Memlekette dert; Palu ve poÅŸet!

ALPER TURGUT

1990’ların başı, Milliyet gazetesinde çalışıyorum, bilmem kaç trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu haberini yaptım ve Cağaloğlu’ndaki istihbarat bürosuna geçtim. İstihbarat servisi şefi (adı bende kalsın) de haberi okumuş, c-naylon diye kod koyarak Cağaloğlu’ndan merkeze yollamış. İlk bilgisayarlar bunlar, internet henüz hayatımıza sirayet etmemiş, makine zınnn zınnn geçecek de, arıza yapmayacak, takılmayacak, ulaştıracak filan, harbi zorlu iş! Gece vakti ev telefonundan aradı merkezdeki arkadaşlar, nerede bu haber, bulamıyoruz, haliyle gazetede kullanamıyoruz. Az durun dedim ve şefi aradım, uyandırdım adamı, dedim, naylon haberini ne ettin? Aaa gönderdim ben haberi dedi, “nalyon” fatura değil mi? Ney ney diye sordum hayretle, “nalyonnnn” dedi. Kahkaha attım, anlamadı, hadi uyumaya devam et dedim, sonra merkezi aradım. Baksanıza c-nalyon çıkacak mı? Hah! Burada dediler, bakınız, istihbarat şefi diyorum, kıdemli gazeteci diyorum, sadece yanlış yazmıyor, yanlış da telaffuz ediyor, yanlış biliyor. Yalnış değil, yanlış, hani yanlız diye bir şeyin olmaması, onun yalnız olması gibi. Neyse, öyle işte!

Kaç gündür, hemen her şeyi bir kenara bıraktık, resmen poşet ve Palu ailesi arasında mekik dokuyoruz, memleketin tüm gündemi neredeyse bu, hayret yahu! Naylon poşet niye parayla satılıyor, o da apayrı muamma ya, kaldırın gitsin, mümkünse doğaya bir faydanız, bir faydamız olsun. Kapitalizm, dünyayı tüketim malzemesi gördükçe, çevreyi de tahrip etmeye devam edecek, besbelli. Baksanıza; Güzelim hayatın görünen yüzünü, betona ve plastiğe çevirdi çoktan, tabiata savaş açtı, önünde sonunda kaybedenin insanlık olacağını bile bile. Pet şişeler var, plastik sandalyeler var, var da var, alayı, hem çirkin, hem yok olmamaya meyilli, hem de sağlıksız.

Gündelik siyasetin ucuz malzemesi deÄŸil bu, yerel seçimlerin, ÅŸuursuz politik manevrası hiç deÄŸil! Biz çok çevreciyiz, yeÅŸili severiz, falan filan, bunu geçiniz. Harbiden yaÅŸam için kesinlikle gerekli, fark ediniz. Bu büyük bir sorumluluk, salt bugüne dair de deÄŸil, yarınlar ve gelecek kuÅŸaklar adına da, elbette. 

Reyiz, fileleri, vatandaÅŸlara ücretsiz dağıtacağız demiÅŸ. Eee güzel! Neredeydiniz ÅŸimdiye dek demeyeceÄŸim, senelerdir, poÅŸet üstüne poÅŸet üretip, buradan ta Antarktika’ya uzanan plastik felaketine, saÄŸlam katkı sunarken, birden ne deÄŸiÅŸti diye de sormayacağım. Sualim basit, bu pahalılıkta, o fileler nasıl dolacak, insanlar, evlerine nasıl yiyecek taşıyacak? Evet, buyurun, yanıtınıza talibim. 

Alım gücü bunca dibe vurmuşken, boş file-dolu file mevzusunun çözümü yerine, mevcut iktidarın, Mozart konusundaki hassasiyeti, inanın gözlerimizi yaşartıyor. Cin yerine, 3 Harfli dememiz lazımmış ya, bara, meyhaneye gidip doldur be üç harfli demek, misal üç harfliye tonik eklemesini söylemek, halkımızın açlıkla sınandığı bir ülkede, bizim biricik yakıcı gerçeğimiz de, onca saçmalığın karşısında beyhude kalır elbet!

Özetle, poşet zaten delinmişti dostlar, en temel gıdalar dahi coşmuş, taşınmaz bir yüke dönüşmüştü. Şimdi fileler doyurur bizi, ne edek be, kemiririz artık iplerini. Onca vergi, bunca adaletsizlik, onca katkı payı, bunca prim, onca haksızlık, bunca zam, hak verin, hiç önemli değil ha, sakız gibi çekiştireceğimiz 25 kuruşluk poşet edebiyatı dururken, üstüne üstlük bir zenginlik birimi olarak poşet mavrası, kıkır kıkır etmişken kitleleri, mesele tastamam size zahmet, bize eziyet.

Palu Ailesi ise bambaÅŸka bir âlem, havuz medyasının reyting kaygısına mı kafayı yoralım, yoksa adalet arayışının, televizyon ÅŸovlarına kalmasına mı yanalım, henüz bilemedim. Bu cahilliÄŸin, kötülüğün, hurafe ihtiyacının, insanın insanı ezmesinin karşısında, elimiz kolumuz baÄŸlı durmanın acısı, halimiz bunları görünce iyi diye gülmekten ve bu tanımsız tuhaflıkla dalga geçmekten daha baskın olmalı oysa. Bu bizim yaramız, asri zamanlarda, gericiliÄŸin ÅŸaha kalkması, kötülüğün insanlarımızı esir alması, hepimizin kanına dokunmalı, canımızı yakmalı. Yoksa tiksinmek kolay, iÄŸrenmek basit! 

The Economist dergisi, 2018’e dair ‘Demokrasi Endeksi Raporu’nu yayımladı ve Türkiye’nin 167 ülke arasından 110. sırada olduÄŸunu açıkladı. Hayret ettiÄŸim, 57 ülkeyi geçebilmeyi nasıl baÅŸardığımız? Çünkü daha kötü koÅŸullar altında yaÅŸayan baÅŸka halkların varlığı, dünyanın gidiÅŸatı açısından pek de iyi bir ÅŸey olmasa gerek! Hah! Kendimizi kurtardık, ötekiler kusur kaldı mantığına saplanmayayım sakın, çünkü kurtuluÅŸ yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz! 

Evet, hak ve özgürlükler gerilemeyi sürdüre dursun, ekonomik açıdan rahatladık avuntusuyla, oy devÅŸirenlerin, yalan söyleyecek mecallerinin kalmayacağı, 2019’un daha ilk ayında, üryan bir ÅŸekilde ortada ya, nasıl kılıf bulacaklar, insanlarımızı nasıl ikna edecekler, gerçekten büyük bir merak içerisindeyim. İşsizlik artıyor, iÅŸ bulma umudu azalıyor, bazı sektörler küçülüyor, bazıları ÅŸimdilik yerinde sayıyor. Yani illa ekmek kavgası, sahici yeni yıl mesajı, gerisi boÅŸ laf! 

2019’a, üstelik bir pazar günü, tatil moduna öncelik verip, hafif ve uçucu, mutlu ve umutlu bir yazı çıkartmak varken, kaleminle bastın karayı, aldık başımıza belayı derseniz eÄŸer, lafım yok, hiçbir ÅŸey olmamış, olumsuzluklar yaÅŸanmamış (ve asla yaÅŸanmayacak) algısıyla devam edebilirsiniz de hayata. Malum çoÄŸunluÄŸun ÅŸu an yaptığı bu, geçiÅŸtirmek, ötelemek, önemsememek, beklemek, siftahı kapan esnafın, tüm gün dükkânına müşteri yaÄŸacağını düşünmesi gibi. 

Zenginler, saksıyı çalıştırmayı bilenler, yeter artık be diyenler, çoktan yurtdışı planlarını yaptı, hatırı sayılır bir topluluk da, şimdiden çeşit çeşit ülkeye kapağı attı. Peki, biz burada kalanlar, ne yapacağız? Hepimize kolaylık, dayanma gücü ve akıl sağlığı dilerim, Palu Ailesi ve poşet dışında seçenekler bulmamız için… İyi Pazarlar!

“Katran gecelerin heyulası”

ALPER TURGUT

Şimdi doğruya doğru, oh be her şeyin müsebbibi lanet sene bitti, umut dolu yepyeni bir yıl geldi tipi yazıları sevmem, tüm güzelim hayallerin katili, zavallı seneymiş gibi, çok acınası ve saçmalığın daniskası bir söylem olur, o kadar. Lakin geçmiş bir zaman diliminde, ne haltlar karıştırdık, neden bu haldeyiz, ne değişti, ne gelişti ve benzeri suallere yanıt da bulmak için, hatırlamak ve özeleştiriyi ıskalamamak adına da elbette, bir döküm işine girmek, haliyle bir parça mecburiyetten. Kolaya kaçıp 2018 senden nefret ediyorum birader, 2019 sen benim biricik bebeğimsin demeyeceğim, merak buyurmayın. İnsan ne yaparsa, kendine yapıyor, toplum da keza öyle. 

Toplumsal muhalefetin bunca yara aldığını, yaprak bile kımıldamadığını, haksızlığa böylesi boyun eğildiğini görmedim, 1980’lerin cunta karanlığına inat, büyüyen örgütlenme çabası, derin ve kanlı 1990’lara inat, kitlelerin sokağa çıkma havası vardı, bu denli bir yılgınlığa, yorgunluğa, vazgeçişe, tükenmişliğe asla tanık olmadım. Sosyal medyadan hızla yayılan trajikomik “Silivri soğuktur şimdi” dalgası, konuşulacak ve yapılacak çok şey var da, susma zamanıdır şimdi kafasını iyice içselleştirmek değilse, harbiden nedir? Şakalarımız dahi güldürmüyorsa artık, başkalarının dayattığı yapaylık, çaresiz gerçekliğimize dönüşmüş ve bu tarifsiz zulüm, tüm gündelik hayata egemen olmaya başlamıştır, ötesi de yoktur. İleride 2018’i, bizler adına tepkisiz ve etkisiz bir yıldı diye anımsayalım, buraya notumuzu alalım. Evet, tastamam “katran gecelerin heyulası.”

