeni, gıcır gıcır ya haline yan, ya da parkta güzelce yuvarlan mottomuzu unutmayalım arkadaşlar, sevgili halkımız, bize böylesi sabun köpüğü yarınları uygun gördü, sağ olsunlar, var olsunlar. Zaten hay maşallah, hep bir sağ oluyorlar, sol olmak gibi bir seçenek, onlara göre değil! Sol mu, yol mu diye sorsanız, yanıt çoktan hazır; yol yabtılar, yol! Bu da bizim büyük dramımız demeyeceğim, halkı teşvik eden biricik şey, umut değil de korkuysa şayet, onları, kesinlikle ikna edemeyen, hiçbir koşulda inandıramayan bizlerin hatası barizdir, aman onlar öyle, ama onlar şöyle, ama onlar böyle demenin de kimseye bir faydası yoktur. Kapı kapı gezme, sadece kendine benzeyenleri eyle, onlara dair, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, geyik çevirmeyi dene, sonra da suçu kendinde bulma, hadi canım oradan… Özeleştiri, solda duran insanın, biricik prensibidir. Ve halk sana gelmeyecek, sen halka gideceksin, 1 Mayıs marşında dahi var; “Hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin” diye…

Yani canım kardeşlerim, iktidar, her türlü iletişim aracına sahip diye, OHAL var diye, tüm güç ve kolluk onda diye, eşitlik yok diye, senelerdir tekrar eden ve sürekli önümüze serilen acı faturayı, erk ve muktedire kesmenin, kolay ve anlaşılır olduğunun gayet farkındayım. Lakin bizim en büyük sorunumuz, muhaliflerin darmadağınık olması, amaçsız davranması, heyooo biz ittifak kurduk deyip, anlaşmayı başaramaması değil midir? Kendi adıma, bu muhalif kesimle, ne görüş, ne düşünce, ne de hedefler konusunda, herhangi bir ortak noktam olmadığı halde, yeni Türkiye zımbırtısının karşısına, eski Türkiye şeysini çıkartmanın, çözüm olmadığını, bize adil, özgür, eşitlikçi, demokratik bir memleket gerektiğini gördüğüm halde, yine de destek olmayı deniyorsam, partiler de köstek olmayıversin bir zahmet, ama nerede? Aman koltuklarınızı koruyun, aman yenilginin bedelini kabul etmeyin, aman size inanan insanları, kandırmaya ve kullanmaya devam edin, aman da aman.

 

İroni, benim için tekdüze hayatın gerekçesidir. Düz, dümdüz şeyler, gazı kaçan gazoz etkisi yaratıyor benim bünyede, bu yüzden zamdan, enflasyondan, kurdan, şundan bundan yazmaya (mavra bulursam, asla ıskalamam, o ayrı) devam etmeyi düşünmüyorum. Harbiden ne öyle; arabeske bağlamış gibi damarlarımı, içselleştirmiş gibi gündelik politikanın pespayeliğini; pes ettik, yıkıldık, oh ne güzel yıkıldık, bittik, eridik, çürüdük, tükendik, mahvolduk (yazarken yoruldum resmen). Bundan sonra sinemaya, spora ve elbette hayata ve umuda dair birikmiş söyleyeceklerimi, dökeyim hele.

 

O parti şu oyu almış, bu parti, kurultay peşindeymiş, Takılsınlar işte, kendi aralarında top çevirsinler, bizi, hepimizi sinir etmeyi sürdürsünler. Kendilerine yakışan bu, yapacak pek bir şey de yok. Özetle; Çok güzel Kek’lendik! Kabul edin, yeni bir seçime kadar, oy ve sandık kelimelerini duymaya mecaliniz kalmadı, güven zedelendi, arzu ve şevkiniz kırıldı. Ama iyi haberim de var; Bizler, kandırılmaya doyamıyoruz, seçim yaklaşsın hele, yine kıpır kıpır olur, azimle dolarız. Heyecanla gündelik siyasete döner, bu kez olacak ruhuna kavuşuruz. Safız biz, saf. Kötü bir şey değil ha, iyidir saf olmak, tüm kirlenmişliğe, karanlığa ve yakımızı yapışan saçmalığa inat!