Tüketim çağını, iliklerimize dek hissettiğimiz, hayat pahalılığının iyice kendini gösterdiği bir seneydi işte, vahşi kapitalizm, obur suretini, defalarca aksettirdi, yine de huylanmadık, silkelenip kendimizi bulamadık. Doymayan bir sistem bu, açlığı hiç bitmiyor, insanın yegâne hayatını, resmen emerek tüketiyor. Ömrümüzü çalıyor, çırpıyor, hep bedel ödetiyor, asla ve kata durmuyor, yerine de bir şey koymuyor. Büyülenmiş gibi kitleler, uyuyor, uyanmıyor, görüyor, hareket edemiyor, biliyor, anlam veremiyor. Çok yazık!

Ağzını açan da dikkati üzerine çekiyor ha, nice arkadaşım var, soruşturma manyağı oldular, bir değil iki değil, ikin elin parmaklarını geçen dahi mevcut, bir de ihbarcı kuşağı türedi, sormayın gitsin, acayip tipler bunlar, iki kişi sohbet etse, kulağı sende, illa muhbirlik yapacağım, işte bir şey çıkar mı zihniyeti, nasıl bir koşullanmak, anlamaya mecal yok, adam, kendi ve benzerleri dışındaki her şeye düşman. Tamam, onlar öyle, bunlar şöyle, peki, biz ne yapıyoruz? 2018’i onlara bıraktık, ya 2019’da ne edeceğiz? Mühim olan bu, hepimizi ırgalayan bu, mutsuzluğumuzu, noksanlarımızı, suskunluğumuzu, masum bir seneye kakalayacaksak, yandık ki ne yandık!

Bari alanı daraltalım, kültür ve sanat cephesinde durum ne? Hey gençler, memnun muyuz aktivitelerden? Yoksa, aman canım, kendi yağımızda kavruluyoruz, boş boş takılıyoruz, hala geçerli bir sebep mi, bilcümle kaçışlar adına? Ben şahsen, sıkıldım bu tekdüze hallerden, hep aynı nakaratı dinlemekten, bıktıran klişelerden, tek tipleşmekten, ezberlemekten, ucuzluktan, aptallıktan, ziyadesiyle tiksindim. Süreç, zekâya da hakaret gibi, suya sabuna dokunmayan, saksıyı zorlamayan derme çatma projeler, haliyle nöronları da zedeler. Aksi mümkün mü? Eskiden film eleştirilerimin ardından, isyan ederdi yapımcılar filan, “kanlı kalem” de dedi birileri, kötüyü görmezden gelmek, onu güzelce süslemek gibi bir görevim varmış gibi, ha ciddiye bile almadım, o ayrı. Şimdilerde kötü işleri yazasım bile yok, o kadar çoklar ki, ne buna takatim var, ne de arzum. Yahu koskoca sene boyunca, kocaman bir ülkenin, yüz yaşını aşmış sineması, birkaç idare eder işçilik dışında, hep mi dibi görür? Ne anlatıyorsunuz, derdiniz ne, meseleniz ne, amacınız ne, harbiden belli değil!

2018 biterken, sinema mevzusu, bariz taraflara ayrıldı, mevzu mangır olunca, iÅŸler çığırından da çıktı. Efendim, vizyon denince, yaklaşık 900 milyonluk bir para var, tüm sene içerisinde, bunu paylaÅŸmayı da beceremiyorlar, eser sahipleriyle, salon sahipleri, sen çok aldın, ben az aldım diye didiÅŸiyorlar. Sinemaseveri düşünen yok ha, biletler pahalı, ÅŸunu bir indirelim, sıradan ve müşteriyi tokatlayan esnaf kafasından sıyrılalım, diyen yok! Memleket sinemasının makus talihini nasıl deÄŸiÅŸtirebiliriz diyen hiç yok! Herkes kendi çıkarlarının peÅŸine düşmüş, yedinci sanatı, resmen AVM paketine yedeklemiÅŸ. Mısır, kola, reklam, bir de kötü filmler, harbiden zorumuz ne bizim, deli miyiz? Üç boyutlu bir filme bakayım dedim, ederi ne? Gözlük dâhil, bir kiÅŸi 40 lira, eee yuh! O paraya, insan, bir internet platformuna üye olur, bir ay boyunca sınırsız film seyreder be! Eskiden daha az paraya, iki veya üç film izliyorduk sinemada, öyle AVM de yoktu, sokaÄŸa açılıyordu kapıları, hayata karışırcasına. GeçmiÅŸe özlem filan deÄŸil ha benimkisi, gelecekte yaÅŸanacak saçmalıklar, ta bugünden besbelli ya. İsyanım buna. 

Amaçsız yaÅŸanmaz, bir ÅŸeylere inanmadan yaÅŸanmaz, hedef olmadan, yola koyulmadan yaÅŸanmaz. İdeallerimizi yitirerek, yarınları düşünmeyerek, insana, hayata dair bir güzelim hayali gerçekleÅŸtirmeye çabalamadan, salt günü geçirerek de yaÅŸanmaz. Bu yüzden, 2019’dan beklentimiz olmasın, merak da etmeyelim, o gemi, bu limana uÄŸrar diye beklemeyelim de, hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmeyecek. Mümkünse, kendimizden ve aynı düşü gördüklerimizden beklentimiz olsun. Susurluk’ta derin devletin kamyona çarpmasının ardından, karanlığa inat, aydınlığı çağırmaya koÅŸmuÅŸtuk evlerimize, dursun demiÅŸtik, bu amansız yaÄŸma, talan ve insanlık suçu. Lambayı aç-kapa hayli basit diyorsunuz belki ama, en ufak bir devinimin, insafsız duraÄŸanlıktan daha iyi olduÄŸunu görmüyor musunuz? 

Umut iyidir, umut güzeldir, öyle ya da böyle, fakirin ekmeğidir, umut bizdendir, siz bakmayın, işkenceyi uzatır filan gibi saçmalıklara, ölümsüz şair Metin Altıok demiş ya; “Sen bugünden yarına, birazcık umut sakla” 2018’den, 2019’a bir parça umut kalsın, yine her koşulda. Bu yazının sonu da, Gülten Akın’dan gelsin; “Karayı kaldırın, sevgi koyun, umudumu yitirmedim”.

Roma; yılın en iyi filmi

ALPER TURGUT

Roma, bu sene seyrettiğim en iyi film, sıradan insanlara dair, siyah-beyaz bir sinema destanı, tastamam. Belki küçük bir öykü bu, lakin inadına derin, kadın sorunu, sınıf sorunu, aile sorunu, ziyadesiyle mevcut. Ötesinde hem ölüm, hem yaşam, hem düğün, hem ayrılıklar, hepsi var.

Dedem anlatmıştı, bundan yaklaşık 70 sene evvel, köyümüz Kadıköy’de yaşadıklarını… Kadıköy, eskiden Adana’nın deniz gören ilçesi Karataş’ın köyüydü, 1986 yılında Yüreğir ilçe olunca, hop oraya bağlandı. Çukurova, malumuz bereketli yer, toprak ağaları, sınırsız tarlara sahip olunca, ırgat mı dayanır, mevsimlik işçiler akın akın geliyor, yeni bir hayat aşkına da değil ha, resmen boğaz tokluğuna… Köy desen büyüdükçe büyümüş, nah kasaba kadar olmuş. Hah! Çalışmanın da yaşı yok, çocuklar bile pamuk peşinde… Kaytaran, yaramazlık yapan, haylazlık eden yoksul çocuklar, köyün eskileri ve sözü geçenleri tarafından, meydanda göstere göstere dövülmekte, diğerlerine ders olsun diye, ezilmeyi öğrensinler diye.

Bu saçmalık, gelenek haline dönüşmüş, benim delifişek dede de, o dönem ırgatbaşıymış, artık dayanamamış ve almış silahı, çıkmış eziyetçi güruhun karşısına. Demiş ki; bu benim ilanımdır, sözümden dönmem, bir daha böyle bir şey yaşansın, bir yoksul çocuğa, bir garibana bir fiske atılsın, görün bakalım neler olacak. Kimse karşı çıkamadı, böyle bir şey bir daha yaşanmadı ben oradayken dedi dedem, çünkü yapacaklarımı biliyor ve beni tanıyorlardı. Torunum dedi sonra, zenginin ettiği zulümden daha fenadır, fakirin fakire ettiği zulüm, insanı daha çok yaralar. 

Evet, Roma filmini seyrederken bunu düşündüm, zenginler bir avuç şu yalan dünyada, üflesen mumları söner, peki, nasıl zulmedebiliyorlar hala ve ısrarla? Fukaralar yüzünden, elbette. Bilinçlenmekten, örgütlenmekten kaçan, dengini bulunca ezmeye çabalayan, düşküne direkt abanan, varsılı görünce el pençe divan duran, işte nice ‘insan’, lanet sömürünün sigortası değilse, nedir? 

Meksika’nın sinemaya armağanı üç dâhiden biri olan Alfonso Cuarón (diğerleri Alejandro González Iñárritu ve Guillermo del Toro), yine kendisiyle yarışmış ve yine kendisini geçmiş. Böylesi yaratıcılar aşkına, hala küllenmiyor sinema sevdamız, hiç kuşkusuz. Netflix platformu ve sinemalar, önceki gün ayrı anda gösterime başladı, Roma’yı kaçırmayın derim. Ha! Roma deyince, İtalya’nın başkenti gelmesin aklınıza, bu Roma, Meksika’da bir mahalle, o kadar. Mahallenin resmi adı da değil hani, halkın koyduğu isim o. Hani bizim meşhur 1 Mayıs Mahallesi gibi, adı bambaşka oysa. Ve film bizi, 1970’lere taşıyor, orta sınıfının konuşlandığı, hiyerarşinin bariz hissedildiği bir eve ve ona açılan sokaklara da. 


Evin hizmetçisi ve çocukların bakıcısı Cleo, fakir bir yerlidir, kökeni kıtanın ta en eski sahiplerine kadar dayanır, onun sevgi dolu ve saf dünyasına konuk oluruz, onca adaletsizliğin ve aşınmanın tam ortasında, o çırpınır durur. Sonra film akar ve dünya birden genişlemeye başlar. Öyle ki, içine katliam bile sığar. 

Meksika’nın başkenti Meksiko’da 10 Haziran 1971’de, İsa’nın Bedeni Festivali yapılır, o gün kendilerine Şahinler (Los Halcones) adını veren ve ABD tarafından eğitilen yarı askeri (paramiliter) güçler, sol görüşlü göstericilere ve öğrencilere saldırırlar. Ve gün boyu yaşanan saldırı dalgası, katliamla sonlanır, yaklaşık 120 insan, bu eğitimli katillerin kurbanı olur. Peki, ölenler kadar, öldürenlerin de yoksul insanlar olduğundan dem vurmaya gerek var mı? Haliyle yok! Müslüm Gürses, yakarsa dünyayı garipler yakar demiş ya, kendilerini yakmaktan, dünyayı yakmaya fırsat buladıklarını hesaba katmamış sanırım. 

Film, bir yandan öznel, Alfonso Cuarón’un çocukluğuna ve onun dadısına dair. Lakin bu muazzam çekim tekniği, kamera açısı, sesin kullanımı ve işleyiş dili, kesinlikle evrensel. Böyle bir sonuca ulaşabiliyorsa, kişisel de neymiş? Çocukluk hatıraları, bizleri bambaşka bir dünyaya taşıyorsa, bizi inandırıyor, bizleri sarıp sarmalıyorsa, daha da ne ister insan? Yani bir araba bile anlatıma kuvvet katabiliyor, bir adam, daracık yerde usta manevra, bir kadın, iki aracın arasına, hasar pahasına dalma, sonra büyük araba gider, küçük araba gelir. Hayat daha da hafifler. 

Şöyle ki; evin hizmetçisi, en uzak ve en yakın olabiliyor, sınıfsal fark, onun dertleriyle değil, verdiği hizmetle ilgileniyor, onun yaşadığı travmalar, bir yere kadar, çok da umurlarında değil hani. Emek sömürüsünün, hayatın gerçeği olduğunu, yoksulların, temizlik işleri kadar, kirli işler için de rahatlıkla kullanabileceğini bize gösteriyor. Bağırıp çağırmıyor, slogan atmıyor, anlatıyor, göstererek anlatıyor. Ne güzel!

Arkadaş, en çok bozulduğum şey, insanlar, sinemayı daha gerçekçi bir hala nasıl getirebiliriz uğraşında, kafa patlatıyorlar resmen, biz ise sinemada sigarayı da yasaklayalım, filmlerde artık hiç olmasın gibi gizli sansürlerin peşindeyiz. Misal ağır dertlenmiş eleman, ya işten kovulmuş, ya da sevdiğinden ayrılmış, üzüntüden avokado mu yesin, suşi mi yutsun gidenin ardından. Veya ayran içip, acıklı türkü mü çığırsın, harbi harbi ezber bozmak uğuruna ne yapsın bu insanlar?

Kimsenin aklında ‘sarı yelek’ giymek yok, iktidara yakın cenah, sürekli giymeyin ha, sokağa çıkmayın ha, şöyle yaparız, böyle ederiz, gününüzü gösteririz tiradı atıyor, hep bir ağızdan. Hayır, evimize ani baskınla dalıp, bize zorla sarı yelekleri giydirir ve sokağa, güvenlik güçlerinin ta ortasına atarlarsa, şaşırmayalım. Meksika’dan niye memleketimin gündelik ucuz politikasına geçtim ki şimdi, filmin tadını da bozuyorum. Haydi, iyi seyirler.

Ayrıl da gel, kop da gel Şampiyon!

ALPER TURGUT

At yarışları denilen, vakit ve nakit eksilten bağımlılıkla harbiden bir alakam olmadı, anlamaya çabalamadım, mesai harcamadım, haaaa Veliefendi’ye birkaç kez iş için gittim, o ayrı. Lakin yakın çevrem, her zaman at tutkunlarıyla doluydu, nasıl anlatılır halleri bilemem; adeta dörtnala bir sevda! Yoksa hipodrom, jokey, apranti, seyis, eküri, padok, galop, foto-finiş, starting box, Arap atı, İngiliz atı, aygır, kısrak, safkan, yarım kan, sağrı, handikap, ganyan, bahis, altılı, ikili, misli gibi, sıradan hayatımda karşılığı olmayan bunca şeyi nereden bileceğim? Aşina olmaktan yoruldum, yani o denli. Bilimsel çalışırlardı üstelik, atın huyunu, suyunu, hatta ta yedi ceddini bilirlerdi, kumda koşar, çimde coşar, kilosu şöyle, jokeyi böyle derlerdi, saksı çalışmaz, kafa basmazdı, anlamış gibi kelle sallardım, vah zavallım!

Sağ ve var olsunlar, sayelerinde, Bold Pilot, Yavuzhan, Mirhat, Tansel, Johny (bunda bir n diye eksik derdim) Guitar, Grand Ekinoks, Trapper, Kafkaslı, Sabırlı, Turbo, Ribella gibi şampiyon atları bilir, omuzumu dürterlerse şayet, onlarla birlikte izlerdim yarışları, yalan yok, görmek keyifliydi, heyecan o biçimdi, bak ya; Halis Karataş, Mümin Çılgın, Süleyman Akdı, Kadir Altınöz, Selim Kaya gibi ünlü jokeyler bile hatırımda kalmış.

“Bizim İçin Şampiyon” filmi, memleketin en çok kazanan ve en bildik jokeyi Halis Karataş ile efsane rekortmen aygır Bold Pilot’un öyküsünü resmedince, haliyle geçmişin hatırına, seyretmek de kaçınılmaz oldu. Kabul buyurun; Epey zamandır dünyada ve artık yurdumuzda da, biyografik projeler revaçta. İnsanlar, azim, cesaret ve başarı hikâyelerini beğeniyor, seviyor, izlemek istiyor, gayet mantıklı, aslında. Lakin bu akın, çöp işlere de geçit verebilir, tüketim ve vasatlığın çağında, ne sunarsam alırlar kafasıyla, saçmalıklara doyamayabiliriz. Risk, her zaman var ve olacak. Şampiyon filmi neyse ki, ucuzluğa kaçmamış, görevi başarmış, yarışta kazanmış. Çok şükür! Birtakım noksanlarına ve bir parça da klişelerine karşın, eli yüzü harbi düzgün, iyi işlenmiş, iyi çekilmiş, hayli emek verilmiş bir yapım bulunca, bize de duygulara gark olmak kaldı.

Evet; Ahmet Katıksız filmi yönetmiş, senaryosunu da Serkan Yörük ile birlikte yazmış. Ekin Koç, Farah Zeynep Abdullah, Fikret Kuşkan, Ali Seçkiner Alıcı, Serkan Ercan, Erdem Akakçe, Sekvan Serinkaya ve Sibel Taşçıoğlu da, yapıtın oyuncu kadrosunda. Hemen her oyuncu, rolünü layıkıyla sırtlamış, neredeyse sırıtanı yok! Ancak Halis Karataş’ın babasını canlandıran Ali Seçkiner Alıcı’ya ayrı bir parantez açmalı! Müzisyen ve tiyatrocu Ali Seçkiner Alıcı, resmen döktürmüş. Hatta iki buçuk ay evvel Adana’da seyrettiğim Anons filminde de gayet başarılıydı. Aynı sene içerisinde hem bir darbeci albayı, hem de acılı seyis bir babayı, bu denli iyi sergilemesi, neredeydin birader dedirtir, o kadar.

Aklıma gelmişken, bir film çekerken, sahne gereğiyse, mümkünse saçınızdan da feragat edebilin yahu, makyajla bunu kapattık sanıyorsanız, hoooopppp arkaya doğru uzamış, hani uzaylı kellesi gibi görüntü, komik kaçıyor, bilesiniz! Bir güzelim mini dizi seyrediyorum, yine gerçeklerden damıtılmış, adı da Escape at Dannemora. Başrollerinde de çok sıkı isimler var; Benicio Del Toro, Paul Dano, David Morse ve Patricia Arquette. Ta Çılgın Romantik (True Romance – 1993) adlı sağlam seyirlikten bu yana, aklımızı alan Patricia, bakın rolü için nasıl dönüşmüş, bedeninden vazgeçmiş, oyunculukta zıplayıp çıtayı geçmiş, dizi için ha, film de değil!

Bizim İçin Şampiyon filmi, ilk üç günde, 195 bin kişiyi sinemaya çekmiş, bence çok az, bu film, daha çok sinemaseverin ilgisine mazhar olmalı derim. Filmin konusuna hiç girmiyorum, tepeden tırnağa umut yolculuğu işte, ötesinde kanser denen illetle mücadele ve elbette 1990’ların derin karanlığında, yoksullar adına aydınlık saçan huysuz ve müthiş bir atın halleri.