 

Dünya Kupası, dört senede bir geliyor, seçim meçim derken, bu güzelliÄŸin tadını tam çıkartamadık. Arjantin takımı, yalan yok büyük sevdamız, var olsun futbolun büyücüsü Maradona yarattı, 32 sene önce bunu, sömürgeci İngiltere karşısında, tüm adayı, resmen çalımlayarak. Ama al iÅŸte, Arjantin, elendi gitti, Uzak DoÄŸulu takım kalmadı, Afrika erken havlu attı. Gerisi sömürgeci Avrupa, ben bu yazıyı yazarken, Güney Yarımküre de ipe un serdi. Elbette desteÄŸimiz Hırvatistan’dan yana, futbol, hayat gibidir, yıldız önemlidir (Messi ve Ronaldo kaybetti iÅŸte), takım olmak daha önemlidir. Kolektif bir birliktelik, müthiÅŸ bir uyum ve koÅŸulsuz destek, sürprizler hazırlayabilir, devleri yıkabilir, oyunu bozabilir. Bize lazım olan iÅŸte bu ruh hali, takım olabilme, savunma ve hücumda iÅŸlerliÄŸi saÄŸlayabilme, küllerinden doÄŸabilme hali… Yıldıza dönüşmeye çabalayanların, azmi, arzusu, hırsı yoksa ÅŸayet ve sevkten, idareden muaflarsa, yani 10 numara olmaya layık deÄŸillerse, malum sonuç, kesinkes kaybetmektir. Bizim büyük çaresizliÄŸimiz ve sersemliÄŸimiz, tam olarak bu iÅŸte; her yeni ortaya çıkanı Maradona sanmak ve aklımız başımıza gelene dek, itinayla aldanmak!

Güzele düşman olmak!

 

 

 

Alper Turgut

 

Malum, bugün memleketin yarınlarının şekilleneceği çok önemli bir seçim var, doğal olarak, yasaklar da… T A M A M, sorun yok! Zaten kafamızı kurcalayan, vicdanımızı ayaklandıran, tepkimizi çoğaltan, bambaşka bir sorun yaratmayı yine ve yeniden becerdi, yetkili zevat, özel ve güzel olan her şeyi bozmak gibi, tuhaf ve bıktırıcı hünerleri var, haklarını yemeyelim. Şimdi efendim, 32 yıldır Dolmabahçe Sarayı müştemilatındaki Baltacılar Dairesi’nde konuşlanmış durumda, tam 136 senelik Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı… Hopppp bir anda tahliye edin diye karar alıyorlar ve ardından tehdit etmeyi unutmuyorlar. Çünkü güzel, sanat, konservatuar, canlarını sıkıyor, tekini bile sevmezken, bakın üçü bir arada, öyle ya da böyle, kesin nefret sebebi…

Pazartesi gününe kadar binayı boşaltın, haydaaaaaa, yoksa aniden içeri dalıp, Ankara’dan abim geldi şarkısını mı söyleyeceksiniz, tek bir ağızdan? Ha! Emre rağmen bina boşaltılmadı, salı günü binanın elektrik ve suyunu kesin, sonra güç kullanın, polis eşliğinde tahliye edin. Peki, nereye gitsin öğrenciler, öğretmenler? Orası muğlak bile değil! Çünkü gösterilen, ayarlanan ve üzerinde anlaşılan bir yer yok! Gelin empati yapın, senelerce yuva bellediğin bir yerden, seni kollundan tuttukları gibi sokağa atıyorlar, itiraz edene de devletin bildik sopasını gösteriyorlar, vicdanınızda hala tık yok mu? O vakit, sen güzel olan her şeye düşmansın, canım kardeşim.

Hababam Sınıfı, gerçek hayata taşınıyor sanki, İnek Şaban, Güdük Necmi, Damat Ferit, Hayta İsmail, Domdom Ali ve diğerlerini, kulaklarına yapışıp, sokağa atmak gibi bir şey bu… Harbiden filmi izlerken, sadece gülüp geçiyor musunuz, kuzum sizin hiç gözleriniz nemlenmiyor mu? Badi Ekrem şaşkın, Hafize Ana üzgün! Neyse ki Kel Mahmut var! Mahmut Hoca, harekete geçer, çok sevdiği haylazlarını kurtarır elbet! Yanlış işler yapıyorsunuz, çok yanlış!