Altılı Ganyan denen zamazingonun, pek çok hayatı kararttığını, at koşar, baht kazanır diyenlerin, gündelik yaşamda adeta nal topladığını, unutmadım. Eskiden daha vahşiydi bu koşular, mahmuzlar ve çivili kamçılar, kan revan içerisinde bırakırdı güzelim canlıyı… Sonradan belli başlı bazı standartlar getirildiyse de, azıcık empati yapın gayrı, birisi sırtınıza atlasa, vursa kabanıza kamçıyı, oh misssss der miydiniz? Atların ömrü, 20 ila 30 yıl, ortama 25 senelik bir yaşam süresi. Ancak yarış atlarına bakın, çoğu erken gidiyor, yarıştan sonra da üreme çiftliklerinde sömürülüyorlar. Jokeylerin yarışlarda ölmelerinden, sakat kalmalarından da dem vuracaksak, bu yazı bitmeyecek. İkilemdeyim yani dostlar, hem bir canlının bahis için koşturulması saçma geliyor, hem de insanla-hayvanın bu denli uyum içerisinde yol kat ettiği başka bir spor olmadığı aklıma geliyor. Sadece şunu biliyorum, tüm dünyada, at kadar, estetik ve güzelliğin birleştiği başka bir canlı yok, ne bileyim, insan bakmaya doyamıyor, kıymak neyin nesidir?

Yürek duymuyorsa, kulak neylesin

 

 

 

Alper Turgut

 

Müzik kulağı denen bir zımbırtı var, yetenek filan da diyorlar buna, işte bu kabiliyet zamazingosu bende harbiden yok. Hatta ve daha fenası, kulaklarım da pek duymuyor, sanırım dedeme çekmişim, gelecekte işime geldiği zaman açıp, kapayacağım afili bir işitme cihazım olursa şaşırmayacağım, umarım tıp kısa sürede bir çözüm bulur, yoksa ömrünün son deminde sağırlaşan müzik dehası Ludwig van Beethoven gibi, “Tanrı, sizin kulaklarınıza fısıldıyor, bana ise haykırıyor” diyebilirim. Haaa tutarsa, amenna.

Kulak demişken, çoksatar Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini romanında geçiyordu, anımsayabildiğim kadarıyla anlatayım. İhtiyar adamın kulağını muayene eden hekim, duyum organının içinden, ta haylaz velet iken yerleşen nohutları (leblebi, bezelye de olabilir) çıkarıyordu, birden sıfır kilometre kulaklara sahip olan dede, hop sevinçle koşar eve… Ertesi gün bizim kocamış, direkt doktorun yanında alır soluğu… Hayda der tabip, ne arıyorsun kuzum burada? Yaşlı adam, nohutlar duruyorsa, tekrar koy yerine der, eve gittim, hanım senelerdir alışmış duymamama, bağıra çağıra konuşur olmuş. Gürültüden resmen başım zonkladı, kısaca ben, her şeyi duymak yerine, sakin, huzurlu ve sessiz hayatıma dönmek istiyorum. İşte benimki de o hesap!

Espri zorlama ve şaka kanırtma teşebbüsüm sona erdiğine göre, geleyim mevzuma… Şimdi efendim, sinemalarımız müzikli filmler akınına uğradı, uğramaya da devam edecek. Bakınız müzikal demedim, çünkü onda merhabaaaaaaa, ne haberrrrrrr, iyi günlerrrrrr falan filan derken bile şakır oyuncular, şarkılarla aktarılır tüm dertler, tüm sevinçler, tüm meseleler. Hah! Bizim filmler, kurgulanan veya gerçek hayattan damıtılan ve uygun gördükleri an ve olayları, sinemaseverlere sunan yapımlar, özetle. Yan yana iki salondan Müslüm Baba ve Bohemian Rhapsody filmlerinden çıkıyordu insanlar, yüzlerinde tarifsiz bir hüzünle… Arabesk veya rock, Türkiye veya İngiltere, o anda hiçbirinin önemi yok, efsaneleri hadsiz bir şekilde yarıştırmanın, elma ve armut gibi karıştırmanın da. Müslüm Gürses ve Freddie Mercury’e dair filmleri, eleştirmeye kalkarsam, sonu gelmez, her iki filmde de, hatalar, sarkmalar, kopukluklar ziyadesiyle mevcut. Lakin ayrıntıya ve bilcümle yanlışlara saplanmadım, yaşanmışlıklardan etkileneyim istedim, o güzelim duygu geçsin bana dedim, o da sağ olsun, iliklerime dek hissettirdi.

Yoksa Müslüm filminin ilk yarısının aktığını, ikinci yarısının saptığını görmüyor değilim. Sonra sosyal medya üzerinden tartışmalara, atışmalara şahit oldum. Bir kısım yeni keşfettiniz diyordu, bir bölüm, şarkılarını niye o söylememiş diyordu, biri suçluyordu, biri burun kıvırıyordu, çoğu alkışlıyor ve hatta ağlıyordu. Saçma sapan gündelik politika yerine, Müslüm Gürses konuşmak ne iyi geldi, bunu fark edemediler, hakkının teslim edilmesi, yeni yeni insanlar tarafından keşfedilmesi, “ben bunca seni severken, sen benden nefret edemezsin” diyen ahir zaman dervişine, geç de olsa sıkı bir selam çakılması, fena olmadı be!

Misal sinemada ve televizyonda, iki ayrı Pablo Escobar seyrettim, neredeyse üst üste geldi. Birini Oscarlı yetenek abidesi aktör İspanyol Javier Bardem canlandırıyordu, diğerini Brezilyalı oyuncu Wagner Moura… Çok sevdiğim Bardem, kesinlikle olmamış, Moura ise resmen dönüşmüş, büyümüş ve yürümüştü. Yani diyeceğim o ki; yeni yeni Müslüm veya Freddie filmleri çekilebilir, oldu da bitti maşallah durumu yok ortada, müzik nasıl ruhun gıdasıysa, sinema da, özgün işler kadar, yeniden çevrimlerle de var olmasını bilir. Hop! Buna örnek, Bir Yıldız Doğuyor filmine geçeyim. İlk üç filmi de seyrettiğim yetmezmiş gibi, dördüncü ve şimdilik son uyarlamasını da izledim sinemada… Hatta varlık sebebinden (ilk film, 1937 tarihlidir) de, önceki denemelerden de iyi bir yapıt çıktı karşıma. Ödülleri toplamak için Oscar’a da koşarsa, asla ve kata hayrete düşmem. Yahu şarkıcı Lady Gaga’dan oyuncu, oyuncu Bradley Cooper’dan şarkıcı mı olur dedim, sonra lafımı bir güzel yedim. Oluyormuş.

Durun! Bu senenin en çok konuşulan ayrıksı projelerinden Climax’e geçiyorum. Gaspar Noé denen aykırı arkadaş, yine çekmiş, zihni tokatlayan bir şey daha, bu kez Love gibi porno ve tutku değil meselesi, dümeni, dansa, müziğe ve insanın bilinçaltına kırmış. Çoğunluk Dönüş Yok filmini beğenir, bense illa Enter de Void derim. Beklentim çok yüksekti Climax’e dair, arkadaşlar öyle bir gazla anlattılar ki, hatta kısa bir süre sonra dayanamayıp, ikinci kez gittiler, haliyle benim çıta, arşa dayandı. Ancak festivale yetiştireyim gayretiyle, aceleye getirilmiş, hızla bağlanmış, çokça anlam yüklenmiş, metne değil, görüntüye abanmış bir proje çıktı karşıma… Ha rahatsızlık hissini aldım mı, elbette ziyadesiyle… Az duyan kulaklarım bile, cıstak cıstak diye dikeldiyse, içim de dışıma çıktıysa, işinin hakkını vermiş demek ki herif! Belki de çay ve kahve içip koltuğa yerleşmek yerine, güzel bir kafayla seyretmek gerekirdi, bilemedim.

Durmuyor müzik, durmayacak! Whitney Houston’ın hayatından demlenen, tacizden, uyuşturucuya, onca şatafatın içinden geçen acıları resmeden Whitney belgeseli de, önümüzdeki Cuma günü vizyonda. Amy Winehouse için çekilen Amy belgeseli gibi, sinema ve müzik tutkunlarına dokunabilecek mi, göreceğiz. Leto (Yaz) da başka bir müzik filmi, o da gösterime girecek bu ayın 23’ünde… Sovyetler Birliği’nde rock müziği ve aşk üçgeni… Siyah-beyaz bir 1980’ler, gerçeklikten kopup gelen, baskıya rağmen yükselen nağmeler… Ne diyeyim, seyretmek şart oldu. Yine siyah-beyaz bir müzik filmi olan Soğuk Savaş, ne vakit girecek gösterime bilmiyorum. Güzelim İda filmiyle dikkatlerimizi çeken Pawel Pawlikowski, bu kez Polonya’ya götürüyor bizi, ta 1950’lere, müthiş bir eserle…

Müzik işi, kulaktan çok yürek işi, tıpkı filmler gibi, gözlerimin gördüğü çoğu şeyi unuttum, kalbimde yankı bulmamış meğer. Öyle ya, yüreklerin kulakları sağır diye boş yere dememiş koca şair Nazım… Beynimize yerleşip, yüreğimize kazınan filmler hatırınadır sinema sevdamız, çoğu çöp iş, bize hiç ilişmesin yeter. Temennim odur ki; iyi ve güzel müziklerle dolsun sinemalar, haydi cümleten iyi pazarlar!

“Ya herkes dans edecek, ya da hiç kimse…”

 

 

 

Alper Turgut

 

Serim-düğüm-çözüm idi, belki de biricik beklentimiz, sanatın yedincisi sinema adına, ancak sarsak başlayan, düğüm dahi atamayan, ucu inadına açık bırakan filmler çıktı hep karşımıza… Ya hepimizi idrak yoksunu sanan ve sürekli anlatıp tekrara boğan, ya da bir b.k anlatmayıp, anlamsız bulmacalar hazırlayan yapımlarla, harbiden içimizi şişirdiler. Birbirinin kopyası, suya sabuna dokunmayan, pek çoğu ucuz işlerle, memleketin vasatlık sevdasına, manevi gıda taşıyıp durdular.

İçsel saçmalıklar, abanılan yalnızlık ve devamında eziklik edebiyatı, artık kusturan sıkışmışlık hissi, yenilgi yıllarının absürt psikolojisi değilse, bu zamazingonun gerçek açıklaması nedir? Tırt halleri, zavallı tipleri, bilcümle tükenmişlik dertlerini, alayımıza kakalama çabası da neyin nesidir?