Tarihi binayı, müze yapacaklarmış, ba ba ba… Başbakanlık Çalışma Ofisi yüzenden, güvenlik dediniz, sakıncalı dediniz, sokağı halka kapattınız, üniversite öğrencilerinin sosyalleştiği, kafayı dinlediği, çok sevdiği çay, kahve içilen alanı kapattınız, eee bugün de Başbakanlık kurumunu, tarihe gömüyor, yani kapatıyorsunuz, oldu olacak Beşiktaş’ı da kapatın, tam olsun. Ama durun! Cumhurbaşkanlığı Seçim Ofisi’ne dönüşüp, büyüyebilir her an, üstelik yer ferah, yel de esiyor, tarih filan, oh mis! Peki, bu acele neden? Seçimi kazanmış, tüm yetkiyi kapmış gibi davranmak, riskli değil mi? Hem sabır, ne güzel bir haslettir, tamam! Yan tarafta lüks bir otel var, ne sakıncalı bulunuyor, ne de başka şey! İşte orayı satın alın, ofise katın, ne oldu, yoksa güzelim yeri ve binayı, onlara siz mi tahsis ettiniz? Desenize, olaylar tamamen duygusal! Durduk yerde, yapılan böylesi bir girişimin tek bir mantıklı açıklaması var, o da ortamı germek, öfkeyi tetiklemek, insanları sokağa dökmek, ikinci tur çalışması için ve ahalinin kesinkes kamplaşması için, elbette.

Çay, kek, çorba, Tatar böreği yetmedi, küvet, fırın, buzdolabı kafi gelmedi, günlerdir gülüyoruz, ya sinirlerimiz gerçekten bozuldu, ya da moralimiz yerine gelmeye başladı, işte onu zaman gösterecek. Evdeki eşyalara, sen eskiden yoktun, ne iyi ettin, çıkıp geldin, ah canım benim diye sarılasım var, çok eski, harbi külüstür fotoğraf makinelerim var, çok kahrımı çektiler, onlara yüz vermiyorum misal, siz eskiden de vardınız, kimi kandırıyorsunuz diyerek… Acaba ayıp mı ediyorum?

Bilmiyorum! Çocukluğumuz yontma taş, gençliğimiz cilalı taş devrinde geçti, büyüklerimiz, hep eskiyi yad eder, çok şanslı nesil olduğumuzdan dem vururlardı. Onların zamanında taş bile yokmuş, koşullarının zorluğunu düşünün yani…

Pes bize, peh bize, vefasız çıktık, haddimizi aştık, halden anlamadık.

Size, Şahsiyet adlı yerli işi internet dizisini çok beğenip, çok sevdiğimi anlatmış mıydım? Suya, sabuna dokunmuş, acı gerçeklerimizi ıskalamamış, elbette hataları, sorunları, kopuklukları vardır, ama denemiş, üstüne gitmiş ve bence meseleyi çözmüş. Umarım bu milat olur, dizi veya film çekecek olanlar, çıtayı görür ve umarım üstünden atlamaya çabalarlar, yoksa altından geçmek, çok rahat, çok güvenli, çok sıradan, şüphesiz! Sanata düşman iklim değişirse, halkımız bilinçlenirse, değme keyfimize be!

Ahlat Ağacı’nı filmini de seyrettim, şu ana dek üstüne bik bik etmedim, benim sıralamamda; Bir Zamanlar Anadolu önce gelir, ardından da Kış Uykusu… Ahlat Ağacı’nı, Nuri Bilge Ceylan’ın diğer işlerinin arasına katarım, düşüş var diye uyarmayı da kendime borç sayarım. Diyaloglar gereksiz ağdalı, çekimlerde özen azalmış, süre her zaman aynı zaten, kıyamıyor sevdiğine, oysa atarım yarım saat, gözümü bile kırpmam. Ha filmin duygusunu sevdim, finalini de. Boş lakırdıya tahammülüm yok, edebi diye iteklenenlere de.

Sanırım Nuri Bilge Ceylan ile ilgili iki video çektik, Kış Uykusu üzerine, ilki seyretmeden, diğeri de izledikten sonra, sinema yazarı arkadaşımla… NBC’nin YouTube hesabı (tık işareti var, onaylı görünüyor, kendisinin değilse bilemem), bu videoları, bize sormadan almış ve paylaşmış. Mevzu kibirse, aşmak diye bir şey yok ha, anlayana… Zevk mi alınıyor, yorumlar okunmuyor mu, bilmiyorum. Lakin şunu biliyorum; Ohoooo videoların altında küfür, hakaret gırla… Yorum diye kusmuş resmen NBC fanatikleri, eleştirdikleri de içerik değil ha, işte gömlek giydin, puro içtin, çay bahçesinde eleştirdin, bla bla… Ne bileyim, Yılmaz Güney, ezilenin hakkını aradı, bedel ödedi, Cannes’da yumruğu o yüzden havada, sen hayırdır poz filan diye sorduk diye, memleketinde dut yemiş bülbül olanların, Fransa’da kanarya gibi şakımasını ilginç bulduk diye, Türkiye’de gazetecilere konuşmayıp, dışarda söyleyeceğini söyledi diye, liseli bile bedel öderken, meslektaşı yönetmenlerinin filmleri, sürekli ret yerken, kamunun kaynaklarını çok rahat alıyor diye, fikrimizi söyledik.