Üstelik zahmet edip sorsan, bunlar kendilerine diri kalan sol yandan hayata bakıyoruz derler, oysa mücadelemizin ruhunu, içimizdeki ateşi söndürme gayret ederler. Bu yamanma, yanlama, yaranma arzusuyla, kapitalist düzenin, iktidar gücünün verdiği zararı, fersah fersah aşarlar, “yahu biz sistemin maddi desteğini alabiliyorsak şayet, büyük bir hata ve yanlışa düşmüşüz” diyemezler ve hatta anında savunma pozisyonu alırlar. Sonra salt eleştirdik diye kötü adam ilan ediliriz, hayhay bana uyar, sizler iyi filmlerle, halkın derdini dert edinmiş projelerle gelene dek, sıkıntıya zevkle katlanırım.

Hah! BaÄŸlayalım artık. Antalya’da sinemaseverler tarafından iki kez ayakta alkışlanan “12 Yıllık Gece” (La noche de 12 años – 2018) filmini seyredince, insana ve hayata ait gerçek politik sinemaya, ne çok hasret kaldığımız yine ve yeniden geldi aklıma… Bir devrimcinin, 12 yıllık tutsaklığın ardından, Uruguay Devlet BaÅŸkanlığı’na yürümesinin, sahici öyküsü bu… Postalların eziyetinden, faÅŸist diktatörlüğün zulmünden nasiplerini ziyadesiyle alanlar, gün ışığından mahrum, okumaya, yazmaya, insana ve sohbete hasret kalanlar onlar… Bu güzelim yapıt, sarsılsalar, boÅŸlukta kalsalar, psikolojilerini yıpratsalar dahi, inançlarını asla terk etmeyerek kurtulanlara dair.

II. Túpac Amaru, İspanyol sömürgecilerin katlettiği son İnka önderidir, halkını, insanca yaşamak için ayaklanmaya çağıran ve haklı isyanını, çağlar ötesine taşıyan bir büyük rehberdir, tüm Güney Amerika Kızılderilileri için… İşte Peru’da Tupac Amaru Devrimci Hareketi doğar onun ruhundan, Uruguay’da ise Tupamarolar… Urugauy’da şehir gerillası olan José ‘Pepe’ Mujica ile yoldaşları Mauricio Rosencof ve Eleuterio Fernández Huidobro (El Ñato), 1973 cuntasının ardından esir düşerler, omuzları yıldızlı, ezeli düşmanlarına…

Elbette onların zulüm tarifesi, değişik olacaktır, adlarını unutturmak, insanlıktan çıkartmak, siyasi bilinçlerini yok etmek, delirtmek, nihai hedefleridir. Lanet olsun sağ yakaladık, eğer öldüremediysek, bari her birini posaya çevirelim zihniyeti, çukurlara, yeraltına, karanlık hücrelere, terk edilmiş depolara taşır durur üç dava arkadaşını, onlara gündüzü göstermez, bırakın dış dünyayı, birbirleriyle temas etmelerine dahi izin vermezler. Not: O dönem, özel muamele uygulanan 10 esirden, biri öldü, ikisi delirdi.

Tecridin, iki saat iki dakikalık hikâyesinde, üç adamın, tek başına hücrede yaşama tutunma çabasını işleyen Uruguay-Arjantin-İspanya ortak yapımı filmin yönetmen ve senaristi Álvaro Brechner, Antalya’daydı; “Uruguay, Güney Amerika’nın en küçük ülkesidir, ancak ciddi bir demokrasi tarihine sahiptir. Filmde, 1973-1985 arasında süren karanlık ve acı dolu yıllardan, demokrasiye geçişi anlatmaya çalıştık. Birkaç hafta önce eski başkanımız Jose Mujica, filmi bir kez izledi ve ardından bir daha izlemek istemediğini söyledi. Bu yaşanan olayları, film dahi olsa bir daha deneyimlemek istemedi. Tecrit, ölüm cezasından bile daha korkunç bir cezadır çünkü…”

Antalya’da seyrettiğim en iyi uluslararası yarışma filmiydi, peki, ödül alabildi mi? Elbette, hayır! Zaten bazı yapıtların, ödüle ihtiyacı da yok. Çünkü klasik ve kült bir esere çevirecektir illa onu, bugünden yarına, sinemasever kuşaklar. Birbirlerine benzeyen, küçülen, dibe çöken festivaller konusunu ise ayrıca yazarız başka bir gün, filmden kopup, tadımı ve tadınızı kaçırmayalım şimdilik.

Futbolcuların, silahla hastane bastığı, çoksatar kitap çıkartanların, itinayla aşırma yaptığı, şarkıcı tiplerin Çav Bella ile k.ç salladığı, Papaz’ın ekonomimizi belirlediği, bilim insanının, kendi b.kunu yediği matah bir şeymiş gibi anlattığı bir memlekette, boş verin sinemayı, gündelik hayat hakkında ne bekliyorum, o da apayrı mesele ya, her neyse…

Cezaevinde Pepe, sessizliğin ve kimsesizliğin ortasında bir başına kalınca, zihninin oyunlarıyla boğuşmakta, halüsinasyon görmekte, diğer ikisi, birbirleriyle kısıtlı temas etmekte, mors alfabesi benzeri bir duvar tıklatma eylemi ile, tecrit denen meseleyi bir nebze çözmekte… Haşere yiyerek, kendi sidiğini içerek, böyle böyle günler, haftalar, aylar, yıllar geçer. Kurtuluş günü, dışarı çıkan ve siyasi mücadeleyi bırakmayan üç yoldaştan Jose, ülkesinin başkanı, El Nato savunma bakanı, Mauricio ise ünlü bir yazar olur. Peki, onlara hayatı zindan eden sorumlular hesap verir mi? Bakın, adam Uruguay devlet başkanı oldu diyorum, eee sonuç? Birkaç asker dışında yargılanan olmaz, yaptıkları onca eziyet, tonla cinayet, resmen yanlarına kar kalır.

Üç sene önce emekli olan, 83 yaşındaki Saraysız Başkan’ın, intikam gibi arzuları da yoktur hani, küçük mavi Vosvos’uyla gezen, yoldaşı olan eşi ve bir bacağı eksik köpeğiyle, mütevazı evinde yaşayan, ezilenlerin yardımına koşan, maaşını bağışlayan, en yoksul ve en mutlu başkan olmuştu o. Üstüne basa basa söylüyordu; “Ben yoksul değilim. Pahalı hayat seçen insanlar yoksulluk çeker.”

Hah! Unutmadan, devrimci Tupamarolar, 1970’lerde Uruguay’ın başkenti Montevideo’da, salt zengin sınıfın akın ettiği hayli lüks ve çok pahalı bir gece kulübüne baskın düzenleyip, ele geçirirler. Ve duvarına kocaman harflerle yazarlar; “Ya herkes dans edecek, ya da hiç kimse…” Öyle işte…

Biricik derdimiz kayıtsızlık

 

 

 

Alper Turgut

 

Nihayet “Çirkin Kral Efsanesi” adlı belgeseli seyredebildim, yapım, iki saat iki dakika boyunca, memleket sinemasının ezber bozan en bildik insanı Yılmaz Güney’i anlatmaya çabalıyordu. Belgeseli yöneten Hüseyin Tabak, Aşık Veysel’in pek güzel, pek meşhur halk türküsünün dizesi “Güzelliğin On Par’ Etmez” adını verdiği kurmaca uzun metraj filmiyle, 2012’de Antalya’dan altı, Ankara Film Festivali’nden de iki ödülle dönmüştü.

Hüseyin Tabak, kendine film yapma aşkını aşılayan, unutulmaz yapıtlarıyla sinema yolculuğuna hazırlayan, büyük bir hayranı olduğu adamın peşine düşmüş. Bizim yurt dâhilindeki yönetmenlerimiz, her ne kadar Yılmaz ekolünden geldiklerini savunsalar da, sorgulama, anlama, ortaya koyma mevzusundan bihaber olsalar gerek, bu hayli gerekli iş, gurbetçi bir rejisöre kalmış.

Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’i, hem kendi hocası Michael Haneke’ye, hem de Costa-Gavras’a sormuÅŸ, onların yanıtları, nasıl bir büyük bir sinemacıya sahipmiÅŸ bu kadim coÄŸrafya, anlamamıza yetiyor aslında… Åžimdi 47 senelik ömrünün, 12 yılını cezaevinde, üç yılını da sürgünde geçiren bir insanın, 104 filmde baÅŸrol oynayıp, 24 film yönetmesinin, dahası 50 filmin senaryosunu yazıp, altı filmin de senaryosuna yardım etmesinin, aslında normal koÅŸullarda, mantıklı bir izahı yok. Bu büyük bir gayret, büyük bir güç, büyük bir emek, büyük bir adanmışlık iÅŸte, bir dava adamına dair, tastamam…

Şekilden öteye geçemeyen, önce vitrin deyip, içerikle pek ilgilenmeyen sinemamız adına, ne önemli bir kayıptır. Yakışıklı jönler döneminde, çirkin bir adamın başrolü üstlenmesi, insanlara yapay değil, sahici gelmesi, kendilerinden biri gibi gören halk tarafından sahiplenilmesi de değil tüm mesele… Adı gibi Yılmaz kişiliğinin, onu var eden devrimci bilincinin, kimselerin dokunmak istemediği alanlara, kamerasını çevirmesinin, gayet farkındayız. Ve onun arayışındayız hala, halkının dertlerini dert edecek, acı gerçeklerimizin peşine düşecek sinemanın ve sinemacıların…

Hah! Haneke demiÅŸken; onun sevdiÄŸim bir sözü var; “SoÄŸukluk… Bize en çok sorun yaratan ÅŸey iÅŸte bu! Kendimize ve baÅŸkalarına karşı esnekliÄŸimizi yitirmemize neden olan bu kayıtsızlık! Bütün filmlerim bu temayı ele alıyor.” Evet, bu kayıtsızlık ikliminde, paylaÅŸmaktan muaf, imeceden azade, birlik ve beraberlikten fersah fersah uzak olan bu gündelik hayatta, aradığımız çözüm, sıcaklıkta, belki de… Uzun lafın kısası; Bedel ödemekten çekinmeyenler azaldıkça, soÄŸukluk artıyor, ne acıdır.