Hala aynı görüşteyim, insanları, kutsal bellemeye, kahramanlar üretmeye karşıyım, Recep İvedik filmlerinin hayranı tayfa da, aynı sövgüleri düzebilirdi, seviye diye bir şey vardı, seviye diye bir şey yokmuş. İşte hal böyleyken böyle…

Yıkılsın duvarlar, açılsın tüm sınırlar!

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Aksiyona derinlik, detay ve karanlık katan Sicario adlı filmi çok beğenmiştik, yalan yok! Üç sene geçti üzerinden ve devam filmi geldi, Sicario: Day of the Soldado… Ha bu burada da bitmez, üçüncü film de gelir, dizisi de çekilir, Testere 7’i sinema salonunda gördü bu yorgun gözler, dert değil! Hem CIA, karteller, sınır mevzusu, göçmenler, konu işlenmeye gayet uygun, temcit pilavına uyar, bol bol ekmek çıkar. Devam demişken, senarist (Taylor Sheridan) ve birkaç oyuncu sabit, yönetmen de değişti, filmin rengi, sesi ve seyri de… Uyuşturucudan, kaçaklara geçtik, ataları göçmenken, göçmenleri düşman belleyen Donald Trump zihniyeti, hazır beden bulmuşken, yapıt şimdi daha güncel, daha yakıcı. Ve ikinci film, kimi konularda, ilkinden çok daha gerçekçi ve sahici belirtelim.

 

Liberallere göz kırpan, hem devletin içinde, hem de hukuk gukuk peşindeki, ayakları yere basmayan, karikatürize ve mızmız federal ajan Kate Macer karakteri (Emily Blunt), ilk filmin en yumuşak karnıydı, onca amansız sertliğin tam ortasında… Şimdi harbi şahin ve sonuç odaklı bir kadın var öykümüzde, ABD’nin kirli ve karanlık operasyonlarına, savunma bakanlığı adına imza atan yetkili ve etkili ablamız Cynthia Foards (Catherine Keener), hakkın, haksızlığın değil, suçlu ve suçsuzun hiç değil, kendi koltuğunun peşinde, ulusal çıkarın emrinde, sorarım size; bu mevcut gündelik hayata daha uygun değil mi?

 

Müzikler ve kamera da değişti, ıskalamayalım! İlk filmin yönetmeni Kanadalı Denis Villeneuve, Politeknik, İçimdeki Yangın, Tutsak ve Blade Runner 2049: Bıçak Sırtı’yla, zaten rüştünü ispatlamış bir sinema insanı, eksikliği dolmaz derken, mafya dizi ve filmlerinin usta ismi İtalyan Stefano Sollima, direksiyona geçtiğini öğrendik ve fikrimizi sabitlemeyi geciktirdik, hiç şüphesiz. Evet, Gomorrah, Suburba, ACAB, hemen hemen her projesini seyrettim, İtalya’nın mafya oluşumları, Cosa Nostra, Camorra ve Ndrangheta’yı bilen, elbette Meksika’nın kartellerini, misal Los Zetas, Sinaloa, Juarez, Tijuana ve diğerlerine de yabancı değildir, araştırmacı ve gözlemci olarak… Özetle; Sollima, iyi ve yerinde bir seçimdir. Başta Meksikalı eski avukat, yeni tetikçi-infazcı, CIA ajanı, Kolombiyalı Medellin karteliyle de ilişkileri olan, tuhaf, acılı ve hedefi ıskalamayan tip Alejandro’ya can veren Oscar’lı Benicio del Toro, resmen döktürüyor. İstihbaratçı, organizasyon adamı, kirli ilişkilerin piri, karıştırma ve dönüştürme uzmanı Matt Graver karakterini sırtlayan Josh Brolin de, keza öyle… İşte eski filmden, yenisine taşınan bildik anti-kahramanlar ve onlar, filmin omurgası, gücü, hemen her şeyi, vurgulayalım. Senarist Taylor Sheridan’ın da hakkını teslim edelim, eleman, oynuyor, yazıyor, çekiyor, tam bir görev adamı, Yellowstone, Kardaki İzler, İki Eli Kanda, hepsi birinci sınıf projeler, takipçisiyiz!

 

Filmde, ne gereği vardı, abartmaya lüzum yok, burada amacın ne kanka dediğim sahneler mevcut, lakin öyle çok fazla ve gözü kanatan bir durum da yok! Seriye çevrilmesine de itirazım yok! Ben, oturdum, ilk filmi tekrar seyrettim, unuttuğum yerleri anımsamak, taşların oturmasını sağlamak için. İyi de oldu, birini sinemada, diğerini evde, ikisini de arka arkaya izleyin derim.

 

Sicario’nun kiralik katil, Soldado’nun da asker demek olduğunu biliyoruz, lanet olasıca insan kaçakçıları da, her iki ismi de karşılar, hatta daha fazlasını hak eder, Meksika’dan ABD’ye bir akın var, her ne kadar Cumhuriyetçilerin iktidarındaki ülke, buna engel olmaya çabalasa da, sınırlar içerisinde 56 milyon akrabası varsa komşunun, bu gidişatı durdurmanın, mevzuyu sıfırlamanın pek imkanı yoktur, belki kısmen azalır, o kadar! Film, insan kaçakçılığı meselesine, cihatçıları da katmaya çalışmış, ABD kentlerinde, halkın yoğun olduğu yerleri hedef alan ve kendini patlatan, Ortadoğu’nun kaderi gibi tiplerin deplasmana gitmesi, Trump işi politikaların doğru olduğu gibi bir anlamı da tetikler, kuşkusuz. Filmin en sevmediğim yanı da bu oldu, göçmenlerin içerisinde düşmanlarımız var kafası, kime hizmet eder, haliyle malum. Neyse sonradan insani mesajlar, kirli siyaset ve kanlı tetikçilere odaklanarak toparlıyor, bu keskin dönüş filmi kurtarıyor ve benzeri ucuzluklardan sıyrılmasını sağlıyor. İsrail, ABD, Türkiye, sınırlara duvar örüyor, keşke duvarın değil, insan olmanın, insan kalmanın bizleri iyileştirebileceğini görebilseydik, keşke.

Ben doÄŸmadan da maÄŸdurdum

 

 

 

 

Alper Turgut

 

Yeniyetmeyken ben, nerede bir sabahçı kıraathanesi varsa, burnum orayı takip ederdi, sıcacık taze süt (doğal ve organik demeye gerek yok sanırım) ve fırından yeni çıkmış taze açmalar, iştah ve zihin açardı. Hah! Sabah akşama evrilir, süt ise buz gibi biraya dönüşürdü, pişpirik, bira ve devrin olmazsa olmazı tombala… Yabancı sigara isteyen, bastırırdı parayı, sokardı elini siyah kumaş torbaya, şansını denerdi. Salt adı kıraathane ha, yani okuma evi, oysa ahval, tam tekmil atanamamış kumarhane. Yalan yok, gazete okuyanlar, bulmaca çözenler, tek tük de olsa kitaplarla haşır neşir olanlar da var. Şimdi durum, daha vahim, çoktan adı kahvehane oldu, okumak ve bilgi sahibi olmak denen mevhum, süratle unutuldu. Batak, barbut, kılıç, okey, tavla yetmedi, çuhâlârın üstü, at yarışı, loto, toto kuponlarıyla doldu.

Reyiz durur mu? Buyurun buradan yakın; “Millet kıraathaneleri kuracağız. İskambil oyunları oynanmayacak, tamamen kitaplarla dayalı döşeli kütüphanesi ve içeride keki, çayı, kahvesi olacak. Gençlerimiz, yaşlılarımız gelecek ve kitabını alıp okuyacak.”

Geçen gün Atatürk Kitaplığı’ndaydım, kütüphanedeki en yaşlı eleman bendim, gençler harıl harıl çalışıyordu, gazete ciltlerini tarıyor, kitap okuyor, ödevleri ve tezleri için araştırma yapıyordu. Eee hazır kütüphane varken, millet kıraathanelerine ne gerek var? Aidiyeti içerisinde bulunduğunuz zihniyet, güzelim halkevleri vardı, ona ne etti? Okumayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı çoğaltan halkevleri, muhafazakâr kesimin, aydınlanmayı sevmeyen kafa yapısına kurban gitti. Yani cehalet, sadece günümüzde değil, 1951’de de prim yapıyordu, hiç kuşkusuz.