Memlekette, Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle, birlikte, ne çok dedektif yaşıyormuş, öğrenmiş olduk. Herkes, her şeyin uzmanıysa, biz neden bu haldeyiz, bu vasatlık çemberinde, resmen debelenip duruyoruz, belli değil! Eskiden futbol ve gündelik siyaset ahkâm kesme alanıydı, şimdi hepimiz istisnasız bilirkişiyiz. Sosyal medyanın hayatımızı çepeçevre sarmasıyla, çalışmadan uzmanlaşan, çabalamadan ustalaşan, yanılsa da inatlaşan insanlar, bu işlere harbiden emek ve gönül vermiş, dişiyle, tırnağıyla kazımış olanların, arada kalmasına, seslerini duyuramamasına, nihayetinde bıkmalarına sebep oluyorlar, üstelik.

Kitap okumayan, incelemeyen, araştırmayan ve soruşturmayanların sayesinde, hayli zamandır, duyar kasmak denen illetle de haşır neşir olduk, cımbızla seçiyor ve direkt üstüne yürüyorlar. Nefret kusuyor, kavga çıkartıyor, sürekli saçmalıyor, yargılıyor ve hüküm veriyorlar. Misal, Yılmaz Güney’in sert mizacı, Müslüm Gürses’in eşiyle ilişkileri, hop masaya yatırılıyor. Bu insanlar neler yaşadılar, bugünün algısıyla dün yargılanır mı, tüm üretimlerini, sırf birileri uygun bulmuyor diye, çöpe atmak neyin nesidir? Tonla soru sorulabilir, lakin yanıtlar, onları mutlu etmeyecektir, çünkü yaşayanlar kadar, ölenlerle de hesaplaşmaları bitmeyecek, asla tükenmeyecektir. Kendileri ise adeta melektirler, hayatları boyunca hiç hata yapmamış, hiç savrulmamış, hep çiçek gibi kalmışlardır. Ben bu tiplerden harbiden bıktım, umarım herkes bir gün bıkar ve bulaşmaya meyilli elemanlar, salt kendileriyle uğraşır dururlar.

Ha! Buradan, eleştirilmesin mi hiçbir şey gibi, bir çıkarımda bulunanlar olabilir, bakın her şey eleştirilebilir, uygun yolla, düzgün bir üslupla, hakaret ve küfür etmeden, yapıcılığı esas alan, yıkıcılıktan uzan duran bir anlayışla, elbette.

Göklere çıkarmanın da, yerin dibine sokmanın da, aynı kapıya çıkacağını bilenler için değil benim sözlerim, sevgisini abartan, nefretini kabartanlar, üstlerine alabilirler, çünkü onların artık, bir adım ilerisinin, trolleşmek olduğunu kavramaları gerek! Kendi adıma, iktidarın gölgesinde serpilenlerle, her koşulda bedel ödeyenleri nasıl bir kefeye koyamazsam, hak arayanlarla, hak gasp edenleri nasıl bir tutamazsam, bildiğini anlatanla, bilmediğini savunanı da denkleştiremem, haliyle.

Yine sürüklendik, bambaşka mecralara… Dağıtmayacak, tane tane Yılmaz Güney. Müslüm Gürses anlatacaktım oysa. Durun! Aklıma gelmişken söyleyeyim; Yahu, Ahmet Kaya filmi de çekse ya birileri, bakın, önümüzdeki ay, Bohemian Rhapsody girecek gösterime, efsane müzisyen Freddie Mercury tekrar canlanacak. İnsanlar, değer verdiklerini, unutamadıklarını, vazgeçmediklerini, beyazperdede görmek istiyor. Özlüyoruz gözüm, duygularımızı ayaklandıran sözleri, sesleri, gerçekten özlüyoruz.

Güzel şeyler yazmak, güzel şeyler konuşmak istiyorum, Ara Güler’in yakın tarihimizi belleğimize kazıyan, siyah-beyaz fotoğraflarına bakıp, dalıp gitmek, eski güzel İstanbul’da nasıl yaşanırdı gibi saf hayaller kurmak istiyorum, sonra muktedire dair sözleri geliyor aklıma, ardından bedel ödeyen liselileri, işinden ekmeğinden edilenleri, cezaevlerine doldurulan nicelerini düşünüyorum. Of çekiyorum, kocaman ve derinden gelen bir of! Hani 90 yılın, upuzun bir ömrün finali keşke böyle olmasaydı diyorum; “Olmasaydı sonumuz böyle…”

Bozkırda bir vaha!

 

 

 

Alper Turgut

 

Nazilerin iktidarında, tam 12 yıl boyunca, “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” gibi hayli kritik bir görevi üstlenen ve kandırma, inandırma, yalan, inkâr ve süsleme uzmanlığını, kitleleri yönlendirerek ve onlara şekil vererek sergileyen Dr. Paul Joseph Goebbels şöyle der; “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım!” İnsanlık suçu işlemeye doyamayan bu kanlı şebekenin, tüm Almanya’nın gözünü boyamaya, halkı uyutmaya, ardından da adeta hipnotize edilmiş kitleleri, sarsarak uyandırmaya ihtiyacı vardı. Elbette mesajı alan dünyanın bütün iktidarları, benzer gereksinime meyletmekte gecikmeyecek, medya aracılığıyla kitle yönlendirme işinin peşine düşeceklerdi.

Saman altından su yürütmeye ne lüzum var canım, sizi bile isteye, resmen göstere göstere yönlendireceğim, ne istersem onu yapacak, saksıyı da fazla kullanmayacaksınız diyen bizim iktidar, farklı farklı ülkelerde konuşlanan erk ve güç odaklarının, imrendiği bir kitleyi yarattığı için, kıskançlık sebebi olmuşsa şayet, asla şaşırmamak gerek. Sorumluluk yok, sorgulayan yok, bedel ödeme yok, hak yok, hukuk yok, yaptığın yanına kar kalıyor, harbiden var mı böyle bir şey?

Şimdi iktidarın medyası, kendi arasında evleniyormuş, daha az gazete, daha az gazeteci, daha az haber, çokça reklam, sürekli magazin ve hep goygoy! Bıktıran Acun Ilıcalı-Şeyma Subaşı neden boşandı sorunsalı, komik bir yanı da kalmayan soğan deposu baskınları, iktidar belediyelerinin seçim yaklaştıkça çoğalan, her yeri kaplayan abidik gubidik icraatları… Hah! Bir de Dolar ve Euro düşüyoooooo haberleri. Peki, düşen gramajlar, tekrar yükseltilecek mi? Hemen her ürüne yapılan zamlar geri alınacak mı? Başımız belası enflasyon ne olacak? Elbette, yok!

Şimdi Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülen Ergenekon davasında savcı, terör örgütünün varlığının ispat edilemediğini söylemiş. İnsanlar öldü, cezaevlerinde çürüdü, aylarca, hatta yıllarca, medya aracılığıyla propaganda yapıldı, arşiv unutmaz, 10 sene evvel, memleketin muktediri; “Ben bu davanın savcısıyım” dedi. Kim ödeyecek arkadaş, bunca acının ve üzüntünün bedelini? Yaşandı ve bitti, işte o kadar.

Neyse… Bu saçmalıklar silsilesinin sonu gelmez. Ben en iyisi, Anadolu’nun bozkırında şehircilik adına güzelleşen ve yeşeren Eskişehir’i anlatayım. Bu sene Anadolu Üniversitesi 60, ondan doğan iletişim fakültesi 40, Eskişehir Uluslararası Film Festivali de 20. yaşına girdi. Festival için davetliydim, güzelim kampüsün Japon bahçesinde konuşlanmış huzurlu misafirhanesinde kaldım, ağaçlar ve dökülen yapraklarla. Okulun içindeki Sinema Anadolu’da öğrencilerle film izledim, Eskişehir’in jilet gibi kesen ayazıyla meşhur kış bastırmadan evvel, sonbaharın tadını çıkarttım.

Seneler önce, yeniyetmeyken, o zamanlar Eskişehir’de oturan teyzemlere giderdik. Küçücüktü kent, hayli sıradandı, albenisi yoktu, işte bir cadde, çokça hamam ve kokan Porsuk Çayı… Sonra sihirli bir el değdi, kent gelişti, sevimli bir Avrupa şehrine dönüştü. Etrafa serpiştirilen heykeller, geceleri rahatça dolaşan gençler, Porsuk üstündeki renk renk köprüler falan filan derken, yerli turisti de çeken bir cazibe merkezine hızla evirildi, Ne güzel!

Memleket dâhilindeki birçok film festivaline gittim, gidiyorum, gideceğim. Öncelikle hakkını teslim edeyim, Eskişehir’in yeri, apayrı. Her şeyden öte, özgün ve düzgün bir festival bu. Birbirine tıpa tıp benzeyen, kopya film festivalleri gibi değil, asla! Para ödülleri vereyim, belediyenin olanaklarıyla yürüyeyim, iktidarı arkama alayım, kısa sürede serpileyim zihniyeti yok, bu bile değerli ve önemli, günümüz koşullarında…

Sinemasever akademisyenler ve öğrenciler olmasa, zorluklara göğüs gerip, ellerini taşın altına koymasa, film festivali de hayat bulamayacaktı, haliyle. Tanıdığım akademisyen arkadaşlar Aysun Akıncı Yüksel, Serhat Serter, Nergiz Karadaş, Meltem Cemiloğlu, Duygu Tosunay, Emre Gencelli ve adını anımsayamadığım nicesine teşekkür ediyorum, çünkü çöle dönüşen eğitim-öğretim ikliminde, sanata, hayata ve gelecek kuşaklara kendini adayacak insanlar şart bizlere…

Unutmadan, Eskişehir Film Festivali’nde, Yunan filmi Zavallı’yı (Pity) seyrettim, hem güldürdü hem de düşündürdü.