Seçim mitingleri dahi harem-selamlık olan iktidar partisinin, millet kıraathanelerini, öbek öbek erkeklerin doluştuğu, tarikatların içeride cirit attığı bir yere dönüştürmesi, sanırım kimseyi şaşırtmayacaktır. Belki beleşe kek ve çay, cezbedicidir. Ancak arada kadın günleri (altın günü biraz zor gibi, aldı başını gidiyor sarı) yapılırsa, hiç fena olmaz, oh kızartma, mercimek köftesi ve kısır, valla nefis. Mavra bir yana, 16 senelik iktidarın, seçimde kıraathane vaat etmesi, aklı başında her insanı, harbiden çileden çıkartır. Daha çok kıraathane ve daha çok cezaevi yapmakla övünmek, genç işsizlerin, diplomalı işsizlerin bunca yoğun olduğu coğrafyamızda, onlarla ve onların gelecek planlarıyla dalga geçmek gibidir. İşlikler, atölyeler, fabrikalar açacağız, gençlerimizin karamsarlığına, boşlukta hissetmelerine, işe yaramadıklarını düşünmelerine izin ve imkân vermeyeceğiz desenize… Ama nerede? Millet parkları, elbette iyi fikir, lakin bunca sene ne bekliyordunuz, memleketin güzelim kentleri, beton ormanına dönerken, büyük şehirlerin tam ortasında, rüzgâr bile artık esmezken, sıcaklık ve nem, şehir hayatını resmen çöle çevirirken, harbiden taş sevdanızın, fena sonuçları olacağını hiç mi hesap etmediniz?

Söyleme dikkat; “Şehir hastanelerinin müşterisi, inşallah çok daha artacak” Şimdi bunun neresinden tutsa insan, elinde kalır, hastaya müşteri denmesi ayrı gaf, müşterilerin pardon hastaların sayısının artmasını temenni etmek, bambaşka bir gaf. Elbette kapitalizmde herkes müşteridir, çünkü insan dâhil, her şey metadır, zenginlerin ve patronların gözünde, tüm fakirler, resmen maldır, aksini düşünmek, saflık olur. Ama ifadenin de bir ayarı, anlatımın bir kantarı vardır, bu denli açık söylenmez ki canım? Tam buraya kocaman bir gülücük koydum.

Evet, pek sevgili “Zonduk” halkı, devam edelim. Bu arada unutmadan, reyizi yorma ve Bingöl’den ses ver Diyarbakır… Peki, “Komünistler ‘köprüleri satacağız’ dedi. Özal sattırmadı” gafına ne buyurulur? Özelleştirme isteyen, satalım, satalım, satalımmmmm diye tutturan kızıllar ve hayır, kesinlikle sattırmayacağım diye karşı koyan, kapitalizm sevdalısı, bir liberal-muhafazakâr lider. Benim devreler tümden yandı, kavruldu, siz kendinizi kurtarın canım be! Şu yaşıma geldim, böyle tuhaf komünistler tanımadım, resmen ve alenen ezberim ve haliyle sinirlerim bozuldu. Satılmış gominikler, alayınızı, Marks Baba, Lenin Amca kovalasın! Elbette böyle bir şey yok, Reyizimiz ters yüz etmiş, altüst etmiş mevzuyu, yine ve yeniden…

Havalimanı olan kente havalimanı, üniversite olan şehre üniversite getiren asrın liderimiz, zamanı da bükmekte beis görmemiş. Zaman makinesi icat ederek, geçmişe yolculuk etmiş, henüz doğmadı senelerde, öğrenci olmuş ve 75 kişilik sınıflarda eziyet çekmiş. Nerede bir mağduriyet varsa, ona yüklenelim mantığı, işte çoğu zaman hataya da zorlar insanı, hâlâ anlamış, anlayabilmiş, anlamlandırabilmiş değilim, neden bir politikacı, geleceği kurgulamak yerine, hep geçmişi kurcalar? Eski ve yeni Türkiye, matah değil işte, normal bir ülke için çalışmak, çabalamak dururken, nostaljik takılmalar da, artık günümüzün bariz krizlerini gölgeleyemiyor, her şey apaçık ortada…

2002’den önce bir kısmımız mağarada yaşıyordu, avcı-toplayıcı bir yaşam sürüyorduk, diğer kısmımız tarımla uğraşıyordu, yerli ve milli tohumlarımızla çok mutsuzduk. Sonra malum iktidar partisi geldi, ultrason ve ambulans gördük, harbi harbi büyülendik. Üniversite hayatımıza girdi, artık uçak bile vardı, inanır mısınız? Masal gibiydi her şey, uydumuz ayda duble otoban var deseler, kabul etmeye razıydık! Ve beklenen müjde gelmişti, buzdolabı diye bir şey icat edilmişti. Teknolojiye hasretimiz dinmiş, soğuk ve buz, nihayet yaşamımıza sirayet etmişti. Saadet doluyduk, çünkü buzdolabı, artık her evde mevcuttu, biz refahı ararken, refah bizi bulmuştu. Sevinçten birbirimize sarıldık, hüngür hüngür ağladık, haydaaa buzlukta dondurma mı var?