Acıdan, üzüntüden, başkalarının ilgisinden, merakından ve merhametinden beslenen insanlar geldi aklıma. Dramdan ve yıkımdan mutlu olan, mesut insanlar görünce dağılanlar var bu yaşamda, tuhaf ama gerçek, tastamam. Asri zamanlarda, ilgi arsızları daha da çoğaldı sanki, tek dertli kendilerini sanan, başkalarının sorunlarından topuklayarak kaçanlarla doluyor dünya… Ruhumuzu emen, duygularımızı sömüren bu tipler karşısında, hepimize sabır dilerim, içtenlikle.

Son olarak, Kolombiya dizisi Vahşi Bölge (Distrito Salvaje) hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Hah! İzlemeyenler varsa eğer, hemen listelerine eklesinler öncelikle. Buradan binlerce kilometre uzakta olan bir ülkenin, bizim memlekete bunca benzemesinin, iyi ve güzel bir şey olduğunu savunacak değilim. Yolsuzluklar, derin devlet, kullanılan ve atılan insanlar, yine ve yeniden lanet medya, adaletsizlikler, işini bilir müteahhitler, karmaşa, çatışma, kamplaşma, iç içe geçmiş ilişkiler… Ah! Sayarken, içim şişti. Harbiden gelişmekte olan ülkelere, benzer şeyleri mi dayatıyor kapitalizm, yoksa aynı şeyleri denemeye ve gerçekleştirmeye bayılıyor mu iktidar sahipleri, belli değil! Ancak bildiğim ve bariz belli bir şey var, bireylerin amaçsız kalması, örgütlenmekten uzaklaşması, halkların bu gaddarların elinde kukla olmasına sebep oluyor. Hal böyleyken, yılgınlık denen illet, tek tek esir alacak ve durmayacak, hepimizi ele geçirene dek.

Silkinmek gerek, kendimize gelmemiz gerek, bir an önce, daha da geç olmadan. Yoksa, burada veya orada, halimiz duman!

“Yaşamak ayrı bir dert, gülmek tesadüf…”

 

 

 

ALPER TURGUT

 

Bu hafta, iki film girdi vizyona, Urfa-Adana hattında, Biri Çirkin Kral Efsanesi belgeseli, diğeri de kurmaca Müslüm Baba… Yılmaz Güney, Urfa’dan gelen bir ailenin çocuğu olarak doğmuş Adana’da, Müslüm Gürses de, çocuk yaşta Urfa’dan gelmiş Adana’ya… Durun! Daha bitmedi. O Ses Çocuklar yarışması şampiyonu, şimdilerde 17 yaşında olan ve Müslüm Baba’nın gençliğini büyük bir başarıyla canlandıran Şahin Kendirci de, Urfa orijinli Adana doğumlu bir delikanlı. Ne de güzel söylemiş filmde, Müslüm Gürses’in hocası Limoncu Ali’nin türküsünü; “Adana’ya gidek mi? Şalvarından giyek mi, kebabından yiyek mi? Heye gardaş gel gidek!”

 

Adanalıyık gardaÅŸ, harbiden sıcaktan, kaostan, dostluktan var olmuÅŸuz, vay Teksas gibi yer ha diyor ya bazıları, ana haber bültenlerine düşen her vukuatın ardından, onca göçü, hayata tutunma halini, yeni bir yaÅŸam umudunu, küllenmemiÅŸ davayı, kozmopolit yapıyı, zengin-fakir ayırımını, mantığından ziyade duygularıyla harekete geçen insanlarını es geçerek… Bakale bizi biz deÄŸil de Ahmed Arif anlatsın hele;   “Çukurovam, /Kundağımız, kefen bezimiz /  Kanı esmer, yüzü ak / Sıcağında sabır taÅŸları çatlar / Çatlamaz ırgadın yüreÄŸi  / Dilerse buluttan ak / Köpükten yumuÅŸak verir pamuÄŸu / Külhan, kavgacıdır delikanlısı / Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun / En çok Çukurovalılar mahpustur /  Dostuna yarasını gösterir gibi / Bir salkım söğüde su verir gibi / Öyle içten / Öyle derin  / Türkü söylemek, küfretmek  / Çukurova yiÄŸidine mahsustur…”

 

Memleketimi yeterince övdüysem, mevzuya dalayım artık, Müslüm Baba, gözyaşına, duygusuna, oyuncusuna, emeğine, sanat yönetimine hiç lafım yok, lakin gayrımüslümcü bir film olmuş ağa. Hakkını teslim edeyim. Hayli etkilendim, çokça üzüldüm, karanlığı kalkan edip, gözyaşı da döktüm.  İnsanım diyen, zaten kayıtsız kalamaz, o nasıl bir yaşam öyküsüdür, keskin jilet gibi gerçekliktir. O nasıl bir babadır, resmen saf kötülüktür. Tarumar eder, duman eder ailesini… Hani Cengiz Kurtoğlu söylerdi ya; “Hayatımı yazsam roman olurdu.” Müslüm Gürses’e dair özyaşam; bırak romanı, en hakiki dram koleksiyonu diye, resmen külliyat olurdu. Çile nedir, acı nedir, ağrı-sızı nedir, hayatın tüm illeti, eziyeti nedir, taşınmaz yük nedir, hicran nedir, hüsran nedir, damar nedir, damar ulan! Boşuna, “Herkesin acısı, sevgisi kadar” dememiş Baba, yani anlayana…

 

Müslüm Gürses’in Evlatları belgeselinde (Vuslat SaraçoÄŸlu – 2013), baba ve yavrularına dair konser izlenimlerimi anlatmıştım. Sonra eklemiÅŸtim; “Müslüm Gürses, beyaz Türk olsaydı, ÅŸehrin yoksul varoÅŸlarının gençleri, ona asla baba demezdi, onlar, kendileri gibi olanı, kendilerinden olanı seçtiler” Sevginin terazisi, sanıldığının aksine, hiç de eÅŸit deÄŸildir ha, evet, o gün de söyledim, yine söylüyorum; “Bizler, iyi bir müzisyeni, bir güzel adamı kaybettik, onlarsa babalarını…” İşte Müslüm Baba filminde, meÅŸhur Gülhane Parkı konseri dışında, onlar yoklar, efsaneye gönülden baÄŸlı olanlar, hala o ölmemiÅŸ gibi onu yaÅŸatanlar, yoklar. Bu film, Müslüm Gürses filmi olabilir, Müslüm Baba ise olamaz, zannımca. Bir Müslümcü ile Anti-Müslümcünün tartışmasına tanık olmuÅŸtum seneler evvel, Müslümcü, sen hayattan sadece bir fiske yedin, bana ise tekme-tokat daldı, duvardan duvara vurdu demiÅŸti ötekine… KuÅŸkusuz, haklıydı.

 

Müzik, önemlidir, ses, söz önemlidir, değerlidir. Ben Ahmet Kaya, Grup Yorum dinlerken, biraderlerim Müslüm Gürses dinlerlerdi, atışırdık hatta. Ben, arabeskin, cuntanın kaderciliği köpürtmek, yalnızlığı yüceltmek, kitleleri bireyselleştirmek, ortak bilinci törpülemek adına önünü açtığını söylerdim, onlar, hiç tınmazdı, oturup, bir kez bile tam dinlemedin, ama anında hüküm verdin derlerdi. İşte aidiyetler, önyargılar, yaftalamalar, bakışımızı bozuyor, anlamamızı zorlaştırıyor. Neyse… Sonra oturup dinledim ve kararımı verdim; Arabesk hala beladır, hala ‘Magirus edebiyatıdır’, hala kendini bile isteye zincirlemektir, Müslüm Gürses hariç!  Evet, çok uzun zamandır, Müslüm Babayı, ahir zaman dervişini, kendinize zarar vermeyin, kendinizi kesmeyin diyen adamı, yakarsa dünyayı, Garipler yakar diyen adamı anlıyor ve önemsiyorum. Çünkü sözlerinde ve sesinde, itirazı ve isyanı buldum, bu da bana yeter!

 

Filme dönecek olursak, 132 dakika, babayı anlatmaya kafi gelmemiş, çokça sezonluk, bilmem kaç bölümlük dizi olsaymış keşke. Yönetmen, yapım, senarist, oyuncular, onlara da lafım yok, hayli didinmişler, besbelli! Son yıllarını hızla bağlamaları, kurgu hataları, bazı abartılı hareketler, yanlış zamanlama, hata ararsam, tonla bulurum. Dilersen, sekiz Oscar’lı Amedeus (1984) da bile hata bulursun, maksat amacın, yermek olsun. Buradan, hop diye Kimsesizler mezarlığına gömülen Mozart’ın tarihsel dramına geçmeyeceğim, rahat olun. (Kasım ayında Bohemian Rhapsody geliyor, Freddie Mercury de, Müslüm Baba gibi candır, bitip tükenmez heyecandır.)

 

 

Müslüm Gürses, harbi evliya gibi adam, suç makinesi babasına dahi evini açan, konserinde kendisini bıçaklayan hayranına kucağını açan, valla tepeden tırnağa vicdan. Diyeceksiniz şimdi, lan arkadaş, insan, taptığı adamı bıçaklar mı? Psikopatlığa bak! Efsanevi John Lennon’un, fanatik hayranı tarafından öldürüldüğünü de hesaba katlayalım o vakit. Boş yere denmiyor, sevda ve nefret, tutkunun ikiz çocukları diye…

 

Yerli sinema adına bunca çöp işin olduğu yerde, bu filmin duygusu geçti bana, tıklım tıklım sinema salonunda (Kadıköy Rexx), Müslüm Gürses’i sonradan keşfedenlerle seyrettim, çıkışta herkesin ağlamaklı olduğuna, tesirin hala sürdüğüne şahitlik ettim. Müslümcülerle seyretmek isterdim aslında, onların tepkilerini görmeyi, sonunda onlarla iki kelam etmeyi isterdim. Yalan yok!