Sizlere sadece özet geçtim, gafların tümünü kapsayamaz bu yazı, mümkün değil! T A M A M ile başlayan seçim süreci, fantastik ve absürt bir şekilde yol almayı sürdürüyor, giderek de hızlanıyor ha, hatalar peşi sıra geliyor. Tüm bunları görüp de, işitip de, bilip de, hâlâ ve ısrarla, tek adam devrine devam diyenlere artık lafım yok, ikna etmeye de ne mecal var, ne de lüzum. Çünkü bariz bir art niyet içerisinde olmalı insan, bilmem aksini düşünen var mıdır?

O eski halinden eser yok şimdi…

 

 

 

 

Alper Turgut 

 

Gösterime yeni giren Tayfun Pirselimoğlu’nun Yol Kenarı filminde, lanet ve gizemli bir gemi var, kıyının az ötesine demir atan, memleketin çanına ot tıkıyor resmen, her türlü kara bela, kaotik, eksantrik, distopik zamazingo, sarıyor dört bir yanı… Kötülüğü o mu getirdi, yoksa içimizde zaten var olan şey, açığa mı çıktı? İşte orası tartışılır, ancak çözüm için topu bir birine atmak veya çare bulmayı bir insanın üstüne yıkmak, bakın o tartışılmaz. Yurdumuzun özeti gibi bir yapıt bu, siyah-beyaz, hazmı zor, ziyadesiyle deneysel, haliyle karamsarlık yüklü… Sinema sanatının, özgün işçiliklere ihtiyacı vardır, beğenip, beğenmenin çok ötesinde… Bu sebeple, seyredilmeli ve desteklenmelidir, üstüne konuşulacak, bir şeylerin hep eksildiği günümüzde, özellikle.

Türkiye’nin ta kendisi, epeydir, zaten kuruntunun merkez üssü gibi değil mi? Buyurun muhalefetin temsilcisi konuşuyor; “24 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’yi ekonomide olduğu gibi demokrasi liginde de bir üst sınıfa çıkartacağız.” Ooo ne güzel! İktidara güçlü bir mesaj, işte tam olarak budur! Ama durun, açıklamayı yapan Reyiz imiş, hani 16 senedir iktidarda olan, ülkeyi, OHAL koşullarında, KHK ile yöneten kişi yani… Yeni ve iyi olan benim, değişiklik benimle gelecek diyor, güldürmeyen, hatta süründüren bir komedi filmi gibi, gerçekten… Bunca zaman neredeydiniz, seçimi neden bekliyorsunuz ve benzeri suallerin de bir manası yok aslında, tastamam, bilincimizle ve yaşama sevincimizle alay etmek gibi bir şey bu… Fi tarihinin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın pek meşhur; “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” sözünü andırıyor bu kelam, demokrasi gelecekse, onu da istediğimiz zaman biz getiririz. T A M A M! Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin, tarihi ironisi; “Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel idare ederdim” aslında daha uygun kaçar, mevzumuza… Demokrasi, ekonomi, işsizlik, adalet, özgürlük vesaire olmasa, mis gibi idare ederdim vatanı, tıkır tıkır işlerdi her şey, tey teyyyy…

Demokrasi, baskın seçimin ardından üst level olsun diye beklerken, bölünmeye, parçalanmaya karşı direnen üniversiteler meselesi, yakıcı gündemin, en önemli maddesi değil mi? Cerrahpaşa’ya, bir cumhurbaşkanı adayı ziyarete ve desteğe geldi diye, bedel ödetme çabasına girmenin, dekanını aynı günün akşamında, görevden almanın, demokrasinin d’siyle bile alakası var mıdır? Ve her şeyden önce, yaptıklarınız yapacaklarınızın teminatı değil midir? Hani demokrasi dile gelse, kesinkes Kayahan’ın ünlü şarkısını mırıldanırdı; “Demek yine bana hüsran, bana yine hasret var, yine bana esmer günler düştü. Eyvah!”