 

Önce Demokrat Parti’nin ilk ipini çektiği, ardından da 12 Eylül Cuntasının, tarihe gömdüğü Halkevi gerçeğinin, bize Müslüm Gürses’i hediye ettiğini görenler, belki sorgularlar, muhafazakâr büyüklerimiz, neden böylesi gerekli ve hayati bir oluşumu yok etmek istediler diyerek… Hiç sanmam ya. Portekiz’de Salazar diktatörlüğüne karşı yapılan Nisan Devrimi’nde (25 Nisan 1974 / Karanfil Devrimi), yılgın, bezgin ve sabrı sınanmış halk, radyodan çalınan Grândola, Vila Morena şarkısını duyunca, sokağa ve özgürlüğe koşarlar. Çünkü şarkının sözleri, çoktandır beklenen şifre gibidir, iktidarın halka ait olduğunu söylemektedir. Müzik bambaşka bir şey; bireyler kadar, kitleleri de harekete geçirebilir.

 

Kanser ilaçlarının temini için baÅŸvurduÄŸu bakandan dilenci muamelesi gören ve bu sene yalan dünyayı terk eden Dilek Özçelik’in sesi ve sözleri uÄŸulduyor kulaklarımda; “Görüyorum ki, çaresizliÄŸi tatmamışsınız hayatınızda…” Talihsizler, çaresizler, yitikler, kırgınlar ve gönülden yaralıların babası Müslüm Gürses; “Bir Ömür Yetmez” derken haklıydı, “Aynalar yaÅŸlanmış gösterse bile, yaÅŸanmadan geçen yıllar utansın…” derken de… İşte öyle…

Sen denetleme mümkünse…

 

 

 

Alper Turgut

 

İktidarın, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) aracılığıyla, internet üzerinden yapılan yayınlara denetim getirmesi, uygulanabilirlik konusunda bariz muğlaklık içerse de, biricik gayenin sansür olduğu apaçık. Erk mekanizmasının işine gelmeyen, haliyle televizyonlarda da gösterilemeyen siyasi, insani, hayati içeriklerin, internet aracılığıyla yayılmasını istemiyorlar, görüntülerin görünür olma ihtimali dahi, tatlı rüyalarını kaçırıyor besbelli.

 

Gazeteci arkadaşımız Ergün Demir’in, evladına pantolon alamadığı için intihar ettiği söylenen babanın ardından yaptığı haberden sonra gözaltına alınması, mevcut vahametin tescili değilse, harbiden nedir? Haber filan istemiyorlar arkadaş, sadece övülsünler, alkışlansınlar, yere göğe sığdırılamasınlar, sürekli pohpohlansınlar, yegâne arzuları bu, haber değil, PR çalışması yapılsın, gazetecilik değil, halkla ilişkiler ve reklam mevzusu alıp başını yürüsün, işte o kadar. Yani televizyon kanallarının hali ortada, internet platformlarını da aynı şekilde, sıkılmış limona benzetecekler.

25 Uluslararası Adana Film Festivali’nde yazıyorum bu yazıyı, aynı gün içerisinde, hem son derece lüks gece kulübünde, su gibi para akıtarak, dünya yansa umurumda değil modunda eğlenen insanları da gördüm, hem de sokak arasındaki çöp konteynırının yanı başında, bulduğu karpuz ve kavun kabuklarını temizleyerek kemiren adamı da…

Doğduğum güzelim kentte, turist pozisyonunda da olsam hayli zamandır, bu büyük değişimi fark etmemi engellemiyor.

İşte bu çöplükte bulduğuyla beslenen, başkalarının artığıyla hayata tutunmaya çalışan çaresiz insanı, televizyonlardaki haber bültenlerinde görmeniz mümkün değil artık! Kaldı mı geriye internet, hah! Mesele tastamam budur, memlekette kriz mriz yok, her şey çiçek, kelebek, herkes memnun, gayet mesut!

Geçen hafta, Cumartesi Anneleri’nin eylemine gittim, polisler, devletin verdiği sürekli sarı basın kartını göstermeme karşın, inat ettiler ve içeri sokmadılar, ne yaptım, ne ettim, barikatı aşmama engel oldular. Polislere, yahu aranızda yetkili bir kimse yok mu dedim, hop gidip komiserlerini çağırdılar. Komiser, kartımı dikkatle inceledi, GBT’ye bakacaksan, o işi metrobüste çözdük dedim, anlamsızca yüzüme baktı, sonra burada haber falan yok diye geçiştirmeye çabaladı. Diretince, bu kez takip edilmesi yasak dedi, haydaaa OHAL bile kalktı, neyin yasağıymış bu diye sordum. Ben bilmem müdürüm bilir dedi. Eee müdür nerede, barikatın öteki tarafında, oraya nasıl gideceğim, yanıt; tısssss! Aynasızlar, çeyrek asır önce, sarı basın kartım olmadığı için engel oluyorlardı, şimdi olması da fark etmiyor. Hemen her şey yenileniyor ve gelişiyor, zaman inadına ilerliyor, lakin mevzu en temel haklar olunca, yakıcı gerçeğimizin özeti; bas geri!

Adana Film Festivali demişken, son yıllarda attığı deparla, memleketimizin en gözde, en önemli ve değerli film festivaline dönüştüğünü vurgulamak isterim. Hele hele bu sene, yurdumuz adına bir ilki yaratmışlar, resmen dijital devrim yapmışlar, cep telefonuna uygulamayı indiriyorsun, filmini ve koltuğunu seçiyorsun, işlem tamam. Ulusal uzun metraj kurmaca için tam 42 film başvurmuş, ön jüri aralarından 15 finalist yapımı belirlemiş. Elbette iyi film sayısı az, vasatlar çoğunlukta, bu festivalin derdi değil. Sorun, memleketimizin sinemasında, muhalefetin durumuna benzeşiyor haliyle, bir türlü üretemiyor, üzerindeki ölü toprağını atamıyor, silkelenip ayağa kalkamıyor. Ne yazık ki… Hal böyleyken, ne etsin sayın halkımız, işte birçok sinemasever, ister istemez yabancı filmlere meylediyor, haksız da değiller hani.

Evet, Adana iyi ve doğru bir yol tutturmuş, peki, Türkiye’nin en eski film festivali olan Antalya ne durumda? Bakın, 55 yıl, dile kolay, Yeşilçam’ın kalesi, sinemamızın vitrini olan Antalya’nın, kısaları, belgeselleri, ardından da ulusal uzun metraj kurmaca yarışmasını kaldırması, gerçekten kimsenin umurunda değil mi? Bir de bu yıl, sanki Antalya’yı, Adana’yla birleştirmeye karar vermişler, çünkü resmen biri bitmeden daha, diğeri başlıyor. Antalya’nın sorumluları, şu gereksiz restleşmeye artık bir son verin, dev gibi kentten, minicik Cannes çıkartma çabası, hem komik, hem de dramatik çünkü. Ha aklıma gelmişken, sinemacılarımız, babaları ve güvercinleri çok seviyor sanırım, dört baba, iki güvercin filmi, yeni bir moda başlatmaz umarım. Meramımı dile getirdiğime göre, Adanaca soralım o vakit; Ayıktın mı?

Anons adlı çokça konuşulan filmi, dün gece seyrettim nihayet, bir dönem işi, 1963 yılında yaşanan ve daha sonra ayaklanma olarak adlandırılan başarısız darbe girişiminden yola çıkıyor. Tasfiye edilmiş dört subayın, İstanbul Radyoevi’ne baskın düzenleyip, anons ile halka seslenme gayretinin, gündelik hayatla karşı karşıya kalması, filmin kısa hikâyesi… Yer yer komik, bir parça absürt bir yapım ve ziyadesiyle kara mizah. Kendi adıma, eleştirilerim de olsa, filmi iyi buldum, salondan çıkarken, insanların, cunta girişimi gibi ciddi bir konunun, sulandırıldığından bahsediyorlardı. Bir avuç rütbelinin, milyonlarca sivilin geleceğiyle oynama çabasına girmesi, şuursuzluğun dibidir ve bu hal, kabul buyurun absürttür. Halktan kopuk, insanlıktan uzak bu anlamsızlıklar silsilesi, çok canını yaktı bu güzelim coğrafyanın, tarife lüzum bile yok!

Eller aya, biz yaya, bizim en bildik klişelerimizdendir, bunu aşacak ne yaptık, işte meselemiz budur. Ancak tüm bunların da ötesinde, adı sanal olsa dahi, sınırların kalktığı bir dünya yaşanıyor internette, özgürlüklere düşman olanların, tüm tepkisinin, başkaca bir sebebi de haliyle namevcut! Güvenli internet istiyoruz ile başlar bu süreç, sonra sansür, oto-sansür, ceza ile devam eder. İhbarcı yurttaşların zaten hoşuna gider mevzu, burada geleneklerimize laf söylendi, şurada öpüştüler, aaa içki içtiler, neeeeee seviştiler mi, ülkemizi kötülüyor hayınlarr gibi ve benzeri coşma halleri, mekanizmayı harekete geçirmeye yeter de artar bile… Çocuk, hayvan istismarına, kadınlara yönelik tacizlere, nefret söylemine karşı çıkmak, salt devletin değil, hepimizin en asli yükümlülüğü, bu suçtur ve cezası vardır, gerekçe bu olursa ve potansiyel aranırsa, lanet fişleme devreye girer. Bakın denetleme dedik, fişlemeye kadar geldik. Sorarım, yönetenlerin amacı hakkında hala şüpheleriniz mi var?