Gelelim, ekonomiye, resmen kriz, baskın yapan seçim değil, benim ben diyor, sanki onu üst lige taşımaktan bahis açmanın yeri ve zamanı değil! Altın, dolar, euro, hepsi yarışta, atak üstüne atak yapmakta, faiz artırımı, merkez bankası müdahalesiyle, bir adım geri gidiyor, sonra üç adım ileri atlıyor. Sersemledikçe, sakinleşip, geçip köşesine oturmuyor, daha da sinirleniyor ve bileniyor. Bizim mevcut politikalarımız bu durumu tetikledi diyen, elbette yok, sorumluların sorumsuzluğu yine ve yeniden tam gaz! Ah! Japon ev hanımları, resmen yaktınız bizi!

Hürkuş: Göklerdeki Kahraman filmi, keşke daha özenerek ve hakkını vererek çekilseydi. Şener Şen’in Gülen Gözler filmindeki unutulmaz karakteri Vecihi, zaten hepimizin malumu… Bir, iki, üç, daha fazla Vecihi’ye asla itirazım yok! Vecihi Hürkuş gibi, imkânsızı mümkün kılmaya çabalayan bir büyük şahsiyetin, emeğinin ve mücadelesinin, onca sene geçse de aradan, bize katacağı, bizlere öğreteceği, bizleri yeniden şekillendireceği ne çok şey vardır, hiç kuşkusuz. Azıcık vefalı olsaydınız, Herhangi bir havalimanının adını verseydiniz bari, ama nerede? İnsanlar, kampanyalar ve anketler düzenliyor hala, işte en yeni ve en büyük havalimanına, onun ismini verin diyerek… Politikacılar dururken, bir büyük havacıya, sıra gelmiyor, gelemiyor, ne yazık ki…

Hürkuş Vecihi demişken, bir başka pilot filmi daha girdi vizyona… Serseri bir pilot bu, uzay gemisi Milenyum Şahini ile maceradan maceraya koşuyor. Han Solo: Bir Star Wars Hikayesi’nde; 41 yıllık efsane karakter Han Solo dururken, yeni yetme tipleme Han Solo’ya karşılaştık. Hatıralarımızdan ne istediniz vicdansızlar, çünkü resmen ne gereği vardı be dedirten bir film olmuş. Ne bileyim, bazı güzellikler, dokunulmaz olarak kalsa keşke. Deadpool 2 adlı yapım, en az ilki kadar, güldürdü, eğlendirdi, yalan yok. Lakin yüksek ahlaklı, iyilik timsali, cicili bicili süper kahraman bombardımanında, kafasına göre takılan anti-kahramanımızın, serinin ikincisinde, ekstra minnoş hallere bürünmesi, harbi harbi tadımı kaçırdı diyebilirim. Dünyanın bir numaralı çocuk katili ABD militarizminin, gayr-ı resmi propaganda aracı olan Hollywood’un çocuk sevgisi, bir anda gözlerimi yaşarttı. Yahu siz kimi yiyorsunuz, şurada biz bizeyiz!

Haftanın en önemli filmini ise en sona sakladım. Maranki: Ormandaki Gömü adlı fantastik yapıtın, seyircileri filme katmak, hatta üzerlerinde talim yapmak gibi bir hevesi de var. Belgrad Ormanları Açık Hava Sineması’nda izlenebilecek olan bu savaş filminin, devam filmi çekileceği söyleniyor. Adlarıysa, Maranki: Geri Vites, Maranki: Özür Dilerim, Maranki: Boyumdan Büyük Laf Ettim, Maranki: Haddimi Fersah Fersah Aştım, olabilir. Neden olmasın? Şakası bir yana, iç savaş çığırtkanlığı, büyük bir suçtur, nefret suçudur, insanlık suçudur. Soruşturmayla, ifadeye çağırmakla geçiştirilemez. Hem, kan banyosuyla tehdit edilmişken bile susmayanlar sormaz mı; hayırdır birader, elimiz armut mu topluyor?

Kapat Gitsin kampanyasından çok daha önce, zaten televizyonlarımızı kapatmıştık. Tek adam, tek renk, tek ses kanalları, resmen zulüm gibi… Yeminle tek kanallı, siyah-beyaz yıllarda bile, ekran daha doyurucu, daha tahammül edilebilir idi. Bu güzelim kampanya, dalga dalga yayılırsa şayet, çok şık ve çok yerinde bir hareket olur. Ancakkkk 24 Haziran akşamı açarız ha, bakın şimdiden anlaşalım, belki balkon konuşması filan da olmaz, işte o zaman değmeyin keyfimize…